İçeriğe geç

Kırk Yedi’Liler Kitap Alıntıları – Füruzan

Füruzan kitaplarından Kırk Yedi’Liler kitap alıntıları sizlerle…

Kırk Yedi’Liler Kitap Alıntıları

“canım sıkılıyor, bu canım sözüne hep takılırım. niye sıkılıyoruz demeyiz de, çoğunluk ‘canım sıkılıyor’ deriz. çünkü özümüzü duyarız sıkılırken. acı duyarken, severken, sevilirken.”
“Bunlar Kapital’den bir sayfa okuyup yüz sayfa konuşurlar.”
“canım sıkılıyor, bu canım sözüne hep takılırım. niye sıkılıyoruz demeyiz de, çoğunluk ‘canım sıkılıyor’ deriz. çünkü özümüzü duyarız sıkılırken. acı duyarken, severken, sevilirken.”
Derinliği olmayan koyuluktaki gözlerdi onlar. Gördügü şey ne olursa olsun, değişmeyen, ışıksız, devingen iki noktaydı gözleri Kubilay ’ın.
Biliyordu Emine, kar yağarken hışırdardı. Bu yıllarla seçilebilecek özgün bir hışırtıydı. Sessizliğin hışırtısı.
Bu ilk gördüğü yabancı genç adamdaki karanlık acıyı, vazgeçişi, iyi olması gerektiğini sandığı her şeyden kopuşu görüyor; bilincine varmasa da bir insanın içindeki her şeyle yok oluşuna tanıklık ettiğini seziyordu.
Bir erkekteki serkeşliğin nedenlerini aramadan onu silivermek kadınlar için çok kolaydır. Çünkü onlar erkeğe dayanmaya bir alışıyorlar ki. Erkeklerin açıkça çekinmeden yaptıkları şeyleri anca aileyi yıkıcı olursa uyumsuz sayıyorlar.
İnsanlar, sanırım yaşlandıkça ya da, bilemiyorum, dünyaya bakışlarında tekdüzeliğe alıştıkça yılların biriktirip kötü de olsa elden ele geçirdiği şeyleri değiştiremez mi oluyor ne.
Sevgisiz yapılan her şey insanları sonunda kötüleştiriyor.
Kocana arasız kıymetli taşlar aldırmanın nedenini hiç düşündün mü Seçil, demişti. Beğenmediklerin de sevgili annemize armağan oluyor. Ben senin adına düşündüm. Elinde mülkün olsun istiyorsun. Kocanla aranızda bundan öte dayanıklı duygu bağları yok.
“Canım sıkılıyor, bu canım sözüne hep takılırım. Niye sıkılıyoruz demeyiz de, çoğunluk ‘canım sıkılıyor’ deriz. Çünkü özümüzü duyarız sıkılırken. Acı duyarken, severken, sevilirken.”
Sevgi büyük bir soyutlama mı, yoksa akılla beslenen bir gerçek mi?..
“Canım sıkılıyor, bu canım sözüne hep takılırım. Niye sıkılıyoruz demeyiz de, çoğunluk ‘canım sıkılıyor’ deriz. Çünkü özümüzü duyarız sıkılırken. Acı duyarken, severken, sevilirken ”
Canım sıkılıyor, bu canım sözüne hep takılırım. Niye sıkılıyoruz demeyiz de, çoğunluk ‘canım sıkılıyor ’ deriz. Çünkü özümüzü duyarız sıkılırken. Acı duyarken, severken, sevilirken.
Kalbim öyle çarptı inan Emine. Başkaları duyacak sandım. Çünkü ben duyuyordum. İnanmazsın ya, kalbimin gürültüsünü kör olayım ki dışardan duyuyordum.
İçinde her şeyin biriken, kırıcı, yüreğe batan, sivri, kesici baskınlığıyla duyduğu acı durmadan artmıştı.
Ölüm yaşamayı bilince anlam kazanıyor.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Öyle bir kıyıcılık ki bu, ah ölebilsem ah ölebilsem, diyorsun. Anca duyan anlar, diyorsun. Bak bu en gerçeği işin, mutluluk benzeri bir şeydir acı da. Ne anlatılsa eksik, az kalır.
Sevgisiz yapılan her şey insanları sonunda kötüleştiriyor
Düşünceleri ise onu mutlu etmiyordu ki, yüzünde ender görülen o yumuşama belirip sesinin buyuran anlamını yitiriyordu sık sık.
Uzak yolun töresidir ağlamak.
Bir de dünya çok genişlemişti Saide abla, çok büyümüştü. Öylesine küçük görünüyordu ki acım bana, ben de öylesine yırtıcı..
İnsan, insan içindir.
Coşkun yaradılışlıyım. Hep uçlarda gezen bir kişiliğim var. Susun çocuğum, demeyin. Tam öğrendiğimde bağıracağım.
Genç Cumhuriyetin genç insanlarıydık. Türkiye ’nin dört yanına yayıldığımızda götüreceğimiz her yeniliği uygulayacak gücümüz olduğundan kuşkumuz yoktu. Beyinlerimizin çalışmasını sanki karşılıklı duyuyorduk. Biz ulu önderin çocuklarıydık.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Ah Saide abla, vücudumun zorla zaptettiği bir inanç, güvenç taşkınlığıydı Cumhuriyet benim için. Çatlayan, fışkıran, zorlayan ışık çağlayanları sarıyordu dört yanımızı.
O sıralarda Emine ‘İnsanları sevmeliyiz’ diyordu. ‘Bazıları kesinlikle sevilmez, insan bile sayılamaz,’ dememişti daha.
Kadınla erkeğin yıpranmış, düşmanlığa yönelmiş ilişkilerinin silah bırakımı sayılabilecek o günlerinde, tanıştıkları yılların karşılıklı sunulan ilk kişiliklerinin canlanmasını yadırgıyla izlerdi, Emine. Yalanın, yapmacığın hangisi olduğunu araştırırdı.
Konuşursa ağlayacağını sanırdı.
Bir doluluk dolanırdı bağrında.
Gecenin içinden kopan bir tren sesi ondaki koyu mavilerle, güneş sarılarıyla bezeli yere gitme isteğini yenilerdi.
Bu yerin adı İstanbul ’du.
Çocuklara özgü düşlerinden çıkarıp gerçekleştirmişti orayı.
Bize büyüklerden Allahtan korkar gibi korkmayı belletmişlerdi.
Umut taze candadır.
Bazı şeyleri anlamaları, bilincine varmaları için ana babalar çocuklarına nasıl da zaman kaybettiriyorlardı.
— Yaz, diyordu adam. Kız değil, muayenede kız çıkmamıştır. Örf ve törelerimize bile saygıyı bilmeyen bunlar üstelik
— Kız değilim insanım elbet. Bana dokunmayın. Dokunmayın diyorum.
Her şey bir süredir gerçekliğini yitirmişti. İçinde, gövdesindeki olanları kendisinden öte kimsenin anlamamasını istediği saatlerdi.
Seslere olan duyarlığım işkencelerden sonra en uç noktaya vardı.
Her şey bir süredir gerçekliğini yitirmişti.
Ömrümüzün baharı derler ya, kurşundan eritilmiş, ayak değdirilmez, yırtıcı dikenli dalların her yanı kapladığı bir bahardır bu.
Yüzyıllık yalanların, yalnızlıkların sahicilik gibi sunulduğu ilişkiler dizisinden gelip çıktık. Biz halkımızın yeteneksiz bir sürü olduğu kavramıyla okutulup zenginleştirilmeye çalışıldık.
Çürütülmüş evrenin külflerini gepgenç elleriyle kazımaya davranmışlardı
He ya benim babam diye bağırıyordu Haydar.Demedim mi sana ben?
Ölüm nere sen nere?
Zulakdir Ağam diyordu, acelen ne ki?Babam, ağam benim, durasın ha?Şimdi ilk yardım arabası gelecek, haber saldık.
Hele yalandır yatmaların yere.-Haydarın sesi kupkuru;yerellik giderek baskın-Zulkadir, baba,insana durmalısın denende durur.Durur baba Dururr can, durur kurban ha?
Vuruldum, kahpe analılar?
Özellikle ailenin eski ölülerinin Emine’nin bugününü görmemiş olmalarındaki şanslarının yeniden önemle anlatılmasını dinleyemez
Acımak, yerinde harcanacağı günü bekliyor.
Tasnif edilmemiş zeka ve düşünce elbet kargaşalık doğurur.
Yüreği yoktur bunun, bu şaşmaz devinimler yoksa boylesine düzgün nasıl ayarlanabilir?
Bu kumrular var ya oğlum, bak dinle, Üsküdar ‘a gidelim, Üsküdar ‘a gidelim. derler.
‘Uzak yolun töresidir ağlamak.’
‘Biz yarım adamlarız İclal,’ dedi. ‘Serüveni sevgiyle, sıkıntıyla, acıyla karıştıran adamlarız.’
Değil kadın erkek eşitliği, erkek erkeğe, insan insana eşit değil.
İnsanları sevmeliyiz, diyordu. Bazıları kesinlikle sevilmez, insan bile sayılamaz, dememişti daha.
Size anlatmak güç, para insanı araçlaştırmamalı, araç olmalı
-Aşka abanmadıkça, sündürmedikçe; o duygu kişiye atılım, dirlik verir.
Hem alçak gönüllülükten dem vurup hem kibirli mi olacağız?
Kişinin kendisine hep sorular sorarak yaşamasını kolay mı sandın?
Belki de sayısız günler geçiyordu. Belki de tek bir gündü yaşanan. Sınırları korkunç genişlikte tutulmuş, hiçbir özel iz taşımayan tek büyük bir gün.
O nesneler tıkışıklığının tepeleme sürdüğü, donattığı odada arkadaşının kolaylıkla ölebileceğine inanıyordu. Kuşkusuz bu ölüm çok korkunç, o oranda da sessiz bir şey olacaktı. Kiraz iz bırakmayan küçük kuşlar gibi ölecekti. Sessizliğin dokunulmazlığı saydam ama kırılmazca inecekti Kiraz’ın uzun ipek kirpiklerine. Herkeslere, küçük talihsiz Kiraz’ın mutsuz sonunu hangi sözcüklerle anlatacağını düşünüyordu.
Uyum taşımayan, istemi dışında çoğalan, alabildiğine ışıltılı, canlı görüntülerle bütünleşen anıların yükünü taşıyamıyordu yüreği.
Her olayda haksızlığın hangi noktadan sırıttığını görüyorum. Korkarım dayanamayışım bir çığlık gibi yırtarak beni.
Gözleri yine bağlanmış.
Bulunduğu yerin kesinleşivermesine gözlerinin bağlanması yardımcı oluyor yeniden.
Günlerdir ya da haftalardır bu bitmez sanısını veren acılı oyunun içinde. Çevresini algılarıyla tarayıp sanrıların, düşlerin evreninden sıyrılıyor.
Gündeliği 15 liraya iş bulamayanlara karşı günde 250 bin lira kazanmanın yolları hangi toplum düzeninden geçer.
Böylesine aşağılama, yok etme isteği utanmazlıktan da öte bir sara nöbeti gibi nasıl taşınır insan vücudunda. Bu hiçbir şeyle kıyaslanamaz paralayıcılık insan organizmasında hangi koşullarla tohumlanıp büyüyor. Amaç öldürmekse bu yalın, hatta daha insanca gerçekleştirilebilir.
kitaplarımızı görecekler, saklayacak değiliz elbette. Kendimizi mi yadsıyacağız, niçin? Kitaplar durağan, değişmezlik niteliğine geçmiş nesnelerdir. Onlardan niçin korkuyorlar? Niçin suç ögesi sayılabilir? Bu topluma soluk alma araları niye, hangi bilinçle serpiştirilmiş.
Kadınları ürkütmenin, çocukça kalmasına çalışılmış bilinçlerini sarsmanın, onları kendilerine çirkin, beğenilmez saydırmanın en ucuz yolunu taşır bu laf. Erkek gibi kadın canım, deyip ezivermek, cinsiyetini yaralayıp yetersizleştirmek kurnazlığıdır bu.
Bu nasıl bir bahar ki; bebelerin çocukluk bilmediği, taze gelinlerin, eceldir başa çıkılması yok deyip toprağı avuçladığı, er kişilerin ezilmekten kapaklığa dönüştüğü bunu başaramayanınsa katil hırsız olduğu bir baharın içindeyiz. Hastaları, sakat edilmişleri saymıyorum, genele varmak işimiz bizim. Bu nasıl bir bahar ki Emine, kurşundan eritilmiş, ayak değdirilmez, yırtıcı dikenli dalların her yanı kapladığı bir bahardır.
İnsanlar, sanırım yaşlandıkça ya da, bilemiyorum, dünyaya bakışlarında tekdüzeliğe alıştıkça yılların biriktirip kötü de olsa elden ele geçirdiği şeyleri değiştiremez mi oluyor ne. Şimdi artık okumuyorum da, hep içiyorum. İsteklerim sevinçlerim yok oldu. Sonra karlarda yürüyorum. Eskiden okumayı öyle severdim ki. Sabah kalk borusu çalmadan ilk aydınlıkta ders dışı kitapları istekle okurdum. Bir kıyı çocuğuyum ben. Okumaktan da vazgeçtim, öfkelendim insanlara. Sarhoşluğun bir uçtan öte uca atlayan hastalıklı oyalanmasıyla avunuyorum. Karlara çıkıyorum. Kıyılarda kar bir gün bile dayanmaz. Sıcağı, güneşi iyi tanırım ben. Bunlar insanı uzaklığa, karamsarlığa itmezler. Okumuyorum, içiyorum işte. Sövüyorum aşağılık canlılara. En adi şeylere batıp çıkmanın yollarını arıyorum. Bağışla çocuk, bunları sana açmamalıyım.
İnsanlık bilincine varmış, varma hakkını elde etmiş, emeği ile dünyayı her gün kuran bütün insanları kapsayan bir sevgi anlattığımız, önerdiğimiz. Sevmenin kadın erkek ilişkisinde de yücelticiliğini yadsımıyoruz. Asıl geçici olan etsel tutkudur. Sizse sanırım sevgi diye bunu tanımlıyorsunuz.
Canım sıkılıyor, bu canım sözüne hep takılırım. Niye sıkılıyoruz demeyiz de, çoğunluk ‘canım sıkılıyor’ deriz. Çünkü özümüzü duyarız sıkılırken. Acı duyarken, severken, sevilirken.
Her sınıf kendi güzelliğini de çirkinliğini de yaratır. Bizim çabamız aslolan güzelliği savunmak, emeğin getirdiği, getireceği güzellik için çalışmaktır.
Gürültü istemiyorum. Düşüncelerim bile süzülür gibi gelişsin. Kulak zarlarımı delen elektriğin arasız akımını anca böyle yenerim. Geçti geçti, aylar oldu geçeli. Gürültüye dayanamıyorum. Duygularım da, kıvanma da, hüzün de aynı renksizlikle gelsinler. Çocukluğumun şen çığlıklarını bile yeniden yankır diye anımsamıyorum. Yine de çıkı çıkıveriyorlar.
“Uykuya geçiş sınırının aşıldığı an bilinmez.”
“Benim ablam, senin ağabeyin Haydar, biri eller eline gidecek gibi dirençli ve yürekli, ötekisi dayanıksız bir kış bahçesi çiçeği edildi.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir