İçeriğe geç

Kuran-ı Mecid Ve Tefsirli Meal-i Alisi Kitap Alıntıları – Mahmud Ustaosmanoğlu

Mahmud Ustaosmanoğlu kitaplarından Kuran-ı Mecid Ve Tefsirli Meal-i Alisi kitap alıntıları sizlerle…

Kuran-ı Mecid Ve Tefsirli Meal-i Alisi Kitap Alıntıları

(Habîbim!) Görmedin mi ki Allâh (tevhîd kelimesi, İslâm daveti ve Kur’ân gibi) pek hoş (olan güzel ve makbul) bir kelimeye nasıl (güzel ve yerinde) bir örnek açıkladı? (İşte o kelimeler,) çok hoş bir ağaç (olan hurma) gibi(dir) ki, onun kökü (toprakta) sabit, üst ta-rafı ise gök (cihetin)de (yükselmekte)dir.

İbrâhîm Suresi/24

Öyle değerli nice erler ki; ne bir ticaret ne de bir satış onları Allah’ı zikretmekten, o namazları hakkıyla kılmaktan ve zekatı vermekten alıkoymamaktadır. Onlar kendisinde kalplerin ve gözlerin dönüp duracağı büyük bir günden korkmaktadırlar. |Nur suresi/37
EY İMAN ETMİŞ OLAN KİMSELER!
CUMA günü o (CUMA) Namaz’ı için (ezan okunularak) çağrıda bulunulduğu zaman,hemen ALLAH’ın zikri (olan cuma namazının ikamesine) koşun ve alış-veriş (gibi tüm muameleleri) bırakın!
İşte size!
Bu(alış verişin geçici kârından) sizin için daha iyidir!
Eğer(kalıcı olan hayır ve şerri) bilmekte bulunmuş olduysanız (sonsuz ticareti tercih edersiniz)!

CUMA SURESİ
9.AYETİ KERİME❤

O, kimsesiz durur ama kimse O’nsuz duramaz.
“Yol gösterici ve yardım edici olarak Rabb’in sana yeter.”
De ki: Beni kimse Allah’a karşı savunamaz ve ben O’ndan başka bir sığınak bulamam.
Gerçekten de Biz (onların istediği gibi) onlara melekleri indirseydik, (babalarının diriltilmesi yönündeki isteklerini yerine getirmek üzere) ölüler(i) de (diriltseydik ve onlar senin doğruluğun hakkında) kendileriyle konuşsaydı ve (uyarılarımızın doğruluğuna delâlet eden) her şeyi karşılarına kefil olarak/yüz yüze/ toplasaydık, Allâh’ın dilemesi dışında onlar iman edecek değillerdi. Lâkin onların çoğu (her istekleri yerine gelse de, irâdelerini inanma yönünde sarf etmedikleri için imana muvaffak kılınmayacaklarını) bilmezler (onun için mucize görmeleri durumunda iman edeceklerine dâir yemin ederler).
Bu âyet-i kerîme Kur’ân’la alay eden Velîd ibni Muğîre ve Âs ibni Vâil gibi birtakım azılı kâfirler hakkında inmiştir ki onlar, birtakım müşriklerle birlikte Rasûlullâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e gelerek: “Bize melekleri göster de onlar senin peygamberliğine şâhitlik etsinler; bize kırk meleğin taşıdığı bir kitabı gökten indir; bazı ölülerimizi dirilt ki senin anlattıklarının hak mı bâtıl mı olduğunu onlara, soralım; Allâh’a dua et ki, dürüst iki ihtiyar olan Kusayy ibni Kilâb ve Ced`an ibni Amr’ı diriltsin de onlar senin nübüvvetine şâhit olsunlar, bir de iddiânın doğruluğuna kefil olmak üzere Allâh’ı ve melekleri karşımıza getir!” dediler. İşte bunun üzerine Allâh-u Te`âlâ bu âyet-i kerîmeyi inzâl ederek: “İnanmak ancak benim dilememle meydana gelir, yoksa onların sandığı gibi, isterlerse inanmak, dilediklerinde inanmamak onların elinde değildir!” buyurdu.
Onlar en güçlü yeminleriyle Allâh’a and verdiler ki: “Kendilerine (istedikleri) bir (mucize ve) âyet gelecek olursa, kasem olsun ki elbette ona inanacaklar!” (Habîbim!) De ki: “Tüm âyet (ve mucize)ler Allâh nezdindedir. (Dilediği mucizeyi göstermeye Kâdir olan ancak O’dur. Mûcizelerden hiçbiri benim elim de değildir ki, isteğinizi yerine getirebileyim.)” (Ey Müslümanlar! İman etmeleri için onlara istedikleri mûcizenin gösterilmesine düşkün olmayın.) O (istedikleri mûcize) gerçekten geldiğinde, onların (yine de) inanmayacaklarını (Ben bilmekteyim, ama bunu) size bildirmekte olan şey nedir/onların inanacaklarını size ne bildirmiştir (ki böyle bir şey istiyorsunuz)/? (Ezelî ilmime vâkıf olmadığınızdan bu temenninizin elbette haklı bir nedeni bulunmaktadır, ancak şimdi Ben size olacağı bildirmekteyim.)
(Habîbim!) De ki: “Biz Allâh’ı bırakıp da ne bize fayda verebilecek, ne de bize zarar edebilecek olan (putlar gibi âciz) şeylere tapar mıyız? Allâh bizi (İslâm’a) hidâyet ettikten sonra ökçelerimiz üzerinde (eski şirkimize gerisin geri) çevrilir miyiz? O kimse gibi ki; şeytanlar onu (kapıp çöl gibi ıssız bir) yerde şaşkın bir halde dolaştır(ıp sonunda bir uçuruma at) mışlardır. Hâlbuki o kimsenin birtakım arkadaşları var dır ki: ‘Bize gel!’ diye kendisini sürekli dosdoğru yola çağırmaktadırlar (fakat o, şaşkınlığından dolayı ne tarafa gideceğini bilememektedir).” (Habîbim!) De ki: “Allâh’ın hidâyeti (olan İslâm), gerçekten hidâyet ancak odur ve biz âlemlerin Rabbine teslim olalım diye emrolunduk!
Bir de; o (farz) namaz(lar)ı hakkıyla kılın ve O (Allâh-u Azîmüşşâ)ndan iyice sakının diye (emrolunduk)!” Ancak O’dur O Zât ki, sadece Kendisi(nin huzûr-u mânevîsi)ne (toplanmak üzere kabirlerinizden) haşr olunacaksınız!
(Habîbim!) De ki: “(Nûh ve Lût kavmiyle, Ashâb-ı Fîl’e yaptığı gibi) üzerinizden yahut (Firavun’u boğup Karûn’u batırdığı gibi) ayaklarınızın altından size bir azap göndermeye ya da sizi (farklı farklı görüşlere mensup ve mutaassıp) fırkalara karıştırmaya ve böylece (aranızda savaş çıkartarak) bir kısmınıza diğer bir kısmın çetin azâbını tattırmaya Kâdir olan ancak O’dur. Bak (gör) ki; âyetleri (müjde ve tehdit gibi farklı suretlerle) bir üsluptan diğerine nasıl çeviriyoruz, tâ ki onlar (gerçekleri) iyice anlasınlar (da inkârı bıraksınlar)!”
Yine o kimseler ki (dualarında): Ey Rabbimiz! Eşlerimizden ve zürriyetlerimizden bizim için gözlere aydınlık bağışla! Bir de bizi takva sahipleri için bir imam kıl! Derler. 
Furkan,74
Rahman’ın kulları ancak o kimselerdir ki, yer üzerinde (şımarıkça ve kibirlice değilde,) sükûnet vakar ve tevazu ile yürürler. Cahil (ve beyinsiz) kimseler onlara (eziyet edici bir şekilde) hitapta bulunduklarındaysa, Selametle! derler.
Furkan,63
Bir de hased(inin gereğini yapıp onu belli) ettiği zaman, haset eden kişinin şerrinden de!” (Zira hasedini içinde gizleyenin zararı ancak kendisine dokunacağından, haset edilen kişinin bundan sığınması gerekmez.)

Birçok sahâbîden rivayet edildiğine göre; Yahudilerden Lebîd ibni A’sam isimli bir adam Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in mübarek başının saçlarından ve tarak dişlerinden bir kısmını ele geçirerek, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e sihir yaptı. Bu yüzden Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) birkaç gün hastalandı. Derken Cibrîl (Aleyhisselâm) gelerek ona: “Yahudilerden bir adam sana büyü yapmak için, bazı iplere düğümler atıp falan kuyu içerisine bıraktı!” dedi. Bunun üzerine Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Ali (Radıyallâhu anh)ı gönderdi. O, kuyunun içindeki bir kayayı kaldırdığında, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in tarağına takılan bazı saçlarını ve tarak dişlerini onun altında buldu ki, üzerlerine iğne ile onbir düğüm atılmıştı. Onları alıp Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e getirdiğinde, Cibrîl (Aleyhisselâm)`da toplamı onbir âyet-i kerîme olan bu iki sûre-i celîleyle geldi ve onları Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e okuyup üfledi. Böylece her bir âyeti okuduğunda bir düğüm çözülüyor ve Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bir hafiflik hissediyordu. Sonunda tüm düğümler çözülünce, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) bağlardan çözülmüş gibi rahatladı. (Beyzâvî, Nesefî, Âlûsî) Büyü ve sihrin gerçeğini anlamak için bakınız: Bakara Sûresi; 102.

Hiçbir kimse O’na (hiçbir yönden benzer, eş, eşit ve) denk de olmamıştır!”

Okunduğunda elde edilecek sevap bakımından, Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birine denk olan bu sûre-i celîle, Kureyş müşriklerinin Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e: “Yâ Muhammed! Bizi Kendisine ibadete davet etmekte olduğun Rabbini bize tarif et!” demeleri üzerine inmiş ve Allâh-u Te’âlâ’nın öz Zât’ını anlamaktan âciz olan kullara O’nu, en önemli bazı sıfatlarıyla tanıtmıştır.

Boynunda ise sıkıca örülü bir ip vardır!

İbni Abbâs (Radıyallâhu anhümâ)`dan rivayete göre; en yakın akrabasını korkutma emri alan Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), Safâ tepesine çıkıp Kureyş boylarını İslâm’a davet ettiğinde, onları önlerindeki şiddetli azaptan korkutunca, Ebû Leheb: “Helâk olasın! Biz de önemli bir şey var diye işimizi gücümüzü bırakıp toplandık, bizi bunun için mi çağırdın?” dedi. Diğer bir rivayete göreyse; Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e atmak için taş almıştı ki, bu sûre-i celîle ile elleri de, kendisi de lânetlendi. O daima: “Yeğenimin dediği haksa, malımı ve üç oğlumu verir kurtulurum!” derdi. Ama Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in bedduasıyla bir oğlunu aslan yedi, kendisi de Bedir vakasından yedi gece sonra bulaşıcı bir hastalığa yakalanarak helâk oldu, bulaşma korkusuyla yakınları ondan uzak durdukları için, üç gün o halde kalarak kokmaya başladı. Artık utanma belası bir çukur kazıp bir sopayla onu içerisine attılar, üzerini de taşlarla örttüler. Ümm-ü Cemîl adındaki karısı ise; Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in yoluna döşemek üzere dikenler toplar ve bir iple boynuna bağlayıp taşırdı. O çok soylu bir aileden olmasına rağmen, cimriliğinden dolayı, bir de Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e karşı şiddetli nefreti yüzünden bu işi bizzat kendisi yapardı. İşte buna mukabil, boynunda cehennem bukağıları ve sırtında ateş odunları bulunduğu halde cehenneme gireceği beyan edildi. (Beyzâvî, Nesefî)

Sizin (bâtıl) dîniniz size aittir (, artık siz onu bırakacak değilsiniz); benim (hak olan) dînim de bana mahsustur (, artık ben de onu terk edecek değilim)!”

Sûre-i celîle, aralarında Âs ibni Vâil, Velîd ibni Muğîre ve Ümeyye ibni Halef gibi azılı müşriklerin de bulunduğu bir topluluk hakkında inmiştir. Onlar Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e gelerek: “Ya Muhammed! Gel sen bizim dinimize uy, biz de senin dinine uyalım; şöyle ki, bir sene sen bizim ilâhlarımıza taparsın, bir sene de biz senin ilâhına ibadet ederiz, böylece senin getirdiğin doğruysa biz ondan nasibimizi almış oluruz, yok eğer bizim elimizdeki hayırlıysa sen de ondan nasiplenirsin!” dediklerinde, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Kendisine başkasını ortak koşmaktan Allâh’a sığınırım!” buyurdu. O zaman: “Bari putlarımızdan birine olsun elini sür de, seni tasdik edelim ve ilâhına ibadet edelim!” dediklerinde, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) vahiy beklemeye başlamıştı ki bu sûre nazil oldu. Bunun üzerine Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) sabah erkenden Mescid-i Harâm’a gitti ve bu teklifi getirenlerin de aralarında bulunduğu kodamanlara bu sûreyi okudu. İşte o zaman Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in kendilerine taviz vermesinden tamamen ümitlerini kestiler ve ona da, ashâbına da eziyeti artırdılar. Dolayısıyla bu sûre, iman etmeyecekleri ezelde bilinmiş olan birtakım kâfirler hakkında nazil olduğu için bunda, ne kâfirliğe bir müsâmaha, ne de cihada bir engel ifadesi mevzuubahis değildir. Buna göre cihat âyetiyle nesholunduğu hükmüne varılamaz. Ama her bir fırkanın, diğerini kendi dininde serbest bırakarak, mütâreke yapmaları anlamında yorumlanırsa, o zaman cihat âyetleriyle neshedildiğini kabullenmemiz gerekir. (Beyzâvî, Nesefî, Hâzin)

Şüphesiz sana kızan kimse; bütün hayırlardan kesilmiş olanın ta kendisi ancak odur!

Mekke döneminde Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in ilk çocuğu olan Kasım iki yaşında vefat edince, müşriklerden Âs ibni Vâil, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e; “Nesli yaşamayan kişi” anlamına gelen “Ebter” vasfını yakıştırdı. Bunun üzerine bu âyet-i kerîme inerek, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in kıyâmete kadar gelecek tüm müminlerin babası olduğunu, bu itibarla anısının sonsuza kadar yaşayacağını, ayrıca bütün minberlerde, ezanlarda, ikametlerde ve her âlimin dilinde, Allâh-u Te`âlâ’dan sonra ikinci olarak onun zikredileceğini açıklamıştır.

Böylece O (Allâh-u Te`âlâ) onları (böcekler tarafından) yenilmiş bir ekin yaprağı gibi yaptı!

Yemen hükümdarı Ebrehe San`â’da bir kilise yaptırıp, Mekke’ye giden hacıları oraya yönlendirmek istemişti. O sırada Kinâne kabilesinden bir adam bir gece onun içerisine girip orayı ateşe verdi. Bunun üzerine çok sinirlenen Ebrehe, bir fil ordusuyla birlikte Mekke’ye doğru yola çıktı, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in doğumuna elli gün kadar kala, onun geleceğinin de bir işareti olmak üzere Allâh-u Te`âlâ bu sûrede beyan ettiği vechile onları helâk etti.

Sonra (tekrar) kasem olsun ki; elbette siz işte o gün (dünyada sizi Rabbinize itaat ve şükürden alıkoymuş olan) nimetlerden kesinlikle sorulacaksınız!

Birçok sahih hadîs-i şerîflerde; hurma ve su gibi zaruri yiyecek ve içeceklerden dahi mesul olunacağı, özellikle güvenlik ve sağlık, göz ve kulak gibi nimetlerin şükrünün sorulacağı bildirilmişse de, bu sorgu, inkâr eden ve farzları ihmal eden kimseler hakkında azâba dönüşen bir azarlama niteliği taşıyacak, ibadetlerini yapan müminler hakkında ise, nimeti hatırlatma kabîlin den olacaktır! (Hâzin)

Şüphesiz ki işte o gün, Rableri elbette onları(n gizli ve açık tüm yaptıklarından hakkıyla haberdâr olan bir) Habîr’dir! (Dolayısıyla herkese hak ettiği karşılığı verecektir.)

Allâh-u Te’âlâ bu sûre-i celîlede, kâfir insanın üç kötü sıfatı hakkında üç yemin yapmıştır ki; böylece bir yandan Allâh yolun da gazaya çıkan mücahitlerin atlarının üç vasfı beyan edilerek, onların yüceliği anlatılırken, bir yandan da düşman üzerine gönderilen mücahitlerin zafer kazandığı müjdesi Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e iletilmiş, bu vesileyle de insanın bile bile nankörlüğü, mal hırsı ve âhiretten gafleti kınanmıştır

Andolsun (cihad yolunda) kuvvetli nefes sesiyle süratlice koşan o atlara;

Rivayete göre; Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Kinâneoğulları üzerine bir müfreze çıkarmıştı, fakat onların haberi bir ay kadar Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e ulaşmamış, bu nedenle de kendisi çok üzülmüştü. İşte bunun üzerine bu sûre-i celîle nâzil olarak, evvelinde bulunan kasemlerle onların zaferini Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e bildirmiş oldu! (Beyzâvî, Tenvîru’l-mikbâs, Hâşiyetü’s-Sâvî, Lübâbü’n-nukûl)

Kendileri kâfir olmuş olan o Ehl-i Kitap ve müşrikler; gerçekten içerisinde ebedî kalıcılar olarak cehennem ateşindedirler! İşte onlar, yaratıkların en kötüsü ancak onlardır!

Bu âyet-i kerîmelerin beyanı vechile; Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) gibi bir beyyine kendilerine gelmiş olduğu halde, ona inanmayıp dinine girmemiş olan Yahudi ve Hristiyanlar, Ehl-i Kitap olma vasıflarına rağmen, kâfirlik sıfatından kurtulamamışlardır. Günümüzdeki bazı İlâhiyatçılar onları cennete sokma çabasındaysalar da, bu âyet-i kerîme, Ehl-i Kitap`tan da olsa, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi veSellem)`e inanmayan ve kendi dinini bırakıp İslâm’a tâbi olmayan kâfirlerin hepsinin cehennemde ebedî kalacağı hususunda bir nasstır! Nitekim, müfessirlerin beyanı vechile “Hanîf”; “Aralarında hiçbir ayırım gözetmeksizin bütün peygamberlere inanan kimse” demektir! O halde peygamberlerin en şereflisi olan Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e inanmayan kişi hanîf olamayacağı için cennet yüzü göremez!

Hayır! O’na itaat etme(meye devam et)! Böylece sen secde(ye devam) et de, (Rabbine manen) iyice yakınlaş!

Rivayete göre; Ebû Cehil: “Bir daha Muhammed’in sizin aranızda secde yaptığını görürsem, elbette boynuna basacağım ve yüzünü topraklara sürteceğim!” dedi. Sonra. onu namaz kılarken görünce yanına yaklaşmak istediyse de, ânîden elleriyle korunarak gerisingeri kaçmaya başladı. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda ise: “Onunla benim aramda birçok kanat ve ateşten bir hendek gördüm!” dedi. Bunun üzerine Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Bana yaklaşacak olsaydı, elbette melekler onun bütün uzuvlarını parçalayacaklardı!” buyurdu. Sonra, Ebû Cehil’i tutup sallayarak tehdit etti. O: “Bu vâdide meclisi en kalabalık olan ben iken, sen nasıl beni tehdit edersin?” deyince, bu âyet-i kerîmeler indi! Bunun üzerine Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Eğer meclisini toplamaya kalksaydı, elbette zebânîler onu herkesin gözü önünde yakalayacaklardı!” buyurdu. (Beyzâvî, Nesefî, Hâzin)

Rabbin seni (seçti seçeli hiç) terk etmemiş ve (seni sevdi seveli) (sana) hiç kızmamıştır!

Rivayete göre; Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) müşriklerin bazı sorularına ertesi gün cevap vereceğini söylemiş, ama vahyin gelişi uzunca bir süre gecikince onlar: “Rabbi Muhammed’i terk etti ve ona kızdı!” gibi laflar etmişlerdi ki, bu âyet-i kerîmeleri indirerek Allâh-u Te’âlâ Habîbini teselli etti. (Beyzâvî, Nesefî)

Andolsun ki; elbette o (, alacağı sevapla) muhakkak hoşnut olacaktır!

Bu âyet-i kerîmelerde geçen “En bedbaht kişi”, Ebû Cehil ya da Ümeyye ibni Halef’tir. “En takvâ sahibi zât” ise, Ebû Bekir (Radıyallâhu anh)`dır ki; burada onun, müşrikler tarafından eziyete uğratılan fakir sahâbîleri, özellikle Bilâl (Radıyallâhu anh)ı, hiçbir iyiliklerine karşılık olmak üzere değil, sadece Allâh rızası için satın alıp azat etmesinden bahsedilmektedir. (Beyzâvî, Nesefî)

(Zilhicce`nin başındaki) o çok kıymetli on geceye de!

Bu on gecenin, muharremin başındaki ve ramazanın sonundaki geceler olduğu hakkında rivayetler de vardır.

(Şeytanların ulaşımından) korunmuş bir Levha’dadır!

Rivayetlere göre; Levh-i Mahfûz bembeyaz bir inciden olup, uzunluğu gökle yer arası, eni de doğuyla batı arası kadardır. Kenarları inci ve yakut, kalemi ise nurdur. Arş’a bağlı bulunan bu levhaya Allâh-u Te’âlâ her gün üçyüz altmış kere tecellî buyurmaktadır. (Âlûsî)

Şüphesiz o kimseler ki; iman etmişlerdir ve salih ameller işlemişlerdir; (ağaçlarının) altlarından sürekli ırmaklar akmakta olan pek değerli cennetler sadece onlar içindir. İşte ancak bu, pek büyük kurtuluştur!

Suheyb (Radıyallâhu anh)`dan rivayet edilen bir hadis-i şerîfte beyan edildiğine göre; geçmiş ümmette bir hükümdar, büyücüsünün yaşlandığını görünce, ondan sihir sanatını öğrenmesi için bir çocuğu yanına gönderdi. Çocuk ona gidip gelirken yolda rastladığı bir âlimin vaazlarından etkilenerek büyücüyü bırakıp onun öğrettikleriyle amel eder oldu ve o derece ilerledi ki; duasıyla körler, alacalılar vesâir hastalar iyileşmeye başladı. Kralın yakınlarından olan kör biri bunu haber alıp çok değerli hediyeler getirerek kendisine şifa vermesini istediyse de, çocuk, şifayı ancak Allâh’ın vereceğini bildirerek Allâh’a iman şartıyla kendisine dua edebileceğini söyledi. O adam iman edince çocuğun duasıyla gözleri açıldı. Bu durumu gören melik, gözlerini kimin açtığını sordu. O: “Rabbim!” deyince, kral “Senin benden başka Rabbin mi var?” dedi. O: “Senin de, benim de Rabbim Allâh’tır!” deyince, ona işkence yapa yapa çocuğun duasıyla iyileştiğini öğrendi. Sonra çocuğu getirttiğinde ondan da aynı cevapları alınca, işkenceyle on dan da o âlimi öğrendi. Derken onları toplattı ve dinlerinden dönme teklifini kabul etmemeleri üzerine âlimi de, gözü açılan yakınını da demir testereyle biçtirdi. Sonra çocuğa da bu teklifi yaptı, ama red cevabını alınca, onu adamlarına teslim edip bir dağın zirvesinden aşağı atmalarını emretti. O sırada çocuğun duasıyla dağ sallanıp herkes ölünce, çocuk kurtulup krala döndü ve: “Allâh senin adamlarına karşı bana kâfî geldi!” dedi. Bunun üzerine kral, adamlarına onu bir gemiyle açık denize götürüp atmalarını emretti. Ama o yine dua edince gemi ters döndü, böylece o kurtulup krala giderek Allâh’ın kendisine kâfî geldiğini gösterdikten sonra: “Sen ne yapsan da beni öldüremezsin, ancak bütün insanları toplayıp beni bir hurma dalına bağlarsan, sonra torbamdan bir ok alıp: ‘Bu çocuğun Rabbi olan Allâh’ın ismiyle!’ diyerek atarsan, işte o zaman beni öldürebilirsin!” dedi. Kral da böyle yaparak onu şehit etti, ama o muradına erdi. Çünkü bu durum karşısında insanlar onun Rabbi olan Allâh’a iman ettiler. Korktuğunun başına geldiğini gören kral çok sinirlenerek sokak başlarında büyük hendekler kazdırıp içlerini ateşle doldurdu ve dîninden dönmeyenin o ateşe atılmasını emretti. Bu sırada kucağında bebeğiyle gelen bir kadın ateşe atılmamak için hafif duraklamıştı ki, o bebek dile gelerek: “Anneciğim! Sabret, çünkü sen hak üzeresin!” dedi. (Müslim, Zühd: 17, No: 3005, 4/2301; Tirmizî, Tefsîr: 77, No: 3340, 5/437) Rivayete göre; o sırada ateş yükseldi ve yanan müminleri izleyen kral ve adamlarını da içine alarak helâk etti. (Celâleyn, Beyzâvî, Nesefî)

O (gün) şahitlik yapacak olana da, (hakkında) şahitlik yapılacak olana da/(mahşerde) hazır bulunana da, (orada) görülecek olan (müthiş ve ilginç olaylar)a da/ (andolsun ki);

“Şahit”ten murat Allâh-u Te’âlâ ise, “Meşhûd; (hakkında şahitlik yapılan)”, bütün yaratıklardır. “Şahit”, Peygamberler ise, “Meşhûd”, ümmetlerdir; Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ise, âhir zaman ümmetidir; cuma günü ise, cuma ehlidir; Hacerü’l-Esved ise, kendisini istilâm edenlerdir. “Şahit” günler ve geceler olarak tefsir edilirse, tüm insanlar “Meşhûd” kabul edilir.

İşte sen ondan uzaklaşıp (, imana gelmeyecek birine vaazla) boşuna meşgul oluyorsun!

Rivayete göre; bir keresinde Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Kureyş’in ileri gelenlerini İslâm’a davet ederken, âmâ olan Abdullah ibni Ümm-i Mektûm (Radıyallâhu anh) yanına gelerek: “Ya Rasûlallâh! Allâh’ın sana öğrettiklerinden biraz bana öğret!” sözünü birkaç defa tekrarladı. O sırada kendisi Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in müşriklerle uğraştığını bilmiyordu. Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onun, sözünü kesmesinden hoşlanmayarak mübarek yüzünü ekşitti ve ondan yüz çevirdi. İşte bunun üzerine bu âyet-i celîleler nâzil olarak kendisini uyardı. Bu hâdiseden sonra Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ona çok ikram ederdi ve: “Kendisi hakkında Rabbimin bana sitem ettiği kişiye merhaba!” buyururdu. Sefere çıktığında iki kere de onu Medîne’ye halife bıraktı. (Âlûsî)

Bir de (kullara ait) önemli iş(ler)i yöneten (o dört büyük melek)lere! (İşte bütün bunlara yemin olsun ki; elbette diriltileceksiniz!)

Âyet-i celîlelerde geçen yeminler, evliyâullâhın ruhları gibi birtakım fazîletli ruhlara ait olabilir ki, buna göre bedenlerinden tamamen ayrılan bu kutsal ruhlar melekût âlemine sevinçli bir şekilde ulaşır, orada yüzer gibi gezinir, nezih makamlara süratlice varır, şerefinden ve manevî gücünden dolayı da yaratıkların işlerini yöneten rûhânîlere katılırlar. Bundan dolayı: “İşlerinizde şaşkına döndüğünüz zaman kabir ehlinden yardım isteyin!” buyurulmuştur. (Beyzâvî, Fahrurrâzî, Şihâb)

Biz o (cehennem) ateşin(in) bekçilerini ancak pek güçlü birtakım melekler yaptık (ki, azap ettikleri kulların cinsinden olmadıkları için onlara acıyamasınlar. Biz onları insan cinsinden yapmadık ki, güçlerinizi karşılaştırmaya kalkıyorsunuz, oysa onlardan her biri insanlar ve cinlerin tümünün gücüne sahiptir). Biz onların sayısını (bu kadar az tutarak), o kâfir olmuş kimseler için ancak bir imtihan yaptık! Tâ ki kendilerine kitap verilmiş olan o kimseler (bu sayıyı kendi kitaplarına uygun bularak İslâm’ın doğruluğu hakkında) yakînî bir inanca sahip olsun, iman etmiş olan o kimseler de (İlâhî kitaplar arasındaki bu uyumu görerek) inanç bakımından artış kaydetsin, kendilerine kitap verilmiş olan o kimselerle, iman etmiş olanlar (bu sayı hakkında) en ufak bir şüpheye dahi düşmesin, bir de (hicret`in ardından Medîne’de münafıklık belirince) kalplerinde (nifak gibi) bir tür hastalık buluna(cak ola)n o kimseler ve o (Mekke) kâfirler(i): “Bir örnek olarak Allah bununla ne (gibi bir) şeyi kastetmiştir?” desin! İşte böylece Allâh (, yanlış yolu seçtiğini bildiği için, saptırmayı) dilediği kimseyi dalâlete düşürür, (hidâyeti seçtiğini bildiği için, doğru yola iletmeyi) istediği kimseyi de hidâyete erdirir. Rabbinin ordularını Kendisinden başka kimse bilemez! Bu (âyetlerde anlatılan Sekar ve zebânîlerin sayısı) ise, beşer için ancak büyük bir öğüttür!

Zebânîlerin on dokuz adet olduğunu bildiren âyetin inişi üzerine, Ebû Cehil, Kureyş’e: “Siz bunca kalabalığınızla birlikte, içinizden her bir on, bu on dokuz melekten birini etkisiz hale getirmekten âciz midir?” deyince, deriyi ayağıyla parçalayacak derecede güçlü olan Ebü’l-Eşüdd: “On yedisine ben yeterim, siz de ikisini halledin!” demişti ki, cevaben bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Âlûsî)

Üzerinde (görevli) on dokuz (melek) bulunmaktadır.

Rivayetlere göre; bu meleklerin gözleri şimşek gibi parlak, azı dişleri kaleler gibi sağlamdır, ağızlarından alevler çıkmakta dır, her birinin iki omuz arası bir senelik mesafedir ve her biri, yetmiş bin kişilik topluluğu cehennemden istediği yere atacak güçtedir. (Hâzin)

Zira gerçekten Sen onları bırakırsan, (sayıları az da olsa inanmış olan) kullarını saptırırlar. Zaten onlar (bülûğa erdiğinde) çokça kâfir ve fâcir (; inkârcı ve günahkâr olacak) kimseden başkasını da doğurmazlar!

İbni Abbâs (Radıyallâhu anhümâ)`nın rivayetine göre; onlardan biri oğlunu alıp Nûh (Aleyhisselâm)`ın yanına getirerek, onu gösterip: “Aman bundan sakın! Bu büyük bir yalancıdır! Babam da beni bundan sakındırmıştı!” derdi. Sonra o öldüğünde, çocuğu da o şekilde inkârcı yetişirdi. (Hâzin)

Melekler, özellikle de Rûh(u’l-Kudüs diye adlandırılan Cibrîl (Aleyhisselâm)), miktarı ellibin sene olan bir günde O’n(un emir ve hükümlerinin iniş yeri olan Arş)a yükselir!

Demek oluyor ki; sizin birinizin, dünya seneleri hesabıyla elli bin senede kat edeceği mesafeyi melek bir anda aşar. İşte mahşer günü de bu kadar uzun sürecektir, kâfirler de o gün istedikleri azabı görecektir. Ama bu süre, müminlere dünyada kıldıkları bir farz namaz kadar kısa gelecektir.

(Ey Müslümanlar!) Sizin (asıl) dostunuz ancak Allah’tır,
En-NÛR SÛRESİ
(İşte bu) çok yüce bir sûredir ki, Biz onu indirmişizdir, onu(n hükümlerinin tatbikini) farz kılmışızdır ve içerisinde pek açık nice âyetler indirmişizdir. Tâ ki siz iyice düşünesiniz/ hakkıyla öğütlene(rek gereğiyle amel ede)siniz !
Hâlbuki o (Kur’ân), tüm âlemler için ancak (Allâh-u Te`âlâ tarafından gönderilen) büyük bir öğüttür.

Bu âyet-i kerîmeler göz ve nazarın hak olduğuna ve Allâh’ın izniyle tesir ettiğine delâlet etmektedir. Nitekim, nazarın; deveyi kazana, insanı mezara sokacak kadar etkili olduğuna delâlet eden sahih hadîs-i şerîfler mevcuttur. Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) zamanında Esedoğulları diye bilinen kabîlenin nazarı çok değerdi, onlardan biri üç gün aç kalıp sonra bir şeye gözü değdirir ve: “Böyle bir şey görmedim!” derse o şey mutlaka helâk olurdu. Müşrikler onlardan birini Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e getirip bu sözü söylettilerse de, Allâh-u Te’âlâ Habîbini nazardan korudu! (Beyzâvî, Nesefî, Hâzin)

(O kadar kararlıydılar ki: “İnşaAllah” diyerek) istisna bile yapmıyorlardı.

Rivayete göre; San’â’ya iki fersahlık mesafede ikamet eden salih bir zât bahçesini devşireceği zaman özellikle fakirleri çağrır, tırpana gelmeyen yahut rüzgârın attığı veya hurmanın altına döşenen çarşaftan uzağa düşenlerin hepsini onlara verirdi ki, böylece düşkünlerin birçok ihtiyacı görülürdü. O zât ölünce oğulları: “Biz çok çoluk-çocuk sahibiyiz, babamızın yaptığı gibi yapmaya kalkarsak geçim darlığına düşeriz, o halde alışkın olan fakirler uyanıp gelmeden sabah erkenden biz hurmayı devşirelim!” diye yemin ettiler. İşte bunu müteakiben âyet-i kerîmelerde anlatılanlar meydana geldi. (Âlûsî)

(Habîbim!) İtaat etme (doğru yanlış her şeye) çokça yemin eden her bir alçağa;

Cumhûr ulemâya göre; 10-17. âyet-i kerîmelerde vasfedilen kişi, Velîd ibni Muğîre’dir. O, on oğlunu da: “İçinizden Müslüman olana yardımımı keserim!” diye tehdit eden zorba, zâlim, kaba ve haşin bir adamdı. Kendisi de burada geçen on sıfatından dokuzunu kabullenmişti. Ama veled-i zina olduğunu bu âyetler gelinceye kadar bilmemekteydi. Bunun üzerine annesine gidip: “Muhammed’in beni vasıfladığı veled-i zina olma özelliğimi hiç bilmiyordum, ya bana doğruyu söylersin, ya da boynunu vururum!” deyince, o: “Senin, baban diye bildiğin adam zengin ve kısır biriydi. Ben, ölmesi durumunda malının yabancıya gitmemesi için bir çobanla zina yaptım, işte sen o çobandansın!” dedi. (Nesefî, Beyzâvî)

De ki: “Gördünüz mü? (Söyleyin bana!) Suyunuz (, kovaların kendisine ulaşamayacağı şekilde yerde) iyice batan bir hal alırsa, artık akan bir suyu/(ulaşımı kolay olan) belirgin bir suyu/size kim getirecektir?”

Rivayetlere göre; bu âyet-i kerîme ibni Zekeriyyâ el-Mutetayyib isimli bir zındığın yanında okununca: Kazmalar ve külünkler getirecektir! demiş, o gece gözünün suyu kuruyarak kör olmuştur. (Nesefî)

Allâh, o kâfir olmuş kimseler için Nûh’un hanımıyla Lût’un hanımını bir örnek olarak açıklamıştır. Bu ikisi, kullarımızdan (Nûh ve Lût gibi) pek değerli iki salih kulun nikâhı altında bulunmaktaydılar; fakat (iman etmeyerek) onlara hâinlik ettiler. O ikisi de Allâh(ın azâbın)dan en ufak bir şeyle bile onlara faydalı olamadılar. Böylece (kıyâmet günü onlara): “(Cehenneme) giren (diğer kâfir)lerle birlikte ikiniz de o ateşe girin!” denilecektir.

Nûh (Aleyhisselâm)`ın hanımının hıyâneti, insanlara kocasının deli olduğunu söylemesi, Lût (Aleyhisselâm)`ın hanımının hâinliği ise, eve gelen misafirleri kötü niyetli kavmine bildirmesidir. İmâm-ı Dahhâk (Rahimehullâh)dan rivayete göreyse, ikisinin de hıyâneti; Allâh-u Te`âlâ’nın vahiylerini müşriklere ifşâ ederek söz taşımalarıdır. Namus bakımından hâinlik ise söz konusu değildir, nitekim hiçbir peygamberin hanımının zinaya düşmediği, ibni Abbâs (Radıyallâhu anhümâ)dan rivayet edilmiştir. (Âlûsî)

Ey iman etmiş olan kimseler! Allâh’a nasûh bir tevbe ile tevbe edin! Ola ki Rabbiniz kötü işlerinizi sizden tamamen siler ve Allâh’ın, o Peygamberi ve onunla birlikte iman etmiş bulunanları rezil etmeyeceği bir günde sizi, altlarından ırmaklar akmakta bulunan pek kıymetli cennetlere girdirir. (Sıratı geçerlerken) onların nuru önlerinde ve sağlarında (kendilerinden önce) koşacaktır. Onlar (münafıkların nurunun söndüğünü görünce): “Ey Rabbimiz! Bizim için nurumuzu tamamla ve bizim için (günahlarımızı) bağışlamada bulun! Şüphesiz ki Sen her şeye (hakkıyla gücü yeten bir) Kadîr’sin!” diyeceklerdir.

“Nasûh” kelimesi; mübâlağa vezinlerindendir ki aslında tevbe edenlerin vasfı iken mecâzî bir isnatla tevbenin sıfatı kılınmıştır. Buna göre mana: “Tevbe etmek isteyenlerin, kendi nefislerine tevbe ile nasihat ederek onu hakkıyla yerine getirmeleridir.” Gerçi: “Günahlar sebebiyle kişinin dînî hayatında açtığı yırtıkları yamayan bir tevbe”; “Hâlis bir tevbe”; “Sâhibinde eseri belli olduğu için, diğer insanlara da örnek olacak nitelikte nasihatkâr bir tevbe” gibi yirmi küsur farklı mana verilmiştir.

Ey iman etmiş olan kimseler! (Emirleri tutup, yasaklardan kaçarak) kendi nefislerinizi ve ailelerinizi farklı bir ateşten koruyun ki; (diğer ateşler odunla tutuştuğu gibi,) onun yakacağı(da), o (inkârcı) insanlarla (, çabuk yanan ve çokça yakan) o (kibrit) taşlar(ı)dır. Onun üzerinde iri yapılı, sert tabiatlı bir takım melekler vardır ki onlar, kendilerine emretmiş olduğu şeyler hususunda Allâh’a isyan etmezler ve emrolunmakta oldukları şeyi yaparlar.

Ebû İmrân Hazretler`inden nakledildiğine göre; zebânî diye bilinen bu meleklerin sayısı on dokuz olup, her birinin iki omuzu arası yüz senelik mesafedir. Kalplerinde hiçbir acıma duygusu bulunmayan bu melekler azap için yaratılmışlardır. Onlardan biri cehennem ehlinden birisine bir darbe vurduğu zaman, onu tepesinden tırnağına kadar öğütülmüş bir un haline getirir. (Âlûsî)

Ey Nebî(yy-i zî şân)! Allâh’ın sana helâl etmiş olduğu şeyi, eşlerinin hoşnutluğunu arar olduğun halde niçin (kendine) haram ediyorsun? (Gerçi bu, haddi zâtında günah değilse de, senin yüce makamına nispetle evlâyı terk dahi günah gibi sayılacağından) Allâh (o zelleni hakkıyla bağışlayan bir) Ğafûr’dur; (çok merhametli olduğu için seni sorumlu tutmayan bir) Rahîm’dir.

Âişe (Radıyallâhu anhâ) şöyle anlatmıştır: “Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem), tatlıyı, özellikle balı çok severdi. Zeyneb binti Cahş (Radıyallâhu anhâ)`nın yanında ara sıra fazlaca kalıp bal şerbeti içerdi. Bundan dolayı bana bir kıskançlık ârız oldu ve yakın arkadaşım Hafsa ile: “Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hangimizin yanına girerse, ona: ‘Sende hoş olmayan bir koku hissediyorum, yoksa kötü kokulu bir şey mi yedin?’ diyeceğimize dâir anlaştık.” Bir kere Hafsa’nın yanına girdiğinde kendisine bunu söyleyince o, hanımlarını hoşnut etmek için: “Hayır! Ben Zeyneb binti Cahş’ın yanında bal şerbeti içtim. Ama bir daha içmeyeceğime yemin ettim, fakat bunu kimseye söyleme! Bir de sana şu müjdeyi vereyim ki; benden sonra ümmetimin yönetimini Ebû Bekir, ondan sonra da baban Ömer üstlenecek!” buyurdu ve bunu da gizlemesini istedi. Fakat Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) yanından ayrılır ayrılmaz Hafsa (Radıyallâhu anhâ) aramızdaki duvara vurarak bana bu durumu haber verdi ve kimseye söylemememi istedi. Derken Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) kendisine gelen vahiyle bu durumu öğrenince, sırrının açığa çıkmasından dolayı hiddetlenerek bir ay süreyle hiçbir hanımının yanına girmedi. İşte bu kıssa hakkında sûrenin başından itibaren beş âyet-i celîle nâzil oldu.” Bazı câhillerin sandığı gibi burada bir günah söz konusu değildir, zira Allâh’ın helâlini haram kılmak iki türlü değerlendirilir: Bir helâlin haram olduğuna inanmak şeklindeyse, günahtan da öte insanı kâfir edecek bir inançtır ki, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hakkında böyle bir şeyi düşünmek kâfirliktir. Ama Allâh’ın bir helâlini, yemin etmek suretiyle kendine yasaklamak anlamında kabul edilirse, bu günah bile değildir. Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in yaptığı da budur! Ancak burada yüce makamına nispetle bir evlâyı terk ve bir zelle vukuundan bahsedilebilir ki, bu da nice hikmetli hükümlerin beyanına sebep olması hasebiyle ümmet hakkında büyük bir rahmete vesile olmuştur. (Hâzin, Âlûsî, Tefsîr-i Mâtürîdî)

Allâh’tır ancak O Zât ki; yedi (kat) göğü, yerden de onların mislini yaratmıştır! O (İlâhî) emir (; kaza ve kaderden ibaret olan yarat ma ve yönetme işi) o (yedi kat gökle yedi kat yeri)n (tabaka)lar(ı) arasında sürekli inmektedir. (Böylece Allâh’ın, hayat ve ölüm, zenginlik ve fakirlik, kuvvet ve acziyet gibi buyrukları tüm yaratıklarda geçerliliğini sürdürmektedir.) Tâ ki siz bi lesiniz ki, gerçekten Allâh her şeye (hakkıyla gücü yeten bir) Kadîr’dir ve şüphesiz ki Allâh ilim bakımından her şeyi muhakkak çepeçevre kuşatmıştır.

Bu âyet-i kerîmede yer, göğün misli olarak açıklanmıştır ki; bir şeyin bir şeye benzerliği, her bakımdan onunla eşit olması anlamına gelmez. Nitekim bazı vasıflardaki ortaklık bu benzerliği doğrular. Cumhûr ulemâya göre yerin göğe benzerliği; yedi kat olması, birbiri üstünde tabakalara sahip olması, her iki kat arasında gökle yer arasında olduğu gibi beş yüz senelik mesafe bulunması ve her birinde Allâh’ın birtakım yaratıkları bulunması gibi bazı özel konulardadır. İbni Abbâs (Radıyallâhu anhümâ)dan rivayete göre; yer tabakalarında bulunanlar ya melekler veya cinlerdir. Bazı âlimlerin yer tabakalarını yedi iklim yahut madenî tabakalar veya toprak parçaları gibi manalarla yorumlamaları, İmâm-ı Ahmed ve Tirmizî gibi muteber âlimlerin naklettiği hadîs-i şerîflerle çatışmaktadır. Zira Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) her iki yer tabakası arasında beş yüz senelik mesafe bulunduğunu açıkça beyan etmiş ve yedi kat yeri tek tek saymıştır. Dolayısıyla Âlûsî (Rahimehullâh)`ın da beyanı vechile; yer tabakalarının birbirinden ayrı yedi tabaka olduğu ve her birinin sakinleri bulunduğu görüşünü kabul etmekte, ne aklen, ne de dînen hiçbir engel bulunmamaktadır. Bu güne kadar yer tabakaların daki farklı mahlûkata rastlanmaması bizim bunu inkâr etmemizi gerektirmez. Zira iman ettiğimiz şeylerin ekseriyeti gaybî konu lardır. Allâh’ın mülkünün genişliğine ve kudretinin büyüklüğüne inanan kişilerin, âlimlerin çoğunluğunun görüşü üzere yedi kat yerin varlığını hiç duraksamadan tasdik etmeleri gerekir. (Âlûsî)

Artık siz gücünüz yettiği nispette Allâh’tan hakkıyla sakının, (O’nun öğütlerini kabul kulağıyla) dinleyin, (emir ve yasaklarına) itaat edin ve (size verdiği rızıklardan bir kısmını,) nefisleriniz için (mal ve evlattan) daha hayırlı olan bir şekilde (O’nun emrettiği yerlere) infakta bulunun! Her kim nefsinin cimrilik hırsından korunur (da, Allâh yolunda infaka muvaffakkılınır)sa, işte ancak onlar, felâh (ve kurtuluş)a erenlerin ta kendileridir!

Sa’îd ibni Cübeyr (Radıyallâhu anh)`dan rivayet edildiğine göre; “Allâh’tan hakkıyla sakının!” (Âl-i İmrân: 102) âyet-i kerîmesi nâzil olunca, sahâbe-i kirâm ayakları şişinceye ve alınları yara oluncaya kadar ibadete başladılar. Sonra Allâh-u Te’âlâ Müslümanlara bir kolaylık olmak üzere bu âyet-i celîleyi indirerek, birinci âyet-i celîlenin hükmünü neshetti ve müminlerin, güçlerinin yetmeyeceği şeylerle mükellef kılınmayacağını beyan etti. Gerçi burada bir nesh bulunmadığını, ancak bu âyet-i kerîmenin, bir önceki âyet-i celîledeki icmâlin tafsili (; kısa ve kapalı ifadenin açıklaması) olduğunu söyleyenler de vardır. (Âlûsî)

Şükrederseniz ve iman ederseniz, (fayda ve zarar görmekten münezzeh olan) Allah size azap etmekle ne yapacaktır ki?
Onlar: “Andolsun eğer (Benî Mustalık gazvesinden) Medîne’ye dönecek olursak, yemin olsun ki; elbette o en izzetli kişi, o en alçak olanı mutlaka oradan çıkaracaktır!” diyorlar. Oysa izzet (ve şeref) ancak Allâh’a mahsustur, Rasûlüne aittir ve mü minler içindir! Lâkin, o münâfıklar (aşırı cehâletlerinden ve aldanmışlıklarından dolayı bu gerçeği) bilmezler!

Rivayete göre; Benî Mustalık gazası bitmişti ki; insanlar bir suyun başında toplanmışken, Ömer (Radıyallâhu anh)ın işçisi Cehcâh ibni Sa’îd ile münafıkların reisi olan İbni Übeyy’in antlaşmalısı Sinan el-Cühenî su kuyruğunda kapıştılar. Cehcâh muhâcirleri, Sinan da ensârı yardıma çağırınca, fakir muhacirlerden biri Cehcâh’a yardıma geldi ve Sinan’a bir tokat attı. O zaman ibni Übeyy ona: “Bunu sen mi yaptın? Zaten biz Muhammed’in yanına tokat yiyelim diye geldik! Vallâhi onlarla bizim durumumuz, ancak ‘Besle köpeğini yesin seni!’ dendiği gibidir! Ama, vallâhi Medîne’ye dönersek, en ulu olan kişi, en alçak olanı oradan çıkaracak!” dedi ve “En ulu” tabiriyle kendini, “En alçak” ifadesiyle de Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`i kastetti. Derken, kendi adamlarına dönüp: “Vallâhi siz bu fakirlere artıklarınızı yedirmeseydiniz, şimdi boyunlarınıza binemeyeceklerdi! Öyleyse artık bunlara yardım yapmayın ki Muhammed’in etrafından dağılsınlar!” dedi. O sıra da yaşı genç olan Zeyd ibni Erkam (Radıyallâhu anh) bunu duyunca: “Vallâhi kavmi arasında sevilmeyen zelil ve fakir sensin! Muhammed ise, miraç tâcı başında olan, Rahmân’ın izzetiyle azîz ve Müslümanlardan güç almış biridir!” dedi. İbni Übeyy: “Sus! Ben ancak şaka yapıyordum!” dediyse de, Zeyd (Radıyallâhu anh) hemen Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e gidip duyduklarını anlattı. O sırada Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in yanında bulunan Ömer (Radıyallâhu anh): “Ya Rasûlallâh! Bırak beni de şu münafığın boynunu vurayım!” deyince, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “O zaman Medîne’de çok burunlar titrer (, herkes korkuya kapılır ve güven ortamı bozulur)!” buyurdu. Bunun üzerine Ömer (Radıyallâhu anh): “Onu bir muhacirin öldürmesini istemiyorsan, o zaman bir ensârîye bunu emret!” deyince, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Peki insanlar: ‘Muhammed adamlarını öldürüyor!’ diye konuşurlarsa ne olacak?” buyurdu. Sonra Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) İbni Übeyy’i çağırarak: “Bu sözleri sen mi konuştun?” diye sorunca, o: “Sana kitap indiren Allâh’a yemin ederim ki, bunlardan hiçbirini ben demedim! Zeyd yalancıdır!” dedi. Orada bulunanlar: “Ya Rasûlallâh! Bir çocuğun lafını bizim büyüğümüzün sözüne tercih mi ediyorsun? Belki o yanlış anlamıştır!” dediler. Bu hâdise üzerine Zeyd (Radıyallâhu anh) utancından bir süre evinden çıkamadı. Fakat bu sûre inince Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ona: “Ey genç! Gerçekten Allâh seni doğrulamış, münafıkları ise yalancı çıkarmıştır!” buyurdu. İbni Übeyy’in yalanı ortaya çıkınca, bazıları ona: “Senin hakkında çok şiddetli âyetler indi, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e gidip günahını itiraf et de, senin için istiğfar etsin!” dediler. O da bu görüşü reddetmek üzere başını çevirerek: “İman et dediniz, iman ettim, zekât vermemi söylediniz, onu da yaptım, artık bana Muhammed’e secde etmemi emretmenizden başka bir şey kalmadı!” dedi. Bu hal üzere birkaç gün daha yaşayıp geberdi. (Nesefî, Hâzin)

Ey iman etmiş olan kimseler! Allâh’ın (dininin) yardımcıları olun! Nitekim Meryem oğlu Îsâ (en yakın adamları olan) havârîlere: “Allâh’a (yönelici biri olarak benim) yar dımcılarım kim (olacak)? (Zira Allâh’a yardım, peygamberine yardımla olur!)” demişti. Havârîler de: “Allâh(ın da vasın)ın yardımcıları biziz!” demişti. Bunun üzerine İsrâîloğullarından bir tâife (Îsâ (Aleyhisselâm)` a) inanmıştı, diğer bir fırka ise inkâr etmişti. Böylece Biz o iman etmiş olan kimseleri düşmanlarına karşı güçlendirmiştik de, neticede onlar gâlip kimselere dönüşüvermiştiler!

Birtakım müfessirlerce bu gâlibiyet, delil ve huccet bakımından gerçekleşmiştir, diğer bir kısmına göreyse, Îsâ (Aleyhisselâm)`ın semaya kaldırılmasının ardından müminlerle kâfirler savaşa tutuşmuş ve neticede inananlar kılıç gücüyle gâlibiyet sağlamışlardır.

Hani Meryem oğlu Îsâ (peygamber olarak gönderildiği Yahudi milletine hitaben): “Ey İsrâîloğulları! Gerçekten de ben, kendimden önceki Tevrât’ı doğrulayan ve ismi Ahmed olup benden sonra gelecek olan pek kıymetli bir Rasûlü müjdeleyen biri olarak Allâh’ın size elçisiyim!” demişti. Fakat o onlara (, ölüleri diriltmek, körleri ve alaca hastalarını iyi etmek gibi) çok açık mucizeler getirdiğinde (, inanacakları yerde): “İşte bu pek açık bir büyüdür!” demişlerdi. (Artık Îsâ (Aleyhisselâm)`a inanmayan Yahudilerin, onun müjdelediği âhir zaman peygamberine inanmaları nasıl beklenebilir?)

Âlûsî tefsirinde zikredildiğine göre; İncîl’de Îsâ (Aleyhisselâm)`ın şu sözü nakledilmiştir: “Benim Allâh’a gitmem sizin için çok hayırlı olacaktır, çünkü ben gitmezsem Fâraklît size gelemez! Ben gittiğim zaman onu size göndereceğim. Benim çok söyleyeceklerim var ama siz onları kaldıramazsınız. Ama o size gelince bütün hakikatlere sizi irşad edecektir. Çünkü o kendi katından konuşmayacaktır, bilakis vahiy olarak işittiklerini anlatacaktır, tüm gelecekleri size bildirecektir ve Rabbime ait olan tüm vasıfları size anlatacaktır. Eğer beni seviyorsanız bu vasiyetlerimi iyi tutun. Gerçi ben de sizi yetim olarak bırakacak değilim, zira pek yakında tekrar geleceğim!” Îsâ (Aleyhisselâm)`ın bu sözlerinde geçen “Fâraklît”, ilim ve ihtisas sahibi olan bazı Hristiyanlar tarafından: “Hamdedici” manasıyla tefsir edilmiştir ki bu, “Ahmed” isminin karşılığıdır. Artık Allâh’ın, gözlerinden taassup perdesini açtığı kişiler, bu “Fâraklît” tabirinden Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in kastedilmiş olduğunu kolayca anlar. Îsâ (Aleyhisselâm)`ın, “Kendisinin yakında gelecek olduğu”nu müjdelemesi ise, Deccal`ı öldürmek ve İslâm dinini dünyaya hâkim kılmak üzere, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in ümmeti olarak âhir zamanda gökten ineceğinin bir ifadesidir! (Âlûsî: 28/87)

 Ey iman etmiş olan kimseler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?

Rivayete göre; sahâbeden bazıları cihatla emrolunmadan önce: “Allâh’ın en sevdiği ameli bilseydik, elbette onu yapardık!” demişlerdi, ama cihat âyeti inince bazıları ağırdan almıştı, Uhud gününde ise kimileri kaçmıştı. İşte bu âyet-i kerîme bu konuda bir uyarı mâhiyetinde olup, söylenen şeyin adak niteliği taşıdığını ve adağın mutlaka yerine getirilmesi gerektiğini beyan etmiştir. Bu âyet-i kerîme: “Yapmadığınız şeyi niye söylüyorsunuz!” şeklinde de tefsir edilmiştir ki, buna göre yalan söylemenin müminlere yakışmayacağı açıklanmak istenmiştir. Gerçi, mümin görünen münafıklara bir kınama hitabı olduğunu söyleyenler de olmuştur.

Ey Nebiy(y-i zîşân)! İnanan kadınlar sana gelip de, Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacaklarına, zina etmeyeceklerine, (kızlarını diri diri gömerek) çocuklarını öldürmeyeceklerine, (başkasından doğurdukları çocukları kocalarına getirip: “Bu senin çocuğun!” diyerek) elleriyle ayakları arasında kendisini uyduracakları bir iftira (meydana) getirmeyeceklerine ve (Allâh’a ve peygamberine itaat hususunda) güzel tanınan herhangi bir şey hakkında sana isyan etmeyeceklerine dâir seninle bî’atleş(ip sözleş) tikleri zaman, sen de onlarla bî’atleş ve kendileri için Allâh’tan mağfiret talebinde bulun! Şüphesiz ki Allâh (geçmiş günahları çokça bağışlayan bir) Ğafûr’dur; (kullarına çok acıdığı için, İslâm’a girdikten sonraki hayatlarında kendilerini muvaffak edecek olan bir) Rahîm’dir.

Rivayet olunduğuna göre; Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Mekke fethi günü erkeklerin bî’atini bitirince, kadınlarla bî’ate başladı. O sırada kendisi Safâ tepesi üzerinde bulunuyor, Ömer (Radıyallâhu anh) ise biraz aşağısında oturuyor, onun emriyle Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) adına onlara tebliğlerde bulunuyor ve Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) tarafından onların bî’atini kabul ediyordu. Ebû Süfyan’ın hanımı Hind (Radıyallâhu anhümâ), Hazret-i Hamza’ya yaptıklarından dolayı Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e tanınmamak için örtülü bir vaziyette kadınlar topluluğu arasında bulunuyordu. İlk olarak “Şirk koşmama” şartı konu edildikten sonra, “Hırsızlık yapmamaları” kaydı açıklanınca o: “Ebû Süfyan pek cimri bir adamdır! Ben onun malından bir şeyler almıştım, peki bu bana helâl olur mu?” dedi. O zaman Ebû Süfyan: “Geçmişte aldıkların sana helâl olsun!” dedi. Bunun üzerine Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onu tanıyıp gülmeye başlayınca o: “Ey Allâh’ın peygamberi! Geçmiş bağışla, ne olur!” dedi. Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`de: “Allâh seni affetsin!” buyurdu. “Zina yapmama” şartı mevzu edilince, o: “Hür kadın da zina mı edermiş?” diye şaşkınlığını ifade etti. “Çocuklarını öldürmeme” şartı beyan edilince, Bedir günü Müslümanlar tarafından öldürülen Hanzala isimli oğlunu kastederek: “Biz onları küçükken büyüttük, siz ise onları büyükken öldürdünüz!” demesi üzerine, Ömer (Radıyallâhu anh) sırtüstü uzanacak kadar gülmekten kendini alamadı, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ise tebessüm buyurdu. “İftira etmemeleri” şartı zikredilince o: “Vallâhi, bühtan çok çirkin bir iştir, sense bize ancak iyiliği ve güzel ahlâkı emretmektesin!” diye konuştu. Son olarak “Güzel bilinen şeylerde peygambere isyan etmeme” koşulu anılınca: “Vallâhi biz bu meclise, herhangi bir konuda sana isyan fikriyle oturmadık!” dedi. (Nesefî, Âlûsî)

Allâh sizi o kimselerden; onlara iyilikte bulunmanızdan ve kendilerine adâleti ulaştırmanız dan engellemez ki, onlar din konusunda sizinle savaşmamışlardır ve sizi yurtlarınızdan çıkarmamışlardır! Şüphesiz ki Allâh adâletli davrananları sever (ve onların bu yaptıklarına rıza gösterir)!

Ebû Bekir (Radıyallâhu anh)ın kızı Esmâ (Radıyallâhu anhâ) şöyle anlatıyor: “Kureyş zamanında şirk üzere olan annem, onların Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile anlaşmaları üzerine birtakım hediyelerle beni ziyarete geldi. Ben onun hediyelerini kabul etmekten, hatta onu evime bile almaktan kaçındım. Derken ablam Âişe (Radıyallâhu anhâ)`ya haber gönderip Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e bu hususu sormasını istedim. Bunun üzerine Allâh-u Te’âlâ bu âyet-i kerîmeyi indirince Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hediyesini kabul etmemi ve onu eve almamı emretti. Bu sebeb-i nüzûlden anlaşıldığı üzere; âyet-i kerîme, önüne gelen kâfirle dostluk ve diyalog kurma anlamına gelmeyip, sadece anne ve kardeş gibi karabet hakkına sahip olan, özellikle de kadınlar ve çocuklar gibi zayıf durumda bulunanlara iyi davranmakla alâkalıdır. Bundan dolayı ulemâ; büyük bir zararın dan korkulmadıkça, bir kâfire karşı iyi davranış sergilemek için ayağa kalkmanın câiz olmadığını açıklamışlar, buna delil olarak da: “Çünkü biz onların dînî konudaki yanlışlarını hareketlerimizle de ortaya koymakla memuruz, dolayısıyla onlara haklıymışlar izlenimini verecek şekilde saygılı davranışlardan kaçınmalıyız!” demişlerdir. (Âlûsî)

Ey iman etmiş olan kimseler! Hem Benim düşmanım hem de sizin düşmanınız olanları birtakım dostlar edinmeyin! Rabbiniz olan Allâh’a inandınız diye onlar o Rasûlü ve sizi (yurdunuz olan Mekke’den) çıkartmaktayken ve size gelmiş olan hakkı (ve hakikati) gerçekten inkâr etmişlerken siz onlara dostluk açıklıyorsunuz/ dostluk ulaştırıyorsunuz/ dostluk sebebiyle (Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in sırlarını) ulaştırıyorsunuz/ (, oysa böyle bir şey size hiç yakışmıyor)! Eğer siz Benim yolumda cihat için ve rızamı aramak için (muhâcir olarak vatanlarınızdan) çıkmış bulunduysanız (, düşmanlarımı dost edinmeyi bırakın)! Ben sizin gizlemiş olduğunuz şeyleri de, açıklamış bulunduğunuz şeyleri de en iyi bilen biriyken, onlara gizlice dostluk bildiriyorsunuz (, ama bunda sizin ne gibi bir faydanız bulunabilir, zira gizli ve açık her şey Benim katımda eşittir, neticede Ben peygamberimi sizin gizli işlerinizden haberdâr edeceğim)! İçinizden her kim bunu yaparsa muhakkak ki o, yolun doğrusundan sapmıştır/düz yolda sapıtmıştır/.

Ali ibni Ebî Talib (Radıyallâhu anh) şöyle anlatıyor: Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Zübeyr ve Mikdâd’la birlikte bana: “Doğruca gidin! Medîne’ye yakın bir yerde olan Hâh bostanına varın, orada yanında mektup bulunan bir kadın bulacaksınız, o mektubu ondan alın!” buyurdu. Biz de yola düştük, o bostana vardığımızda birden o kadınla karşılaştık ve ona: “Çabuk mektubu çıkar!” dedik. O, yanında mektup olmadığını söyleyince: “Ya mektubu çıkarırsın ya da elbiselerini çıkarırsın!” dedik. Bunun üzerine hemen saç örgülerinin içinden mektubu çıkarttı. Biz de onu alıp Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e ulaştırdık. Sonra mektubun, Hâtıb ibni Ebî Belte’a tarafından, Mekke’de bulunan birtakım müşrik insanlara yazılmış olup, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in Mekke fethiyle alâkalı bazı sırlarını onlara haber ver diğini anladık. Bunun üzerine Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Ey Hâtıb! Bu ne?” diye sorunca, o: “Ya Rasûlallâh! Hakkımda acele karar verme! Ben Kureyş’in kendi bünyesinden değilim, seninle birlikte olan diğer muhâcirlerin, Mekke’de bulunan aile lerini ve mallarını koruyacak akrabaları var. Ben de orada bulunan akrabamı korumak için: ‘Madem soy bağım yok, bari bir iyiliğim olsun da o vesileyle yakınlarımı korusunlar!’ diye düşündüm. Ben bunu bir kâfirlik ve dinden irtidâd niyetiyle yapmadım. Zaten İslâm’dan sonra kâfirliğe râzı olacak değilim!” diye cevap verdi. O zaman Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) etrafındakilere: “Gerçekten o size doğru söylemiştir!” buyurdu. Bu durum karşısında şaşkına dönen Ömer (Radıyallâhu anh): “Ya Rasûlallâh! Bırak beni de şu münafığın boynunu vurayım!” deyince, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Muhakkak ki o, Bedir’de bulunmuştur! Sen ne biliyorsun ki; Allâh Bedir ehline muttali olmuş ve: ‘Dilediğinizi yapın! Gerçekten Ben sizi (peşinen) bağışladım!’ buyurmuştur.” dedi. İşte bunun üzerine Allâh-u Te`âlâ bu âyetleri indirdi. (Beyzâvî, Nesefî, Hâzin, Âlûsî)

(Ganimet malları) yine o (fakir) kimseler (içindir) ki; o (muhâcir ve ensar ola)nlardan sonra (dünya ya) gelmiş (ve gelecek)lerdir de: “Ey Rabbimiz! Bizi de, bizi imanla geçmiş olan o kardeşlerimizi de bağışla ve o iman etmiş kimseler için kalplerimiz içerisinde en ufak bir kin bulundurma! Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen, (pek esirgeyen bir) Raûf’sun; (çok acıyan bir) Rahîm’sin! (Dolayısıyla dualarımızı lütfunla kabul edersin!)” demektedirler.

Bu âyet-i kerîmeden dolayı ulemâ, sahâbe-i kirâmın hepsini sevmek ve rahmetle yâd etmek gerektiğine kail olmuşlar ve: “Sahâbe-i kirâmdan herhangi birine dahi kalbinde kin ve nefret taşıyan kimse, müminlerle ilgili, bu ve öncesindeki iki âyet-i kerîmede sayılan üç kısımdan da hâriçtir ve gerçek Müslümanlar arasında bir nasibi yoktur.” demişlerdir.

Onlar (zararlarından korktukları) insanlardan gizleniyorlar da, (utanılmaya ve korkulmaya en çok layık olan) Allah’tan utanmıyorlar!
İşte bu gün sizin için dininiz (le alakalı hükümleri bildirmey) i kemale erdirdim, (Mekke fethini nasip edip, dininizi bütün batıl dinlere üstün kılarak) üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim!
O (Kureyza, Fedek ve Hayber gibi, Medîne’ye uzakta bulunmaları nedeniyle ulaşımlarında zahmet çekilen) şehirlerin (kâfir) a hâlisinden Allâh’ın, Rasûlüne (bir ganimet olarak) geri döndürmüş olduğu (mal ve akar gibi) şeyler(in taksimine gelince; işte onlar) ise Allâh’a aittir, o Rasûle mahsustur, bir de o (peygam bere soy bakımından) yakınlık sa hiplerine, yetimle re, yoksullara ve yolda (mağdur) kalmışa aittir, tâ ki o (mallar), içinizden zenginler arasında elden ele dolaşan (ve onların gücüne güç katan) bir şey olma sın! Artık o Rasûl size ne verirse onu hemen alın (, kabul edin), sizi neden engellerse hemen (on dan) vazgeçin! Allâh(ın emir ve yasaklarına karşı gelmek ten ve onları hafife almak)tan hakkıyla sakının! Şüphesiz ki Allâh, (peygamberine muhâlefet eden lere karşı) azâbı pek şiddetli olandır.

Allâh’a ait olan hisse Kâ’be ve diğer mescitlerin imarında kullanılır; peygambere ait olan hisse onun tasarrufuna bırakılır, nitekim Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Fedek ve Hayber’i Allâh için fakirlere vakfetmişti ki, sağlığında kendisi, vefatından sonra da dört büyük halîfe onların dağıtımını üstlenmiştiler. Akrabadan maksat; Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`in hısım ları olan Hâşim oğullarıyla, Muttalib oğullarının fakirleridir. Yetimler; babası olmayan, büluğa ermemiş Müslüman ve fakir çocuklardır. Beş hissenin diğer ikisi ise, yoksullara ve memleke tinde zengin olsa da, yolda muhtaç duruma düşmüş olanlara aittir. Dolayısıyla bir önceki âyet-i kerîme, Medîne yakınlarında bulunan Nadîr oğullarının ganimeti hakkında olup, onun kullanı mını sadece Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e tahsis etmekte, bu âyet-i kerîme ise, Enfâl Sûresi 41. âyet-i celîlesinde anlatıldığı gibi, genel anlamda ganimetlerin taksiminden bahsetmektedir. Âyet-i celîlede geçen “Peygamberin verdiği ve yasakladığı şeyler” ifadesi; burada özellikle ganimetler hakkında ise de, sa hâbenin ve ulemânın cumhûruna göre hüküm umûmîdir. Nite kim ibn-i Mes’ûd (Radıyallâhu anh), dövme yapan ve peruk takan kadınların lânetliliğine Kur’ân’dan delil soran kadına bu âyeti okumuştur. (Buhârî, Libâs: 80, No: 5587; Müslim, Libâs: 33, No: 2125) Demek ki hadîs-i şerîflerde geçen emir ve yasakların tümü, bu âyet-i kerîme hükmünce Kur’ân’da mevcut demektir. (Âlûsî)

O’dur ancak O Zât ki; Ehl-i Kitaptan olan o kâfir olmuş kimseleri (Arap yarımadasından Şâm’a doğru) evvelki sürgün için yurtlarından çıkarmıştır. (Ey Müslümanlar! Onların gücünü bildiğiniz için) siz onların çıkacaklarını hiç zannetmemiştiniz! Onlar da sanmışlardı ki; gerçekten kendilerinin Allâh’tan engelleri sadece kaleleridir! Derken Allâh(ın azâbı olan korku ve sürgün zorunluluğu) onlara hiç beklemedikleri bir taraftan gelmişti (ki, reisleri Kâ’b ibni Eşref’in, sütkardeşi Muhammed ibni Mesleme eliyle öldürülmesi bunu başlatmıştı). Böylece O, onların kalpleri içerisine şiddetli korkuyu atmıştı da, onlar evlerini (Müslümanlara kalmasın diye içeriden) kendi elleriyle ve (dışarıdan) müminlerin elleriyle tahrip ediyorlardı. Artık ey basîretlere sahip olanlar! (Bunların başına geleni iyice düşünün de, söz bozmanın ve Allâh’tan gayrine güvenmenin sebebiyet vereceği tahribât hususunda) hakkıyla ibret alın!

Bu sûre, bir Yahudi tâifesi olan Nadîr oğulları hakkında inmiştir, şöyle ki; onlar Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile; ne aleyhinde ne de lehinde olmayacaklarına dair antlaşma yapmışlardı. Bedir günü gelen gâlibiyet üzerine: “İşte, Tevrât’ta vasfedilen peygamber budur!” demişlerdi. Sonra Uhud gününün hezimeti üzerine şüpheye düşerek sözü bozdular. Reisleri Kâ’b ibni Eşref, kırk atlıyla Mekke’ye giderek, Kâ’be’nin yanında Ebû Süfyan’la anlaşıp dönünce, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Muhammed ibni Mesleme’yi göndererek onu öldürttü. Sonra Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ordusuyla birlikte onların kalesine varıp yirmi bir gece muhasara altına aldı ve harp sahası açmak, bir de onları iktisâden çökertmek için hurmalıklarının kesilmesini emretti. Allâh kalplerine korku salınca barış teklif ettiler. Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ise her üç hâne halkının bir deve üzerine istedikleri kadar eşya yüklemeleri karşılığında sürgüne gönderilmelerinden başka bir şeye müsaade etmedi. Böylece asırlardır sürgün yüzü görmemiş bu boy, Şâm bölgesin deki Erîha ve Ezru’ât kasabalarına nefyedildiler. İşte o zaman yurtlarında duramayacaklarını anlayınca, terk-i diyâr etmeden kendi elleriyle yıkabildiklerini yıktılar, o sırada bir yandan da Müslümanlar savaş alanını genişletmek ve onları rezil etmek için kalenin dış kısmını tahrip ediyorlardı. Ehl-i Kitap için bu, Arap yarım adasından ilk sürgün oldu. İkinci sürgün ise Hazret-i Ömer devrinde Hayber’den Şâm’a sürülmeleridir. (Beyzâvî, Nesefî, Hâzin)

Bakmadın mı o (Yahudi ve münâfık) kimselere ki; fısıltıyla konuşmaktan nehyolunmuşlardır, sonra kendisinden yasaklanmış oldukları şeye geri dönmektedirler ve (yalan gibi bir) günahla, (Müslümanlara) düşmanlıkla, bir de o Rasûl(ün gizli konuşma yapmamaları emrin)e isyanla (ilgili toplantılar yaparak) gizlice konuşmaktadırlar. Ama sana geldikleri zaman, Allâh’ın seni kendi siyle selâmlamamakta olduğu bir şeyle sana sağlık dilerler. (Allâh-u Te`âlâ: “Selam O’nun seçtiği kulları üzerine olsun!” diye bütün peygamberler arasında sana da selam vermekteyken, onlar: “Ölüm senin üzerine olsun!” anlamına gelen “Es-Sâmü aleyke” derler ve “İyi sabahlar” gibi laflar ederler.) Kendi içlerinde ise: “(Mademki peygamberdir, o halde aleyhine) söylemekte olduğumuz şeyler sebebiyle Allâh bize azap etse ya!” derler. İşte onlara yeterli gelecek olan şey ancak cehennemdir ki (mutlaka) ona gireceklerdir. Artık o ne kötü bir varış yeri olmuştur!

Yahudilerle münafıklar müminleri gördükleri zaman aralarında fısıldaşırlar ve birbirlerine göz kırparlardı ki, böylece Müslümanlara, gazaya çıkan yakınlarının yenildiği ya da şehit edildiğine dair duyum almış havası vererek onları kızdırmayı hedeflerlerdi. Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onları bu davranıştan yasakladığı halde tekrar aynı davranışı sergilediklerin de bir sonraki âyet-i celîlede müminler böyle yapmaktan neh yolundular.

(Habîbim!) Kocası hakkında seninle mücadele eden ve şikâyetini Allâh’a açıklayan o kadının sözünü Allâh gerçekten işitmiştir. Allâh her ikinizin karşılıklı konuşmasını sürekli duymaktaydı. Şüphe siz ki Allâh (zorda kalanın şikâyetlenme ifadeleri dâhil tüm sesleri idrak sıfatına sahip olan bir) Semî’dir, (dara düşmüşün durumu dâhil tüm halleri hakkıyla gören bir) Basîr’dir.

Evs ibni Sâmit’in hanımı Havle binti Sa’lebe (Radıyallâhu anhümâ), Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e gelerek kocasının kendisine söylemiş olduğu: “Sen bana annemin sırtı gibisin!” sözü hakkında fetvâ istedi, şöyle ki; yaşlılığından dolayı biraz huyu bozulan kocası bir gün onun yanına girip kendisinden bir şey istemiş, istediği olmayınca da, kızgınlıkla bu sözü söylemişti. Câhiliyet devrinde bir adam hanımına bu sözü söylediğinde karısı ona haram oluyordu. Zıhar denen bu muâmele İslâm’da bir ilkti. Kocası ânında pişman olup onu yanına çağırdıysa da o, yeminle: “Sen bu sözü söylemişken Allâh ve Rasûlü bizim hakkımızda hüküm verinceye kadar bana ulaşamazsın!” diyerek geri durdu. Sonra Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)`e gelerek, kocasının kendisiyle gençken evlendiğini, yaşlanıp çocuğu çoğaldığında ise kendisini annesi yerine koyarak terk ettiğini dile getirdi ve yeniden birleşebilmeleri için bir ruhsat istedi. Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Şu ana kadar senin hakkında bana bir şey emrolunmadı ama ben senin ona haram olduğunu zannediyorum!” buyurunca o, kocasının boşama ifadesi kullanmadığını söyleyerek defaatle bu hususta mücadeleye giriştikten sonra başını semaya kaldırarak: “Ey Allâh! Yalnızlığımın zorluğunu ve kocamın ayrılığının meşakkatini Sana şikâyet ediyorum! Üstelik benim küçük çocuklarım da var ki; onları ona versem zâyi olurlar, ben alsam aç kalırlar!” diye durumunu Allâh-u Te`âlâ’ya arz eder etmez, daha yerinden ayrılmadan onun hakkında bu âyetler indi. Bunun üzerine Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Ey Havle! Müjde olsun!” buyurdu. O da: “Hayrolsun!” deyince, Rasûlûllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ona bu âyetleri okudu!

Göklerde bulunanlar ve yerde bulunanlar ancak Allah’a aittir.
(Ey insanlar ve cinler!) Öyleyse her ikiniz de, Rabbinizin hangi nimetlerini(n O’ndan oluşunu) yalanlayabiliyorsunuz?

Bu sûre-i celîlede: “Öyleyse her ikiniz de, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabiliyorsunuz?” âyet-i kerîmesinin otuz bir kere tekrarlanmasının birçok hikmeti varsa da, birkaçını sayacak olursak; dînî ve dünyevî her bir nimetin ardından, o nimeti bahşeden Allâh-u Te`âlâ hatırlatılmış ve bu nimetlerin şükrünün ihlal edilmesi kınanmıştır. Nimetlerin farklılığı da bu tekrara ayrı bir güzellik katmıştır. Nitekim bir adam diğerine yapmış olduğu iyilikleri sayarken: “Ben sana mal verdiğim zaman iyilik etmemiş miydim, ben sana şöyle şöyle yaptığımda ihsanda bulunmamış mıydım?” gibi lafları tekrarlar ki; ikrar ettirmek istediği konular farklı olduğu için bu tekrar pek güzel ve yerinde olur. Yedi yerde azap âyetlerinden sonra bu cümle-i celîlenin zikredilmesi ise, hiç haberi olmadan felaketlere sürüklenmesin diye kişinin önündeki tehlikelerden uyarılmasında bulunan büyük iyiliğe işâret etmektedir.

Onlar herhangi bir âyet (ve mûcize) görecek olsalar, yüz çevirirler de: “(Bu,) süregelen/ kuvvetli/geçip gidecek/ bir büyüdür!” derler.

İbni Mes’ûd (Radıyallâhu anh)`ın rivayetine göre; Mekke müşrikleri ay`ın yarılma mucizesi karşısında şaşırınca: “Uzaklardan gelenleri bekleyelim! Muhammed bütün insanları da büyüleyecek değil ya!” dediler.Sonra yolculara sorduklarında, onlar da bunu tasdik edince bu âyet-i celîle indi.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir