İçeriğe geç

Kur’an’a Yabancılaşma Süreci Kitap Alıntıları – Ahmet Akbulut

Ahmet Akbulut kitaplarından Kur’an’a Yabancılaşma Süreci kitap alıntıları sizlerle…

Kur’an’a Yabancılaşma Süreci Kitap Alıntıları

Müslüman zihinde rivayet kültürünün öne çıkarılmasıyla da kitaba uymanın yerini hadis ve sünnete uyma veya kitabına uydurma almıştır.
Geçmişi temize çıkarmak için harcadığımız enerjiyi, olguyu anlamak için harcamamiz durumunda, sorunlanmızı çözme olanağını yakalayabiliriz.
Hem İslam hem de İslam tarihi konusunda sloganlarla değil, olgularla ve belgelerle değerlendirme yapmak durumundayız.
Selefi zihin, Kur’an’da konumu belirlenmiş olan peygamber algısını değiştirmiştir. Peygamberi, elçi konumundan çıkarıp dinin sahiplerinden biri durumuna yükseltmiştir. Doğrusu Selefiyye, İslam’ı Muhammedilik olarak algılamaktadır.
Türkiye’nin sağcısı solcusu, dindarı dinsizi aynı kültürün türevleri olduklarn için aynı zihniyettedirler.
Yüce Allah’ı bulmak bir inancın sonucu değil, bir muhakemenin neticesi olmalıdır. Din dilinde bunun adı tahkiki imandır. Ahlakilik ise imanın kalplerde hapsolmayıp eylemlerimizde ortaya çıkması; yani
kendini göstermesidir.
Kur’an, Yüce Allah’ın insanı kuşatan mesajıdır. İnsanı kuşatmayan mesaj evrensel olamaz. Kur’an bize alan savunması önermez. Bunun yerine eğitimli ve donanımlı Müslüman birey yetiştirmemizi önerir. Onun vurguları, Müslüman bireyin bilgili ve bilinçli olmasına yöneliktir. Değişmenin ve gelişmenin öncüsü Müslüman birey olmak durumundadır. Bireyi geliştirmenin yolu da dinsel zihniyetini Kur’anî doğrultuda geliştirmekten geçer. Aslında bizim düzeltmemiz gereken, Müslüman zihnin düşünme biçimidir; yani geleneksel Müslüman mantığıdır. Din konusundaki cehalet, Müslüman dinsel geleneğini haklılaştırmaya ve yüceltmeye yaramaktadır. Müslüman bireyin nasıl olmasını istiyorsak, öyle olabilecek şekilde eğitmek gerekmektedir. İnsanı geliştirmenin ve dönüştürmenin yolu eğitimden geçer. Bir toplumun yüceltilmesi; güç yoluyla değil, eğitim yoluyla mümkündür.
Insanın iç dünyasını ancak imanı değiştirir ve geliştirir. İnsan, imanı ile barışık yaşamak zorunda olan varlıktır. Sürekli imanına aykırı davranışta bulunamaz. Bireyin imanı ise ancak ilimle değiştirilebilir veya dönüştürülebilir. Okuyan insan, kendi kendini yeniler ve kuvvetlendirir. Kendi yanlışlarını da kendi başına düzeltir ve araçlarını geliştirir. Çünkü insan okuyarak, Yüce Allah’ın lütuf ve keremine erişebilir. Kur’an’ın bilgiyi öncelemesinin arkasında da bu gerçek yatar. Çünkü ilimsiz imanın müstakim olması tesadüfe bağlıdır. İman ise tesadüflere bırakılamayacak kadar önemlidir. Müslüman bireyin rehberi iman değil, ilimdir. Kur’an bize, din ile bilimin karışımını değil, Kur’an’ın ilkelerini bilimle test etmemizi önermektedir. Dolayısıyla Kur’an, kendine, akla ve bilime güvenmektedir. Doğrusu ilim, imanın müstakim olmasının şartıdır. Yüce Allah’ı bulmak bir inancın sonucu değil, bir muhakemenin neticesi olmalıdır. Din dilinde bunun adı tahkiki imandır. Ahlakilik ise imanın kalplerde hapsolmayıp eylemlerimizde ortaya çıkması; yani
kendini göstermesidir. Zaten ahlak, ancak ilim ve iman ile kemale erer.ilerleme, gelişme ve değişme, sadece insanın fizik dünyasının eğitilmesi ve geliştirilmesi ile sağlanamaz. Asıl sorun, insanın duygusal ve zihinsel dünyalarını da geliştirmektir . s148-9
Aklın kullanılmasının esas olmadığı bir yapıda İslam’ın kendisi değil, ancak adı var olabilir. Dinde parçalanmaya sebep olan aklın kullanılması mıdır yoksa dinde kaynakların çoğaltılması mıdır?
Selefilik, İslam’ın ilk iki neslinin görüş, düşünüş ve uygulamalarının gelenekselleşmiş biçimidir. Bu algıya göre söz konusu nesiller, Müslüman tarihinin değil, İslam dininin bir parçasıdırlar.
Akıl + Bilgi = Düşünme
Akıl + Bilgi + Eylem + İsabet = Hikmet
Kur’an’ ölüye okumak ile ‘Kur’an’ı geçmiş nesillerin algılama biçimi üzerinden okumak arasında hiçbir fark yoktur, çünkü her iki durumda da Kur’an ölülerin kitabı pozisyonuna düşmektedir. Gustave Le Bonn, Yaşayanları ölüler idare etmektedir. diyerek bu geleneksel drama parmak basmıştır.
Akıl kelimesi Kur’an’da isim olarak değil, fiil olarak kullanılmıştır. İsim olarak aklını yerine ‘lubb’ kelimesi kullanılmaktadır. Labb, hakikatlere, duyuları kullanmaksızın ulaşmaya aday olmuş akla verilen isimdir.
Zaten gelenek yenilendiğinde gelenek olmaz. Bu nedenle geleneğe teslim olan değil, geleneği teslim alan ilim adamlarına ihtiyacımız vardır
Görülüyor ki Kur’an’ın yorumları, yapıldığı çağların ve kültürlerin izini taşımaktadır.
Din ile siyasetin alanları ayrılmadığı takdirde, siyaset daima dine ve dini anlayışa müdahele ededektir. Tarihimiz bunun sayısız örnekleri ile doludur. Siyaset, dinin hizmetinde olduğunu iddia etse bile mutlaka dini kendine hizmet ettirecektir.
Hürriyet, hem iyiliğin hem de kötülüğün kaynağıdır. Kötülük yapma imkanı olmayanın iyilik yapmasından bahsetmek abes olur. Çünkü bu durumda iyilik mecburi istikamettir. Seçeneği yoktur. Kader problemine çözüm bulmak için, Allah’ın ilminden değil, insanın sorumluluğundan ve dolayısı ile insan hürriyetinden hareket etmek gerekmektedir.
Yüce Allah, erkek ile kadın arasındaki sevgiyi var etmesini de varlığının belgelerinden biri olarak bildirmiştir. Bireyin, Tanrı’ya ulaşma da en önemli yolunun sevgi yolu, yani ‘müsemma yolu’ olduğu bilinmektedir.
Kur’an, kendisini şöyle tanımlamaktadır: Bu Kur’an kendisi ile uyarılsınlar, tek bir Tannı bulunduğunu bilsinler ve akıl sahipleri düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara gönderilen bir bildirdir. Görülüyor ki Tanrı’nın muhatabı iman sahipleri değil, akıl sahipleridir.
Allah’in alemi planlayıp yaratması ile insanoğlunu planlayıp yaratması farklı şeylerdir. Çünkü evren mekanik Müslüman olmasına karşın insan iradi Müslüman olma olanağına sahiptir. Bu yüzden insanlara Yüce Allah’tan mesaj gelmesi, O’nun insanları sevmesinin bir sonucudur.
Doğrusu insan, kurtarılması gereken bir varlık değil, yol gösterilmesi ve yardım edilmesi gereken bir varlıktır. Bu nedenle Yüce Allah, ona elçi ve sözlü mesaj göndererek yol göstermiştir.
Yüce Allah, Kur’an’da Hz. Muhammed’in Allah’ın elçisi olduğunu, fakat vekili olmadığını sıkça vurgulamıştır.
Allah’ın mesajı, insanların yorumlarından dolayı ilahilikten çıkmakta ve insanileşmektedir Böylece mesajin kendisi ilahi, anlaşılması ve uygulanması ise insani olmaktadır.
Onların bu algıları, Harici anarşizmini doğurmuştur. Bir yanda, otoritenin Müslüman topluma ait olduğu ileri sürülürken diğer yanda, her Harici kendi iradesini toplumun iradesinin temsilcisi, hatta daha üstünde görmüştür.
Klasik Ehl-i Sünnet anlayışının da aslında Şii anlayıştan pek farkı yoktur. Eğer Müslüman topluma, siyasi anlamda, Allah adına hükmetme yetkisi bir ailenin bireylerine, yani Hz. Ali ve soyuna ait ise Şii anlayış; bir kabilenin yani Kureyş kabilesinin bireylerine ait ise Sünni anlayış söz konusudur.
Haricilik, isim olarak Müslüman toplumlarda pek benimsenmemesine rağmen, zihniyet olarak İslam ümmetine damgasını vurmuştur.
Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan; her şeyin ölçüsünün, kanununun ve nizamının Allah tarafından konulduğunu, bu kuralların bir kısmının insan tarafından da bilinebileceğini, bundan dolayı hür iradeli faillerin bu kurallar çerçevesin de hareket etmelerinin istendiği açıklık kazanmıştır.
Kur’an’in bir ayetini anlamak için;
a) Ayet Çerçevesini,
b) Siyak-Sibak Çerçevesini,
c) Kur’an’ın Bütünlüğü Çerçevesini,
d) Kainattaki Fiziki ve Sosyal Kanunlar Çerçevesini,
e) Akl-ı Selim Çerçevesini

göz önünde bulundurmamız gerekmektedir.

Hz. Peygamber, dinin ortağı değil, Kur’an’ın insanlara tebliğcisidir. Yüce Allah’ın önerisi Hz. Peygamber’in getirdigi talimata mı, yani Kur’an’a mı yoksa Peygamber’in verdiği talimata, yani hadislere mi uymaktır?
Emeviler döneminde hadis ve sünnetçilik, Arapların İslam üzerindeki tekellerini kaybetmelerine karşı geliştirilen ve devlet tarafından desteklenen bir faaliyet olarak ortaya çıkmıştır. Doğrusu hadislerin kayda geçirilmesiyle Müslümanların Kur’an metnine yabancılaşma süreci başlamıştır.
Müslümanlar için ortak değer Kur’an’ın önerdiği Müslümanlıktır Kur’an dışı her şeye din kültürü olarak bakılmalıdır. İslam dinini gönderen Yüce Allah’tır. Biz, dini Allah’a has kılmak zorundayız, İslam dini Kur’an’dan ibarettir. Daha doğrusu, Kur’an’ı anlama adına geliştirilen yorumlama biçimlerinin ortak değer olma imkanı yoktur.
Tarihimizi ‘ıslah’ veya ‘fesat’ düzeyinde değil ‘ibret’ düzeyinde ele almak durumundayız. Zira geleneğimizde görüş ayrılıklarından doğan itikadi ve ameli mezhepler sosyolojik bir olgudur ve bu mezheplerin teolojik yönleri bulunmamaktadır.
Müslüman zihin, cehaletten kaynaklanan ön yargılar ile kuşatılmıştır. Özellikle mihneden sonra bilgi sahibi olmadan iman sahibi olmanın yüceltilmesi, Müslüman aklı işlevsiz bırakmıştır. Halbuki ilmi öncelemek Kur’an’ın önerisidir.
Cahillerden olmak ve cahil kalmak Kur’an’da kınanmıştır.
Geçmişlerini doğru değerlendiremeyenler, geleceklerini sağlam temeller üzerine kuramazlar. Geleceği yakalamak için geçmişe sığınmaya değil, geçmişimizi ilmi yöntemlerle değerlendirmeye ihtiyacımız vardır. Müslümanlar geleneğini Kur’an mahkemesinde yargılamamız gerekmektedir.
Kur’an, doğrulanmayan bilginin kullanılmasını yasaklarken, tartışmalı rivayetler bile dinsel alanda kullanılır olmuştur.
Kur’an’ın otoritesi en üst otoritedir. Peygamber de ona uymak zorundadır. Doğrusu Peygamber Kur’an’ı tebliğ etmekle sorumludur. Kur’an’a ekleme ve çıkarma yapamaz. Müslümanlar da Kur’an’a uymak zorundadır.
Doğrusu Hz. Peygamber’den gizli bilgi geldiğini ileri sürenler, Peygamber’in emanete ihanet ettiğini söylemiş olmaktadır. Bu iddianın Kur’an açısından kabul edilebilecek bir yanı yoktur.
İnsanın, hakkında bilgiye sahip olmadığı şeye inanmasının doğru olacağı yolundaki anlayış, Kur’an’ın ilkelerine uymamaktadır. Kur’an’a göre iman bilgiye dayanmak zorundadır.
Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen Kur’an, üretilen ve uydurulan rivayetler yoluyla yerelliğe mahkum edilmiştir. Doğrusu Müslüman entelektüel zihnin, hadis ve sünneti tanımlamayı değil, Kur’an ayetleri ışığında hadis ve sünneti tanımayı öncelemesi gerekmektedir.
Dini anlayışta fiziksel temizlik kadar, zihinsel temizliğe de önem vermemiz gerekmektedir. Bize bulaşan ‘stratejik körlük’ hastalığından kurtulmamızın başka bir yolu yoktur.
Kötü olan Müslüman bireyin siyasi amaçlarının olması ve siyasetle uğraşması değildir. Siyasetin değerleri ile dinin değerleri çok farklıdır. Dinsel zihinde önemli olan hakikate uyulmasıdır. Siyasal zihinde önemli olan ise egemenliğin kurulması ve korunmasıdır.
İdeolojik yaklaşım, olay ve olguların gerçekliğini anlamamızı engellemektedir. Çünkü ideolojik bakış, bütünü göremez.
Kur’an, sünnete değil; sünnet Kur’an’a bağlı olmak zorundadır. Tikel olanı, külli olanın çerçevesi içinde ve onun ışığında değerlendirmek gerekir.
Sünnet ve hadisi delil olarak almak başka şey, örnek olarak almak başka şeydir. Peygamber Allah’ın gönderdiği dinini tamamlayan değil, tebliğ edendir. Sünneti doğru anlamanın ilk adımı, Hz. Peygamber’i Kur’an’dan öğrenmektir.
İnsanlar toplu olarak yaşamak zorunda olduklarından, bu yaşam biçimi herkesin uyması gereken toplum kurallarının bulunmasını da gerekli kılmaktadır. Bireyler tarafından toplumun kurallarının çiğnenmesini önleyecek yapıları kurması da toplumun görevidir.
Allah’a itaat dini bir kavram, yöneticiye itaat ise siyasi bir kavramdır. Geleneğimizde ortaya çıkan itikadi ve ameli mezheplerimiz, sosyolojik bir olgudur. Teolojik bir yönü yoktur.
Din etkin bir şekilde insanların hayatlarını ve yaşam tarzlarını dönüştürme gücüne sahiptir. Bireyi değiştirip dönüştürmeden toplumun değişip dönüşmesine de imkan yoktur. Bu nedenle Kur’ani ilkeleri; irademizin ve duygularımızın terbiyesinde, aklımızın sorgulamasında, düşünce ufkumuzun genişletilmesinde ve geliştirilmesinde rehber olarak almalıyız.
Kur’ani mesajın amacı; bir hukuk sistemi, iktisat sistemi ya da siyasi sitem kurmak değildir. Onun hedefi, insanı yeniden inşa etmek ve yeryüzündeki ahlaki olgunluğunu gerçekleştirmesi için bireye rehberlik etmektir.
Yegane rehberimiz Kur’an-ı Kerim’de müstakim imanın dayanağının akıl ve ilim sahipleri olduğunu vurgulamaktadır. Doğrusu Kur’an bize, geleneği reddetmeyi değil, geleneği ‘tashih etmeyi’; yani düzeltmeyi önermektedir.
Yüce Allah, Kur’an’ın yanına Kur’an gibi başka kitapların konmasını kınayarak hesap gününde Hz. Muhammed’in ümmetinden şikayet edeceğini belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır: Elçi, Ey Rabbim! Doğrusu milletim, bu Kur’an’ı umursamadı, der. (Furkan 30, Cuma 5, Sebe 43)
Kur’an’ın amacı aklın yerine geçmek değil, insana aklını doğru kullanmasını öğretmektir. Dinde aklın kullanılmasına gerek görmeyen Selefi algı, doğrusu dinin temelini yok eden bir yaklaşımdır. Bu düşünme biçimi yüzünden İslam ümmeti kitle halinde ‘akıl tutulması’na yakalanmıştır.
Hadisçi zihin, Hz. Peygamber’i Allah’ın hükümlerine hüküm katan, gerektiğinde Allah’ın ayetlerini nesheden bir alternatif güce dönüştürmüş ve Allah ile elçisinin arasını ayırmıştır.
Selefiyye’ye göre; dinde aklın kullanılmasına gerek yoktur. Yüce Allah’ın muhatabı birey değil, Müslüman toplumdur. Toplumun yöneticileri çoban, toplumun geri kalanı da sürüdür.
Ehl-i Hadis, İslam dinini kaynak bazında bozmuş, Kur’an’ı dinin yegane kaynağı durumundan çıkarmış, kaynaklardan biri durumuna düşürmüştür.
Selefi mantık, geleceği planlama ve kurmaya yönelik değil, geçmişin uygulamalarını geleceğe dayatmaya yönelik bir düşünce biçimidir.
Medine döneminde Hz. Peygamber, Allah’ın elçisi kimliğinin yanında, bir devlet başkanı kimliği ile de temayüz etmiştir. O, bu iki kimliği birbirine karıştırmamıştır. Sahabe de bu ayrıma özen göstermiştir, Hz. Peygamberin siyasi kararlarını zaman zaman eleştirmiştir.
Geçmişin yanlışlıklarını sorgulayacak yerde, bu yanlışlıkların üzerini örten, sonra da bunları kutsamaya çalışan Müslüman düşünce akımına Selefilik ya da Selefi algı denir.
Doğrusu teori ile pratiği ayırmak zorundayız. Zira teorinin kaynağı Yüce Allah’ın önermeleridir. Pratiğin kaynağı ise Allah’ın önermelerinin anlaşılması ve uygulanmasıdır. Yani pratiğin kaynağı insandır.
‘Kur’an’ı ölüye okumak’ ile ‘Kur’an’ı geçmiş nesillerin algılama biçimi üzerinden okumak’ arasında hiçbir fark yoktur; çünkü her iki durum da Kur’an ölülerin kitabı pozisyonuna düşmektedir.
Akıl, insanı aydınlattığı zaman ondan bilgi, marifet, dirayet ve hikmet doğar. Görülüyor ki hikmet, insan aklının kemalidir. Aklın sağlam muhakeme gücü bulunmadığında hikmet üretilemez. Bu muhakeme gücü de eğitim yoluyla kazanılabilir.
İnsan canlılar arasında akılla kayıtlanmış tek türdür. İnsan, ancak aklını kullanarak ulaştığı bilgiyle şeref kazanır. Yüce Allah, insandan bilmediği şeyin ardına düşmemesini ve her insanın aklını mutlaka kullanmasını istemektedir. Aklını kullanmayanları da kınamaktadır. Doğrusu akıllı olmak, beyni olmak değil, beyni çalıştırmak yani kullanmaktır.
Hikmetin söylem ve eylem uygunluğu olduğunu belirten Razi, Kime ilim-amel uyumu verilmişse, ona hikmet verilmiştir demektedir. Görülüyor ki doğruyu bilmenin yanında, doğruyu doğru şekilde yapmak da hikmetin içine girmektedir.
Kur’an’ın ortaya koyduğu ilkelerden zamana ve mekana uygun değerler üretemeyen Müslüman nesiller, insanın fıtratına ve Kur’an’a gittikçe yabancılaşmışlardır.
Hikmet, değer olarak insanı ve onun yeteneklerini öne çıkaran, sorunların çözümü için aklı, ilmi ve doğru uygulamayı esas alan bir kavramdır.
Halife kelimesi birinin yerine geçen kimse, vekil anlamındadır. Hiçbir varlık, Allah’ın vekili olamayacağına göre insana da Allah’ın halifesi, yani Allah’ın vekili denemez. Yüce Allah, yarattığı hiçbir varlığa Allah adına hareket etme yetkisi vermemiştir. Her varlık, Allah’ın kendisinden beklediği görevini yerine getirmekle sorumludur.
Allah, insanları var eden, yetiştiren, besleyen, koruyan, gözetleyen, denetleyendir. O, insanı yeryüzüne egemen kılmıştır. Bütün evreni onun hizmetine vermiştir. İnsanı da en güzel şekilde yaratmıştır. Buna karşılık insandan Allah ile barış içerisinde olmasını, O’nun dostluğunu ve sevgisini kazanmasını istemektedir.
Kur’an’dan anladığımıza göre üç çeşit egemenlik bulunmaktadır:
1. Varliksal, yani ontolojik egemenlik,
2. Dinsel egemenlik,
3. Siyasal egemenlik.
Varliksal egemenlik ile dinsel egemenlik Allah’a aittir. Siyasal egemenlik ise insana aittir. İnsan bu siyasal egemenlik alanından sorguya çekilecektir.
Kur’an, peygamberlerin dahi Allah’ın vekili olmadıklarını ve olamayacaklarını açıkça belirtmişken başka insanların Allah’ın vekili olabileceklerini ve O’nun adına hareket edebileceklerini ileri sürmek her şeyden önce Kur’an’ı Kerim ile çelişmektedir.
Kur’an, toplumsal ve siyasal ilişkilerin, toplumların davranışlarının neticesine göre şekilleneceğini belirtmektedir. Dolayısıyla bu konudaki sıkıntımız Kur’an’dan değil, Müslüman kültüründen kaynaklanmaktadır.
Kur’an bizden adaletle ve hakkaniyetle hükmetmemizi istemiş ve egemenliği de nasıl kullanmamız gerektiğini göstermiştir
Allah için iş yapmak başka şey, Allah yerine iş yapmak başka şeydir. Hiçbir insanın Allah yerine iş yapmaya hakkı ve yetkisi yoktur. Kısaca, insan yeryüzünde kendi adına, kendi görevini yerine getirmek durumdadır. Yani, insana verilen yetki ve sorumluluklar söz konusudur.
İnsanın ecelini tamamlamasını engelleyen maniler keşfedildikçe ve gerekli önlemler alındıkça, Allah’ın insan cinsi için belirlediği süreye ferdin daha çok yaklaşması mümkün olacaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir