İçeriğe geç

Kum Tefrikaları Kitap Alıntıları – Ömür İklim Demir

Ömür İklim Demir kitaplarından Kum Tefrikaları kitap alıntıları sizlerle…

Kum Tefrikaları Kitap Alıntıları

..daha o gün, eve gelmeden iki saat önce, elli yaşlarındaki bir adama -sarkıntılık ettiği on dört yaşındaki kızı tarafından bıçaklanmıştı- kalp masajı yapıyordum. Doğru muydu yaptığım bilmeden, binbir,biniki,binüç, çok da sorgulamadan, binbir,biniki,binüç, iki elimle bastırıyordum göğsüne. Benim de mücadelem buydu işte. Neyin mücadelesini verdiğimi anlamaya çalışmanın mücadelesi
Ne faşizm, ne kapitalizm, ne terörizm, insanlığı konformizm bitirecek.
Ve
Hepimiz bu suça ortağız.
Hiç belli olmaz, kimi zaman hayat kurgudan daha acayip olur.
Şimdi fark ediyorum da Yıllar sonra mutlulukla ilişkilendirdiğim çoğu gün, aslında yaşadığım sırada farkında bile olmadığım, fazlasıyla sıradan anlardan oluşuyormuş.
Çoğu insan ölürken annesini özler, geriye kalanlarsa ölüyor olduğunun farkına dahi varmaz.
Sanırım insan ne kadar umutsuzsa mucizelere de o kadar kolay inanıyor.
Dün içinde biraz yarın vardı, yarının içinde de biraz dün…
Yalnızlık ile yaşlılık aynı şey olabilir mi, diye düşündüm. İkisinin de sayılarla alakası yoktu … ikisi de ölüme yakındı, ikisi de gözlerden ırak…
Kırıldığı yerden filizlenir hayat…
… o birkaç gün, hatta birkaç saat, hayatının tamamından daha değerliydi sanki. Gerçekten öyle miydi, var mıydı bunun imkanı? Ya da ne bileyim, nasıl ölçülürdü hatıraların ağırlığı? Matematik buna yeter miydi?
Dakikalar geçti, belki de saatler. Günler, aylar, seneler devrildi üstüme. Güneş batıp batıp yeniden doğdu ve ben öldüm öldüm dirildim. Nihayetinde, verdiğim nefes bile buza döndü. Ne ümîdim kaldı ne takatim. Ümidim tükendiği için mi takatim kalmamıştı, yoksa takatim kalmadığı için mi ümitsizliğe kapılmıştım emin değilim. Sonra sen geldin Yurdanur. Orada ne işin vardı, nasıl olmuş da beni bulmuştun bilemiyorum, ancak şaşırmadım; zira insandan öte meleğe benziyordun. Öyle ruhani bir ışık saçıyordun ki etrafa, yanında kar taneleri bile kirli görünüyordu. Tebessüm ettin. Sen ve gamzen Ölemem, dedim işte o ân, en azından şimdi, bu dağ başında ölemem. Yurdanur tebessüm ettiği müddetçe yaşayacağım.
Şimdi diyorum ki gitsem Cağaloğlu’na, dayansam Kırmızı Konağın kapısına, hepiniz şarlatansınız ulan! diye haykırsam, anlarlar mi beni? Terakkiden değil, nümayişten yanasınız. Ancak ölüme gönderdiklerinizin ardından kırık dökük âbideler dikersiniz desem, azıcık da olsa ölmenizden hicap duyarlar mı Fethi?
Topla, tüfekle değil, kağıtla, mühürle öldürecekler beni orada dedi.
Beni de telgraf teliyle boğuyorlar, dedim.
Acı acı güldük.
İşte o an,
İşte içimde o an, çamura bulanmış arı misali, bir ses vızıldadı. Ve ben, aptal gibi, önümdeki mezar taşlarına merhaba.. diye fısıldadım
Tuhaf ama, iyi geldi böyle söylemek. Merhaba anne.. dedim merhaba baba.. Boş boş beni bekleyen üçüncü mezar taşına baktım. Hayatıma dair son cümlenin, son noktası olmak üzere, annemle babamın kıyısında öylece duruyordu. Dr. Mithat Uzak adına rezervedir, lütfen içinde ölmeyiniz diyordu millete. Ona da merhaba dedim. Bazı insanların çaresizlik anlarında hiç farkında olmadan yaptıkları gibi, yüzünle ve de gizli bir umutla gülümsedim bunu söylerken. En azından o şekilde gülümsediğimi tahmin ediyorum. Halbuki çok uzun yıllar önce böyle şeyler söylemez, mezar taşları ile konuşup aptal aptal gülmezdim. Yaşlandıkça, bütün masallara inanmaya daha meyilli hale geliyor insan. Annemle babamdan geriye kalan birkaç kömürleşmiş kemiğin, beni dinlediğini düşündüğüm oluyor. Yoksa ben de biliyorum, orada bir bok olmadığını. Hem de çoğu insanın bilemeyeceği kadar yakından, içinden, taa derinden biliyorum. Biliyorum, mezarlar da ölüler de insanları beklemez. Onları geçtim, ölüm de beklemez. Bekleyen sadece biziz, ölüme çok derin anlamlar yükleyen, başımıza gelen her haltı şiirsellikle süsleyen biziz. Kaybolup gitmeyi kabullenemeyen, hayır-hayır-biz-yok-olamayız diye deliren, direnen yine biziz. Biz Biz, zavallılarız. Halbuki ölüm de, terlik, bardak ya da gazoz gibi sadece bir kelime en nihayetinde. Hayatta ince bir detay, zamanda küçük bir leke. Ama olmuyor işte, insan bir şekilde avunmak istiyor; küçük de olsa bir masala tutunmak istiyor.
Hayır oğlum gelme, yanımda biri olunca rahat edemiyorum, halka açık şekilde üzülemiyorum ben.
Biliyorum, mezarlarda ölüler de insanları beklemez. Onları geçtim, ölüm de beklemez. Bekleyen sadece biziz…
Yaşlanıyor olmanın en iyi yanı da buydu sanırım. Daha evveline bakmaksızın, beceremediği her şeyi, yaşlılık parantezine alıp gururla kabulleniyordu insan.
… kahkahanın içindeki hüznün, sessizliğin içindekinden daha ağır olduğunu o gece anladım.
… hayatta her şeyi tüketen, ruhu öldüren, sahip olduklarının kıymetini unutmana sebep olan tek bir şey vardır, o da alışmak.
Tam zamanıydı sessizliğin ve bir parça anlayışın.
Emin ol, bir ölüden daha hüzünlüdür, arkasında bıraktığı ütülü pantolonlar.
Hiç bıkmadan konuşuyordu ve hiç bıkmadan konuşan her insan gibi beni bıktırıyordu.
Sanırım insan ne kadar umutsuzsa mucizelere de o kadar kolay inanıyor.
Sadece çocuklar gerçekten inanır
Bir sert rüzgara bakıyor her şeyi unuyup aklımı kaçırmam.
Ağlama be oğlum, hepsi geçer, diyemedim. Geçmiyordu çünkü, belki biraz şekil değiştiriyordu ama geçmiyordu.
Gülmüştü. Güldü ya da.. gülüyordu hatta, veya, ya da, ve bazen ve şimdi ve her zaman ve geçmişte, di’lisinde ve miş’lisinde ve nice türlüsünde, hiçbirini bir diğerinden ayırmaksızın – gülüyordu Erman. Anlayın, çok eskiden bir zamanda işte. Unutulmaya yüz tutmuş bir gece vakti, rakı şişesinin gölgesi, az önce ya da çok önce sıyırdığı kazağının lastikli kıvrımında kırılırken, gülüyordu.
İşte dedim o zaman, bu narin gamzenin içinde saklı benim tüm hayatım.
Biz ki eski bahriyeliyiz, alışkınız beklemeye, bilirsin Fethi; nöbet bekleriz, emir bekleriz, müsade bekleriz.. Az mi bekledik güneşin doğmasını, güvertenin aymasını, dalgaları, fırtınaları? Üzerimizden akıp geçmedi mi hepsi? Çarptı, hırpaladı, kırdı bazan sağımızı solumuzu ama en nihayetinde geçip gitmedi mi? Ancak ölüm.. Ancak ölüm öyle değil ki Aziz dostum, bir kere geldi mi hiçbir yere gitmiyor. Velalhâsılıkelam, artık suallerin cevapsız, kelimelerin kifayetsiz kaldığı yerdeyim. Sizleri tanıma bahtiyarlıgını yaşadığım için, kendimi şanslı addediyorum. Elveda dostlarım, ikinizi de asla unutmayacağım. Ruhunuz şâd, mekanınız cennet olsun.
Yağmur geliyordu. İnce ince çamura bulanacak, tertemiz bir yağmur..
Sanırım ben aslına, o insanların yaşadığı maceralardan çok, o insanların o maceralar karşısında hissettikleri, hissedebildikleri heyecanı seviyorum.
Evet, dedim, her zaman, ama her zaman, bir gün evveline göre daha fazla yaşayabilir insan. Neden olmasın? Daha uzun değil, daha huzurlu değil, daha fazla; belki kısacık ama daha fazla…
Bazan iyi niyetler, akla gölge edermiş, Kıymetli dostum. Hep o iyi niyetlerle yapılırmış, bazı büyük kötülükler. Bizimki de o misal oldu; ha kasten, ha taksîrle artık.. Öldün sen Fethi, öldürdük biz seni. İkinizi de hiç gözümüzü kırpmadan öldürdük.
Acı olan ölüm değil, yarım kalmak doktorum. Emin ol, bir ölüden daha hüzünlüdür arkasında bıraktığı ütülü pantolonlar ..:
hayatta her şeyi tüketen, ruhu öldüren, sahip olduklarının kıymetini unutmana sebep olan tek bir şey vardır, o da alışmak.
Kahkahanın içindeki hüznün, sessizliğin içindekinden daha ağır olduğunu o gece anladım.
Doğduğum büyüdüğüm semt dahil, hiçbir yere ait olmadığımı anlamıştım. Zamandı çünkü benim asıl memleketim. Epey geçmişte, uzaklarda bir yerlerde, televizyonların siyah-beyaz olduğu, incecik bir zaman dilimine aittim.
Biz, rüzgarı yüzümüzde hissettiğimiz gün, kanatlarımızın olduğuna inanmıştık.
Hiç bıkmadan konuşuyordu ve hiç bıkmadan konuşan her insan gibi beni bıktırıyordu.
Otuzundan sonra her yerde boğulabilir insan. Taştaymış metropolmüş, hiç fark etmez.
Mesele mekan değil doktorum, mesele zaman . Otuzundan sonra heryerde boğulabiliyor insan…
Çok susan adamın kafası gürültü olur doktorum,
Sanırım insan ne kadar umutsuzsa mucizelere de o kadar kolay inanıyor.
Sadece yaşıyorum, nefes alıp veriyor ve de aldığım her nefesi bütün mevcudiyetimle hissediyorum.
Ayakların kuru, gözlerin ateş
Gittiğin yollar gölgesiz
Varacağın yer karanlıktır, bunu bil.
Pek farkında değildi kendisinin, ama ben biliyordum, yörüngesini kaybetmiş bir yıldızdı o benim için. Etrafındaki mevsimleri değiştirir, zamanı bal kıvamında ağırlaştırırdı.
Bazen de gövdesiz ve öznesiz, tek başına bir ah be kaçıyordu ağzımdan; en çok da ona yakışıyordu sanki sessizlik.
Her şey bu kadar basit ve de bu kadar karmaşıktı.
Dünyanın nasıl ya da kaç bucak olduğunu bir anda öğrenmiştim. Dünya kötü bir yerdi.
Bazı insanların çaresizlik anlarında hiç farkında olmadan yaptıkları gibi, hüzünle ve gizli bir umutla gülümsedim
Ne korkunç, diye geçirdim içimden, ölünce arkanda bir boşluk dahi bırakmamak, unutulmak için bile başkalarının varlığına ihtiyaç duymak ne korkunç
İnsan hiçbir ümidi kalmayınca, her gün kendini tekrarlayan hayatın altında ezilir demiş Flaubert.
Sen rüyama tesadüf etmiş puslu bir hayal, kanatlarını cennette unutmuş, narin bir meleksin.
Bu narin gamzenin içinde saklı benim bütün hayatım.
Nasıl ölçülürdü hatıraların ağırlığı? Matematik buna yeter miydi?
Birazı gündüzdü, birazı gece
Birazı masaldı, birazı hikaye
Sanırım insan ne kadar umutsuzsa mucizelere de o kadar kolay inanıyor.
Bir tuhaf baktın yüzüme, bir tuhaf tebessüm ettin, hâlâ aklımda o halin ve o sımsıkı sarılışın ve o sözlerin: Biz hep buradayız ruhum, efendim. Yolunuz bahtınız açık olsun.
Evet, dedim, her zaman ama her zaman, bir gün evveline göre daha fazla yaşayabilir insan. Neden olmasın? Daha uzun değil, daha huzurlu değil, daha fazla; belki kısacık ama daha fazla
Acı olan ölüm değil, yarım kalmaktır.
İçinde olunca anlayamıyor insan ; çünkü çoğu kez, göstere göstere vurmuyor hayat. Sağdan beklerken soldan, soldan beklerken sağdan Bazen sadece ruhundan.
Herkes neyi eksikse onun hayalini kuruyordu sanırım.
Olmuyordu. Anlamsız olmak dışında başka bir anlamı kalmayana kadar devam ediyordu hayat.
İşte ben, kahkahanın içindeki hüznün, sessizliğin içindekinden daha ağır olduğunu o gece anladım.
İşte o gün, doğduğum büyüdüğüm semt dahil, hiçbir yere ait olmadığımı anlamıştım. Zamandı çünkü benim asıl memleketim. Epey geçmişte, uzaklarda bir yerlerde, televizyonların siyah-beyaz olduğu, incecik bir zaman dilimine aittim.
Bazan iyi niyetler, akla gölge edermiş, kıymetli dostum. Hep o iyi niyetlerle yapılırmış, bazı büyük kötülükler. Bizimki de o misal oldu;ha kasten, ha taksirle artık
İnsanoğlu aç doktorum, gözü doymaz. Meselenin özü aç gözlülük
Yiyin efendiler yiyin demiş ittihatçılara bu han-ı iştiha sizin, doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin.
Birinden olmayanı, hep diğerinden saydılar.
Benim de mücadelem buydu işte. Neyin mücadelesini verdiğimi anlamaya çalışmanın mücadelesi
Hürriyeti ve hayatı hak edenler, onu her gün fethetmek mecburiyetinde olanlardır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir