İçeriğe geç

Kölelik Yolu Kitap Alıntıları – Friedrich August Hayek

Friedrich August Hayek kitaplarından Kölelik Yolu kitap alıntıları sizlerle…

Kölelik Yolu Kitap Alıntıları

Uzun vadeli olarak hepimiz kendi kaderimizin yapıcısıyız. Fakat her gün, kendi yarattığımız fikirlerin elinde esiriz.
İçinde yaşamakta olduğumuz hâdiseler tarih değildir. Bunların nasıl neticeler doğuracaklarım kestiremeyiz. Araya biraz mesafe girince, geçmiş hâdiselerin mânâsını takdir etmek ve doğurdukları neticeleri göz önüne getirmek mümkün olur. Fakat tarih cereyan etmekte olduğu sırada, bizim için henüz tarih değildir. Hâdiseler bizi meçhul bir diyara doğru götürmektedir ve pek nâdiren bizi nelerin beklemekte olduğunu görmek imkânı, bir lâhza için elimize geçer. Eğer evvelce gördüklerimizin hepsini hatırlayarak aynı hâdiseleri yeni baştan yaşamak imkânım bulsaydık, vaziyet çok farklı olurdu. Her şey bize çok daha başka türlü gelirdi. Bugün hemen hemen farkına bile varamadığımız bazı gelişmeleri, son derece mühim ve ekseriya çok endişe verici görürdük.
Bireyin erdemi ancak, ona uğruna kişisel arzularından vazgeçebilmeyi göze alabileceği doğrunun ne olduğunu şahsen değerlendirme fırsatı verildiğinde tartışılabilir. Başka bir anlatımla, insanlara ancak, kendi şahsi çıkarlarına ilişkin sorumluluklar yüklenme ve gereğinde onları feda etme özgürlüğü tanındığı takdirde, kararlarının ahlaki değerlerinden söz edilebilir. Görüldüğü gibi, ahlak kavramı, temelde bireysel özgürlük ve sorumluluk sorunundan koparılamaz. İnsanlara özgürce tercih hakkı tanınmadığı zamanlarda, başkalarının aleyhine, onları toplumcu diye niteleyemeyeceğimiz gibi, toplumculuğun erdemini de tartamayız. Her konuda iyilik yapmaya zorlanmış bir toplumun üyelerinin övülecek tarafı yoktur. Milton’un dediği gibi ”Yeterince gelişmiş bir insanın iyi ve kötü yönleri dayatılan zorunlu reçetelerin baskısı altında gizlendiği sürece neye erdemli, doğru ve haklı diyebiliriz ki?
Organizasyon kılığına büründüğünde otorite, özgür insan topluluklarını totaliter devletlere dönüştürecek kadar büyüleyici ve göz boyayıcı hale gelebilir.
Belki daha da düşündürücü olan şey, düşünce özgürlüğünün sadece totaliter sistem kurulduktan sonra küçümsenmeye başlaması değil, aynı eğilimin, hala liberal olan rejimlerde bile, entelektüel önderler olarak alkışlanan kollektivist inancı benimsemiş kişiler arasında da görülebilir olmasıdır. Bunlar sosyalizm adına yapıldığında en şiddetli baskılara bile göz yumarak totaliter bir sistemin açıkça savunmasını yapabilmekte, kollektif hoşgörüsüzlüğü göklere çıkarabilmektedirler. Daha geçenlerde bir İngiliz bilim adamının, ”yükselmekte olan bir sınıfı korumak amacıyla yapıldığında, engizisyonun bile yararlı olabileceğini savunduğunu okumadık mı? Bu görüş, Nazileri, bilim adamlarını işkenceye, bilimsel kitapları yakmaya ve boyun eğdirilen halkın aydınlarını sistemli olarak yok etmeye sevkeden görüşlerden farksızdır.
Herhangi bir insan faaliyeti kendi amacının dışına taşamıyorsa totalitarizm tarafından mahkum edilmiştir. Bilim adına bilim, sanat adına sanat, Nazilere, Sosyalist entellektüellere ve komünistlere çok nahoş gelmiştir. Onlara göre her eylem, ancak bilinçli bir sosyal amacın ürünüyse haklı görülebilirdi. Kendiliğinden gelişen, yönlendirilmemiş bir eylem, planın öngörmediği olaylara yol açabileceğinden yasaklanmalıydı. Böyle bir eylem Planlamacının filozofisinde öngörülmemiş, henüz rüyası tamamlanmamış yeni şeyleri gündeme getirebilme riskini taşır. Bu prensip çeşitli oyun ve eğlence türlerine kadar genişletilebilir. Satranç oyunundaki tarafsızlığa kesin olarak son vermeliyiz mesajının, Almanya’daki mi yoksa Rusya’daki mi satranççılara verildiğinin cevabının tahminini okuyucuya bırakıyorum. Satranç uğruna satranç, tıpkı sanat uğruna sanat gibi mahkum edilmeliydi.
( ) Bu konuda en acı çekmiş kavram özgürlük’tür. Bu kavram totaliter devletlerde de başka yerlerde olduğu gibi rahatlıkla kullanılmaktadır. Bizim anladığımızdan çok farklı bir şekle sokulmuş ve halka sürekli olarak vaadedilen özgürlük adına tahrip edilmiştir. Bu, bizce, Eskilere Yeni Özgürlükler vaadeden kimselere karşı uyanık olmak için bir ikaz teşkil etmelidir. Hatta aramızda toplum için kollektif özgürlük vaadeden özgürlük plancıları vardır. Bu yeni özgürlük anlayışının sözcüleri Planlanmış özgürlüğün zuhuru daha önceki özgürlük şekillerinin yok edilmesi zorunluluğunu getirmez ifadeleriyle bizi teskin etmeyi gerekli bulurlar. Yukarıdaki sözün sahibi olan ve bu yeni özgürlük anlayışını savunanlar arasında bulunan Dr. Karl Mannheim en azından geçmiş çağların anlayışına göre şekillenmiş olan özgürlük kavramı, sorunun doğru olarak anlaşılmasına engel oluşturmuştur. diyerek bizi bu yaklaşıma karşı uyanıklığa teşvik etmektedir. Böyle bir özgürlük anlayışı, en az totaliter politikacıların telaffuz ettikleri özgürlük kadar yanıltıcıdır. Bize sundukları kollektif özgürlük , toplum üyelerinin özgürlüğü değil, toplumu istediği gibi değiştirebilmesi için planlamacılara tanınmış bir özgürlüktür. Sonunda iktidar ile özgürlüğün karıştırıldığı bir noktaya gelinmiştir.
Totaliter bir sistemi etkin bir şekilde işletebilmek için herkesin aynı amaçlar uğruna zorla çalıştırılması şart değildir, yeter ki halk bu amaçları kendi özel amaçları gibi benimsesin. Her ne kadar, halka seçilerek empoze edilseler de, bu inançların halkın inançları haline yani genel kabul görmüş bir akide haline gelmesi, sonuçta da insanların plancıların kendilerinden istediği şekilde yaşamasının sağlanması gerekir. Totaliter ülkelerde baskı duygusu liberal ülke halklarının sandı­ğından daha az şiddetliyse, bunun nedeni totaliter hükümetlerin halkını istediği şekilde düşünmeye sevk etmede büyük oranda başarılı olmasındandır.
Bir kere, genellikle, insanların öğrenim ve algılama düzeyleri geliştikçe görüşleri ve zevkleri de farklılaşmakta, belli bir
değerler hiyerarşisinde uzlaşmaları giderek zorlaşmaktadır.
Dolayısıyla, düşünce sisteminde aşırı bir benzeşmeye varabilmek için, ilkel içgüdülerin, basit ve yaygın zevklerin geçerli
olduğu, düşük moral ve entellektüel standardların belirlediği
sosyal katmanlara inmek gerekir. Halkın çoğunluğu düşük
moral standartlara sahip olmasa bile, değerleri birbirine çok
benzeyen büyük bir kesimin standardının düşük olduğu bir
gerçektir. Geçmişte olduğu gibi hala, değerlerdeki benzerlik
halkın en kalabalık kesimini birleştiren en düşük düzeyli bir
ortak paydadır. O halde, toplumsal hayatı kendi değer sistemlerine göre değiştirecek olan kalabalık grup, halkın orijinallik ve bağımsızlık özelliklerinden en yoksun yığınlarından
gelecek ve bu grubun kendine has ideallerini toplumun geri
kalan kısmına da kabul ettirebilmek için kullanabileceği tek
koz, sahip olacağı sayısal ağırlığı olacaktır. Bu durumda, potansiyel diktatörün yapacağı tek şey kendi akidesine kazanacağı insan sayısını mümkün olduğunca arttırmaktır.
Bütün iyi insanların demokrat olacağını veya hükümette yer almak isteyeceklerini bekleyerek kendimizi aldatmayalım. Kuşkusuz, siyasal katılım görevini, kendinden daha yetenekli bulduğu için başka insanlara emanet etmeye hazır çok kişi vardır. Oysa dünyada iyinin bile diktatörlüğünü onaylamaktan daha kötü ve şerefsiz bir şey düşünülemez.
İçinde yaşamakta olduğumuz hâdiseler tarih değildir.
Hükümetin faaliyeti, üzerinde anlaşma mevcut olan sahalara inhisar ettiği müddetçe; bu faaliyetin sevk ve idaresi fertlerin rıza ve anlaşmalarına dayanabilir. Fakat devletin ferdi hürriyeti tehdit etmesi için, mutlaka üzerinde anlaşma mevcut olan sahaların dışındaki işlere doğrudan doğruya müdahalede bulunması icabetmez. Müşterek faaliyet sahasını alabildiğine genişletmek ve buna rağmen ferdi kendi sahası dahilinde hür bırakmak, maalesef mümkün değildir. Devletin tekmil vasıtalara sahip olduğu müşterek sektör, bütün ün muayyen bir nisbetini aştığı anda, devlet faaliyetinin tesirleri bütün nizama hakim olur. Devlet mevcut kaynakların ancak bir kısmının istimalini doğrudan doğruya kendi kontrolü altında bulundursa bile, kararları, iktisadi hayatın diğer kısmı üzerinde o kadar büyük tesirler yapacaktır ki, dolayısiyle her şey devlet kontrolü altına girmiş olacaktır. Mesela Almanya’da, resmi bir Alman dergisine göre, 1928 yılında merkezi ve mahalli otoriteler milli gelirin % 53’ünü kontrol etmekte idiler. Böyle bir vaziyette, devlet otoritesi hemen hemen milletin bütün iktisadi hayatına hakimdir. Artık gerçekleştirilmesi devlete bağlı olmayan hiçbir ferdi gaye mevcut değildir ve devletin faaliyetini idare eden içtimai kıymetler ölçeği fiiliyatta bütün ferdi gayeleri içine almaya mecburdur.
Fertlere sermayelerini ne şekilde kullanacaklarını emretmeye kalkışacak bir devlet adamı, pek lüzumsuz bir meşguliyet yüklenmekle kalmaz, üstelik hiçbir meclise, hiçbir senatoya güvenle emanet edilemeyecek kadar büyük bir otorite elde eder; ve bu kuvvet, onu kullanmaya kendisini ehil zannedecek kadar deli ve kendini beğenmiş bir adamın elinde en tehlikeli halini alır.
( ) Demek ki, modern plancılarla hasımları arasındaki münakaşa, zekamızı kullanarak mümkün olan muhtelif cemiyet teşkilatları arasından birini seçmemiz icab edip etmediği noktasında değildir; mesele, basiret göstermemiz icab edip etmediği ve müşterek faaliyetlerimizin planını yaparken sistemli bir şekilde düşünmemiz lazım gelip gelmediği meselesi değildir . Bu noktada münakaşa yoktur. Münakaşa bu işin yapılması için en iyi yolun hangisi olduğu noktasındadır. Ortaya çıkan mesele şudur: Bu gayeye varmak için, hükümet, fertlerin bilgi ve teşebbüslerine en geniş imkanları sağlayacak şartları hazırlayıp, mümkün olan en iyi planları yapmak işini bizzat fertlere bırakmakla mı iktifa etmelidir; yoksa kaynaklarımızın rasyonel bir şekilde kullanılması, bütün faaliyetlerimizin, şuuri olarak hazırlanmış bir proje dahilinde, merkezi bir idare ve teşkilata bağlanmasını mı icap ettirir? Bütün partilerin sosyalistleri, plancılık kelimesinin bu sonuncu tarifini benimsemişlerdir ve bu mana bugün umumiyetle kabul edilmiş bulunmaktadır. Bu tefsir şekli, işlerimizi rasyonel bir şekilde yürütmenin yegane çaresinin plancılık olduğu fikrini telkine çalışmaktadır, fakat tabiatiyle bu iddiayı ispata kafi değildir. İşte plancılarla liberallerin çarpıştığı nokta burasıdır.
Sosyalistler birbirlerinden mutlak surette farklı ve belki de birbirlerine zıt iki şeye birden inanıyorlar: hürriyet ve teşkilat.
Gerek komünistler, gerek faşistler için hakiki düşman, kendileriyle hiçbir müşterek noktası olmayan ve kandırmayı ümit edemeyecekleri insan: eski moda liberal insandır. Nazi gözüyle komünistler, komünistlerin nazarında naziler, her ikisi için sosyalistler muhtemel ve müstakbel azalardır; yanlış bir peygamberin peşine takılmış, fakat iyi mayalı kimselerdir. Halbuki gerek komünistler, gerek naziler bilirler ki, ferdi hürriyete hakikaten inananlarla kendileri arasında hiçbir anlaşma mümkün değildir.
( ) Sosyalizmin iktidarı alması, bir anda zaruret devrinden ‘hürriyet’ devrine geçiş demek olacaktı. Sosyalizm iktisadi hürriyet ”i getirecekti; iktisadi hürriyet olmadıktan sonra, elde edilmiş siyasi hürriyet muhafaza edilmeye değmez ”di. Atalardan beri devam edegelen hürriyeti fetih yolundaki savaşı, ancak sosyalizm tamamlayabilecekti; siyasi hürriyetin elde edilmesi bu savaşın birinci merhalesinden ibaretti. İleri sürülen delilin akla yakın görünmesi için hürriyet kelimesinin manasında yapılan kurnazca değişiklik, mühim bir hadisedir. Siyasi hürriyetin büyük havarileri, hürriyetten bahsederken şunu kasdetmişlerdi: her türlü cebirden, başkalarının her türlü keyfi ve indi muamelelerinden masun olmak, insanları bir amirin emirlerine itaate mecbur eden ve hiçbir seçim hakkı bırakmayan bağlardan kurtulmak. Halbuki yeni hürriyet , her birimizin yolumuzu serbestçe intihap imkanlarımızı ister istemez ve gayri müsavi surette tehdit eden harici şartların yüklediği mecburiyetten, her türlü ihtiyaçtan kurtulmak manasına geliyordu. Sosyalistlere göre, insanın hakikaten hür olabilmesi için, evvela ‘fiziki ihtiyacın despotizmi’ni yıkması ve iktisadi sistemin yaptığı tazyikleri gevşetmesi lazımdı.
Bu manada, hürriyet kelimesi iktidar veya servete verilen yeni bir isimden başka bir şey değildir. Bu yeni hürriyet vaadiyle birlikte, ekseriya sosyalist cemiyette maddi servetin geniş ölçüde artacağı yolunda düşüncesizce vaitler de yapılmakta idi. Fakat, iktisadi hürriyeti gerçekleştirmek için, tabiat servetlerinin böyle mutlak olarak fethedilmesine güvenilmiyordu. Bu vait hakikatte, fertlerin malik oldukları seçme imkanları arasındaki büyük müsavatsızlıkların kalkması manasını ifade ediyordu. Şu halde, yeni hürriyet talebi, aslında, servetin müsavi surette taksimi yolundaki çok eski talebin isim değiştirmiş şeklinden başka bir şey değildi.
Demokrasi ferdî bağımsızlığın sahasını genişletir,
sosyalizm ise daraltır. Demokrasi her insanın kıymetini
mümkün olan azamî hadde kadar yükseltir, sosyalizm her
insanı bir vasıta, bir âlet, bir rakam hâline getirir. Demokrasi
ve sosyalizm yalnız bir kelime ile birbirlerine bağlıdırlar. Fakat aradaki farka dikkat ediniz:Demokrasi
hürriyet içinde müsavat,sosyalizm ise sıkıntı ve kölelik
içinde müsavat ister.
İktidar suistimale yatkındır. Mutlak iktidar ise suistimalsiz yapamaz.
Sosyal konum ve rütbelere ancak devletin maaşlı
memuru hâline gelmekle ulaşılabildiği, bireyin kendisine
verilen görevi yerine getirmesinin, kendisine en uygun
sandığı işe girmesinden daha övgüye lâyık bulunduğu, resmî
hiyerarşide saygın ve sâbit gelirli bir işe yönelik olmayan
girişimlerin aşağı görüldüğü bir toplumda, çoğunluğun
özgürlüğü güvenliğe tercih edeceğini beklemek hayaldir
Birbirinden farklı insanları aynı neticelere ulaştırmak için bunları ayrı muamelelere tabi tutmak lazımdır. Farklı insanlara aynı objektif imkanı temin etmek, bunlara aynı subjektif şansı bahşetmek değildir.
Demokratik usullerle elde edilen bir iktidarın keyfî olamayacağı düşüncesini haklı gösterecek hiçbir sebep yoktur. Bir iktidarı keyfî olmaktan alıkoyan şey bu iktidarın kaynağı değil sınırlarıdır.
Hitler demokrasiyi ortadan kaldırmaya ihtiyaç duymadı. Sadece demokrasinin çöküntüsünden faydalandı ve buhranın en şiddetli anında Hitler’den nefret etmekle beraber herhangi bir şey yapmaya muktedir yegane insan olarak onu gören birçok kimsenin yardımını temin etti.
Faşizm, komünizmin sadece bir hayalden ibaret olduğu anlaşıldıktan sonra varılan safhadır. Faşizm ve nazizmin İtalya’daki ve Almanya’daki gelişmesini dikkatle takip eden herkes başta Mussolini olmak üzere önceleri sosyalist olup sonradan nazizm veya faşizmde karar kılan mühim şahsiyetlerin sayısı karşısında hayrete düşmüştür.
Demokrasi ferdi bağımsızlığın sahasını genişletir, sosyalizm ise daraltır. Demokrasi her insanın kıymetini mümkün olan azami hadde kadar yükseltir, sosyalizm her insanı bir vasıta, alet, rakam hâline getirir. Demokrasi ve sosyalizm yalnız bir kelime ile birbirine bağlıdırlar; eşitlik. Demokrasi hürriyet içinde eşitlik, sosyalizm ise sıkıntı ve kölelik içinde eşitlik ister.
İktisadi hürriyeti yavaş yavaş terk ettik. Halbuki onsuz şahsi ve siyasi hürriyet hiçbir zaman mevcut olmamıştır.
19. yüzyılın en büyük siyasi düşünürlerinin ikisi: Tocqueville ve Lord Acton , sosyalizmin kölelik demek olduğunu bize söylemişlerdi.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Düşmanlarımız hakkında onların bizden tamamıyla farklı olduğunu ve onların başına gelenlerin bizim başımıza gelemeyeceğini düşünmek daha kolay ve huzur vericidir.
Düşmanlarımız hakkında onların bizden tamamıyla farklı olduğunu ve onların başına gelenlerin bizim başımıza gelemeyeceğini düşünmek daha kolay ve huzur vericidir.
İnsanların içine doğdukları veya onlara aktarılan değerlerin her zaman için değerli ve mutlak korunması gereken cinsten olduğu söylenemez. Asıl önemli olan insanların kemale erdikten ve kendi değer sistemlerini yargılamaya başladıktan sonra yaptıkları bilinçli seçimlerdir.
Memleketin umumî durumuna nazaran nispetsiz bir mükemmeliyet arzeden teknik başarılar; o memleketin imkân ve kaynaklarının kötü kullanıldığını ispat eder.
Asla unutulmamalıdır ki, Kıta Avrupa’sında totalitarizmin yükselişinde en etkili faktör kısa bir müddet önce yoksullaştırılmış olan geniş orta sınıf insanları olmuştur.
Tek işverenin devlet olduğu bir ülkede muhalefetin anlamı, yavaş yavaş ölüme mahkûmiyettir. Çalışmayana ekmek yok diyen eski prensibin yerini artık, boyun eğmeyene ekmek yok prensibi almıştır.

L. Troçki, 1937

Devleti cehennem hâline getiren şey, insanın onu cennet hâline getirmeye kalkışmasıdır.

F. Hoelderlin

Merkezi plancılık hususunda en istekli kimseler, buna muktedir olduklarında en tehlikeli olacak kimseledir. Tek taraflı düşünen temiz kalpli idealistle yobaz arasında bir adımlık mesafe vardır.
Şimdilik aldanmış olduğumuzu kendi kendimize itiraf edebilecek kadar fikrî cesaret sâhibi görünmüyoruz.
İnsanlar hafızalarının tâzelenmesini hiç sevmezler.
Demokrasi için düşünülebilecek en etkili fren sistemi federasyondur. Federal yapı, hükümete kesin olarak tarif edilmiş bazı haklar devrederken, egemenlik gücünü bölüştürüp dağıtmak suretiyle onu sınırlayabilmektedir. Bu sistem, sadece çoğunluğun değil, tüm halkın gücünü de frenleyebilen tek sistemdir.
Bütün anti-liberal güçler liberal olan her şeyin karşısında birleşiyorlar
Ne kadar ilginçtir ki sanayinin kamulaştırılması, aynı hızla, düşüncenin de kamulaştırılmasını gerektirmiştir.
Iktidar sûiistimâle yatkındır. Mutlak iktidar ise sûiistimâlsiz yapamaz.

Lord Acton

Tek işverenin devlet olduğu bir ülkede muhalefetin anlamı, yavaş yavaş ölüme mahkumiyettir. Çalışmayana ekmek yok diyen eski prensibin yerini artık, boyun eğmeyene ekmek yok prensibi almıştır.

L. Troçki, 1937

Sosyalistler birbirlerinden mutlak surette farklı ve belki de birbirlerine zıt iki şeye birden inanıyorlar; Hürriyet ve teşkilât.
Stalinizm, faşizmden iyi olmak şöyle dursun, ondan beterdir, daha zalim, barbar, adaletsiz, gayri ahlakî, anti-demokratiktir, onu mazur gösterecek hiçbir ümit, hiçbir vicdanı endişe söz konusu değildir Stalinizm, tam manasıyla bir süper-faşizmdir.
Devleti cehennem hâline getiren şey, insanların onu cennet haline getirmeye kalkışmasıdır.
“Fertlere sermâyelerini ne şekilde kullacaklarını emretmeye kalkışacak bir devlet adamı, pek lüzumsuz bir meşguliyet yüklenmiş olmakla kalmaz, üstelik hiçbir meclise, hiçbir senatoya güvenle emanet edilemeyecek kadar büyük bir otorite elde eder; ve bu kudret, onu kullanmaya kendisini ehil zannedecek kadar deli ve kendini beğenmiş bir adamın elinde, en tehlikeli hâlini alır.”

Adam Smith

Bir memleketin hür olduğunu gösteren ve onu keyfi surette idare edilen memleketlerden ayıran en emin kıstas ‘Kanun Hakimiyeti’ kaidesi diye anılan büyük prensiplere hürmet edilmesidir. Teknik teferruat bir tarafa bırakılırsa, bunun ifade ettiği mana şudur: Hükümet, bütün faaliyet ve hareketlerinde, sabit ve önceden ilan edilmiş bir takım kaidelere bağlıdır; öyle kaideler ki, icra kuvvetinin, belli durumlarda belli bir şekilde hareket edeceğini önceden kesin olarak görmek imkanını sağlar.
tek işverenin devlet olduğu bir ülkede muhalefetin anlamı yavaş yavaş ölüme mahkûmiyettir.

çalışmayana ekmek yok diyen eski prensibin yerini artık boyun eğmeyene ekmek yok prensibi almıştır.

– ( ) Kaçınılması imkânsız olan şeyler sâdece kaçınılması imkânsız olduğuna İNANILAN şeylerdir
Düşmanın da bizim bazı inançlarımızı samimiyetle benimsemiş olduğuna inanmak istemedik..
Harbden önce ve harb içinde, sırf düşmanımızı anlamamak yüzünden, şaşılacak kadar çok hatalar yaptık. Totaliterliğe doğru götüren tekâmülü âdeta anlamak istemiyoruz; sanki bunu anlarsak en kıymetli hülyalarımızdan bazılarının yok olacağını biliyormuş gibiyiz..
Özgürlük azaldığı ölçüde, yeni özgürlük adıyla bir kavram gevezeliği yapılmaktadır. Bu kavram Avrupa’nın şimdiye kadar özgürlükten anladığının tam karşıtını içerir Avrupa’da bu kadar propagandası yapılan kavram, aslında çoğunluğun, bireye karşı sahip olduğu haktan başka bir şey ifade etmemektedir.
Böyle bir özgürlük anlayışı, en az totaliter politikacıların telâffuz ettikleri özgürlük kadar yanıltıcıdır. Bize sundukları ‘kolektif özgürlük’, toplum üyelerinin özgürlüğü değildir, toplumu istediği gibi değiştirebilmesi için plânlamacılara tanınmış bir özgürlüktür. Sonunda iktidar ile özgürlüğün karıştırıldığı bir noktaya gelinmiştir.
Kavramın anlamının bozulma süreci Alman filozoflarınca başlatılmışsa da sosyalist teorisyenlerin bu konudaki katkıları az değildir. Özgürlük kavramı, totaliter propaganda aracı olarak kullanılmak amacıyla mânâsı tamamen zıddına dönüştürülmüş tek kavram değildir. Aynı şeyin adâlet, hak ve eşitlik gibi kavramların da başına geldiğini daha önce görmüştük. Bu liste, genel kullanıma sâhip tüm moral ve siyasal terimleri içine alacak kadar genişletilebilir.
İktisadî kıymetlerin bizim nazarımızda birçok şeyden daha az ehemmiyet taşıması, İktisadî sahada, bizim için hangi şeyin daha ehemmiyetli olduğunu bizzat kararlaştırmak hürriyetine ve imkânına mâlik olmamızdandır. Çünkü, mevcut cemiyet nizamında, kendi hayatımızın İktisadî meselelerini bizzat kendimiz çözeriz. Hâlbuki İktisadî faaliyetimizin murakabe altına alındığı, tâkip edeceğimiz muayyen gayeler kontrol ve tasvipten geçtiği takdirde, hakikâtte bütün hayatımız, her şeyimiz kontrol altına alınmış olacaktır.
Bütün mallarımızı ve gelirimizi serbestçe kullanabildiğimiz müddetçe, İktisadî bir kayıp bizi ancak, tatmine muktedir olduğumuz arzular içinde en az ehemmiyet verdiğimiz hangisi ise, o arzunun tatmininden mahrum edecektir..
Hürriyet, daha yüksek bir siyasî gayeye varmak için bir vasıta değildir. Hürriyetin kendisi en yüksek siyasî gayedir. Hürriyete, iyi bir amme idaresine sâhip olmak için değil, cemiyet hayatının ve hususî hayatın en yüce gayeleri peşinde koşarken emniyet içinde bulunabilmek için ihtiyacımız vardır..
Memleketin umumî durumuna nazaran nispetsiz bir mükemmeliyet arzeden teknik başarılar; o memleketin imkân ve kaynaklarının kötü kullanıldığını ispat eder
‘İktisadî diktatörlük’ isteği, plâncılık yolundaki cereyanın karakteristik bir safhasıdır.
Birçok kimsenin, dürüst biçimde, işi üstlenmelerine müsaade edildiği takdirde bütün problemleri âdil ve tarafsız biçimde çözeceklerine inanmalarına ve kısa sürede şüphe ve nefretin kendilerine çevrildiğini gördüklerinde içtenlikle şaşıracak olmalarına rağmen, iyilik yapmak istedikleri kimselerin itaatsiz (inatçı) olduğu görüldüğünde zoru ilk kullanacaklar ve insanları onların menfaatleri olarak telâkki ettikleri şeye zorlamakta büyük merhametsizlik gösterecekler de onlardır. Bu tehlikeli ideâlistlerin görmediği, ahlâkî sorumluluk faraziyesinin, bir kimsenin ahlâkî görüşlerinin zorla diğer topluluklarda egemen olanlara üstün kılınmasıdır. Bu tür bir ahlâkî sorumluluk anlayışı insanları ahlâka uygun davranmanın imkânsız olduğu bir konuma koyabilir. Muzaffer milletlere böyle imkânsız bir ahlâkî sorumluluk görevi yüklemek onları ahlâkî olarak bozmanın ve gözden düşürmenin (itibarını kırmanın) mutlak bir yoludur.
Çok tehditkâr bir kaderden sakınabilmemiz için yapmamız gereken şeyler vardır: Her şeyden önce yüksek bir kalkınma hızını sürdürmemiz gerekecektir. Önceleri ne kadar yavaş bir tempoda başlarsa başlasın böyle bir hızın bizi sürekli olarak yukarılara taşıyacağından şüphe edilmesin. Daha sonra, kendimizi çok değişmiş bir dünyaya intibak kararlılığını göstermemiz gerekecektir. Bazı grupların alışılmış hayat standartlarını koruma düşüncesinin bu adaptasyon sürecini tıkamasına kesinlikle izin verilmemelidir. Nihayet, kaynaklarımızı mutlaka bizi daha zengin hâle getirebilecek yerlerde kullanmamız gerektiğini unutmamamız lâzımdır. Daha önceki standartlarımızı yakalamanın ve geçmenin dayatacağı intibak sorunu, daha öncekilerden daha büyük boyutlu olacaktır. Kuşku yok ki hepimiz kendi hayat tarzlarını seçen özgür insanlar olarak karşılaşacağımız yeni şartlara bütün zorluğuna rağmen intibak etme zaruretini kabûl edebildiğimiz ölçüde önümüzdeki güç dönemi atlatabiliriz. Ne pahasına olursa olsun, asgarî ölçüde de olsa bir geçim güvencesinin herkese tanınmakla birlikte, özel bazı gruplara tanınmış olan imtiyazlı güvencenin artık zamanının geçtiğini, bu grupların yeni gelenlerin kendi ayrıcalıklı refahlarına ortak olmalarım engellemeleri için hiçbir mazeretin geçerli olmayacağını da kabûl etmek zorundayız.
Hükümetin daha az sayıda insanı kendisine tâbi (köle) kılması haklı veya mâkûl değil midir ? Şüphesiz, bir azınlığın, ona yanlış görünmeyecek bir şekilde, bir çoğunluğu özgürlüklerini muhafaza etmeye zorlaması; bir çoğunluğun, kendi temelsiz keyfî uğruna, bir azınlığı, alçakça, kendisinin kölesi olmaya zorlamasından daha âdildir. Başka bir şeyin değil, sâdece kendi özgürlüklerinin peşinde koşanlar, kuvvete sâhip oldukları ve özgürlüğe karşı olanlar çok olmadığı vakit, dâima, onu elde etme hakkına sâhiptirler.
John Milton
Almanya’da en fazla satan savaş kitabı olmuştur.* Ancak, bu fikirlerin geliştirilmesi ve yayılması misyonu, Reichtag’daki Sosyal Demokrat partinin sol kanadına mensup aktif bir politikacıya bırakılmıştır. Paul Lensch eski kitaplarında savaşı İngiliz burjuvazisinin, sosyalizmin ilerleyişi karşısında korkup kaçması şeklinde tanımlamış ve sosyalist özgürlük ideâlinin İngiliz özgürlük anlayışından ne kadar farklı olduğunu açıklamıştı. Onun, Plenge’nin etkisi altında kalarak yazdığı Dünya İhtilâlinin Üç Yılı adlı savaş kitabı, karakteristik düşüncelerini içerir.* Lensch, oldukça tutarlı bir saptama yaparak, Bismarck tarafından benimsenen korumacı bir siyasetin Almanya’da, Marksist terimlerle sınaî kalkınmanın ileri aşaması olarak nitelendirdiği yoğunlaşma ve kartelizasyona yönelik bir kalkınmayı başlattığını ileri sürmüştür.
 1914’ten önce, kahraman bir hayatı amaçlayan Alman ideâlleri, İngiliz ticarî ideâllerinin, İngiliz konforunun ve sporunun sürekli ilerleyişi karşısında büyük bir tehlikeye mâruzdu. Mesele sâdece İngiliz halkının yozlaşmasıyla kalmamıştı, rahat ve konfor çamuruna bulaşmış her sendikacı bu hastalığı diğer toplumlara da bulaştırmaya başlamıştı. Sâdece savaş,
Organizasyon kılığına büründüğünde otorite, özgür insan topluluklarını totaliter devletlere dönüştürecek kadar büyüleyici ve göz boyayıcı hâle gelebilir.
The Times
İngiliz ulusunun yapısı zengin ile yoksul arasındaki ayrıma dayanırken, Prusya ulusunun yapısı komuta ile itaat ayrımına dayanır. Her iki ülkede sınıf ayrımının anlamı temelden farklıdır.
Değişik bilgi ve görüşlere sâhip insanların karşılıklı ilişkileri, düşünce dünyasının temelini oluşturur. Aklın gelişmesi, bu farklılıkların varlığına bağlı sosyal bir süreçtir. Akıldaki gelişmenin sonuçlarının önceden kestirilememesi, onun temel özelliğidir. Kaldı ki, bu gelişmeye hangi görüşlerin yardım edeceğini de bilemeyiz. Aklın gelişimini plânlamak ya da organize etmek, zaman içinde onu geliştirmek bir yana aksine zayıflatmaktır. İnsan aklının her şeyi olduğu gibi kendi gelişimini de kontrol edebileceği düşüncesi onu, gelişmesini sağlayan bireylerarası ilişki sürecinden koparmak demektir. Kontrolüne yönelik teşebbüsler, aklın gelişmesini sınırladığı gibi onu durgunluğa iterek köreltmektedir.
Bir toplumda, büyük bir çoğunluk, bağımsız olarak düşünebilmek kapasitesine sâhip olmadığı için, pek çok konuda hazır mamul olarak buldukları görüşleri aynen benimseme eğiliminde olduğu gibi, yeni bir inançlar sistemine kazandırılmaktan da memnun olabilir. Bu yüzdendir ki düşünce özgürlüğü, sâdece küçük bir azınlık için doğrudan doğruya bir anlam ifade edebilir. Ancak bu, halkın ne düşünmesi veya neye inanması gerektiğini belirleme hakkına sâdece bir grubun sâhip olması gerektiğini göstermez. Herhangi bir sistemde, halkın çoğunluğunun bir kimsenin liderliğini kabûl etmesi nedeniyle geri kalanların da bu lideri gözü kapalı izlemesi gerektiği görüşü sağlıksız bir düşüncedir. Herkes için aynıoranda bağımsız düşünme imkânım ifade etmediği için, düşünce özgürlüğünün değerini düşürmeye çalışmak, o değeri yaratan nedenleri tümüyle gözden kaçırmak demektir. Entelektüel özgürlüğün, gelişmenin temel muharriki olarak işlevini yerine getirebilmesi için herkesin düşünebilmesi veya bir şeyler yapabilmesi yeterli değildir, fikirlerin de özgürce tartışılabilmesi gerekir. Farklı düşünen muhalif ortadan kaldırılmadığı sürece, çağdaş insanları yönlendiren fikirleri sorgulayan, ileri sürülen argümanlarla propagandanın sonuçlarını test edecek insanlar dâima var olacaktır.
Kuşkusuz, halkın büyük çoğunluğunu bağımsız düşünceden mahrum etmek güç bir iştir. Ancak eleştirmeye eğilimli bir azınlık mutlaka susturulmalıdır.
Resmî değerleri topluma benimsetebilmek için önce onları haklı göstermek, toplumun geleneksel değerlerine ters düşmediğini anlatmak, araç ile amaç ilişkisi açısından aklamak gerekir. Halk, sâdece nihaî amaçlarla değil, o amaçlara ulaşabilmek için gerekli önlemlere ilişkin görüşlerle de mutabık kılınmalıdır.
Kolektivist toplumda vatandaş, toplumun amaç olarak benimsediği ve üstlerinin yapılmasını emrettiği her eylemi yapmaya hazır olmak zorunda bırakılmıştır. Vatandaş vicdanının söz konusu eylemi yasaklaması ise önemli değildir.
 Halevy, Bernard Shaw’in dünya büyük ve güçlü devletlere aittir, küçük ülkeler sınırları içinde sıkışıp kalmaya veya yok edilmeye mahkûmdur * dediğinden söz eder.
Kolektivist topluluk, ancak bireyler arasında amaç birliği mevcut olduğu ölçüde var olacaktır. Bazı faktörler, kolektivizmin grupçu ve inhisarcı olmaya dönüşme eğilimini güçlendirmektedirler. Bu faktörlerin en önemlilerinden biri, ferdin, aşağılık duygusunun sonucu olarak kendini bir grupla özdeşleştirme arzusudur. Grubun üyesi olmak, dışarıdakilere oranla üstünlük sağladığı sürece, ferdin bu arzusu tatmin edilmiş olur. Bazen de, insanların grup içinde frenlenmesi gerektiğini bildikleri vahşî içgüdülerinin ancak yabancılara karşı serbestçe yöneltilebileceğini görmeleri, grup içinde şahsiyeti eritip yok etmeyi kolaylaştıran bir faktördür. R. Niebuhr un Ahlâklı İnsan Ahlâksız Toplum adlı tezine pek katılmasak da onda bir gerçek payı olduğu kesindir.
Eğer ‘topluluk’ veya ‘devlet’ bireyden önce geliyor ve bireysel değerlerden bağımsız daha yüce amaçlara yöneliyorsa, bireylerden, sâdece aynı amaçlar için çalışanlar topluluğun üyesi olarak kabûl edilebilirler. Bu yaklaşımın doğal sonucu, bireyin sâdece grubun bir üyesi olarak saygı görmesidir. Birey, grubun belirlenmiş ortak amaçları için çalıştığı ölçü ve sürede saygı görür, tüm haysiyeti insan olmasından değil, üyeliğinden ileri gelir. Gerçekte, hümanizm ve dolayısıyla hangi şekil altında olursa olsun enternasyonalizm kavramları insanın bireyci düşünce sisteminin ürünleridir ve bunlara kolektivist düşüncede kesinlikle yer yoktur.*
 Şimdi artık ikinci bir aşamaya gelinmiştir. Potansiyel diktatör için, kendine özgü sağlam düşünce sistemi gelişmediği için kulağına düzenli aralıklarla ve şiddetle tekrarlandığında, hazır mamul değerleri aynen almaya amade, uysal ve saf insan yığınlarının desteğini kazanmak, artık sorun olmaktan çıkmıştır. Desteği kazanılacak olan bir grup, fikirleri yeterli netliğe ulaşamadığı için kolaylıkla yeniden ve istenilen doğrultuda şekillendirilecek, heyecan ve tutkuları da zaten yeterince ka-bartıldığından totaliter partinin saflarına katılarak onu kısa zamanda genişletmeye başlayacaktır.
  Bir kere, genellikle insanların öğrenim ve algılama düzeyleri geliştikçe görüşleri ve zevkleri de farklılaşmakta, belli bir değerler hiyerarşisinde uzlaşmaları giderek zorlaşmaktadır. Dolayısıyla, düşünce sisteminde aşırı bir benzeşmeye varabilmek için, ilkel içgüdülerin, basit ve yaygın zevklerin geçerli olduğu, düşük moral ve entelektüel standartların belirlediği sosyal katmanlara inmek gerekir. Halkın çoğunluğu düşük moral standartlara sahip olmasa bile, değerleri birbirine çok benzeyen büyük bir kesimin standardının düşük olduğu bir gerçektir. Geçmişte olduğu gibi hâlâ, değerlerdeki benzerlik halkın en kalabalık kesimini birleştiren en düşük düzeyli bir ortak paydadır. O hâlde, toplumsal hayatı kendi değer sistemlerine göre değiştirecek olan kalabalık grup, halkın orijinallık ve bağımsızlık özelliklerinden en yoksun yığınlarından gelecek ve bu grubun kendine has ideâllerini toplumun geri kalan kısırıma da kabûl ettirebilmek için kullanabileceği tek koz, sâhip olacağı sayısal ağırlığı olacaktır. Bu durumda, potansiyel diktatörün yapacağı tek şey kendi akidesine kazanacağı insan sayısını mümkün olduğunca arttırmaktır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir