Mark Twain kitaplarından Kral Arthur’un Sarayında Connecticutlı Bir Yankee kitap alıntıları sizlerle…
Kral Arthur’un Sarayında Connecticutlı Bir Yankee Kitap Alıntıları
Bir insana verilebilecek en değerli şey serbestçe, bir zorlama olmadan verilendir.
Kendi düşüncelerimize, kendi fikirlerimize sahip değilizdir; bunlar bize aktarımla verilir, eğitim yoluyla öğretilir.
Diyeceğim, uğradıkları dehşet verici haksızlıklar o mazlum insanlarda bunları yapan zalimlere dönük herhangi bir öfke patlaması yaratmıyordu. Kendilerine miras bırakılan zulüm ve aşağılamaya o kadar uzun zamandır maruzlardı ki hiçbir şey onları şefkat ve incelikli yaklaşım kadar irkitemezdi. Evet, o insanlarda köleliğin çok derinlere kök salmasına yol açtığı garip, gerçekten garip bir saygı vardı. Tüm varlıkları tekdüze bir sabır, bu hayatın onlara reva gördüğü her şeye katlanma, her şeyi şikayet etmeden kabullenme düzeyine indirgenmişti. Hayal ve tasavvur güçleri ölmüştü. İnsanın dibe vurması gibi bir şey varsa, onların henüz doğarken vardığından daha dip bir nokta olamazdı.
İnsanı baştan yaratma şansım olsaydı, ona vicdan vermezdim. Bir insana dair en kabul edilemeyecek, uzun vadede ne kadar iyilik yaparsa yapsın bedeli ödenmiş sayılamayacak şeylerden biriydi bu. Yine de bu benim düşüncemdi ve daha tecrübeli kişiler farklı düşünebilirdi. Herkes istediğini düşünmekte özgürdür. Ben şunu bilirim: Vicdanımın bilincine uzun yıllar önce vardım ve vicdanım, beni başka herhangi bir şeyden daha fazla uğraştırmış, daha fazla rahatsız etmiştir. Sanırım başlarda onu armağan kabilinden kabul etmiştim, çünkü bizim olan her şeye o bakışla yaklaşırız. Ama çok aptalca bir düşünceymiş. Bir örnekle bakarsak ne kadar saçma olduğunu görürüz: İçimde bir demirci örsü olsa onu da armağan kabul edecek miydim? Elbette hayır. Ve düşünürseniz, vicdanla bir örs arasında -konforu etkileme açısından- gerçek fark olmadığını kabul edersiniz. Bunun farkına binlerce kez varmışımdır. Ayrıca varlığına dayanamaz hale geldiğinizde örsü asitle çözüp eritebilirsiniz ama vicdanı yok edemezsiniz; en azından benim bildiğim bir yolu yoktur bunun.
Elim, tabiri caizse, tetikteydi ve onu ateşleyip gece yarısından daha karanlık bu dünyayı her an ışığa boğmaya hazırdım.
Sınırsız güç, güvenli ellerde olduğunda ideal bir şeydir.
Bir gazetenin kendine has kusurları vardır ve bunlar epey fazladır. Ama önemi yok. Ölü bir milleti mezarda döndürecek şey odur. Bunu asla unutmayın.
Ben onlar hakkındaki fikrimi dile getirmiyordum, onlar da benim hakkımdaki düşüncelerini gizli tutuyordu. Böylece hesap tam oluyor, her şey dengede duruyor ve herkes mutlu mesut yaşayıp gidiyordu.
İnsanlar bana hayret ve huşuyla bakıyorlardı ama duygularında saygıdan eser yoktu
Bana hayranlık duyuyor ama aynı zamanda benden korkuyorlardı; tıpkı bir hayvana duyulan korku ve hayranlık gibi.
Görünüşe bakılırsa bu tımarhanede bir şarlatanın itibara ihtiyacı yoktu. İnsanlar onun sözüne inanmaya hazırdı.
O kadar yorgundum ki korkularım bile beni uzun süre uyanık tutmaya yetmedi.
Gerçi bilinçsizce terbiyesiz olana her şey bir terbiye meselesi gibi gözükür.
Sırf piyasa henüz olgunlaşmadı diye iyi bir şeyi fırlatıp atmanın faydası yoktu.
Ve tam da onun türünden mizahçıların yapacağı gibi, herkes kendine geldiğinde bile o gülmeye devam etti.
Tanrım, neden canımı almadın da bugünü gösterdin bana?
Devam et Anca bir paragraf tutarsın.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Sizi daha çok memnun edecekse, düşün yakamdan.
Pek tecrübesi olmayan ve düşünmeyen bir adam, bir ulusun refah yahut sefalet derecesini güncel maaşların yalnızca büyüklüğüne bakarak değerlendirir. Eğer maaşlar yüksekse ulus refah içindedir. Yüksek değilse, refah yoktur. Bu büyük bir hata. Önemli olan elinize geçen toplam para değil, onunla ne alabildiğiniz. Asil mesele bu. Maaşlarınız gerçekten yüksek mi yoksa sadece öyle mi görünüyor, ancak bu şekilde öğrenebilirsiniz ..
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Tüm olan bitene dair en acıklı gözlemse, o zulüm altında inleyen toplumun , zalim ellerini, hepsine zulmeden kişinin çıkarlar namına , kendi sınıflarından insanlara uzatmasıydı.
Ne zaman ki insanın vücut termometresi en düşüğü gösterir , aynı anda bir değişim yaşanır ve kişi harekete geçer. Umutlar ve onlarla birlikte neşe sıçrama yapar , insan kendisi için bir şeyler yaratabilecek duruma geliverir ; yapılacak bir şey varsa elbette.
Kral Arthur’un İngiliz ulusunun çoğu saf ve basit kölelerden oluşuyordu. Kimileri böyle anılıyordu ve boyunlarında demir bir tasma vardı. Geri kalanlar ise yine köleydi ama kendilerine köle demiyorlardı. Kendilerini birer insan, özgür birer insan olarak hayal ediyor ve öyle olduklarını söylüyorlardı. Gerçekte ise tek vücut olmuş ulus varlığını tek bir amaca adamıştı: Kralın, Kilise’nin ve soyluların önünde diz çökmek; onların kölesi olmak, onlar için kan ter içinde kalmak, onlar beslenebilsin diye aç kalmak, onlar eğlensin diye çalışmak, onlar mutlu olsun diye sefalet içinde yaşamak, onlar ipek elbiseler giyip mücevherler taksın diye çıplak dolaşmak, onlar ödeme yapmaktan kaçınsın diye vergi ödemek, onlar gururla, dimdik gezsinler ve kendilerini bu dünyanın tanrıları sansınlar diye tüm yaşamlarını bilmek ve aşağılanmak. Ve tüm bunlar için aldıkları yegâne teşekkür; kibir ve aşağılamaydı. Ama öylesine korkaklardı ki bunu bile bir tür ilgi olarak görüyor ve onur duyuyorlardı.
Kilise’nin dünyada üstünlüğünü kurmasından önce insanlar insandı ve başları dik yürür, bir insanın gururuna, ruhuna ve bağımsızlığına sahip olurdu. Ayrıca bir insanın büyüklüğü ve elde ettiği konum, başarılarıyla ilgiliydi, doğuştan gelmiyordu. Ama sonra Kilise ortaya çıktı ve elinde herşeyi öğütecek bir balta vardı. Akıllıydı, kurnazdı ve bir kedinin -ya da ulusun- derisini yüzmenin birden çok yolunu biliyordu. ‘Kralların ilahi hakları’ diye bir şey icat edip İlahi Mutluluk denen şeyle tuğla tuğla dört bir yandan destekledi. Onları, kötü olanı desteklemek için iyi amaçlarından döndürdü. Alçakgönüllüğü, üstlere itaati, kendini feda etmenin güzel olduğunu öğütledi (sıradan insanlara). Hakaretler karşısında uysallığı öğütledi (sıradan insanlara). Ve sabrı, ahlakı, zulme direnmemeyi öğütledi (yine sıradan insanlara, hep sıradan insanlara).
Sözcükler yangını yalnızca resmedebilir fakat bir bakış, yangının ta kendisidir.
Zihinsel çalışma yanlış adlandırılmış bir kavramdır. O, bir zevktir, sefadır ve kendi kendinin ödülüdür. En az maaş alan mimar, mühendis, öğretim üyesi çalışırken kendini cennette hisseder Tanrım, bu acı bir alay değil de nedir? Çalışmanın kanunları tamamıyla haksızlık üzerine kuruludur fakat hiçbir şey onu değiştiremez.
Kalbinizle mantık kuramazsınız. Onun kendi yasaları vardır ve zihninizin küçümsediği şeyler kalbinizin çarpmasına neden olabilir.
Mizaç diye bir şey yoktur. Böyle yanlış bir şekilde adlandırdığımız şey sadece kalıtım ve eğitimden ibarettir. Kendimize ait düşüncelerimiz, fikirlerimiz yoktur. Hepsi bize aktarılır, onlara göre eğitiliriz.
Vergi, vergi, vergi, daha çok vergi ve yine vergi vardı. Bu özgür ve bağımsız yoksulların üzerineydi hepsinin yükü. O müsrif soylular ve her şeyi yiyip bitiren Kilise hiç vergi ödemiyordu.
Aynı korkunç gücün eli, Roma Katolik Kilisesi’nde de görülebilirdi. İki ya da üç yüzyıl gibi kısa bir süre içinde insanlardan oluşan ulusu kurtçuklardan oluşan bir ulusa çevirmişlerdi. Kilise’nin dünyada üstünlüğünü kurmasından önce insanlar insandı ve başları dik yürür, bir insanın gururuna, ruhuna ve bağımsızlığına sahip olurdu. Ayrıca bir insanın büyüklüğü ve elde ettiği konum, başarılarıyla ilgiliydi, doğuştan gelmiyordu.
Miras yoluyla devam eden fikirler tuhaftır
Mesela oradaki insanlar, bir unvanı ve soylu bir geçmişi olmayan herkesin, doğal bir yetenekleri yahut kazanılmış bir nitelikleri olsun ya da olmasın, ancak bir hayvan, böcek hatta bir sinek kadar değeri olduğu düşüncesini miras almıştı. Ben ise kalıtımsal itibar ve kazanılmamış unvanlara sahip oldukları için tavus kuşu gibi kabaran insanların maskaralıklarına rıza gösterenlerin sadece gülünç olduğu düşüncesini miras almıştım.
Mesela oradaki insanlar, bir unvanı ve soylu bir geçmişi olmayan herkesin, doğal bir yetenekleri yahut kazanılmış bir nitelikleri olsun ya da olmasın, ancak bir hayvan, böcek hatta bir sinek kadar değeri olduğu düşüncesini miras almıştı. Ben ise kalıtımsal itibar ve kazanılmamış unvanlara sahip oldukları için tavus kuşu gibi kabaran insanların maskaralıklarına rıza gösterenlerin sadece gülünç olduğu düşüncesini miras almıştım.
Gerçekte ise tek vücut olmuş ulus varlığını tek bir amaca adamıştı. Kralın, Kilise’nin ve soyluların önünde diz çökmek; onların kölesi olmak, onlar için kan ter içinde kalmak, onlar beslenebilsin diye aç kalmak, onlar eğlensin diye çalışmak, onlar mutlu olsun diye sefalet içinde yaşamak, onlar ipek elbiseler giyip mücevherler taksın diye çıplak dolaşmak, onlar ödeme yapmaktan kaçınsın diye vergi ödemek, onlar gururla dimdik gezsinler ve kendilerini bu dünyanın tanrıları sansınlar diye tüm yaşamlarını bilmek ve aşağılanmak.
Kalbinizle mantık kuramazsınız. Onun kendi yasaları vardır ve zihninizin küçümsediği şeyler kalbinizin çarpmasına neden olabilir.
Ve insanlar!
Krallarına, Kilise’ye ve soylulara duydukları sevgi ve saygı, sanki bir kölenin kırbacını sevmesi ve sayması ya da bir köpeğin onu tekmeleyen bir yabancıya sevgi ve saygı duyması gibiydi! Ah, bana gelince, ne kadar değişmiş olursa olsun kraliyetin herhangi bir türü, ne kadar bundanmış olursa olsun aristokrasinin herhangi bir türü benim için bir hakaretti.
Krallarına, Kilise’ye ve soylulara duydukları sevgi ve saygı, sanki bir kölenin kırbacını sevmesi ve sayması ya da bir köpeğin onu tekmeleyen bir yabancıya sevgi ve saygı duyması gibiydi! Ah, bana gelince, ne kadar değişmiş olursa olsun kraliyetin herhangi bir türü, ne kadar bundanmış olursa olsun aristokrasinin herhangi bir türü benim için bir hakaretti.
Paçavralara sadık olmak, onlar için savaşmak, onlara tapmak hatta onlar için ölmek mantıksız bir sadakattir, hayvanlara özeldir sadece. Monarşiye aittir ve monarşi tarafından icat edilmiştir ve monarşiye bırakılmalıdır.
O kadar uzun zamandır zulme ve öfkeye maruz kalmışlardı ki hiçbir şey onları nezaket kadar irkiltemezdi.
Kendimize ait düşüncelerimiz, fikirlerimiz yoktur. Hepsi bize aktarılır, onlara göre eğitiliriz. İçimizde doğuştan bulunan, dolayısıyla bizim için güvenilebilir ya da güvenilemez olan şeylerin tamamı, bir toplu iğne başı kadardır, geri kalanlar sonradan edinilmiş zerrelerdir ve milyarlarca yıl önceden, Âdem’e ya da çekirgeye yahut maymunlara, soyumuz her nereden rastlantısal, gösterişli ve faydasızca türediyse oraya dayanan yerlerden gelen bilgilerdir.
Bu yasaya bağlı olarak, ulusun siyasi kıyafetinin yıprandığını düşünen ancak sükûnetini koruyan ve yeni bir kıyafet talep etmeyen vatandaş, ülkesine sadık değildir, bir haindir. Talep etmek onun görevidir ve diğerlerinin görevi de oylarıyla görevini yapmayanı ordan düşürmektir.
Ama biz daha ziyade küçük dehşetin, anlık dehşetin korkusuyla titreriz. Oysa hızlı bir balta darbesiyle ölümün dehşeti, bir ömür süren açlık, üşüme, aşağılanma, zulüm ve kalp kırıklığı karşısında nedir ki? Ağır ağır yanan bir odun ateşinde, kazığa bağlanarak ölmenin yanında, tek bir yıldırım düşmesiyle gelen hızlı ölüm nedir?
Kendilerini birer insan, özgür birer insan olarak hayal ediyor ve öyle olduklarını söylüyorlardı. Gerçekte ise tek vücut olmuş ulus varlığını tek bir amaca adamıştı: Kralın, Kilise’nin ve soyluların önünde diz çökmek; onların kölesi olmak, onlar için kan ter içinde kalmak, onlar beslenebilsin diye aç kalmak, onlar eğlensin diye çalışmak, onlar mutlu olsun diye sefalet içinde yaşamak, onlar ipek elbise giyip mücevherler taksın diye çıplak dolaşmak, onlar ödeme yapmaktan kaçınsın diye vergi ödemek, onlar gururla, dimdik gezsinler ve kendilerini bu dünyanın tanrıları sansınlar diye tüm yaşamlarını bilmek ve aşağılanmak. Ve tüm bunlar için aldıkları yegâne teşekkür; kibir ve aşağılamaydı. Ama öylesine korkaklardı ki bunu bile bir tür ilgi olarak görüyor ve onur duyuyorlardı.
Kanunlar, kişinin kendisine karşı uygulandığı vakit bir anlam ifâde ediyor ve bunun son derece kuvvetli bir etkisi oluyordu.
Tüm bu olan bitenler sırasında gözlemlediğim en acıklı mesele ise, bu baskı altındaki toplumun, kendi acımasız ellerini, herkesi ezen baskıcı sınıfın çıkarı için, kendi sınıfından insanlara uzatma konusundaki hevesleriydi.
Evet. Ne muhteşem bir zafer! Artık kimse ona zarar veremez. Kimse onu daha fazla aşağılayamaz. O artık cennette ve mutlu, Orada değilse bile cehennemdedir ve yine de bundan memnundur. Zîra orada ne bir başrâhip çıkacak karşısına ne de piskopos.
Putlaştırılmış düşünce karşısında tartışmanın hiç şansı yoktu, Dalgaların kayalıklara etki ettiği kadar etki ederdi onlara ancak.
Kurumsal Kilise’nin kurumsal bir suç, kurumsal bir kölelik örgütü olduğu düșüncesindeydim. Bu yüzden de herhangi bir vicdânî rahatsızlık duymadan onu herhangi bir şekilde yıkmak ya da herhangi bir silahla ona zarar vermek istiyordum.
Düşünceler, zaman ve alışkanlıkla derinlere kök salmıştır ve bunları mantıklı argümanlarla değiştirmek isteyen bir insanın işi oldukça ağırdır.
Muazzam bir otoriteyle donanmak hoş ama bunun herkesin rızasını alarak sahip olmak en güzeli.
Sanırım hepimiz aptalız. Üstelik, şüphesiz ki doğuştan böyleyiz.
Doğrusu insanın, bütün insan ırkını asıp bu komediye bir son vermek istediği zamanlar oluyordu.
Herhangi bir meşruiyet ya da mantık gölgesi taşımadan tahtları işgal eden bu tür saçma insanları ya da kendini aristokrat olarak gören yedinci sınıf insanları düşünmek ve bir grup hükümdarla soyluların, genel bir kural olarak, diğerleri gibi güce erişmesini ve geriye yalnızca sefalet ve belirsizliğin kalışını görmek, insanın ırkından utanmasına yeterdi.
Kalbinizle mantık kuramazsınız. Onun kendi yasaları vardır ve zihninizin küçümsediği şeyler kalbinizin çarpmasına neden olabilir.
Fazla hayat tecrübesi olmayan ve fazla düşünmeyen biri, herhangi bir ulusun refah veya refahtan yoksunluk derecesini sadece ücretlerin cari, yani geçerli büyüklüğüne bakarak değerlendirir; ücretler yüksekse ulus varlıklıdır, değilse fakir. Ve bu yanlıştır. Önemli olan elinize ne kadar para geçtiği değil, o parayla ne kadar alım yapabildiğinizdir; gelirinizin gerçekten mi yoksa sözde mi yüksek olduğunu belirten budur.
Çocukluğumuz birlikte geçti ve yirmi beş yıldır da karı kocayız; o günlerden bu güne hiç ayrılmadık. Bunun sevgiyi ve acıyı paylaşmak için ne kadar uzun zaman olduğunu bir düşünün. Bu sabah aklını kaçırdı; yine kırlarda mutlulukla gezinen şu bildik oğlanla kız olduğumuzu hayal ediyordu ve sonra, konuştukça o masum hoşnutluk onu ötelere, daha da ötelere taşıdı ve bilmediğim başka yerlere götürdü. Ve sonra, ölümlülere has o bakışı son buldu. Ayrılmadık, çünkü hayallerinde onunlaydım; o bilmiyordu ama ellerim -bu kuru pençeler değil, gençliğimdeki yumuşacık ellerim- onun ellerinin arasındaydı. Ah, evet, uzaklaşıp gitmek ama bundan bihaber olmak; ayrılmak ama birlikte kalmak; insan bundan daha eksiksiz bir huzurla nasıl terk eder şu dünyayı? Doğduğu zalim dünyaya karşılık verilen bir ödüldü bu ona.
Anladığınız gibi, benim sadakat anlayışım kişinin ülkesine, kurumlarına, baştaki yöneticilerine duyduğu türden sadakate sığmaz. Gercek olan, asal olan, ebedi olan ulustur; koruyup kollamamız, özen göstermemiz, sadık kalmamız gereken şey odur; kurumlar talidir, memleketin giyindiği kılıklardan öte değildir ve kıyafetler eskiyebilir, partallasabilir, rahatlığını kaybedebilir, bedeni kıştan ve hastalıktan ve ölümden koruyamaz hale gelebilir.
Nasıl bir kalp kırıklıkları dünyasıdır bu!
Kişinin sırları emanet etmek yerine kendi saklaması her zaman iyidir.
İnsan, kendi kusurlarını görmezden gelerek başkalarını tenkit etmemelidir..
Kalbinize mantıkla hitap edemezsiniz; onun kendi yasaları vardır ve atışları zekânın hor gördüğü şeyler karşısında da hızlanır.
Tartışmalar putlaştırılmış eğitimi değiştiremez, ancak dalgaların kıyıdaki yalçın bir kayayı aşındırdığı kadar aşındırabilirdi.
O kadar yakınımda ama bir o kadar da ulaşılmaz olduğu düşüncesi, yokluğunu daha da dayanılmaz kılıyordu.
Ama doğamızda vardır öyle şeyler; duygular öne çıktığında mantıklı davranmayız, hissederiz!
İnsanın meselelere iyi yanından bakması gerektiğine, lüzumsuz sızlanmalarla zaman kaybetmenin beyhudeliğine, konuyu bir an önce ele alıp neler yapılabileceğini görmenin yararına inanırım.
İnsanlardan biri kafasına bir şeyi taktığında, o düşünceyi oradan çıkarmak imkansızdır.
Karşılıklı alacak verecek yoktu, hesap denkti, herkes memnundu..
Böyle bir toplumda beyne gerek olmadığını, o organın işlevlerinin engellendiğini, bozulmaya uğradığını, simetrisini kaybettiğini, hatta belki kendi mevcudiyetini bizzat ortadan kaldırdığını kısa zamanda kavramak zor değildi.
Fazla hayat tecrübesi olmayan ve fazla düşünmeyen biri, herhangi bir ulusun refah veya refahtan yoksunluk derecesini sadece ücretlerin cari, yani geçerli büyüklüğüne bakarak değerlendirir; ücretler yüksekse ulus varlıklıdır, değilse fakir. Ve bu yanlıştır. Önemli olan elinize ne kadar para geçtiği değil, o parayla ne kadar alım yapabildiğinizdir; gelirinizin gerçekten mi yoksa sözde mi yüksek olduğunu belirten budur.
İnsan nihayetinde insandır. Asırlar süren istismar ve baskı onun içindeki insanlığı öğütüp yok edemez. Bunun tersini düşünen kendini kandırmış olur. Evet, en değersizleştirilmiş, en aşağılanmış halkların _örneğin Rusların, örneğin Almanların_ içinde bile bir cumhuriyet kurmak için yeterli malzeme, yeterli insanlık kalmıştır; yeter ki birileri o şeyi derinlerine gömüldüğü çekingen ve kuşkucu mahremiyetten çıkmaya zorlayıp herhangi bir tacı ve onu destekleyen aristokrasiyi alaşağı ederek çamurun içine atmak için kullansın. Belli başlı şeyleri görmemiz, inanç ve umut beslememiz gerekir.
Ben bir şey yaptığım zaman işe herhangi bir şeytani şeyin karışmadığından emin olabilirsiniz, Peder. Şeytan’ın cenahından gelen, Tanrı’nın eliyle yaratılmamış herhangi bir sanatı kullanmam. Ancak Merlin tamamen din dahili yollar üzerinde mi çalışıyor???
Aristokrasi için şu kadarını söyleyeceğim: Bu insanlar ne kadar zorba, öldürmeye meyilli, haris ve ahlaken çökmüşse, dine o kadar derinden ve şevkle bağlıydı. Kilise’nin buyurduğu düzenli ve vefalı ibadetten onları hiçbir şey alıkoyamazdı. Düşmanını sıkıntılı durumda yakalamış bir asilzadenin adamın boğazını kesmeden önce durup dua ettiğini defalarca gördüm; bir asilzadenin düşmanını pusuya düşürüp hallettikten sonra ölüsünü yağmalamadan önce en yakındaki yol kenarı ibadethaneye gidip tevazuuyla şükrettiğini defalarca gördüm.
Kalbinize mantıkla hitap edemezsiniz; onun kendi yasaları vardır ve atışları zekanın hor gördüğü şeyler karşısında da hızlanır.
Ruhani istekler ve içgüdüler, insan familyasında fiziksel iştahlar, çehreler, bedensel özellikler kadar çeşitlidir ve bir insan, ancak rengi, şekli ve ölçüleri kendi ruhani biçimine, eğilimine, ayarlarına uyan bir dinsel elbise içinde ahlaki yönden en iyi durumda olabilir.
En fazla anaokulu düzeyinde idrake sahip olduğu anlaşılan o güruhta, toplamda, olta sallasan yakalayamayacağın cesamette beyin vardı; ancak bir zaman sonra bunu da önemsemiyordun, çünkü böyle bir toplumda beyne gerek olmadığını, o organın işlevlerinin engellendiğini, bozulmaya uğradığını, simetrisini kaybettiğini, hatta belki kendi mevcudiyetini bizzat ortadan kaldırdığını kısa zamanda kavramak zor değildi.
İnsan, kendi kusurlarını görmezden gelerek başkalarını tenkit etmemelidir.
Kalbinize mantıkla hitap edemezsiniz; onun kendi yasaları vardır