İçeriğe geç

Kozmos – Evrenin ve Yaşamın Sırları Kitap Alıntıları – Carl Sagan

Carl Sagan kitaplarından Kozmos – Evrenin ve Yaşamın Sırları kitap alıntıları sizlerle…

Kozmos – Evrenin ve Yaşamın Sırları Kitap Alıntıları

Evrenin gizleri,ölüm ve zamandır.
Bu durum sadece astronomi alanının cisimlerine özgü değildir. Bir odanın içinde üç metre ötedeki bir arkadaşınıza bakıyorsanız, bu arkadaşınızı şu andaki haliyle görüyor değilsiniz. Saniyenin yüz milyonda birine eşzaman önceki durumunu görüyorsunuz. Bunun hesabı şöyledir: [3m]/[3×10’8m/s]=[1]/[10’8m/s]= [10 #8242;-8s]
Bu hesapta yaptığımız uzaklığı hıza bölüp aradaki geçen zamanı bulmaktı. Ne var ki, şu andaki arkadaşınızın görüntüsü ile saniyenin yüz milyonda birine eşzaman önceki görüntüsü arasındaki fark o kadar küçüktür ki, fark edilmez. Oysa sekiz milyar ışık yılı uzaktaki bir kuasar a baktığınız zaman, onun sekiz milyar ışık yılı önceki durumunu görüyor olmanız önemli fark yapar.
Bizim galaksimizden M31 adını alan ve yine Andromeda takım yıldızında bulunan en yakın sarmal galaksi 2.000.000 ışık yılı uzaklıktadır. Bugün gördüğümüz M31’den gelen ışık o zamanlar hareket ettiğinde, yeryüzünde insan türü henüz yoktu. Atalarımız bugün kazandıkları şekle yeni yeni dönüşüyorlardı. Bu denli uzaktan gelen ışığı bugün görebilmemizin nedeni, bunun kaynağının yerküremiz ve Samanyolu’nun oluşmasından önce var olmuş bulunmasındadır.
Uzay [mekân] ve zaman iç içe geçmiş durumdadır; zaman kavramı olmaksızın mekânı, mekân kavramı olmaksızın zamanı kavrayamayız. Işık çok hızlı yol alır. Fakat uzay çok boştur ve yıldızların aralarındaki mesafe büyüktür. Yetmişbeş ışık yılı gibi uzaklıklar, astronomi alanında çok küçüktür. Güneşten Samanyolu’nun merkezine olan mesafe 30.000 ışık yılıdır.
Yıldızlar arasındaki ortalama uzaklık birkaç ışık yılıdır ve bir ışık yılınında 10 trilyon kilometre[10.000.000.000.000km] olduğunu anımsayalım.
Kumsallar bize zamanı da anımsatmış olurlar. Bir avuç kumda yaklaşık 10.000 kum tanesi vardır. Göğün açık olduğu bir gecede görebildiğimiz yıldız sayısından daha çoktur elimizdeki kum taneleri sayısı. Ancak görebildiğimiz yıldızlar, evrendeki bütün yıldızların küçücük bir bölümüdür. Oysa Kozmos ölçü kavramını aşan bir zenginliktedir; [Evrendeki yıldızların toplam sayısı yeryüzündeki tüm kumsallardaki kum tanelerinden daha çoktur.]
Biz, hepimiz, ne yapacakları önceden kestirilemeyen ve hosnutsuzluklarindan ötürü homurdanan tanrılara hikayeler icat etmek suretiyle yaşam tehlikelerini göğüslemeye çalışan insan kuşaklarının devamıyız.
Dinozorları yok eden şeyin tam olarak ne olduğunu kimse bilmiyor. İlginç bir fikre göre, nedeni kozmik bir felaketti, yakın bir yıldızın patlaması; Yengeç Bulutsularına yol açan bir süpernova. Altmış beş milyon yıl önce rastlantı sonucu güneş sistemimizden on ya da yirmi ışık yılı uzaklıkta bir süpernova bulunsaydı, uzaya yoğun kozmik ışınlar yayardı ve bu ışınlardan bir bölümü yerküremizin hava örtüsüne girerek atmosferdeki nitrojeni yakardı. Böylece oluşan nitrojen oksitler, atmosferdeki koruyucu ozon tabakasını yırtar, yeryüzüne güneşten gelen morötesi ışınları arttırarak yoğun morötesi ışına karşı korumasız birçok organizmayı yakar, mutasyona uğratırdı. Bu organizmalardan bazıları, dinozorların başlıca yiyecek maddesi olabilirdi.
Beş parmağımız var, çünkü yüzgeçlerinde beş parmak kemiği ya da kemik bulunan Devon balığından türemişiz. Eğer yüzgeçlerinde altı ya dört kemik bulunan bir balıktan türemiş olsaydık, her iki elimizde altı ya da dört parmak bulunacaktı ve pekala bunları da doğal sayacaktık.
Çekim gücü yeterince artırılınca, hiçbir şey, ışık bile çıkmaz. Böyle bir yere verilen ad Kara Delik’tir. Yoğunluğuyla çekim gücü yeteri kadar artınca, kara delik göz kırpıp evren görüntüleri arasından kaybolur. Bu yüzden adına kara delik denilmiştir, içinden ışık çıkamıyor da ondan. Fakat iç yüzü, ışık orada kısıp kaldığı için, ilginç görüntülü olabilir. Bir kara delik dıştan görülmese de çekim gücü hissedilebilir. Eğer yıldızlararası yolculukta dikkatli davranamazsa kara delik sizi içine çeker. Bir daha bırakmamacasına. Vücudunuz da görüntüsü pek hoş olmayan ince uzun bir iplik biçiminde görülür.
Bir şeyin nedenini öğrenmeyi, kral olmaya yeğ tutarım.
– Demokritus
Jüpiter çevresindeki yörüngesinde dönen Avrupa üzerinde Güneş ışığı parıldıyor. Bu ışık uzaya yansıyor. Uzaya yansıyan ışığın bir bölümü Voyager televizyon kamerasındaki fosfora çarpıyor ve bir görüntü yaratıyor. Voyager’daki bilgisayarlar görüntüyü okuyorlar, yarım milyar kilometre uzaklıktaki yeryüzünde yerleştirilmiş bir radyo-teleskopa radyo sinyalleri veriyorlar. Bu radyo-teleskoplardan biri İspanya’da, biri Güney Kaliforniya’daki Majove Çölü’nde, üçüncüsü de Avustralya’da.
Bugünkü sanayi uygarlığının başlıca enerji kaynakları fosil adını verdiğimiz yakıtlardır. Odun ve petrol, kömür ve doğalgaz yakmaktayız. Bunları yakarken, havaya, çoğunlukla karbondioksit[CO2] olmak üzere, zararlı gazlar salıyoruz. Bunun sonucu olarak, yeryüzü atmosferindeki karbondioksit miktarı korkunç derecede artıyor. Seradaki ısı artışının kontrolden çıkma olasılığı, çok dikkatli olmamız gereğini hatırlatmalıdır: Yerküremizin tüm ısısında bir ya da iki derecelik ısı artışı bile bir felakete neden olabilir. Kömür, petrol ya da mazot yakarken, atmosfere sülfürik asit[H2SO4] de salıyoruz. Büyük kentlerimiz zararlı moleküllerle çevre kirliliğine uğramış durumda. Davranış biçimimizin uzun dönemde doğuracağı sonuçları kestirememekteyiz.
Yerküremiz biraz Güneş’in yakınına kaydırılırsa, ısı hafifçe yükselir. Böyle bir şey karbondioksidin bir bölümünü yüzeydeki kayalardan dışarı atar, buysa sera koşullarını şiddetlendirirdi. Bu durumda da yüzeydeki ısı yükselirdi. Yüzeyin daha çok ısınması sonucu, karbonatlar[CO3] buharlaşarak karbondiokside [CO2] dönüşür ve seradaki düzgün ısı kontrolü kaybolur.
Biz her şeyi yansıyan ışıkla görüyoruz. Bu ışığı Güneş verebileceği gibi, elektrik ampulü de verir. Işığın ışınları baktığımız nesneye çarpıp geri gelerek gözümüzün içine girer. Fakat eskiler, ki bunlar arasında Eukleides[Öklid] gibi önemli kişiler de var, gözümüzden uzanan ışınların, bakılan cisme temas etmeleri suretiyle görebildiğimizi sanırlardı.  Bu tür bir düşünceye bugün de rastlandığı oluyor. Gerçi karanlık bir odadaki cismin görülemeyişini açıklamaya yetmiyor, ama doğal bir düşünce olarak bunu sürdürenler var. [Günümüzde bir lazerle bir fotohücre ya da bir radar vericisiyle bir radyo-teleskopu arasında bağlantı kurarak uzaktaki cisimleri ışık yoluyla algılıyoruz.]
Şunu da açıklamalıyız ki, bunun bir tehlikesi Mars’tan yerküremize mikrop getirilmesi olasılığıdır. Mars toprağındaki mikropları yeryüzünde incelemek istiyorsak, numuneleri sterilize etmeden ele almalıyız. Böyle bir girişimin amacı, Mars toprağındaki mikropları dünyamıza canlı olarak getirebilmektir. Peki, bunun sonucu ne olur? Yeryüzüne getirdiğimiz Mars’lı mikroorganizmalar halk sağlığı için bir tehlike oluşturur mu? Bu konuda kesin bir şey söyleyemeyiz. Ciddi ve tehlikeli bir sorundur. Yerküremize Mars’tan mikroorganizma getirmek istiyorsak, bunların yayılmamasını son derece güvenilir bir biçimde sağlamalıyız. Bakteriyolojik silahlar geliştiren ve depolayan ülkeler var. Bu ülkelerin toprakları üzerinde çok ender kazalar görülse bile, yaygın bir tehlike sözkonusu olmadan tehlikenin önüne geçtikleri görülüyor. Ola ki Mars’tan alman numuneler tehlikesizce yeryüzüne getirtilebilir. Doğrusu ya, Mars’tan dünyaya toprak numunesi getirmeden önce tehlike unsurunu kılı kırk yararak incelemeyi yeğlerim.
Percival Lowel adında Boston’lu birinin kurduğu büyük bir gözlemevi, Mars gezegeninde hayat olduğu savının en büyük destek gördüğü merkeze dönüştü.
Gençliğinde amatör bir astronom olan Lowell, Harvard’da okuduktan sonra Kore’de yarı resmi diplomat görevi üstlenmişti. Bunun dışında yaptıkları genellikle zenginlerin uğraşları arasına giren işlerdi. 1916 yılında öldü. Fakat ölümünden önceki çalışmalarıyla doğa ve gezegenlerin evrimine ilişkin bilgilerimize, evrenin genleştiği varsayımına ve kesin biçimde de Pluto gezegeninin keşfine katkılarda bulunmuştu. Zaten bu gezegene Pluto denilmesi onun adından kaynaklanmaktadır. Pluto sözcüğünün ilk iki harfi, Percival Lowell’in isim ve soyadının baş harflerinin biraraya gelmesinden oluşturulmuştur.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Zorlu bir matematik problemi karşısında bocalayan Kral’a, ‘Geometri alanında krallara mahsus bir özel yol yoktur,’ diyen geometri ustası Euklid’e rastlıyoruz.
Eratosthenes üzerinde yaşadığımız gezegenin çevre ölçüsünü sağlam bir temele dayanarak tam olarak ölçebilen ilk insandır.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Işığın bir yılda aldığı mesafeye ışık yılı adı verilir. Işık yılı ile zaman değil, uzaklık ölçülür.
Biz hem gökyüzünün, hem yeryüzünün çocuklarıyız.
Satürn’den Venüs’e dek gezegenlerin son dönemlerde çarpma durumuyla karşı karşıya kaldıklarının ön sürüldüğü bir kitap, 1950 yılında Immanuel
Velikovsky adında bir psikiyatri uzmanı tarafından yayınlandı. Geniş halk
yığınlarına hitap etmek üzere hazırlanan bu kitaba Çarpışan Dünyalar (Worlds in Collision) adı verilmiştir.
Gezegen büyüklüğünde «kornet» denen bir cismin Jüpiter sisteminde her nasılsa oluştuğunu ileri süren yazar, 3.500 yıl kadar önce bunun iç güneş sistemine girdiğini, yerküremiz ve Mars’la birkaç kez çarpıştığını, bu çarpmaların sonucu olarak Kızıl Deniz’i ayırdığını, Musa’yla İsraillilerin Firavun’dan kaçmalarını sağladığını ve Joshua’nın emirleriyle gezegenimizin dönmesini engellediğini söylüyordu. Bu yüzden volkan patlamaları ve sellerin görüldüğünü yazan Velikovsky’nin ifadesine göre, kozmik gezegenler arası bir bilardo oyunu sonucunda, bu kornet hemen hemen dairesel bir yörüngeye oturarak bildiğimiz Venüs gezegeni oluvermiştir. (adı geçen yazara göre Venüs eskiden yokmuş).
1466’da büyük bir kuyruklu yıldızın görünmesi Avrupa’yı telaşa düşürdü. Bu da Halley Kornetiydi. Hıristiyanlar, yeryüzüne kuyruklu yıldız sevk eden Tanrı’nın, İstanbul’u henüz yeni zapteden Türklerin yanında olabileceği korkusuna kapıldılar.
DNA’nın sarmal merdivenindeki büklümleri görüyorsunuz, insan DNA’sının bir molekülünde bu tür 100 milyon büklüm ve yaklaşık 100 milyar da atom var. Buysa ortalama olarak bir galaksideki yıldız sayısına eşittir.
DNA’sında yazılı bilgi birikimi toplamı, normal konuşma dili temeline dayanılarak yazılsa, kalın kalın 100 ciltlik kitap tutardı. Ayrıca DNA molekülleri, bazı istisnalar dışında, kendilerini aynen tekrarlayarak tıpatıp birer kopyalarını çıkarabilirler.
Isaac Newton tek tanrıcı Yahudilerdendi. Mainomides mezhebindendi. Tek tanrıcı olma kararına, akıl ya da inkâr yoluyla ulaşmamıştı. Eski belgelerin yorumu üzerine bu karara varmıştı. Ona göre Üçlü Birlik (Baba, Oğul, Ruhül Kudüs) inancı kutsal belgelerin sonradan sahteleştirilmesiyle ortaya çıkmıştı. Var olan tek Tanrı’dır. Newton bu gerçeği yaşamı boyunca saklamak zorunda kalmaktan ötürü büyük acı çekmişti.
Gezegenimiz üzerindeki devletlerin bayraklarına bakılınca, ilginç bir durumla karşılaşılır. ABD’nin bayrağında 50 yıldız bulunuyor. Sovyetler Birliği’nin ve İsrail’in bayraklarında birer yıldız var. Birmanya’nınkinde 14, Venezüela bayrağında 7, Çin bayrağında 5, Irak bayrağında 3 yıldız var. Japonya, Uruguay, Bangaldeş, Taiwan, Malavi bayraklarında güneş var.
Brezilya bayrağında gökyüzü küresi bulunuyor. Kamboçya bayrağında Angkor Wat astronomi laboratuvarı; Hindistan, Güney Kore ve Moğolistan Halk Cumhuriyeti bayraklarında kozmolojik simgeler yer alıyor.
Birçok sosyalist ülke bayrağında yıldız var. Bir çok İslam ülkesi bayrağında da hilal vardır. Ulusal bayraklardan hemen yarısı astronomi simgeleri sergiliyor. Bu olgu şu kültür ya da mezhebin işi değil, evrenseldir.
Cambrian patlamasının hemen ardından, okyanuslar değişik hayat şekilleriyle dolup taştı. 500 milyon yıl içinde büyük trilobit sürüleri belirdi. Bunlar büyücek bir sineğe benzeyen, iyi yapılanmış hayvanlardı; bazı sürüler okyanusların tabanında yaşardı. Bugün artık trilobitler yoktur. 200 milyon yıldır yeryüzünde trilobit yaşamadı. Yeryüzünde bugün canlısının izine rastlanmayan bitkiler ve hayvanlar çoktur. Ve hiç kuşkusuz halen gezegenimizdeki türlerin hepsi de bir zamanlar var değillerdi. Eski kayalıklarda bizim gibi yaratıklara ait bir ize rastlanmıyor. Türler bir ara belirdikten sonra, uzun ya da kısa bir süre gezegende ikamet ediyorlar, sonra da ortadan kayboluyorlar.
Seksin icadıyla, iki organizma aralarında DNA kodlarının tam olarak birer
paragraflarını, sayfalarını ve kitaplarını değiş tokuş edebilmeye başladılar.
Böylece ayıklama eleğine hazır yeni çeşitlilikler ortaya çıktı. Organizmalar
seks İlişkisi açısından ayıklanmadan geçerler ve sekse karşı ilgi duymayan
organizmalar çabucak yok olup giderler. Bu süreç yalnızca iki milyar yıl
öncesinin mikropları için geçerli değildir. Biz insanlar da bugün DNA’larımızın bazı bölümlerini değiş tokuş etmeye meraklı bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz.
Dört milyar yıl önce yeryüzü bir moleküller cennetiydi. Bunların henüz
avcıları yoktu. Bazı moleküller yeni moleküller üretmede yetersiz kalıyorlar,
yapı taşları bulmak için rekabet ediyorlar ve ancak kendi kaba kopyalarını
yineleyerek üretebiliyorlardı. Üreme, mutasyon ve en çelimsizlerin ayıklanarak yok oluşuyla, evrim, molekül düzeyinde bile geçerliliğinisürdürüyordu. Zamanla bunların üreme koşullarında uyumları arttı. Özel işlevli moleküller, sonuçta biraraya gelerek bir molekül ortaklığı kurdular. Bu ilk hücreydi.
Karanlık odada tek aydınlık yer mikroskobundan çıkan ışık demetinin kümelendiği noktaydı. Odada çıt çıkmaması beni daha da şaşırttı ne diyeceğim konusunda. Çok değişik bir sinek türü bulmuştum. Bunun şişedeki şeker pekmezi üzerindeki yavru larvalardan türediği kesindi.
Doğrusu ya, Muller’i rahatsız etmek istemiyordum, kararsızdım. Ama Muller mikroskobun alttan vuran ışığının aydınlattığı yüzünü kaldırarak, «Diptera’dan çok Lepiduptca’ya mı benziyor?» diye sordu. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyordum. Bu nedenle açıklamasını sürdürdü. «Kanatları mı büyük? Duyargaları tüylü mü?» Keyfim kaçmış durum başımı salladım evet anlamında.
”Dünya benim ülkem ve dinim de bilimdir. ”

Christiaan Huygens

Bilime gücünü veren, özgür araştırma ve ne denli garip gelirse gelsin, ortaya atılan bir varsayımın değeri üzerinde araştırma yapılması gerektiği düşüncesinin yerleşmesidir. Alışılmış fikirlere benzemediği için insanı tedirgin eden yeni fikirlerin boğulması, din ve siyaset çevrelerinde görülebilir. Fakat böyle bir şey, bilgiye götüren bir yol değildir. Bilimsel çaba kavramıyla bağdaşamaz. Yeni ufuklar açacak görüşleri kimin öne süreceğini önceden kestirip atamayız.
Kuyrukluyıldızlar hep korku, huşu ve batıl inanç nedeni olmuşlardır. Bunların arada sırada belirmesi, değişmez ve tanrısal düzenli Kozmos kavramını gölgelemiştir. Süt beyazlığında muhteşem bir alev kuşağının, birkaç gece üst üste, yıldızlarla birlikte gözüküp yıldızlarla birlikte kayboluşunun nedensiz olması ya da insan hayatını etkileyemeyeceği düşünülemezdi. Böylece kuyrukluyıldızların felaket habercisi, tanrısal gazap belirtisi olduğu düşüncesi gelişti. Kralların tahttan devrilişini, hatta vârislerin ölümünü haber verdiği fikri yerleşti. Babilliler kuyrukluyıldızların cennet kuşları olduğunu sanırlardı. Yunanlılar uçan saçlar, Araplar alev çıkaran kılıçlar olarak görürlerdi. Ptolemaios zamanında kuyrukluyıldızlar biçimlerine göre ayrıntılı olarak sınıflandırılmışlardı. Ptolemaios kuyrukluyıldızların savaş, sıcak hava ve tatsız olaylar getirdiği kanısındaydı. Ortaçağda kuyrukluyıldızları gösteren tablolarda kuyrukluyıldızlar çarmıh biçimindedir. Luther’ci bir rahip olan Andreas Celichius adındaki Magdeburg piskoposu, 1578 yılında yayımladığı Yeni Kuyrukluyıldız’ın Dinsel Açıdan Hatırlanılışı adlı kitapta kuyrukluyıldızın, İnsan günahlarının yoğun duman haline gelişi olduğunu, her gün, her saat, her an Tanrı’nın önünde kokuşmuşluk ifadesi olarak yükseldiğini, yavaş yavaş yoğunlaşıp bir kuyrukluyıldıza dönüştüğünü ve sonunda Yaradan’ın kızgınlığıyla yakılıp alev olduğunu söylüyordu. Fakat bu düşünceye, eğer kuyrukluyıldızlar günahların dumanlaşmış haliyse göklerde sürekli bunların dolaşması gerekirdi, görüşüyle karşılık verildi.
Işık bir dalga hareketidir; belirli bir zaman biriminde [örneğin bir saniye], gözün ağ tabakası gibi bir ışık algılama mekanizmasının içine ulaşan dalga boyu sayısı frekansını belirler.
Açık bir alanda sırt üstü yatıyorum ve gökyüzü kuşatıyor beni. Büyüklüğü karşısında güçsüzüm. Öylesine derin ve uzaktaki, kendi önemsizliğim bile elle tutulur hale geliyor. Ama gökyüzünün beni reddettiğini hissetmiyorum. Onun bir parçasıyım ben,ufacık elbette,ama bu muazzamlığın yanında her şey ufacık kalır. Yıldızlara,gezegenlere ve hareketlerine yoğunlaşınca karşı konulmaz bir makine, saat gibi bir düzen duygusuna,ne kadar kendini beğenmişcesine amaçlarımız olsa da yanında cüce gibi kalacağımız ve kibrimizi kıracak bir boyutta, mükemmel işleyen bir hassasiyet duygusuna kapılıyorum.
İnsan zihninin şimdiye dek ulaşabildiklerinin uyanmadan önceki rüyadan başka bir şey olmadığına inanmak mümkündür.
Herhangi bir gezegende biyolojik yapısı ya da sosyal sistemi ne olursa olsun nüfusundaki belirgin bir artış tüm kaynakları yutacaktır.
Genişleyen bir evren ve Büyük Patlama görüşü doğruysa Büyük Patlama anında koşullar nasıldı? Ondan önce ne olmuştu? Maddeden yoksun küçücük bir evren vardı da, ardından madde birden hiç yoktan mı yaratıldı? Bu nasıl oldu?
Kanımca, evrende hayat kaynıyor olması çok daha güçlü bir olasılıktır. Ama biz insanlar bunu henüz bilemiyoruz.
Oysa Kozmos ölçü kavramını aşan bir zenginliktedir; şöyle ki: Evrendeki yıldızların toplam sayısı yeryüzündeki tüm kumsallardaki kum tanelerinden daha çoktur.
Uygarlığımızın sağlık durumu, kültürümüzün derin dayanakları konusundaki bilinçliliğimiz ve geleceğe gösterdiğimiz ilgi hep kitaplara karşı göstereceğimiz özenle ölçülebilir.
DNA’mizdaki nitrojen,dislerimizdeki kalsiyum,kanimizdaki demir, elma kekindeki karbon çöken yıldızların içinde üretilmişlerdir. Yildizlardaki malzemedir yapımızda var olan.
Mısır’ın Büyük İskender’den sonraki Yunan Kralları öğrenim sorununu ciddiye alırlardı. Yüzyıllar boyu bilimsel araştırmaya destek oldular ve kitaplıkta çağın en büyük beyinleri için çalışma ortamı hazırladılar.
Yerküremizin küçük bir dünya olduğunun anlaşılması, birçok önemli keşfin yapıldığı Ortadoğu’da aydınlığa kavuşmuştur. Bu keşif Milattan Önce üçüncü yüzyıl olarak belirlenen bir zamanda, o dönemin en büyük metropolü sayılan Mısır’ın İskenderiye kentinde oldu.
Dünya adını verdiğimiz gezegene hoşgeldiniz Mavi renk nitrojenli göğünde, su okyanuslarında, serin ormanlarında ve meralarında cıvıl cıvıl hayat kaynadığı kesin olan yerküremize hoşgeldiniz. Kozmik perspektifte, daha önce de belirttiğimiz gibi güzel ve enderdir bu gezegen. Hatta şimdilik tektir diyebiliriz. Uzayda ve zaman içinde yaptığımız yolculukta, Kozmos maddesinin kesinlikle canlıya dönüştüğü yer olarak şimdilik yalnızca Dünya’mızı gösterebiliriz.
Dünya var olduğundan beri yeryüzüne cisimler düşüyordu. Ay’ın yerküremiz çevresinde döndüğüne insanlık tarihi boyunca hep inanılmıştır. Newton hem elmayı yere düşüren, hem de Ay’ı yerküre çevresinde döndüren gücün aynı olduğunu akıl edebilen ilk insandır. Newton’ın bulduğu yerçekimi kuramına Evrensel Çekim Yasası denilmesinin nedeni budur.
Yıldızlara oranla tüm yaşamı bir güncük süren mayıs sineği gibiyiz.
Yargısı önceden verilmiş bir düşünce demek, aklın desteğinden yoksun bir otorite kurmak demektir.
Astroloji ikizlerin yaşamından sınanabilir. Öyle durumlar var ki, ikizlerden biri henüz küçükken bir trafik kazasında ya da yıldırım çarpmasında öldüğü halde, öteki ikiz yaşamını son zamanlarına dek sürdürebiliyor.
Bilinende sınır vardır, bilinmeyende sınır yoktur. İnsan aklı anlaşılmazlığın engin okyanusunda barınacak bir ada sağlar. Her kuşağa düşen iş, bu okyanustaki adaya biraz daha toprak katarak büyümektir.
-T. H. Huxley
İnsan DNA’sı bir milyar nükleotid uzunluğunda bir merdivendir. Nükleotidlerin aklın alamayacağı kadar çok sayıda bileşim olasılığı vardır. Fakat bu bir anlam ifade etmez,çünkü yararlı bir işlev görmeyen protein sentezlerine yol açar. Yalnızca çok kısıtlı sayıda nükleik asit molekülleri bizimki gibi karmaşık hayat şekilleri vücuda getirmeye yetmektedir. Buna rağmen bile, nükleik asitlerin yararlı biçimde biraraya getirilmiş yolları şaşırtıcı derecede çoktur; belki de evrendeki tüm elektron ve protonların sayısından daha çoktur. Bu noktadan hareket ederek dünyaya getirilebilecek insan sayısının şimdiye dek yaşamış insan sayısından çok daha fazla olduğu söylenebilir. İnsan türünün kaynak potansiyeli büyüktür. Nükleik asitleri şimdiye kadarki herhangi bir insandakinden daha iyi çalışmaları için biraraya getirmenin çeşitli yolları olmalıdır. Neyse ki, başka tür bir insan meydana getirmek için nükleotidleri değişik bileşimlere kavuşturma bilgisinden yoksunuz. İleride nükleotidleri istediğimiz biçimde biraraya getirerek arzu edilen nitelikleri yaratmak mümkün olabilir Düşündürücü ve ürkütücü bir proje!
Samanyolu’nda karmaşık ama uyumlu biçimde dolaşan her türden 400milyar yıldız yer alır.
Bütün gezegenler Güneş’in yorüngesinde dolanırlar. Bize en yakın olan bu yıldız, hidrojen ve helyum ateşinden termonükleer (reaksiyonlarla) tüm sisteme ışık yağdırır.
Mavi yıldızlar genç ve kızgındırlar; sarı yıldızlar orta yaşlıdırlar ve çoğu bu sınıfa girer; kırmızı yıldızların çoğuysa yaşlı ve olgündürler; küçük beyaz ya da siyah yıldızlar da ölümün eşiğindedirler.
Işık sekiz dakikada Güneş’ten dünyamıza ulaşır. Böylece yerküremizin Güneş’ten sekiz ışık dakikası uzaklıkta bulunduğunu söyleyebiliriz. Bir yılda ışık uzayda on trilyon kilometre kat eder. Işığın bir yılda aldığı mesafeye ışık yılı adı verilir. Işık yılıyla zaman değil, uzaklık ölçülür.
Dünyamızda uzunluk ölçüsü olarak kullandığımız metre ya da kilometre gibi ölçüler, Kozmos’un boyutları için geçerli değildir. Kozmos öylesine büyüktür ki, kilometreler anlamsız kalır. Kozmosta ölçü olarak ışık hızı kullanılır. Işık, saniyede 300.000 kilometre hızla ilerler. Başka bir deyişle, yerküremizin çevresini saniyede yedi kez dolanmış olur.
Her yıldız sistemi, uzayda ötekilerden nice ışık yılı uzaklığında ayrı düşmüş birer adacıktır. Kendi gezegenleriyle kendi güneşlerinden başka bir şeyin varlığından habersiz, yalnızca bunlara ait bilgiler edinmeye çalışanları gözümün önüne getiriyorum bazen. Ne kadar ayrı ve yalnız bir adacık oluşturuyoruz.
Kozmos’u düşünebilme konusunda aklımız çok yavaş çalışıyor.
Kozmos, olmuş veya olan ya da olacak her şeydir. Kozmos düzen içinde bir evren anlamında kullanılan Yunanca bir sözcüktür ve bir bakıma karmaşa anlamına gelen Kaos’un karşıtıdır.
Dünyanın genişliğini kavrayabildin mi?
Işığın bulunduğu yerin yolu nerede?
Ya karanlık, onun yeri neresi?

-Eyüp Peygamber

Bir şeyin nedenini öğrenmeyi, kral olmaya yeğ tutarım.
-Demokritos
Yıldızları, geceden korkmayacak kadar içten seviyoruz.

-iki astronomun mezartaşındaki yazılar.-

Kepler için Tanrı, Kosmos’taki Yaratıcı Güç idi. Gencin merakı korkusunu yendi. Gökleri araştırma ve öğrenme isteği uyandı içinde: Tanrı’nın Zihni’ni okuma cüretine kapıldı.

Önceleri aklını zaman zaman kurcalayan bu düşünceler giderek ömrü boyunca onu terk etmeyen tutkulara dönüştü.

Ortaçağ’da yapıları kristalden sanılan Ptolemaios’un makinesindeki kürelerin müziği nden ve göğün yedinci katı ndan söz edilmesi, günümüze kadar aktarılmış bir alışkanlığı doğurmuştur. (Gökteki ay, Merkür, Venüs,Güneş,Mars, Jüpiter ve ayrıca yıldızların birer cennet ya da küre olduğu varsayiliyordu.) Yeryüzü evrenin merkezi olduğuna, dünyanın doğuşu yeryüzü gizlerinde arandığına, göğün katları cisim olarak değil de resimsiz meçhuller olarak kabul edildiğine göre insanları astronomi gözlemleri yapmaya iten nedenler yok denebilirdi.
Hiçbir şeyin değişmediği bir gezegende yaşamış olsaydık, yapılacak pek az iş bulunurdu. Düşünüp bulacak bir şey kalmazdı. Bilimin hız kaynağı kaybolurdu.
İkide bir eski bir uygarlık keşfediyoruz. Geçmişimizi ne denli az biliyoruz!
Kozmos’un keşfi kendi kendimizi keşif yolculuğudur.
Yerküremizin uygun ısıya sahip olmasının ve su, atmosfer, oksijen vb. bulundurmasının yaşam için çok elverişli bir ortam yarattığı yolunda yorumlara zaman zaman rastlarız.Böyle düşünmek, birazcık nedenlerle sonuçları karıştırmak oluyor. Biz dünyalılar, yerkürenin çevre koşullarına uyuyoruz, çünkü burada yetişmiş bulunuyoruz. Daha önceki yaşam şekilleri çevre koşullarına uyamadıklarından yok olup gittiler. Biz, koşullara iyi ayak uyduran organizmaların vârisleriyiz. Çevre koşulları daha değişik bir dünyada gelişen organizmalar, hiç kuşkusuz o dünyanın türküsünü söyleyeceklerdir.
Değişik isimlerde iki tanrı arasında kalınca,bunlardan birinin rahipler tarafından icat edildiğini düşünebilirsiniz.Eğer biri için icat edildiği düşünülürse,neden ikisi için de aynı şey düşünülmesin?
Beni dünya nasıl görecek, bunu bilemem Fakat ben kendimi, kocaman bir gerçekler okyanusu önümde keşfedilmemiş dururken, kıyıda kendim oyalayan ve kâh daha yumuşak bir taş, kâh daha güzel bir deniz kabuğu bulan bir çocuk gibi görüyorum.
Beni dünya nasıl görecek, bunu bilemem Fakat ben kendimi, kocaman bir gerçekler okyanusu önümde keşfedilmemiş dururken, kıyıda kendim oyalayan ve kâh daha yumuşak bir taş, kâh daha güzel bir deniz kabuğu bulan bir çocuk gibi görüyorum.
Beni dünya nasıl görecek, bunu bilemem Fakat ben kendimi, kocaman bir gerçekler okyanusu önümde keşfedilmemiş dururken, kıyıda kendimi oyalayan ve kâh daha yumuşak bir taş, kâh daha güzel bir deniz kabuğu bulan bir çocuk gibi görüyorum.
Gökleri ölçtüm biçtim, şimdi gölgelerin boyunu ölçüyorum. Zihnim göklere yönelikti, vücudum toprağa.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir