İçeriğe geç

Kodeks 632 Kitap Alıntıları – Jose Rodrigues dos Santos

Jose Rodrigues dos Santos kitaplarından Kodeks 632 kitap alıntıları sizlerle…

Kodeks 632 Kitap Alıntıları

Bir gün bu olanları, hoş bir anı olarak hatırlayacaktı.
Beni kullandığına dair içimde hep bir şüphe vardı zaten.
Çiçekleri çok severdi
Tesadüfler Tanrı’nın mesajlarını iletmesi için kullandığı araçlardır sadece.
Eğer dünyayı Tanrı yaratmışsa, dünya Tanrı değildir de nedir? İkinci soruysa ilkinden doğar. Eğer dünya Tanrı ise neden bu kadar kusurlu?
Bırak şimdi! dedi Lena. Gerçeklerin altında çoğu zaman yalanlar gizlidir.
Başarı besler onları; galip gelirler çünkü kendilerine inanırlar.
Hayat küçük bir nefesten fazlası değildi. Sonsuz karanlığın içerisinde bir anlık yanıp sönen bir ışıktı.
Moliarti, Tomas’a çekini verdi. Mavi mürekkeple bir tane beş, beş tane de sıfır vardı. Yarım milyon dolar.
Sessizliğini satın almışlardı.
Hristiyanların İsa’yı tanrılaştırması bazı Yahudilere göre putperestliktir.
Zaman geçtikçe kanıtlar da yok olur.
Karl Popper, mutlak doğru diye bir şey yoktur, der. Mutlak yanlış ya da kısmen doğru vardır.
Kant, dünyayı olduğu gibi bilemediğimizi, anlayışımızın sadece bizim yorumumuzla kısıtlı kaldığını söylemiştir. Objelerin gerçek doğalarının nasıl olduğunu bilmiyoruz. Sadece insanlara özgü algılarımızla o objeleri yoruluyoruz. Örneğin insanlar dünyayı yarasalardan daha farklı deneyimler. İnsanlar resimler görürken renklerin ayrımına varır, köpeklerde dünyayı siyah beyaz görür. Hiçbir deneyim diğerinden daha doğru değildir, sadece mutlak gerçeğin kendilerine göre yorumlanmış haline sahiptir. Eğer Platon’un ünlü ‘Mağara Alegorisi’ne dönersek Immanuel Kant dse ki hepimiz aslında o mağaraya kendi algılarımızla zincirliyiz. Etrafımızdaki gerçekleri değil, o gerçeklerin gölgelerini görüyoruz sadece.
Her yerde o zevksiz gökdelenlerden var.
Yüce olmak için, tam ol. Kötü yanlarını saklama
Tevazu sahibi ol, olmayan özelliğini abartma
Her şeyinle bütün ol.
Yaptığın en ufak işe benliğini kat,
İşte o zaman her havuzda ayın aksi görünür
En yüksekte o parlar çünkü.
Bir kadının silahı ağzıdır, dedi Lena. Başka bir İsveç atasözü.
Kolomb ne kendisi kadar ıssız bir ada buldu ne de kendisi kadar unutulmuş bir anahtar.
Ralph Waldo Emerson
Hayat küçük bir nefesten fazlası değildi. Sonsuz karanlığın içerisinde bir anlık yanıp sönen bir ışıktı.
Yabancının gözleri yerlilerden daha uzağı görür. Yani yabancılar bazen orada yaşayan insanlardan daha çok yer gezer.
Dokuz sembolik bir sayıdır. Çoğu Avrupa dilinde yeni kelimesiyle benzerlik gösterir.Tek sayıların sonuncusu, sonun ve başlangıcın habercisi, zinciri kapayan sayı.
Yüce olmak için, tam ol. Kötü yanlarını saklama
Tevazu sahibi ol, olmayan özelliğini abartma
Her şeyinle bütün ol.
Yaptığın en ufak işe benliğini kat,
İşte o zaman her havuzda ayın aksi görünür
En yüksekte o parlar çünkü.
Bildiğin üzere bazen bir virgülün yerinin değiştirilmesi bile anlamı tamamen değiştirmeye yeter.”
“Tamam, tamam. Sana Empire State Binası’nı getireceğim. King Kong da dâhil.”
“O kadar uğraşmana gerek yok,” dedi gülerek. “MoMA’yı getirsen yeter.”
“O da ne?”
MoMA. Modern Sanat Müzesi.”
“Tabii ki.”
“Van Gogh’un Yıldızlı Gecesi’ni istiyorum. Bir de Monet’nin Nilüferler’ini, Picasso’dan Avignonlu Kızlar’ı ve Toulouse-Lautrec’in Divan Japonais’sini.”
“O resimlerin baskılarını alsam olur, değil mi?”
“Tabii ki hayır. Orijinallerini çalıp getirmeni istiyorum.”
“Hırsız kutsal kâseyi zangoçtan daha hızlı bulur.”
“Ne?”
“Başka bir İsveç atasözüdür bu. İnsan kafaya koyarsa bir yolunu bulur, demektir.”
Kolomb ne kendisi kadar ıssız bir ada buldu, ne de kendisi kadar unutulmuş bir anahtar .
Tesadüfler Tanrı’nın mesajlarını iletmesi için kullandığı araçlardır sadece.
Yüce olmak için, tam ol.
Kötü yanlarını saklama
Tevazu sahibi ol, olmayan özelliğini abartma
Her şeyinle bütün ol.
Yaptığın en ufak işe benliğini kat,
İşte o zaman her havuzda ayın aksi görünür
En yüksekte o parlar çünkü
Yukarıda ne varsa aşağıda da o vardır
Tesadüf diye bir şey yoktur. Tesadüfler Tanrı’nın mesajlarını iletmesi için kullandığı araçlardır sadece.
İnsanın Tanrıyla olan ilişkisinde iki soru uzun süredir önemini yitirmemiştir.
Eğer dünyayı Tanrı yaratmışsa, dünya Tanrı değildir de nedir?
İkinci soruysa ilkinden doğar. Eğer dünya Tanrı ise neden bu kadar kusurlu?
Karl Popper, mutlak doğru diye bir şey yoktur, der.
Mutlak yanlış ya da kısmen doğru vardır.
Hiçbir deneyim diğerinden daha doğru değildir. Sadece farklıdır. Kimse mutlak gerçeğe sahip
değildir, sadece mutlak gerçeğin kendilerine göre yorumlanmış haline sahiptir.
Kimse mutlak gerçeğe sahip değildir, sadece mutlak gerçeğin kendilerine göre yorumlanmış şekline sahiptir
Başarı başarıyı getirir, hiçbir engel aşılamayacak kadar büyük değildir
Hayatını yaşanmaz hale getiren şey kendi vicdanına ihanet etmesiydi.
İnsanlar yaptıklarına göre değil niyetlerine göre mükâfatlandırılır.
Hiçbir deneyim diğerinden daha doğru değildir. Sadece farklıdır. Kimse mutlak gerçeğe sahip değildir, sadece mutlak gerçeğin kendine göre yorumlanmış haline sahiptir.
Kant, dünyayı olduğu gibi bilemediğimizi, anlayışımızın sadece bizim yorumlarımızla kısıtlı kaldığını söylemiştir. Objelerin gerçek doğalarının nasıl olduğunu bilmiyoruz. Sadece insanlara özgü algılarımızla o objeleri yorumluyoruz.
Yüce olmak için tam ol. Kötü yanlarını saklama
Tevazu sahibi ol, olmayan özelliğini abartma
Her şeyinle bütün ol.
Yaptığın en ufak işe benliğini kat,
İşte o zaman her havuzda aynı aksi görünür
En yüksekte o parlar çünkü.
Hırsız kutsal kâseyi zangoçtan daha hızlı bulur İnsan kafasına koyarsa bir yolunu bulur.
Hayatını yaşanmaz hale getiren şey kendi vicdanına ihanet etmesiydi.
Yalan kazanmış, gerçek kaybetmişti.
Tanrı evreni sayılarla yarattı.Evrendeki her şey bir sebep sonuç zincirinin halkalarıdır.
Sessizliğini satın almışlardı.
Yüce olmak için, tam ol. Kötü yanlarını saklama
Tevazu sahibi ol, olmayan özelliğini abartma
Her şeyinle bütün ol.
Yaptığın en ufak işe benliğini kat,
İşte o zaman her havuzda ayın aksi görünür
En yüksekte o parlar çünkü.
Tanrı evreni sayılarla yarattı. Her sayı, içinde bir gizem ve aydınlanma barındırır. Evrendeki her şey bir sebep sonuç ilişkisinin halkalarıdır. Bu zincir de sonsuza kadar uzanabilir. Bugünlerde matematikçiler karmaşık şeylerin yapısını anlamak için kaos teorisini kullanıyor. Fizikçilerse kuantum dünyasındaki atom altı parçacıkların anlamsız hareketlerini belirsizlik prensibiyle açıklamaya çalışıyorlar.
“Yüce olmak için, tam ol. Kötü yanlarını saklama
Tevazu sahibi ol, olmayan özelliğini abartma
Her şeyinle bütün ol.
Yaptığın en ufak işe benliğini kat,
İşte o zaman her havuzda ayın aksi görünür
En yüksekte o parlar çünkü.”
Başarı besler onları; galip gelirler çünkü kendilerine inanırlar.
Hayat küçük bir nefesten fazlası değildi. Sonsuz karanlığın içerisinde bir anlık yanıp sönen bir ışıktı.
Yüce olmak için, tam ol. Kötü yanlarını saklama Tevazu sahibi ol, olmayan özelliğini abartma Her şeyinle bütün ol.
Yaptığın en ufak işe benliğini kat, İşte o zaman her havuzda ayın aksi görünür En yüksekte o parlar çünkü.
Başarı besler onları; galip gelirler çünkü kendilerine inanırlar.
Hiçbir deneyim diğerlerinden daha doğru değildir. Sadece farklıdır. Kimse mutlak gerçeğe sahip değildir, sadece mutlak gerçeğin kendilerine göre yorumlanmış haline sahiptir.
Yüce olmak için, tam ol. Kötü yanlarını saklama.
Tevazu sahibi ol, olmayan özelliğini abartma.
Her şeyinle bütün ol.
Yaptığın en ufak işe benliğini kat,
İşte o zaman her havuzda ayın aksi görünür,en yüksekte o parlar çünkü.
Bir ülkenin zenginliği sadece parayla değil, bilgiyle de ölçülür.
Aslında o mağaraya kendi algılarımızla zincirliyiz. Etrafımızdaki gerçekleri değil. O gerçeklerin gölgesini görüyoruz sadece..
Tesadüf diye birşey yoktur. Tesadüfler Tanrı’nın mesajlarını iletmesi için kullandığı bir araçtır.
Tesadüfler Tanrı’nın mesajlarını iletmesi için kullandığı araçlardır sadece.
Eğer düşünce tarzımız çağın baskın anlayışları ve ön yargılarıyla kısıtlıysa bu da demektir ki objektif bir gerçeklik elde etmek imkânsızdır.
İşçini iyi besle,ineğin daha çok süt versin.
“Her neyse, Nelson, milliyetin ne önemi var? Umberto Eco bile Kolomb’un İtalyan olmadığını kabul etmiyor mu zaten?”
“Umberto Eco, Cenovalı değil,” dedi Moliarti.
“Ama İtalyan.”
Portekizliler doğuya gitmek istiyorlardı. Bilgi açısından düşünürsek Tapınakçılar, aradıkları bilginin Rahip John’a ait doğudaki mistik Hıristiyan krallığında olduğunu düşünüyorlardı. Wolfram von Eschenbach tarafından yazılan Alman epik şiiri Parzival’de belirtildiği gibi. Bu bilgi de Portekiz’e Alman Tapınak Şövalyeleri sayesinde gelmiştir. Ekonomik açıdan düşünürsek de Venedik ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tekelinden kurtularak baharatları direk kaynağından almak için Hindistan’a giden bir yol keşfetmek istiyorlardı. Kutsal Kâse ya da onun temsil ettiği bilgi arayışı Gemici Henrique ve Tapınakçıları’nın seferlere çıkma sebebiydi. Fakat zamanla ekonomik çıkarlar mistik amaçları gölgede bıraktı. Amerika’nın sadece orada yaşayan yerliler ve ağaçlardan ibaret olduğuna inanıyorlardı, bunu da oraya ayak basar basmaz fark etmişlerdi. Bu yüzden Kral João, Kolomb’un planlarıyla ilgilenmeye başladı.
Tapınakçılar’ın gizemleri ve Yahudilerin Kabalacı çalışmalarının keşiflere yol açtığına inanıyorum. Tapınakçılar açıktan açığa Kutsal Kâseyi, Kabalistler ise gizlice vadedilmiş toprakları arıyorlardı. Kudüs’e ve Süleyman Tapınağı’na olan özlemleri onları birleştirmişti. Sefaradlar ve Portekizliler beraber patlayıcı bir güç oluşturmuşlar, Portekiz ve dünya tarihindeki en ileri görüşlü devlet adamlarının ortaya çıkmasına ortam sağlamışlardır. Mesela Prens Henrique, şimdilerde küreselleşme dediğimiz şeyin arkasındaki adamdır. Kral I. João’nun üçüncü çocuğu olan Henrique, 1420’de İsa Mesih Tarikatı’nın başına geçmiş sonra da kral olarak herkesçe bilinen Gemici Henrique adını almıştır. Portekizli, Tapınakçı, Yahudi ve diğer her türlü gruptan bilim insanını bir araya getirmiş ve Kutsal Kâseyi aramaya yönelik iddialı bir plan yapmıştır.
Eğer Tomar’daki São João Baptist Kilisesi’ne giderseniz orada Vaftizci Yahya’yı Kutsal Kâseyi tutarken resmetmiş üç parçalı bir tablo görürsünüz. Kâse’nin içinde kanatlı bir ejderha görünür, Yuvarlak Masa Şövalyeleri efsanesinde adı geçen mistik bir hayvandır. O efsanede Büyücü Merlin, yer altındaki bir gölde savaşan iki ejderhanın hikâyesini anlatır. Ejderhalardan biri kanatlı öbürü ise kanatsızdır. Biri iyiliği öbürü ise kötülüğü temsil eder, aydınlık ve karanlıkla sembolize edilirler. Ejderhalar arasında süren bu savaş aynı kilisenin en üstteki eşsiz değerdeki sütununda da görülebilir
Batıl inanç bunlar, sevgili dostum! Kutsal Kâse mecazi bir şeydir, metaforik de diyebilirsiniz
Şimdi öğreneceğiz,
Romalılar Kudüs’ten Yahudileri kovdular. Dördüncü yüzyıla kadar, yani Roma imparatoru Konstantin Hıristiyan olana kadar Hıristiyanlara da baskı uyguluyorlardı. Konstantin Hıristiyan olduktan sonra annesi Helena Kudüs’e geldi ve ilk Hıristiyan kiliselerinin burada, İsa’nın hayatıyla ilgili yerlerde inşa edilmesini istedi. Bu olaydan sonra Kudüs tekrar önem kazandı. 614’te Pers ordusu burayı ele geçirince Yahudilerin de yardımıyla Hıristiyanları katlettiler. Roma’’nın devamı olan Bizans 628’de tekrar Kudüs’ü ele geçirdi. Aynı yıl Muhammed Peygamber tarafından oluşturulan bir ordu Mekke’yi fethedince ortaya yeni bir dinî güç çıktı: İslam. On yıl sonra Halife Ömer, Bizansı mağlup edip Kudüs’ü fethetti. İslam İbrahim’i ve Eski Ahit’i kutsal kabul ettiği için Müslümanlar da Kudüs’ü kutsal kabul eder. Dahası Müslümanlar, peygamberlerinin burada, İbrahim’in oğlunu kurban etmek istediği, Yahudilerin birinci ve ikinci tapınaklarını inşa ettikleri taş üzerinde göğe yükseldiğine inanırlar. Romalıların Moriya Dağı’nda bıraktıkları yıkıntılar temizlendi ve Müslümanlar burada iki kutsal mekân inşa ettiler. 691’de Kubbet-üs Sahra, 705’te de Mescid-i Aksa inşa edildi, ikisi de Tapınak Tepesi’ndedir.” Haim eliyle sol tarafındaki güneş gibi parlayan kubbeyi de içine alarak Ağlama Duvarı’nın arkasındaki tepeyi işaret etti. Bu kubbe eski şehrin mücevheri gibiydi.
Haim, devam etti. “Hıristiyanlar ve Yahudilerin Moriya Dağı’ndaki bu bölgeye girmeleri yasaklandı ama Kudüs’te yaşamaya devam ettiler. On birinci yüzyıla kadar hoşgörülü bir yönetim uyguladılar. Fakat on birinci yüzyılda Müslümanlar yaklaşımlarını değiştirip Hıristiyan ve Yahudilerin Kudüs’e girmelerini yasakladılar. Problemler o zaman ortaya çıktı. Hıristiyan Avrupa buna kötü karşılık verdi ve Haçlı Seferleri başladı. Hıristiyanlar Kudüs’ü ele geçirdi. Hatta tapınağın adını kullanarak dinî bir tarikat bile kurdular.”
“Süleyman Tapınağı ve İsa’nın Fakir Askerleri.”
“Evet. Tapınak Tarikatı’nın Şövalyeleri, başka bir deyişle Tapınak Şövalyeleri. Karargâhlarını buraya Tapınak Tepesi’ne kurdular ve kazı yapmaya başladılar. Önemli eserler buldular ama ne bulduklarını bilmiyoruz. Bazıları Ahit Sandığı’nı ve Son Yemek’te İsa’nın kullandığı ve çarmığa gerilirken kanının toplandığı kadehi bulduklarını söylediler.”
“Kutsal Kâse.”
“Evet. Torino Kefeni’ni, yani çarmıha gerildikten sonra İsa’nın sarmalandığı kefeni bulduklarını söyleyenler bile oldu. Bunlar çözülmemiş gizemler olarak varlıklarını sürdürüyor ve Moriya Dağı’nı Hıristiyanlar için önemli bir yer haline getiriyor.”
İbadet bölümüne yaklaştıkça insanların dua etmeden önce ellerini yıkadıklarını gördüler. Duvarın önünde erkekler ve kadınlar mehitza tarafından ayrılmış bir şekilde başlarını ve gözlerini ritmik hareketlerle sallıyorlardı. Bazıları ellerinde ufak kitaplar tutuyordu.
Pazar yerinin kuzey köşesinden çıkıp Zincir Sokağı’na girdiler. Zalim Tatar Prensi Barka Han’ın gömülü olduğu Halidi Kütüphanesi’nin önünden geçerek Davud Sokağı’na doğru ilerlediler. Öğleden sonra iki olmuştu, acıkmışlardı. Haim misafirini sakin Yahudi Bölgesindeki bir restorana götürdü. Restoranda humus, tabule ve baharatlı harif sosuyla servis edilen pideli kebaplardan yediler. Bakır fincanlarda servis edilen sert bir kahve olan katzar’larını içtiler.
Yediklerini hazmederken Ermeni Bölgesi’ni Hıristiyan Bölgesinden ayıran Davud Sokağı’ndan geçtiler. Neşeli bir pazar havası vardı burada. Tıklım tıklım dolu dükkânlarda halılar, kilimler, zeytin ağacına işlenmiş dinî semboller satılıyordu. Turistlerin ilgisine ya da hacıların imanına hitap eden ne varsa koymuşlardı. Bir süre sonra kendilerini kara ve tehditkâr bir mimariye sahip Kutsal Kabir Kilisesi’nin önünde buldular.
Mermer sütunlu kemerli kapılardan geçerek Calvary Taşı’na doğru, Romalıların İsa’yı çarmıha gerdiği yere tırmandılar. Burada iki küçük şapel vardı. Sağdaki Latin şapeli haçın onuncu ve on birinci durağında yapılmıştı. İsa’yı çarmığa çivilerle orada sabitlemişlerdi. Yanında küçük bir kemer, Stabat Mater Sunağı olarak anılıyordu, Meryem haçın dibinde ağlarken resmedilmişti. Öbür taraftaki Ortodoks şapeliyse haçın kaldırıldığı yere yapılmıştı, iki tane cam kabin Calvary Taşı’nın yerden yükselen engebeli yüzeyini gösteriyordu.
“Çok ilginç!” dedi Tomás sessizce. Üzerinde çarmıha gerilmenin meydana geldiği taşı daha dikkatle inceleyebilmek için eğildi. “Demek İsa tam burada öldü.”
“Aslında tam olarak orada değil. 325 tarihinde Konstantin Kutsal Teslis’i tartışmak için ekümenik konsili topladı. Konsilde, Konstantin’in annesini İsa’nın doğduğu yerlerin bakıma muhtaç olduğuna ikna eden Kudüs Piskoposu Macarius’da vardı. Helena buraya gelince İsa’nın Beytüllahim’de bir mağarada doğduğunu ve Zeytin Dağı’nda Kudüs’ün yok olacağını öngördüğünü öğrendi. Sonra Helena, İsa’nın çarmığa gerildiği büyük taş olan Golgotha’nın, Roma İmparatoru Hadrian’ın iki yüzyıl önce inşa ettiği pagan tapınaklarının altında olduğunu düşündü.”
“Golgotha mı?”
“Buradaki taşın İbranice ismidir. ‘Kafatası yeri,’ demektir. Latince hali ise Calvary şeklini almıştır.” Haim duraksadı. “Helena sonra İsa’nın idamı için hazırlık yapılan yerleri, haça çivilendiği yeri, haçın kaldırıldığı yeri hep kafasına göre belirledi. Bu duraklara Haçın dokuzuncu, onuncu ve on ikinci durakları denir. Fakat bu duraklar hep tahminlere göre belirlenmiştir ve işin doğrusu çeşitli kanıtlar olmasına rağmen bazilikanın altındaki taşın Golgotha olup olmadığından kimse emin değildir. İncil’de İsa’nın Eski Şehir duvarlarının hemen yanındaki bir taşın üzerinde çarmıha gerildiği yazar. İncil’de yazılanlara göre bu tepecik yer altı mezarı olarak kullanılıyordu. Arkeolojik araştırmalar Golgotha’nın bu tanıma tam olarak uyduğunu gösteriyor.” Kutsal Kabir Kilisesi’ne girmek için sıraya girdiler. İsa öldükten sonra bedeninin yatırıldığı yer altı mezarının üzerinde bazilikanın altın ve beyaz renklerdeki kubbesinin altında şimdi orayı gizleyen bir Roma kümbeti yükseliyordu. Bu kümbetin zemin ve ilk katlarındaki kemerli pasajlar küçük mezarı çevreliyordu. Haim, Ortodoks Kilisesi tarafından dünyanın merkezi olarak kabul edilen Haçlı kilisesi Katholikon’u gezmeye gitti. Tomás tek başına dar geçide girip sıcak ve nemli Kutsal Kabir’in içinde etrafına bakındı. Kendinden beklenmedik bir saygıyla İsa’nın yatırıldığına inanılan mermer zemine göz attı, klostrofobik mahzen mezarın üst tarafına Diriliş’ten bir sahnenin resmedildiği kabartmaları inceledi. Sadece birkaç saniye bakabildi, arkasındaki insanların içeri girme isteği üzerinde baskı oluşturmuştu. Çıkışta Haim saatine işaret ederek onu bekliyordu.
“Saat dört buçuk,” dedi. “Gitsek iyi olur.”
 
Hıristiyan takviminin 66. yılında Yahudiler, Romalılara karşı başkaldırdılar. Yahudi Savaşları denilen savaşlar yaşandı. Buna karşılık olarak Romalılar Kudüs’ü ele geçirdiler ve 68 yılında Tapınak’ı yerle bir ettiler. Bu durum milletimizin üzerinde çok kötü bir etki yarattı.
Gerçeklerin altında çoğu zaman yalanlar gizlidir
Toscano’nun şifresini hatırlıyor musun? Sonunda onun Umberto Eco’nun kitabında yazdığı bir şeyi gösterdiğini anladım. Orada Kolomb’un aslında Portekizli bir Yahudi olduğu yazıyordu.”
“Şaka yapıyorsun.”
“Foucault Sarkacı’nı incele, hepsi orada yazıyor.” Tomás, Moliarti’nin şok olmuş yüz ifadesini görmezden gelerek devam etti. “Eco’nun sayesinde araştırmamı tekrar yönlendirdim ve bazı şeylere rastladım. Senin de ilgini çekeceğine inanıyorum.” Tomás notlarına baktı. “İlk olarak Kolomb’un hangi milletten olduğunu bugünün devletlerine bakarak söyleyemeyiz. Onun zamanında bu devletler bizim bildiğimiz şekilde var olmuş değillerdi. Bütün İber Yarım Adası, İspanya sayılıyordu. Portekizliler kendilerini İspanyol olarak görüyor, Kastilya onlar için Portekiz ifadesini kullanınca itiraz ediyorlardı. Hem o zamanlar Portekiz kâşifleri diye bir şey de yoktu. Kâşifler ya Portekiz Kral’ının ya da Kastilya Kraliçesi’nin emrinde oluyorlardı. Örneğin Portekizli deneyimli bir denizci olan Ferdinand Magellan, Kastilya donanmasıyla dünyaya yelken açıyordu. Bu yüzden de Kastilyalıydı.”
Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı kitabını görünce gülümsedi. Güzel kitap, diye düşündü, zor ama güzel.
Eco’nun diğer kitabı Foucault Sarkacı’ydı. Tomás dudaklarını büktü. Eco filozof Michel’le değil de fizikçi Léon Foucault’yla uğraşarak akıllılık etmişti. Léon Foucault on dokuzuncu yüzyılda dünyanın döndüğünü bir sarkaç yardımıyla göstermişti. Paris Gözlemevi’ndeydi o sarkaç şimdi. Tomás kitabın kapağına bakarken o üç kelime sanki ete kemiğe bürünüp üzerine atlamış gibi hissetti. Eco, sarkaç, Foucault. Tomás donup kalmış, kapağa bakıyordu.
Eco, sarkaç, Foucault.
Elleri heyecandan titreyerek cebinden cüzdanını çıkardı ve Toscano’nun bilmecesini yazdığı küçük kâğıdı buldu. Tarih profesörünün çözülmez görünen şifresi elindeydi şimdi.
FOUCAULT’NUN HANGİ EKOSU 545’TE SOLA SARKAR?
Tomás’ın gözleri kitabın kapağı ve kâğıt arasında mekik dokudu. Eco, Foucault, sarkar. Foucault Sarkacı adlı kitap Umberto Eco tarafından yazılmıştı. Tomás yıldırım çarpmış gibi oldu.
Yüce Tanrım.
Bilmecenin anahtarı Michel Foucault’nun kitaplarında değil de diğer Foucault’nun sarkacı hakkında Umbero Eco’nun yazdığı kitaptaydı. Eko, Eco. Nasıl bu kadar aptal olabilmişti? Tomás kendi kendine küfretti. Bilmecenin çözümü ne zamandır burnunun dibindeydi. Michel Foucault ya o kadar kafayı takmıştı ki gözünün önündeki şeyi görememişti. Bilmecenin Foucault sarkacından bahsettiğini kim olsa anlardı.
Aptal.
Kitabı ve elindeki kâğıdı incelemeye başladı tekrar. Gözü soruya takıldı. Daha doğrusu soru işaretinden önceki üç sayıya.
545.
Krallara layık bir ziyafet gören kıtlıktan çıkmış bir adam gibi parmakları titreyerek kitabın kapağını açtı. Hızla sayfaları çevirip 545’e gelince durdu.
Profesör elini salladı. Anlatacak çok şey vardı ama nereden başlayacağını bilmiyordu sanki. “Oh, Michel Foucault! Immanuel Kant’tan sonra gelen en büyük filozof odur. Saf Aklın Eleştirisi’ni okudun mu?”
“I-ıh… hayır.”
Saraiva iç çekti. “Gelmiş geçmiş en önemli felsefi metindir, mon cher,” dedi, Tomás’a bakarak. “Kant, dünyayı olduğu gibi bilemediğimizi, anlayışımızın sadece bizim yorumumuzla kısıtlı kaldığını söylemiştir. Objelerin gerçek doğalarının nasıl olduğunu bilmiyoruz. Sadece insanlara özgü algılarımızla o objeleri yorumluyoruz. Örneğin insanlar dünyayı yarasalardan daha farklı deneyimler. İnsanlar resimler görürken, yarasalar sonar sistemleriyle etraflarını inceler. İnsanlar renklerin ayrımına varır, köpeklerse dünyayı siyah beyaz görür. Hiçbir deneyim diğerinden daha doğru değildir. Sadece farklıdır. Kimse mutlak gerçeğe sahip değildir, sadece mutlak gerçeğin kendilerine göre yorumlanmış haline sahiptir. Eğer Platon’un ünlü ‘Mağara Alegorisi’ne dönersek Immanuel Kant der ki hepimiz aslında o mağaraya kendi algılarımızla zincirliyiz. Etrafımızdaki gerçekleri değil, o gerçeklerin gölgelerini görüyoruz sadece.” Saraiva, Tomás’a baktı. “Anladın mı?”
Tomás düşüncelere dalmış bir şekilde bir dalganın kıyıya vurmasını izledi. Gözlerini dalgadan ayırmadan başıyla onayladı. “Evet, Foucault da mı bunu diyor?”
“Michel Foucault bundan çokça etkilenmiştir, evet. Tek bir gerçek değil de birkaç gerçek olduğunu fark etmiştir.”
Tomás kaşlarını çattı. “Tek bir gerçek olmadığını nasıl söylersin? Eğer bu sandalyenin ahşap olduğunu söylersem doğruyu söylüyor olmaz mıyım?” Tomás okyanusu gösterdi. “Eğer okyanusun mavi olduğunu söylersem doğruyu söylemiş olmaz mıyım?”
Saraiva gülümsedi. Bu konular uzmanlık alanıydı. “Saf Aklın Eleştirisi’nden sonra fenomenolojistler bu soruna bir çözüm bulmak zorunda kaldılar. Gerçek kelimesini tekrar tanımlamak bir zorunluluk halini aldı. Fénomenolojinin babası sayılan Edmund Husserl ortaya koydu ki kişilerin yargıları objektif değil, sadece gerçekliğin sübjektif yorumlarıdır.”
“Hımm, pek emin değilim,” dedi Tomás tereddüt ederek. “Bana kelime oyunu gibi geldi.”
“Kelime oyunu değil,” diye üsteledi Saraiva. “Senin alanını, tarihi ele alalım mesela. Tarih kitapları Roma istilalarına karşı direniş gösteren Lusitanialıların lideri Viriatus’tan bahseder mesela. Fakat Viriatus’un gerçekten var olduğunu nereden bileceğiz? Ondan bahseden metinler aracılığıyla bu kanıya varıyoruz. Fakat ya metinler kurguysa? Sen benden daha iyi bilirsin ki tarihsel bir metin gerçeklerle değil de gerçeklerin anlatımıyla ilgilenir. Bu anlatımlar da doğru olmayabilir, hatta uydurulmuş bile olabilir. Bu yüzden tarihsel bağlamda gerçeklik objektif değil sübjektiftir. Karl Popper, mutlak doğru diye bir şey yoktur, der. Mutlak yanlış ya da kısmen doğru vardır.”
“Bu dediğin, her şey için geçerli,” dedi Tomás. “Fakat benim soruma cevap vermiyor.” Tomás tekrar ufku gösterdi. “Okyanusu görüyorum, mavi olduğunun da farkındayım. Bunun sübjektif olduğunu nasıl söyleyebilirsin?” Dudaklarını büzdü. “Benim bildiğim kadarıyla okyanusun mavi olması objektif bir gerçekliktir.”
“Okyanus mavi değil. Gözlerimiz onu mavi görüyor çünkü mavi ışık spektrumdaki diğer dalgalardan daha iyi dağılıyor. Bu da okyanusun mavi gözükmesine sebep oluyor. Gerçeklikle ilgili asıl sıkıntı bu. Çünkü algılarımın bana ihanet edebileceğini biliyorum. Mantığım beni yanlış kararlar almaya itebilir, hafızam bana oyunlar oynayabilir. Mutlak gerçekliği de deneyimleyemiyorum. Sen okyanusa bakıp mavi görüyorsun ama köpeğin biri okyanusa bakınca onu siyah olarak görüyor çünkü renk körü. İkinizin de asıl gerçeklikten haberiniz yok. Sadece sübjektif gerçeklik var elinizde.”
Tomás gözlerini ovuşturdu. “Peki, Foucault’nun bunlarla alakası ne?”
“Michel Foucault çalışmalarını bu kavramlar üzerine inşa etti. Ortaya koyduğu şey, mutlak gerçek anlayışlarının meydana çıktıkları çağa bağlı olduğuydu. Tıpkı bir tarihçi gibi çalışarak gösterdi ki bilgi ve güç birbirine o kadar sıkı bağlarla bağlanır ki bilgi/güç haline gelirler. Sanki bir madalyonun iki yüzü gibi. Eserlerinin çoğunu bu temel ilke üzerine vermiştir.” Tomás’ı işaret etti. “Hiç Michel Foucault okudun mu?”
“Aslında,” dedi Tomás, arkadaşını gücendirmekten çekinerek. “Okumadım.”
Saraiva ebeveynlere mahsus bir tavırla başını iki yana salladı.
“Bana ondan bahseder misin?”
“Nesinden bahsetmemi istiyorsun ki, mon cher? 1926’da doğdu. Eşcinseldi. Martin Heidegger’i keşfettikten sonra Friedrich Nietzsche’yle tanıştı. Nietzsche’nin eserlerinde bütün insan aktiviteleri üzerinde gücün etkisini gördü. Bu gerçeğin farkına varmak onu derinden etkiledi. Her şeyin güçten beslendiği yargısına vararak gücün nasıl bilgi halinde kendini açığa vurduğunu analiz etmek için çalışmalara başladı. Sosyal kontrolü sağlamak için bilgi kullanımını araştırdı. Bilgi/güç bağı üzerine çalıştı.”
“Nerede yazıyor bunlar?”
“Birçok kitabında. Mesela Kelimeler ve Şeyler’inde herhangi bir çağda düşünceyi etkileyen baskın anlayışı ve önyargıları analiz eder. Kelimeler ve Şeyler belki de Michel Foucault’nun en Kantvari eseridir. Kelimeler gerçeğin manifestosudur. Bu kitap bir bakıma mutlak doğru kavramını yıkmıştır. Çünkü eğer düşünce tarzımız çağın baskın anlayışları ve ön yargılarıyla kısıtlıysa bu da demektir ki objektif bir gerçeklik elde etmek imkânsızdır.”
“Tıpkı Kant’ın dediği gibi.”
“Tabii ki. Bu yüzden birçok kişi Michel Foucault’nun yeni Immanuel Kant olduğunu düşündü. Foucault, Kant’ın fikirlerini yeni bir bağlamda ele aldı,” dedi Saraiva. En sevdiği filozofu intihalci gibi göstermemeye çalışarak. “Sana bir hikâye anlatayım. Michel Foucault, College de France’a bir konferans için davet edildiği zaman ona unvanını sormuşlar. Ne demiş biliyor musun?”
Tomás omuz silkti.
“Düşünce sistemleri tarihi profesörü.” Saraiva kahkahalara boğuldu. “Adamın çift başlı olduğunu falan düşündüler herhalde.” Eski anıları yâd edermiş gibi mutlu mutlu güldü Saraiva. “Michel Foucault gerçeği ‘inşa edilen bir şey’ olarak gördü. Her çağın bilgisi kendisine yeni bir ‘gerçeklik’ oluşturuyordu. Sonra da bu fikrini diğer bağlamlara taşıdı. Bir yazarın sadece kitaplar yazan bir insan olmadığını, onun da çağının dil okullarına, anlayışına göre ve daha birçok etmene göre şekillendiğine inanıyordu. Diğer bir deyişle, bir yazar da çağının ürünüdür.”
“Ah,” dedi Tomás, sanki en sonunda anlamış gibi. Aslında bu düşüncede çok olağanüstü ya da devrimsel bir şey göremiyordu ama Saraiva’yla tartışmak, onun hevesini kırmak istemiyordu. “Başka?”
Filozof arkadaşı ufka bakarak Foucault’nun eserleri hakkında uzun bir özete girişti.
“Hepsi bu,” dedi Saraiva, bitirince. “Cinselliğin Tarihi’nin üçüncü cildinin notlarını baskıya verdikten iki hafta sonra hastaneye kaldırıldı. AIDS’e yakalanmıştı. 1984 yılının yazında öldü.”
“Onu seviyor musun?”
“Kimi?”
“Karını. Onu seviyor musun?”
Şimdi kırdığı potu telafi etme fırsatı doğmuştu. “Evlendiğimizde, evet. Ama zamanla birbirimizden uzaklaştık. Şimdi arkadaş gibiyiz, eskisi gibi değiliz.”
İşinde uzman bir öğretmene ihtiyacı var. Açık konuşmam gerekirse siz öyle bir insana benzemiyorsunuz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir