İçeriğe geç

Kızıl Tuğ Kitap Alıntıları – Abdullah Ziya Kozanoğlu

Abdullah Ziya Kozanoğlu kitaplarından Kızıl Tuğ kitap alıntıları sizlerle…

Kızıl Tuğ Kitap Alıntıları

Gönül çeken sevgilinin boyu yerine sancağı severiz
Ancak bir Türk, bu kadar az zamanda böyle bir orduyu yoktan var edebilir.
Buğatırlar!.. Cenk kokuları gene kendini gösterdi. Gün şu tepelerden doğup, ay gökte parladıkça Türkler, Moğollar ve bütün danışıklarımız, yoldaşlarımız kılıçlarını indirmeyecek, at üzerinden inmeyecekler,
İşittik ki, atalarımızı köpek Çinliler yendiler; onları buyruklarına tutsak kıldılar. Dedelerimiz bu köpeklere bac vermekte idi. Bugün Timuçin Tung-Hay gibi bir serseme bac vermeyi değil, onun ülkesini başına geçirmeyi daha doğru buluyor.
Yürü, bizim yolumuz uğraş yolu, sevdiğimiz at, yavuklumuz sadaktır.
Hiç yenilmeyen Çingiz’in adına leke sürüldü. Bütün avullar bizden yüz çevirdi. Bunun üzerine Ulun Eke, yüce hatun ata bindi, Türkleri kazanmak için Gök Bayrağı çekti, kaldırdı. Gökçe Tanrı da ona yardım eyledi.
Kendi göreneği üzere topuklarını sert bir vuruşla birleştirdi. Dokuz kere dizini yere vurarak başındaki börkü çıkarıp selâmladı.
Otsukarcı, odada bıraktığı aç âşıkları unutmuştu. Aslında insanlar böyle değil midir? Kendi karınları doyunca, aç kalan arkadaşlarını unuturlar. Fakat biz karınları hâlâ aç olan, gözlerine uyku girmeyen âşıkların sonunu görmek isteriz.
Çutkana karlar üstü,
Yolum illere düştü,
Kara bahtım ne yavuz
Yağlılarla öpüştü.
– İstemiyorsun, dedi. Elden ne gelir? Zorla kale alınır ama, zorla kalp kazanılmaz. Öyle ise bırak gideyim!..
Er meydanı erlere, yar meydanı sevenlere açık, hodri meydan!
Dört yüzyılda bir Türk ulusu düşer, ama yok olmaz; yeniden dirilir, dediler.
Bilmem, ne diye buralarda Türkler Farsça gazel okur, Arapça dua ederler?
Gönderi kılıfından sıyırdı. Bu uzun bir mızrağa takılı kızıl renkli at kıllarından yapılmış bir tuğdu. En üstünde koyu kırmızı renkli bir Kurt başı vardı.
– Sen de Moğol musun?
– Hayır.
– Sen Türk müsün?
– Ben Müslümanım.
– Müslüman ne demek koca baba? Okumuş adama benzersin. Bir adamın önce bağlı olduğu bir bayrağı, bir avulu, bir obası olur. Din gönülleri birleştiren ayrı bir bağdır. İmandır. Ben sana uruğunu, boyunu, dokuz atanı soruyorum; sen bana dinden imandan söz açıyorsun. Uruğunu, soyunu, sopunu bilmiyor musun yoksa?
– Ben de sizdenim.
– Ne pis konuşuyorsun. Türk’üm de be adam. Ne korkuyorsun? Türk’üm diye bağır! Utanacak, korkacak ne var?
Ve kendisi ellerini açarak kendince uzun bir dua okudu. Bu duayı kendi uydurduğu halde büyük dedesini araya sokarak eskilerden öğrendiğine yemin eder, her işin bu dua ile olacağına dinleyenleri inandırırdı.
Senin adını eski Türk göreneği üzere koymak istesek tavuk kesen demeye bile dilimiz varmayacak.
Bir Türk’e cins bir at armağan edilir de ağzı açılabilir miydi?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Çin bizden kalabalıktır. Çinlinin dini cengi değil, miskinliği; yaylalarda avlanmayı değil, şehirlerde pineklemeyi aşılar. Çinli sizden her döl alışta yavruya kendi dilini, kendi dinini, kendi töresini aşılar. Bu yüzden süt bakracına düşen yağ damlası gibi gün geçtikçe yayılır, yel geçtikçe sararırlar Bizim yolumuz gün batışıdır. Timuçin, Türkleri ardına al, gün batısına doğru git. Giderken de artık bir daha hiç ardına bakma!
Timuçin! Duydum ki sen avulumuzun başına geçmiş, diğer avullarla dövüşerek uşaklarımıza cenk ettirmişsin, beni de ardında at uşağı gibi dolaştıracakmışsın. Ben sana aman vermemek için adamlarımla geldim. Sen tümenlerle âdemoğlunun kanını dökeceğine ben bugün seni temizleyerek bu işin önüne geçeceğim.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
O gün her kişi, her ülke bir bayrak, Timuçin’in bayrağı altında toplanacak.
Bundan başka ben de eski Göktürkler soyundanım. Ben bu göçebe avulları, senin Moğol, Türk, Tatar, Özbek, Kırgız dediğin cılasınları bir araya, bir bayrak altına alacağım.
Atalarımızın öcünü köpek şehirlilerden, dinsiz Çinlilerden alacağım.
Doğduğum gün avuçlarım kapalı imiş, içinde de kan varmış. Arpakçılar bunu ileride büyük bir hakan olacağıma vermişler.
-Sen bilirsin! Benden söylemek! İstediğini yaparsın Peki ne diyeceksin? Seni her çağırışında koşacak mısın?
+Ona ne diyeceğim? Hiç..! Beni istiyorsan gel derim Gelse de gelmese de biz gene döner, ülkemize gideriz. Ama onu bu gece, yarın gece, bu ay, yıllarca her gece bekleyeceğim Ona, seni bekliyorum! dedim. Sözümde duracağım
1199 yılının baharı… Cayan ırmağının kenarındaki hanın önünde iki arkadaş gürül gürül akan gümüş suyun köpüklerine bakarak konuşuyorlar.
Yanık ve kuru yüzlü, kartal gibi keskin bakışlı olanı sağ kolunu sadağına dayamış, sol eliyle akar suya gölgeler atan uzun söğüt dallarıyle oynuyordu.
Biz, tez canlıyız. Kılıcım bir kere kınından çıkarsa hiç birinize açan vermezler. Türk atlarının nal çaldığı yerde Türkten başka kimse yaşayamaz.
+Ben de sizdenim
-Ne pis konuşuyorsun! Türk’üm de be adam. Ne korkuyorsun? Türk’üm diye bağır!
Sevmesini bilenlerin sevdikleri kimselerle birkaç gün ayrıldıktan sonra kavuştuklarında duyduklarını yazmak bizce insan oğlunun işi değildir.
Birkaç gün sonra yeniden dayak, tokat, tekme faslına başladı.Ne mümkün? Bu herif geberecek, ağzını açmayacaktı.Halbuki gözlerinden ıslak bir kedi yalvarışı seziliyordu.Çakır işi anlayarak kafasına vurdu:
-Yuf olsun! Ben de amma budalayım yahu!. Bir de akıllı geçinirim.Ben bu herife Türkçe soruyorum. Bakalım o Çinceden başka dil biliyor mu?
– Zorla kale alınır ama, zorla kalb kazanılmaz.
Onu sevgisine inandırmak için elinden gelse sinesini tırnakları ile yırtıp onun için çırpınan yüreğini bile göstermek istiyordu.
– Ne diye buralarda Türkler Farsça gazel okur, Arapça dua ederler?
Güneşin doğduğu yerlerde eskiden beri “Türk” denilen kahraman, bahadırlıkla ün almış, arı, temiz yürekli bir ulus oturur. Bunlara daha eskiden Gök Türk derlerdi.
– Senin imanın da, kurduğun mezhep de kendine uşak bulup, kişi oğullarının ruhlarını aldatmak için örülmüş tuzaklar.
Anladım ki yaşayan gövdeleri değil, kendi içimizde yarattığımız gölgeleri sevmek en doğru yolmuş
Zorla kale alınır ama, zorla kalp kazanılmaz
Timuçin de çok yaşamadı. Oğlu Tuluy’un acısına
dayanamayıp öldü. Öldüğü zaman bütün acunu bayrağına
boyun eğdirmişti. Celâleddin orada burada dolaşıp Timuçin’in kumandanlarıyla çatışıyordu.
Mehmed Töküş, İran’da öldü. Uşağı kendisine örtecek kefen bulamadı; kürkü ile gömdü.
Hindistan’a çekilen Otsukarcı’nın bir çocuğu oldu. Adını
Kaan koydular. Kaan’ın, Çakır gibi eski bir kurttan silâh,
zekâ dersi alacağı düşünülürse, bir gün ne korkunç bir bahadır olacağını düşünebiliriz. Kaan’ın sevdiği üç şey vardır: Kılıç, Kızıl Tuğ, at. Hatta zaman, yıllardan sonra Kırım Hanı Giray Han’a sanki onlar içinmiş gibi şu sözleri söyletti:

[Gönül çeken sevgilinin boyu yerine sancağı severiz.
Yasemin kokulu sevgilinin saçı yerine tuğa gönül vermişiz.
Biz peri gibi güzel, ahu gözlü sevgili yerine yel gibi koşan
hünerli atı severiz.]

Bu kadar derin gören, bu kadar temiz yürek taşıyan bir Türk, kendi ulusunun başında bulunanlara bir hakanlık pahasına bile olsa el kaldırmaz
Otsukarcı sen bir Türksün; Türkün aşkı silahtır; Türkün sevgilisi atıdır; Türkün yarı, bu sabahtan başlayarak kendimizi kapıp koyuvereceğimiz ıssız yollar, yeşil vadiler, altın dağlardır. Onuruna leke sürmeye başlayan aşkı öldürmesini bilmeyen hem o aşkı, hem onurunu kaybeder
‘’Türkistan’da doğan, Cayan ırmağı kıyısında büyüyen, nice bahadırlar yenen, Celme gibi sırtı yere gelmemiş bahadırları yere vuran bir Türk’e ‘’Korkuyor musun?’’ diye sormak itliğini kim ederse, kafasını koparırım. ”
Otsukarcı Şeyhülcebel’e sordu:
-Sen Moğol musun?
+Hayır.
-Türk müsün?
+Ben Müslümanım.
-Müslüman ne demek koca baba? Okumuş adama benzersin. Bir adamın önce bağlı olduğu bir bayrağı, bir avulu, bir obası olur. Din gönülleri birleştiren ayrı bir bağdır. Ben sana uruğunu, boyunu, dokuz atanı soruyorum; sen bana dinden imandan söz ediyorsun. Uruğunu, soyunu, sopunu bilmiyor musun?
+Ben de sizdenim.
-Ne pis konuşuyorsun Türküm de be adam. Ne korkuyorsun? Türküm diye bağır! Utanacak, korkacak ne var?
Rayete meylederiz kamet-i dilcu yerine, Tuğa dil bağlamısız zulfu semenbu yerine. Severiz esb-i hunermend-i saba-reftarı Bir peri-sekl u sanem, bir gozu ahu yerine.
Bir adamın önce bağlı olduğu bir bayrağı, bir avulu, bir obası olur. Din gönülleri birleştiren ayrı bir bağdır. İmandır. Ben sana uruğunu, boyunu, dokuz atanı soruyorum; sen bana dinden imandan söz açıyorsun. Uruğunu, soyunu, sopunu bilmiyor musun yoksa?
Senin elini öpmek için canını verenlerden bana ne? Kapında sıra bekleyenler beklesin dursun. Ben, bana kalsa senin yüzünü görmemek için iki mangır veririm. Ne de kendini beğenmiş suratsız şeysin.
Türkler saçlarını omuzlarına kadar bırakır, kesmezlerdi.
Ben Türkistan’da yalnız bir kadın tanırım.
– Nicedir adı?
– Ulun Eke derler.
– İyi ya babalık, işte Timuçin bu Ulun Eke nin oğludur. Babası Yesükey ölünce 13 yaşındaki Timuçin’i avula başbuğ yaptı anası.
Kurduğu mezhebin yayılması için birçok suçsuz, güçsüz insanın kanına giren, afyon vererek sarhoş ettiği insanları yalancı cennetlerde kendi şeyhliğine iman ettirdikten sonra katilliğe, darağacına kadar yürüten bu adam kızının dizine yaslanmış ağlıyordu.
Ömer Hayyam gibi özgür düşünceli bir hocadan ders almış olan Sabiha ile Hâlit’e bu yeni hocaların devamlı cehennem, kabir azabı gibi konulardan bahsetmeleri onların ilgisini çekmedi.
kendi söylediklerinin doğruluğunu belirtmek için yemin ederek Hz. Muhammed’in ağzından Hadîs uydurmaktan çekinmezlerdi. Onlar için, Bağdat’taki Türk hocaları gibi, bir Müslümanı doğru yola getirmek için mantık ve akıl esas değildi.
Şam’dan gelen Ömer ile Ali Mervan ise aslında Ortodoks Hristiyan iken, İslâm dinini daha kârlı ve güçlü görerek dinlerini değiştirivermiş iki Lübnanlı idiler.
Şeyh silâhla, zorla değil, bilgisiz halk sürülerinin kafalarında bir örümcek gibi yuva kurarak, bir yılana sahip olur gibi insanları uyuşturarak kendine bağlama yolunu seçmişti. Kendi izinden yürüyenlere Haşhaşın deniliyordu.
Sonradan İsmailiye diye adlandırılacak bu mezhebin İslâm dininin kurucusu Hazreti Muhammed’in öğütleri, kitabı Kur’an’la hiçbir ilgisi yoktu
Ömer Hayyam gibi rind bir hocadan ders alan Hâlit’in koyu yobaz bu iki Arabın uydurma masallanna yanaşmayacağını düşünememişti.
Burçları gökleri delen Alamut kalesinin sahibi, Şeyhülcebel adıyla tanınan Hasan Sabbah daha yatmamıştı
Onun gücü, kafasının çok gelişmiş oluşundan geliyor Çelme. Bu kadar derin gören, bu kadar temiz yürek taşıyan bir Türk, kendi ulusunun başında bulunanlara bir hakanlık pahasına bile olsa el kaldırmaz
Bir Türk için atını başka birisine armağan etmek çok üzücü bir olaydı. Gözleri yaşarmıştı.
Bir Türke cins bir at armağan edilir de ağzı açılabilir miydi? Üstelik bu Türk at üstünde acunu dolanmayı aklına koymuş olursa
Çinli sizden her döl alışta yavruya kendi dilini, kendi dinini, kendi töresini aşılar. Bu yüzden süt bakracına düşen yağ damlası gibi gün geçtikçe yayılır, yel geçtikçe sararırlar.
Uluğlamak: Saygı göstermek.
Bugün için çok korkunç bir şey sayılan bu baş kesme işi, o tarihte öldürülen düşmana saygıyı belirtiyordu.
Kıyat Börçigin: Cengiz’in aile adıdır.
Sana acımadım Çelme Noyan. Seni yere ben yıkmadım. Ayağın takıldı. Böyle düşmüş düşmana vurmak yiğitlik şanından değildir.
Eski Türk türesince bir düşmanla iki kişi birden dövüşemeyeceği için arkadaşı ölünceye kadar kavgaya giremezdi.
Noyan: Bey, Prens
Türk ulusunun on yedi kişiyle dağa çıkan bir kümeden büyük bir hakanlık yarattığını atalar anlata anlata bitiremiyorlardı
Timuçin, atalarımız dayağı olan kaymaz demişlerdir. Elimizde kılıcımız oldukça kimseden korkmayız.
Atalarımızın öcünü köpek şehirlilerden dinsiz Çinlilerden alacağım
Doğduğum gün avuçlarım kapalı imiş, içinde de kan varmış. Arpakçılar ileride büyük bir hakan olacağıma vermişler.
Ayın ağlı kara mı,
Yar, yaramı sara mı,
Beni böyle ağlatan,
Bağrımdaki yara mı?
Râyete meylederiz kameti dilcû yerine, Tuğa dil bağlamışız zülfü semenbû yerine. Severiz esb-i hünermend-i sabâ-reftârı Bir perî-şekl ü sanem, bir gözü âhû yerine.

[Gönül çeken sevgilinin boyu yerine sancağı severiz. Yasemin kokulu sevgilinin saçı yerine tuğa gönül vermişiz. Biz peri gibi güzel, ahu gözlü sevgili yerine yel gibi koşan hünerli atı severiz.]

– Ne yavuz buğatırlar Şunların dövüşüne bakın! Şu acemi, derme çatma şar uşaklarını nasıl düzmüşler, nasıl sürüp, nasıl yürüyorlar? Ben, oğullarımı işte böyle görmek istedim. Ancak bir Türk, bu kadar az zamanda böyle bir orduyu yoktan var edebilir.
Savaşa girmekten korkan, dağılan, birleşmeyen ulusu öteki büyük uluslar korkutur, dağıtır, pençeleri altına alır. Dilini, bayrağını, soyunu unutan uluslar ölümü göze alan uluslara uşaklık ederler. Büyük uluslar, ölümden, çalışmaktan korkmayan, yılmayan büyük başbuğlar, taş yürekli çobanlar yaratırlar.
Anladım ki yaşayan gövdeleri değil, kendi içimizde yarattığımız gölgeleri sevmek en doğru yolmuş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir