İçeriğe geç

Kudüs Ey Kudüs Kitap Alıntıları – Larry Collins

Larry Collins kitaplarından Kudüs Ey Kudüs kitap alıntıları sizlerle…

Kudüs Ey Kudüs Kitap Alıntıları

Yapılan tüm planların tek bir isteği vardı: Kudüs.
Arap Devletleri kendi aralarındaki düşmanlıklarında, Yahudilere karşı kurdukları birlikten çok daha amansızdılar.
Deir Yasin Yahudiler kurbanlarını taş ocağına taşıdılar ve üst üste yığdılar. Sonra bu korkunç ölü yığınını ateşe verdiler.
Pırıl pırıl bir ilkbahar günüydü, diye hatırlıyor Shaltiel. Badem ağaçları binbir çiçek açmıştı. Ama her yerde ölümün iğrenç kokusuyla taş ocağında yanan ölülerin geniz yakan dumanı dolaşıyordu.

9 Nisan 1948

Bu nefret ve kin kaosundan kurtulmuş gibi görünen bir tek yer vardı: Araplarla Yahudilerin barış ve kardeşlik içinde yaşadıkları bir bina. Kudüs Akıl Hastanesi.. Ne mutlu akıl hastalarına!
“Dışişleri Bakanı Balfour’un vadi Arapların gözünde , su katılmadık bir emperyalist davranışıydı. İngiltere, en ufak bir hak sahibi bulunmadığı toprakların geleceğini ipotek ediyordu: O sıra yerel halkın yüzde doksan ikisini meydana getiren Araplar keyfi bir karar kabul ettiriliyordu.”
“Bütün dillerde Yahudilerin eski ülkelerinde toplanma isteğini dile getiren Siyonizm sözcüğü, Kudüs’ün merkezinde yükselen Sion Tepe’sinin adından gelmektedir. İbranice’de Sion “seçilmiş” anlamına geliyor, yirmi beş yüzyıldan beri de Kudüs , İsrail halkının umudunu belirtmektedir.”
“Cami mihraplarının Mekke’ye dönük oluşu gibi, yeryüzündeki bütün sinagogların cephesi hep Kudüs yönüne bakmaktadır.”
Her uyuyuşumuzda, bir daha uyanıp uyanmayacağımızı bilemeyiz. Korktuğumuz şey kurşun değildir pek, uykumuzda her şeyi havaya uçurmalarıdır daha çok. Bir takım insanlar geceyarısı kendilerini evlerinin yıkıntıları altında buluyorlar. İşine gitmek için, baban bir cankurtarana binmek zorunda. Kapımızın vurulduğunu işittiğimizde, evi dinamitlemeye geldiklerini düşünüp dehşete düşüyoruz. Her akşam, saat altı oldu mu kendimizi evlerimize kilitliyoruz.
Altı hafta süresince, Filistin’de durum devamlı kötüye giderken, komite üyeleri yeryüzündeki ilk uluslararası şehri yaratacak anlasmayi paragraf paragraf tartışmışlardı. Şehrin sınırlarını genişletip Beytüllahim’le üç Arap köyünü de içine aldılar, Buda iki topluluğu sayıca dengeliyordu. Şehir üç kesime ayrılacaktı. Biri Araplara, öteki Yahudileri bırakılacak, surlar içindeki tarihsel çekirdeğiyle üçüncüsü bütün dünyanın olacaktı. Kudüs askerden arınacak, seçimle işbaşına gelen bir kanun koyucu meclisin yardım edeceği valiyi Birleşmiş Milletler atacaktı. Adaletin yerine getirilmesi için öyle karışık yollar öngörülmüştü ki, kutsal şehrin en titiz “Akait” çilerini bile şaşırtabilirdi. Birleşmiş milletler bir bayrak bulmayı bile düşünmüş, kendi bayrağının üzerine Kudüs mühürüyle şehrin niteliğini veren Latince corpus separatum sözlerini seçmişti. Sonunda Kudüs’le ilgili çalışmalar kırk sayfa kadar tutan, gayriresmi olarak PLANT/118 diye adlandırılan bir raporda toplanmıştı. Ciddi ve özenle hazırlanmış bir tasarıydı ama gerçeklerden öylesine uzaktaki, olaylar denizin kum üzerindeki izleri silmesi kadar çabuk yutacaktı bu tasarıyı.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu politikasını dilediği noktaya götürmek için Ingiltere’nin Filistin’e ihtiyacı vardı. Burası, Irak’ın akıl almaz zenginlikteki petrol yataklarıyla Taymis Nehri’ne kadar Ingilizleşmiş hayati bir geçit olan Süveyş Kanalı arasında köprü görevini sağlayacaktı. Bu isteği gerçekleştirmek için, İngiltere, gösterişli bir şekilde, beş yüz yıllık Türk hakimiyetini bir aydınlık Hristiyan üstünlüğü örneğiyle silmeye ve dağınık Yahudilere eski vatanlarının kapılarını açmaya girişmişti.
“Ne mutlu akıl hastalarına”
Yedi yüz yıldan beri çoğunlukta oldukları bu toprakları paylaştırmanın, Arapların işlemediği bir cinayetin bedelini ödemek üzere Batı emperyalizmince sürdürülen korkunç haksızlıklara bir yenisini eklemek olduğuna inanan bir milyon iki yüz bin kişiydiler. O zamana kadar Yahudiler Araplarla yan yana, aşağı yukarı hep barış içinde yaşamışlardı. Hatta sürgünün tek altın çağı İspanya’da kurulan Endülüs Emevileri dönemindeydi. Avrupa ülkelerinin çoğu onlara kapılarını kaparken, Osmanlı Devleti her zaman kapılarını açmıştı. Hitler’in gaz odalarında korkunç doruğuna varan upuzun Yahudi kı­yımı dizisi İslam dünyası tarafından değil, hep Avrupa’­nın Hristiyan ülkelerince sürdürülmüştü. Dolayısıyla, işlenen cinayetlerin yükü bize değil bu uluslara yüklenmelidir, diye itiraz ediyordu Araplar.
Üç büyük dinin üç kutsal yeri Kudüs’tedir. Bunlardan biri Hristiyanların Holy Sepulcre Kilisesi adını verdikleri yerdir. İsa’nın çarmıha gerilmeye götürülürken geçtiği Acılı Yol’un sonunda yer alır. Haçlı Seferleri’nden beri milyonlarca hacı burada dua etmiştir.
Yahudiler için en kutsal yer, Hz. Süleyman’ın yaptırdığı tapınağın kalıntısı olan Ağlama Duvarı’dır. İki bin yıl süreyle, yeryüzünün bütün Yahudileri ona dönüp dağıldıklarına gözyaşı dökmüşlerdi.
Yahudi ulusu için, bir devlet kurup Hz. Davud‘un şehrini başkent yapamamak “etinin“ dirilişi demekti, “ruhunun“ değil. İki bin yıl boyunca “Seni unutursam, Kudüs, sağ elim hünerini unutsun!“ Yakarışı dağınıklık içindeki bağlılığın yankısı olmuştu. Günün birinde gözleriyle Yahuda Tepeleri’ni seyretmek için en ufak olanağı, hatta niyeti bulunmayan adamlar, yine de her yıl, paskalyada tantanalı bir şekilde “gelecek yıl Kudüs’te buluşmak “ dileğinde bulunmuşlardı. Cami mihraplarının Mekke’ye dönük oluşu gibi, yeryüzündeki bütün sinagogları cephesi hep Kudüs yönüne bakardı.
Hitler’in gaz odalarında korkunç doruğuna varan upuzun Yahudi kıyımı dizisi İslam dünyası tarafından değil,hep Avrupa’nın Hristiyan ülkelerince sürdürülmüştü.Dolayısıyla işlenen cinayetlerin yükü bize değil bu uluslara yüklenemelidir,diye itiraz ediyordu Araplar.
Ürdün Başbakam Tevfik Ebu Hüda, ani bir hareketle masasındaki kâğıdı alıp Glubb Paşa’ya uzattı. Bu Amman’a yeni ulaşan, İngiliz Milli Savunma Bakanlığı’nın bir mesajıydı. İngiliz hükümeti, deniyordu mesajda, Filistin’de devam eden çarpışmalar sırasında, İngiliz uyruklu birinin tutsak edilmesi halinde güç durumda kalacağını bildirir. Dolayısıyla, Arap Lejyonu saflarında görev alan bütün İngiliz subaylarının savaş alanından geriye çağrılması gereklidir.

Müttefik denen bu İngiltere gibi mi olur? diye sordu Ebu Hüda tiksintiyle.

Bu emir gerçek bir diplomatik bombaydı. İngiltere’nin tutumunda yüz seksen derecelik bir dönüş demekti. Haftalar boyu Araplara yeşil Işık yaktıktan sonra, birden yollarını kesiveriyorduk” diyecekti daha sonra İngiltere’nin Amman’daki Büyükelçisi Sir Alec Kirkbride acı acı. Londra bir anda, Arap Lejyonu’nu olağanüstü bir güç yapan subaylardan Glubb’l yoksun bırakıyordu. İngiliz general için, Ürdün başbakanıyla yaptığı bu kısa görüşme hayatının en zor ve en küçültücü anlarından biri olarak kalacaktı hep.

Pabuçlarım parlatan, üniformalarını özenle ilikleyen otuz bir sağlam Haganah askeri, teslim olma töreninin yapılacağı avlunun köşesine dizildiler. Öte yandan mahalle halkı çocuklarını, çıkıntılarını ve evlerinden kurtarabildikleri birkaç bibloyu toparlamaya başlamıştı.

Russnak’ın topladığı zavallı birliği gören Abdullah Teli, başını salladı: – Bu kadar az olduğunuzu bilseydim, dedi Yahudi savunmasının komutanına, sizlere topla değil sopalarla saldırırdım.

Yine de Abdullah Tell herhangi bir tartışmaya girnek niyetlisi değildi. Şartları basit ve dürüsttü. Bütün sağlam erkekler tutsak edilecekti. Kadınlar, çocuklar ve yaşlılar Yeni Şehir’e gidebileceklerdi.-Yaralılar durumlarının ağırlığına göre tutsak edilecek ya da bırakılacaklardı. Haganah saflarında birçok kadının da çarpıştığını bildiği halde, Abdullah Tell bunlardan hiçbirisini tutsak etmek istemedi.
Koşan, düşen, haykıran insanların gözleri, Bağıran, terleyen kanı akan insanların gözleri,
Kan çanağına dönen yaralıların gözleri,
Ölmek üzere olanlarla ölenlerin gözleri.
Tembellik kaçınılmaz olarak cesaretsizliği getirir.
Eğer ölürsem,dost, tüfeğimi kap ve öcümü al.

Zvi ben Joseph

Bütün dillerde Yahudileri eski ülkelerinde toplama isteğini dile getiren Siyonizm sözcüğü bile, Kudüs’ün merkezinde yükselen Siyon Tepesi’nin adından geliyordu. İbranice de Sion ‘seçilmiş’ anlamına geliyor, yirmi beş yüzyıldan beri de Kudüs’ü, İsrail halkının umudunu belirtiyordu.
Korku ve panik önüne geçilmez gibiydi. Sekiz yıl önce Belçika ve Fransa’nın sivil halkını etkileyen bu korku ve panik, çok daha az gelişmiş, Filistin Araplarını haydi haydi etkiliyor, onları yollara döküyordu. Fransızlarla Belçikalılar yolları üzerinde ırza geçme ve kıyım hikâyelerini nasıl yaydılarsa, Araplar da Deir Yasin’de olan korkunç şeyleri anlatıp bozgunu artırdılar.

Şehirler, köyler, koca koca mahalleler böylece boşaldı. Sefil ve çılgına dönmüş, yoksul mal varlıklarını denklerle paketlerin ağırlığı altında ezilen otobüslere, taksilere dolduran, yürüyerek, bisikletle ya da eşek sırtında yol alan Filistin Arapları, Yahudi komşularının tersine dostlukla karşılanacakları bir yer bulabileceklerine inanarak sınırları geçtiler. Yanılıyorlardı. Annelerine geri döneceklerini söyleyen Ambara Halidi’nin çocukları gibi, onlar da yanılıyorlardı.

Düşmanları Yahudileri küçük görmekte diretip Filistin’deki çabalarını hiçe sayarak, aşırı bir kendilerine güvenle hareket ediyorlardı. “Yahudileri ezmeyi başaramayacakları düşüncesi akıllarına bile gelmemişti,” diyor Amman’daki İngiliz Büyükelçisi Sir Alec Kirkbride.
Deir Yasin’in başlıca ailelerinden birinin kızı, otuz yaşlarında genç bir kadın olan Halime Eyd şöyle diyor: “Bir adamın, doğurmak üzere bulunan yengem Sahliye’nin boynuna ateş ettiğini, kasap bıçağıyla karnını yardığını gördüm.” Bu sahnede hazır bulunan başka bir kadın, Ayşe Radvaer, ölen annenin karnından çocuğu çıkarmaya çalıştığı için vuruldu. Başka bir evde, on altı yaşındaki Nane Halil adlı kız gördüklerini şöyle anlatıyor: “Bir adam eline geçirdiği bıçakla komşumuz Cemile Hiş’i baştan ayağa yardı, ardından aynı şeyi evimizin basamaklarında yeğenim Fethi’ye yaptı.” Bu sahneler evden eve tekrarlandı. Kurtulanların verdiği ayrıntılara bakılırsa, komandolar arasında genç bulunan kadınlar gaddarlıkta erkeklerle yarışıyorlardı. Haykırışlar, el bombalarının patlamaları, tüfek sesleri, kan, bağırsak, barut, yanık, ölüm kokusu yavaş yavaş Deir Yasin’i kaplıyordu. Cellatlar öldürüyor, yağmalıyor, ırza geçiyorlardı.
Hacı Emin, taraftarlarıyla Şam’da yaptığı bir toplantı sırasında en iyi komutanın ölümünü haber aldı. Yerinden kalktı.

– Baylar, dedi ölgün bir sesle, size şehidimiz Abdülkadir Hüseyni’yi sunuyorum. Sevinin ve Allah’a şükredin.

Emile Gûrî bu ölümün “Filistin direnme hareketinin sonu” anlamına geldiğini anladı. “Bizim irkımızdan gelenlerin hepsinde öyle bir şey var ki,” diye düşündü, “insana büyük önem vermesine, kahramana tapmasına yol açıyor. Kahraman öldüğünde de her şey yıkılıyor.

Atalarımızın ülkesidir,
Bu yiğit ülkeler ülkesi.
Hiçbir hakkı yoktur Yahudilerin,
Bu topraklar üzerinde.
Nasıl uyuyabilirim ben
Filistin düşman elindeyken?
Yüreğimde bir şey parlıyor,
Vatanım beni çağırıyor.
Hasat, İrekat’a yeniden saldırıya geçme fırsatı verecek kadar boldu. İkinci gün, gece yarısına doğru köye sızmayı başardı. Tam o sıra patlayan bir el bombasının parçası sol gözünün üstüne girdi. Saflarındaki tek sıhhiyecinin, Beytüllahim Hastanesi memurlarından birinin yanında sadece tentürdiyot vardı. Yarayı elinden geldiğince temizledi ve yaralının itirazlarına rağmen, onu eşek sırtında geriye yolladı.

İrekat, gidişinin sonuçlarını önceden kestirecek kadar yurttaşlarını tanıyordu. Hiyerarşik bir toplumun insanları olan bu köylüler, şeflesine neredeyse taparlardı. İyi yönetildiklerinde, en büyük yiğitlikleri gösterebilecek yetenekteydiler. Kendi hallerine bırakıldıklarında da, ani bir borguna uğramaları mümkündü.

Shadmi onları sıraya dizdi ve bundan sonra yalnız sırt çantası taşıyacaklarını anlattı.

– Ne almayı yeğ tutacağınızı seçin, dedi, çiçek mi yoksa kurşun mu? Kızlar hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladılar. “Birkaç gün sonra,” diye geçirdi içinden Shadmi ürpererek, “on tüfek, dört makineli ve bu çocuklarla Kudüs yolunu açmak üzere harekete geçeceğimizi düşünemiyorum.”

Abdülkadir’in birlikleri, köylerini üs olarak kullanan milis kuvvetleriydi. Köylerde yiyecek ve barınak buluyor, ilk işarette oralardan aşağı inip yola saldırıyorlardı. Bunları hareketsiz bırakmak görevi, yirmi yıl sonra bütün dünyanın adını duyacağı, Palmach’ın Harel Tugayı komutanı genç Subay İzak Rabin’e verildi. “Her yerde taş üstüne taş komayıp bütün köylüleri yerlerinden kovarak,” diye düşündü Rabin, “Arapların dönebileceği tek köy bırakmayacağız. Bu köylerden yoksun kalınca, Arap çeteleri felce uğrayacak.” Harekât sona erdiğinde de, Haganah tehlikesizce konvoy sistemine dönebilecekti.
1948 yılının bu karışık ilkbahar mevsiminde bile, Aliye Dervişin yeni yuvası Kudüs kapılarında garip bir cennet olarak kalabilmeyi başarmıştı. Kurucusunun adını taşıyan köyün halkı, kibarca ama kesinlikle, Müftü’nün adamlarına sakin hayatlarını bozmalarını yasaklamışlardı. Köyün adı Deir Yasin’di. Bir trajedinin simgesi olacak ad.
Şehrin batısıyla güneyinde toplulukları ve özellikle Eski Şehir’de oturanları boşaltalım,” dedi Ben Gurion’a. “Böylece sağlayacağımız insan ve silah gücü Kudüs’ün savunmasını sağlama alacak yeterlilikte olacaktır.” 1 Mayıs günü, diyordu, insan gücü oranı bire beş olarak Araplardan yana kayacaktır. Ben Gurion’a duygusallığa kapılmaması için yalvardı. Birçok yeri boşaltmak gerekiyordu, “siyasal gerekçeler dikkate alınmamalıydı, çünkü bunlar askeri zorunluluklarla uyuşmuyordu.”
Hristiyanlığın en kutsal yeri olan Saint Sepulcre kilisesi Hazreti İsa’nın can çekiştiği ve öldüğü sanılan noktaya yapılmıştır
Hem Arap propagandasının yemi hem de İsrail Devleti’nin vicdan azabı olan Filistin göçmenleri sefil kamplara dolduruldular ve oralarda ancak Birleşmiş Milletler’in ianesiyle* yaşadılar. Ama bütün dünya kendilerini unutulmaya mahkûm ettiği hâlde onlar unutmamışlardı ve başlarına gelen felaketten bütün dünyayı sorumlu tuttular.
Yahudilik ikiye ayrılır. Sefarad adı verilenler daha çok Akdeniz ülkelerinden gelenlerdir . Aşkenazlar ise Orta Avrupa ve Rus Yahudileridir.
Yahudi lider talimatını verdi. Yahudi toprağının en ufak bir parçasının bile terk edilmeyeceğini tekrarlayarak, Shaltiel’e Yahudi mahallelerinin ev ev, sokak sokak savunulmasını emretti. Halk yaşadığı yerlerden ayrılmamaya zorlanmalıydı. Birtakım ailelerin boşaltılması gerekiyorsa, onların yerine başkaları konmalıydı. Mümkün olan her yerde, terk edilmiş Arap evlerine Yahudiler yerleştirilmeli ve düşmanın bıraktığı kesimler üzerinde hak sahibi olunmalıydı.
On dolarla Amerika’ya gelen Golda Meir, elli milyon dolarla geri dönecekti. Bu para Eliezer Kaplan’ın sağlamayı umduğunun on katı, Ben Gurion’un hedefinin de iki katıydı. Orta Doğu’nun en çok petrol üreten ülkesi Suudi Arabistan’ın, 1947 yılında bu yoldan sağladığı toplam parayı da aşıyordu. Golda Meir’in yerine gitmek isteyen ufak tefek adam, Łod Havaalanı’nda onu karşılamaya gelmişti. Kazandığı başarının büyüklüğünü ve Siyonist davası yönünden önemini kimse onun kadar değerlendiremezdi.

Tarihin yazılacağı gün”, dedi Ben Gurion, Golda Meir’e, “Yahudi devletinin gün ışığına çıkmasını bir Yahudi kadının sağladığı söylenecek”.

Baas Partisi’ni kuran ve Filistin’in, ihtilalci fikirlerinin kazanı olacağına inanan Ekrem Hurani, Michel Efak gibi genç Suriyeli politikacılar; Tel-Aviv’e yürümek kadar kendi ülkelerindeki rejimi değiştirmek kararlısı Mısır’ın Müslüman Kardeşleri; krallığa karşı girişilen 1941 ayaklanmasından sonra ordudan atılan Iraklılar; Vichy hükümeti dahil bütün Fransız gizli servisleri hesabına çalışmış, Fransa hayranı Suriyeliler; 1936 Filistin ayaklanmasına katılmış eskiler, Harran köylüleri, Çerkezler, Kürtler, Dürziler, Aleviler, aralarına sızmayı başaran komünist ajanlar. İçlerinde hırsızlar, serüven peşinde koşanlar, haydutlar, dehler, yürekleri İngiliztere, Fransızlara, kendi hükümetlerine, Yahudilere karşı kin dolu yeryüzünün bütün şarlatanları. Cihadı, Kubbetu’s-Sahra’yı korumaktan çok yağma çağrısı sayan Doğu’nun bütün paryaları vardı aralarında.
Yirmi altı Kongre üyesinin birlikte araya girmesi, Yahudi Ajansı’nın gece yarısı Londra’da bağlantı kurdu­ğu Birleşik Amerika’nın önde gelen kişilerinden birinin telefonla yardım istemesi ve Vaşington’daki elçilerinin ya­karıları sonunda, Filipinler Başkanını Birleşmiş Milletler­deki temsilcilerine, «çok yüksek ulusal çıkarlar» gerek­çesiyle olumlu oy kullanma emrini vermeye ikna etti
paylaştırmaya karşı olan dört ülke -Yunanistan, Liberya, Haiti ve Filipinler­ inanılmaz bir baskı ve hatta tehdit dalgasıyla karşılaşa­caklardı.
Sözkonusu ülkelerden en az ikisinin tutumunun de ­ğişmesi gerektiğine inanan Amerika Birleşik Devletleri de, siyonistlere bütün güçleriyle yardımcı oldular. NewYork­’lu parlamento üyesi Emmanuel Cellar, Başkan’a yolladı­ğı bir açık telgrafta «Yunanistan gibi direten ülkelerin yola getirilmesini» istedi. Yüksek Mahkeme yargıçların­dan ikisi Filipinler Başkanına çektikleri telgrafta «Paylaş­tırmaya karşı çıkma kararında diretirse ülkesininu milyon­larca Amerikalı dost ve taraftarını kaybedeceğini» bildir­diler
Nasıl uyuyabilirim ben
Filistin düşman elindeyken?
Bütün Filistin’de olduğu gibi, Kudüs’te de Haganah’ın stratejisi David Ben Gurion tarafından saptanıyordu. Basitti de: Yahudilerin elinde olan korunacaktı. Hiçbir Yahudi izin almadan evinden, çiftliğinden, kibbutzundan ya da işinden ayrılamazdı. Her ileri karakol, her topluluk, her köy ne kadar yalnız olursa olsun, Tel-Aviv şehri söz konusuymuş gibi boş bırakılmayacaktı.

İsrael Amir’in talimatına rağmen, Kudüs’ün Yahudi halkı, azınlıkta kaldığı mahallelerden ayrılmaya başlıyordu. Bu göçe son vermenin en iyi yolu diye düşündü Amir, Arapları bu mahallelerden kovmaktı. Aynı zamanda onları, Yahudi kesimine sıkışan küçük Arap mahallelerinden de atmaya karar verdi.

Önce bir gözdağı kampanyasına girişti. Adamları gece olunca, ele geçmesi istenen mahallelere giriyor ve Arap evlerinin kapılarıyla duvarlarına gözdağı veren afişler asıyorlardı. “Güvenliklerini sağlamak için kaçmaları gerektiğini belirten el ilanları arabaların camlarına yapıştırıldı. Telefonla her mahallenin Arap sorumlusu tehdit ediliyordu. Yahudi Ajansı’nın sekreterlerinden Ruth Givton’a, bütün Kudüs’ü evinde kabul eden ünlü Arap kadını Katy Antonius’u korkutma görevi verildi. Ama Kary öyle gevezeydi ki, telefonu hep meşgul çıkıyordu.

Bu çabaların sağladığı başarı önemli sayılmazdı. Dolayısıyla Amir yöntem değiştirmek zorunda kaldı. Haganah’a bağlı komandolar geceleri telefon ve elektrik tellerini keserek, yola el bombaları atarak, havaya ateş ederek bir güvensizlik havası yaratmaya koyuldular. Şeyh Bedr’de, bu saldırılar birkaç gece sürdü. Sonunda bir sabah, Amir’in adamları mahallede oturan Arapların eşyalarını toplayıp gittiklerini gördüler.

İngiliz Dışişleri Bakanlığı’nın Birleşmiş Milletler kararında desteklediği tek nokta, Kudüs’ün uluslararası şehir haline getirilmesiydi. Bunun da nedeni basitti: Yahudi yanlısı sayılan Amerika ve din düşmanı olarak tanınan Rusya arasında, uluslararası şehir Kudüs’te başrolü yine İngiltere oynayacaktı.
Arapların Yahudiler yararına yapabilecekleri en büyük hata, Ben Gurion’a göre Birleşmiş Milletler kararını reddetmekti. “Bu kararı reddetmeleri bizim için her şeyi değiştirecek, diye düşünüyordu, “çünkü ele geçirebildiğimizi topraklarımıza katma hakkını verecek.”
Birleşmiş Milletler’ce karara bağlanan Filistin’in paylaştırılması, gerçekten hoşnutluk verici bir çözüm yolu değildir, dedi. Ama buna uyma kara ydı. Kudüs’ün uluslararası bir şehir sayılması, bütün Yahudiler gibi onun da yüreğinde acılı bir yara açmıştı. Yahudi devletine tanınan uzun ve girintili çıkıntılı sınırlar savunulur gibi değildi. Birçok Yahudi yetkilisi, Arapların tutumu ne olursa olsun, devletlerinin topraklarını genişletmeyi öneriyorlardı. Ama Yahudi Ajansı genel kurulunda çoğunluğun desteklediği Ben Gurion, bu teklifi kesinlikle geri çevirmişti.

Ancak, Arap devletleri savaşçı niyetlerinde diretirlerse anlaşmalar hükümsüz kalacak ve Yahudi devletinin sınırları Birleşmiş Milletler’in kabul ettirdiği değil, Yahudilerin ele geçirip savaş boyu kendi güçleriyle koruyabileceği yerler olacaktı.

Halid b. Halidin Halife Ömer’in savaşçılarının başında kutsal şehre girdiği 638 yılından beri Kudüs’te hep bir Halidi ailesi yaşamıştı. Kudüs’teki Müslüman topluluğunun aydın çekirdeğini meydana getiren uzun bir okumuşlar, profesörler ve şeyhler dizisi
Yahudi ulusu için, bir devlet kurup Hazreti Davut’­ un şehrini başkent yapamamak «etinin» dirilişi demekti, «ruhunun» değil. İki bin yıl boyunca «Seni unutursam ey Kudüs, sağ elim hünerini unutsun!» yakarısı dağınık­lık içindeki bağlılığın yankısı olmuştu
Kut­sal yer olma niteliği ve sayısız ulusun üzerinde maddi çıkarlara sahip bulunması nedeniyle Birleşmiş Milletler’­in denetimine bırakılan Kudüs, üzerinde ne arapların ne de yahudilerin başkent kuramıyacakları bir uluslararası toprak oluyordu
29 kasım 1947 soğuk bir cu­martesi günü, ilk savaş mermilerinin Kudüs damlarına düşmesinden altı ay önce, yeni kurulan Birleşmiş Millet­ler Örgütüne üye ellialtı ülke temsilcileri NewYork ban­liyösündeki Flushing Meadows’da toplanmışlardı. Orada, eski bir patinaj salonunun kubbesi altında, Akdeniz’in doğu kıyısında yer alan, Danimarka’nın yarısı kadar nü­fusu Belçika nüfusunun beşte biri olan, Eski Çağ hari­taları yapanlar için evrenin merkezi ve dünyanın başlan­gıcında bütün insanların yollarının yöneldiği bir toprak şeridinin, Filistin’in kaderini çizeceklerdi.
14 Mart 1948 günüydü. O gün İngilizlerin Filis­tin’den ayrıldıklarını, yahudilerin İsrail Devletinin kuruluşunu ilan ettiklerini, Arapların savaşa girdik­lerini gördü.
Bir ihtilaf Kutsal Toprağı alevlere boğacak ve alevler bir daha da sönmeyecekti. Bu kitap ihtilafın doğuşunu anlatıyor
Ben Gurion koltuğuna gömüldü ve aldığı haberin sonuçları üzerinde düşünmeye koyuldu. Yıllar boyu, Siyonistlerin başlıca çabası Yahudi halkının bir devlet kurma hakkının geri kalan devletlerce tanınmasına yönelmişti. O günden sonra, bütün öncelik bu devletin korunmasına tanınmalıydı. Ben Gurion büyük devletlerin, halkına bir siyasal kimlik verme gücüne sahip olduklarını biliyordu ama, birleşecek Arap devletleriyle askeri bir çatışmaya girmelerini önlemeyeceklerinin de farkındaydı. Bu çatışma, 1936 yılındaki gibi, Haganah’ın yer altı birliklerini birkaç gerilla çetesiyle değil, uçaklara ve zırhlı birliklere sahip düzenli Arap ordularıyla karşı karşıya getirecekti. Çatışma anı gelip çattığında da, Yahudilerin yaşaması sadece hazırlanma derecelerine bağlı olacaktı. David Ben Gurion kendisine verdiği olağanüstü haberden ötürü
ziyaretçisine hararetle teşekkür etti. Bundan böyle, bütün gücü Filistin Yahudilerini savaşa hazırlama yolunda harcanacaktı. Onları çatışma anında hazır bulundurmaya bizzat dikkat edecekti.
Başlangıçta Araplar, hem ilkel hem de içgüdüsel tepkilerle yetindiler. Henüz sanayi devrimini başlatmamış bir dünyada yaşıyorlardı, sömürge halklarının sorumsuzluğuna alışmışlardı, geleneksel bir kadercilik bu tutumlarını destekliyordu; ulusal istekler yönünde pek örgütlenmediklerinden içgüdüleriyle en verimli sandıkları tutumu, reddetme yolunu seçiyorlardı. Arap dinamiği siyonizmden elli yıl geri kalmıştı.
Kısa süre sonra, Araplar da Lord Balfour’un Yahudilere verdiği sözün bir benzerini aldılar. İngiltere, Mısır’daki temsilcisi Sir Henry McMahon’la en büyük Müslüman yetkilisi Mekke şerifi arasındaki sekiz mektupluk bir yazışma sonucu, Almanya’nın müttefiki olan Türklere başkaldırmaları şartıyla, Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde Araplara geniş ve bağımsız bir devlet kurulacağına söz verdi. Diplomasiye özgü açıklıktan yoksun oluşuyla dikkati çeken mektuplarda McMahon Filistin’in sözünü hiç etmiyordu. Ama mektupların havası Arapları, kendilerine bırakılan bölgeye Filistin’in de dahil edildiğine inandırabilirdi. Verilen bu söz ve Albay Thomas Edward Lawrence’in konuşmacı yeteneğiyle kamçılanan Araplar sözlerini tutular ve Türklere karşı ayakandılar. Ama başkaldırma hareketi Arap dünyasına yayılırken, İngiltere de bağımsız bir devlet kurmak için Araplara vereceğini vaat ettiği toprakların geniş bölümünü Fransa’ya bırakıyordu. Sir Mark Sykes ile Charles Georges-Picot arasında yapılan pazarlık sonucu, anlaşma 1917 yılında Moskova’da imzalandı. Anlaşmanın gizli tutulması gerekiyordu. Ama Bolşevikler, iktidara gelir gelmez bunu açığa vurdular ve Arapların öfkesine yol açtılar. İngiltere’nin ihanetine uğrayan, Şam’dan ve Suriye’den Fransızlar tarafından kovulan, Filistin üzerindeki istekleri Lord Balfour’un Yahudilere verdiği söz ve İngiliz mandası yüzünden geri çevrilen Araplar, düşlerinin yıkılmasına tanık oluyorlardı.
Yine de Yahudiler hiçbir zaman, Theodor Herzl taraftarlarının geri dönmelerini teklif ettikleri Sion toprağından tam anlamıyla kopmamışlardı. En karanlık anlarda bile, küçük Yahudi toplulukları Safid’de, Taberiye’de, Galilée’de yaşamışlardı. Avrupa’da olduğu gibi, en büyük acıları Hristiyan hâkimiyetinden gelmişti. İlk Hristiyanlar onların Kudüs’ten atılmalarını sağlamış, Haçlılar kutsal şehirde yaşayan Yahudileri sinagoglarda diri diri yakmışlardı.
Gerçek bir heyecanla harekete geçen, devamlı kendi hayallerinin serabında yaşayan adamlar tarafından yönetilen Araplar, çoğunlukla hiçbir değere inanmayan ve kışkırttıkları ihtiraslara gem vurma gücünden yoksun politikacıların tehlikeli söylevleriyle savaşa itiliyorlardı. Kısa süre sonra felakete doğru atacaklardı kendilerini.
Bu alanın dibindeki dar bir geçide sıkışmış, üst üste yığılan koca taş bloklarının meydana getirdiği yüksek bir bina cephesi vardır. Hz. Süleyman’ın yaptırdığı tapınağın kalıntısı olan Ağlama Duvarı, Yahudiliğin en kutsal yeridir . Yirmi yüzyıldan beri, dört yana dağılmalarının ardından ağlayan Yahudiler ona doğru dönerler. Parlak, sararmış, cilalı gibi, yüzyıllar boyu dibine sürülen alınlar, dudaklar ve ellerden yağlanmış bu sarsılmaz yığın, çok eski çağlardan beri Kudüs’ü hırpalayan bütün felaketlere karşı koymuştur. Vücutlarını okudukları duaya uydurarak öne arkaya sallayan, kara giysili bir avuç bağnaz Yahudi bu duvarın önünd devamlı nöbet tutmuştur. Koca taş bloklarının yarıkları ve çatlakla. arasında bir sürü kâğıt parçası bulunur; kimi Tanrı’ya bağlılık mesajı yollamıştır, kimi yeni doğan çocuğunun ya da hasta karısının Tanrı tarafından kutsanmasını ister,kimi de ters giden işlerinin düzelmesini ya da İsrail halkının kurtuluşunu diler.
Eski Şehir’in öbür ucunda, geniş bir alanın ortasında, Kudüs’ün başka bir inanç için taşıdığı önemin tanığı Kubbetu’s-Sahra yükselir. Tek ve Merhametli Allah’ı yücelten zarif yazıları şereflendirmek için yeşille altın sarısının birbirine karıştığı kubbesinin mozaikleri altında, kara bir kaya yığını görünür. Eski Çağların en yüce yerlerinden biri olan burası Moriya Dağı’nın tepesidir.
Yahudiler, özellikle birbirine çok bağlı bir yığın meydana getiren ve geleneklerini koruyan dinsel topluluklardan olanları, insanlık tarihinde tek sayılacak bir sebat ve inatçılık göstermişlerdi. Tarih sürgünün ebedi olacağını doğrular gibi göründüğü halde, babalarının 70 yılında kovulduğu kutsal toprağın anısını ve bu toprağa bağlılığı sürdürmüşlerdi. Dualarında ve dinsel törenlerinde, hayatlarının her önemli anında, bu toprakla, Eretz İsrael’le bağlarını ve uzaklaşmalarının geçici niteliğini hatırlamışlardı. Bu topluluklar yüzyıllar boyunca Orta Çağ Avrupa’sının surlarla çevrili şehirlerinde, Polonya ve Rusya’nın soğuk gettolarında, sanayi devriminin ortaya çıkardığı izbelerde, bayram günleri, bir zamanlar kendilerine ait olan topraklardan alınan arpa ve buğday ürününü kutlamışlardı. Bankacılar, memurlar, tüccarlar, zanaatkârlar, hukuk doktorları, öğrenciler ve ev kadınları, bütün bir ulus her yıl büyük bağlılıkla , güneşin ve yağmurun sadece hayalinde yaşayan ülkenin ürünlerini geliştirmesi için yakarmıştı .
Yahudi ulusu için, bir devlet kurup Hz. Davud’un şehrini başkent yapamamak “etinin” dirilişi demekti, “ruhunun” değil. İki bin yıl boyunca “Seni unutursam, ey Kudüs, sağ elim hünerini unutsun!” yakarışı dağınıklık içindeki bağlılığın yankısı olmuştu. Günün birinde gözleriyle Yahuda Tepeleri’ni seyretmek için en ufak olanağı, hatta niyeti bulunmayan adamlar, yine de her yıl, Paskalya’da tantanalı bir şekilde “gelecek yıl Kudüs’te buluşmak” dileğinde bulunmuşlardı. Cami mihraplarının Mekke’ye dönük oluşu gibi, yeryüzündeki bütün sinagogların cephesi hep Kudüs yönüne bakardı. Bütün dindar aile yuvalarında, kutsal şehrin anısına boyanmamış bir taş bırakılırdı. Her Yahudi nikâhının sonunda, Tapınağın yıkılmasından duyulan acının belirtisi olarak damat sağ ayağıyla bir bardak kırar, birleşmenin Kudüs sokaklarını neşeye ve dansa boğması için dua okunurdu. Geleneksel avutma terimi: “Yüce Tanrı size ve Sion’la Kudüs’ün yaşlılarına güç versin”, yine kutsal şehri anardı. Bütün dillerde Yahudileri eski ülkelerinde toplama isteğini dile getiren Siyonizm sözcüğü bile, Kudüs’ün merkezinde yükselen Sion Tepesi’nin adından geliyordu. İbranice’de Sion ‘seçilmiş anlamına geliyor, yirmi beş yüzyıldan beri de Kudüs’ü, İsrail halkının umudunu belirtiyordu.
Düşman güçlü, ama zaferi biz kazanacağız إن شاء الله
Bize yeni bir zafer bağışlaması için Allah’a dua edin.
Cami mihraplarının Mekke’ye dönük oluşu gibi, yeryüzündeki bütün sinegogların cephesi hep Kudüs yönüne bakardı
İbranice’de Sion seçilmiş anlamına geliyor, yirmi beş yüzyıldan beri de Kudüs’ü, İsrail halkının umudunu belirtiyordu
İki yanında yolun yığılıyor ölülerimiz,
Dostum kadar sessiz madeni iskelet,
Bab El Vad!
Her zaman hatırla adlarımızı,
Bab el Vad, şehre giden yol üzerinde.
Kudüs, yeryüzünde hiçbir başka şehrin yaşamadığı gibi, dökülen kanın laneti içinde yaşamıştı. Oysa, Yeruşalayim, eski ibranice’de barış şehri anlamına gelir
Her uyuyuşumuzda, bir daha uyanıp uyanmayacağımızı bilemeyiz. Korktuğumuz şey kurşun değildir pek, uykumuzda her şeyi havaya uçurmalarıdır daha çok.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu
politikasını dilediği noktaya götürmek için İngiltere’nin Filistin’ e ihtiyacı vardı. Burası, lrak’ın akıl almaz zenginlikteki petrol yataklarıyla Taymis Nehrine kadar İngilizleşmiş hayati bir geçit olan Süveyş Kanalı arasında köprü görevini sağlayacaktı

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir