İçeriğe geç

Kimlik Kitap Alıntıları – Zygmunt Bauman

Zygmunt Bauman kitaplarından Kimlik kitap alıntıları sizlerle…

Kimlik Kitap Alıntıları

Sevmek ikisi de farklı tecrübe ve hatıra yüküne sahip olup kendi doğal akışını sürdürmekte olan iki biyografiyi paylaşmaya ve harmanlamaya kararlı olmak demektir. Sevmek aynı zamanda geleceğe dair, yani büyük bir bilinmezliğe dair mutabakat demektir. Sevmek ödenecek bedeli göze almak demektir.
Her zaman açıklanacak, özür dilenecek, saklanacak bir şey ya da tam aksine cesurca izhar edilecek, müzakere edilecek, uğrunda çaba harcanacak ya da pazarlık edilecek bir şey vardır; yumuşatılacak ya da geçiştirilecek ya da tam aksine daha dikkat çekici ve görünür hale getirilecek farklılıklar vardır.
Sevmek, farklı tecrübe ve hatıra yüküne sahip olup kendi doğal akışını sürdürmekte olan iki biyografiyi paylaşmaya ve harmanlamaya kararlı olmak demektir.

Sevmek aynı zamanda geleceğe dair, yani büyük bir bilinmezliğe dair mutabakat demektir. Başka bir deyişle, Lucan’ın iki bin yıl önce gözlemlediği ve Francis Bacon’un ondan yüzyıllar sonra tekrarladığı gibi, ödenecek bedeli göze almak demektir.

O ayrıca sizinkine benzer bir seçme özgürlüğüne sahip olup o özgürlüğün peşinde koşma iradesine sahip olan birisine, yani sürprizler ve bilinmezliklerle dolu birisine kendini bağımlı kılmak demektir.

Şeyler ancak ortadan kaybolduklarında, işe yaramaz hale geldiklerinde, saçma sapan davranmaya başladıklarında veya bize hayal kırıklığı yaşattıklarında onların farkına varma, onları araştırmamızın odağına koyma ya da tefekkür dünyamıza katma eğilimindeyiz.
kendilerine tercih hakkı tanınmayan ve sonunda başkaları tarafından zorla dayatılmış bir kimlik yükünü sırtlanan, kimlik tercihinde men edilmiş kalabalıklar bulunur. O kimlikler ki, taşıyanların gücüne gider fakat ne atmalarına izin verilir ne de ondan kurtulabilirler. Tektipleştirici, aşağılayıcı, insandışılaştıran ve damgalayan kimlikler
ilişkiye başlamak için iki kişinin rızası gerekirken bitirmek için nasıl olup da sadece birinin kararının yeterli olduğudur.
devletsiz bir ulus geçmişinden emin olamaz, bugününe güvenemez, geleceğe dair kuşkudan da kurtulamazdı; bu yüzden de güvensiz bir varoluşa mahkumdu.
Ezeli ve ebedi sonsuzluk tarafından emilen kısa hayat süremi, uzayda kapladığım küçücük alanı, hakkında hiçbir şey bilmediğim ve hakkımda hiçbir şey bilmeyen uzayın sonsuz büyüklüğünü düşündüğümde Kendimi orada değil de burada, dünden ziyade bugünde görmekten korkuya ve şaşkınlığa kapılıyorum
İnsan bir şeyin değerini tam anlamıyla ancak o gözden kaybolunca anlar.
Sa­dece hayat mücadelesinden ibaret olan bir gündelik hayat­ta, iyi toplum vizyonuna ne yer vardır ne de zaman.
Ulusal kimlik, biz ve onlar arasında sınır çizmek için tekelci bir hakkı amaç edinen devlet ve onun temsilcileri tarafından titizlikle inşa edildi.
Nasıl ki atalarımız yaşadıkları top­lum tarafından her şeyden evvel ve en önemlisi üretici ola­rak şekillendirilip eğitilmişlerse, biz de öncelikle ve sonsuza kadar giderek artan biçimde tüketici olarak şekillendirilip eğitiliyoruz.
Eş zamanlı olarak hem tüketici hem ürünüz.
Birkaç derin ilişkinin yerine onlarca zayıf ve sığ te­ması koyuyoruz.
Küresel olarak üretilmiş sorunların yerel çözümleri yoktur. Küresel sorun­lar ancak küresel eylemler yoluyla tam anlamıyla çözülebilir.
Kimlikler artık giyip göstermek içindir; elde tutmak veya saklamak için değil.
”Kimsin’ sorusunun sorulması, insanı bir an için de olsa başka biri olabileceğine inanmaya sürükler.
Sevmek ‘doğurmayı ve hayat vermeyi’ arzulamaktadır ki, böylelikle âşık ‘doğurabildiği/hayat verebildiği’ güzelliği arar ve onun peşinden koşar.
Arzuladığımız ilişkileri nasıl kuracağımızdan emin değiliz; daha da kötüsü, ne tür ilişkiler istediğimizden de emin olamıyoruz.
İnsan bir şeyin değerini tam anlamıyla ancak o gözden kaybolunca anlar.
‘Birisini bir şeyle tanımlamak ‘ kişiyi, kontrol etmesi şöyle dursun, etkileme imkânının bile bulunmadığı bir kadere tutsak etmek demektir.
Devletin raison d’être’i (varlık sebebi) ‘biz’ ile ‘onlar’ arasındaki sınırı çizmek, sıkılaştırmak ve denetlemekti.
‘Kimsin’ sorusunun sorulması, insanı bir an için de olsa başka biri olabileceğine inanmaya sürükler.
ulus devlet, ‘doğumunu’ ‘kendi egemenliğinin temeli’ sayan bir devlettir.
Kendi tercihimiz olan alternatif bir kimliği elde edebilmek için gereken vasıtaları seçmemiz artık bir sorun olarak görülmüyor (onun için zorunlu olan teçhizatı almaya yetecek paramız varsa). Bizi bir çırpıda olmak istediğimiz, görünmek istediğimiz, tanınmak istediğimiz karaktere dönüştürecek donanım mağazalarda beklemektedir. Bunun en güncel örneğini vermem gerekirse: Londra’nın merkezinde sürücüler için trafik yoğunluğu! vergisi uygulanmaya başlayınca, moda bilincine sahip Londralılar arasında “mobilet sürücüsü olmak bir anda zorunlu” hale geliverdi (her ne kadar pek uzun sürmese de). Zorunlu hale gelen sadece ‘mobiler” değildi; “mobilet sürücüsü kimliğini” halk içinde göstermek isteyen herkes için olmazsa olmaz birtakım özel tasarım kıyafetler de devreye girdi -Dolce Gabbana deri ceket, kırmızı ve yüksek tabanlı Adidas spor ayakkabılar, Gucci gümüş rengi kask, sarı çerçeveli Jill Sander güneş gözlükleri. ..
Senecadan Durkheim’e kadar pek çok bilge, dinlemeye meyilli olan herkese gerçek mutluluğun ancak insanın cismani hayatını aşan şeylere bağlanmakla sağlanabileceğini hatırlatıp durdular. Ortalama günümüz okuru için bu tür tavsiyeler anlaşılmaz ve lüzumsuz görünmektedir. Binyıllar içinde zahmetle inşa edilen ve fani hayatı sonsuzluğa bağlayan köprüler kullanım dışı bırakıldı.

Daha önce böylesi köprülerden mahrum bırakılmış bir dünyada yaşamamıştık. Böyle bir dünyada yaşamakla neyle karşılaşabileceğimizi ya da kendimizi ne tür şartların içinde bulabileceğimizi söylemek için çok erken.

Mutlak kırılganlıkları ve geçicilikleri düşünüldüğünde, bireysel beka dışındaki her şey kötü bir yatırım olarak görünmektedir. Şeylerin tek mantıklı kullanım şekli, bireyin hayatta kalmasına hizmet etmeleridir. Potansiyel hazlarına hemen şimdi varılmalı, tatlarına hemen burada bakılmalıdır; zira pek yakında solmaya başlayacakları kesindir.
Modern strateji, insan takatini aşan büyük meseleleri insanların halledebileceği küçük görevlere bölmeye dayalıdır (mesela kaçınılmaz olan ölüme karşı umutsuz savaşın yerine pek çok kaçınılabilir ve iyileştirilebilir hastalığın etkin tedavisini koymak). Büyük meseleler” halledilemese de ertelenir, ötelenir ve gündemden düşürülür; tamamen unutulmasa da nadiren hatırlanır. Şimdiye dair endişe sonsuz olana ne yer bırakır ne de onu düşünecek zaman. Akışkan ve sürekli değişen bir ortamda sonsuzluk fikrinin ve onun zamanın akışından muaf olan sonsuz sürekliliği ile kalıcı değerinin insanlık tecrübesinde yeri yoktur.

Değişimin hızı dayanıklılık ve süreklilik değerine kalıcı darbeyi vurur: “Eski” ve “dayanıklı” olan, eski moda, zamanı geçmiş ve “kullanım süresi dolmuş’ olanla eşanlamlı hale gelir ve en kısa sürede çöplükteki yerini almaya mahkumdur.

Modern akıl mutlak manada ateistik değildi. Tanrı ile savaş ve “Tanrı’nın olmadığına ya da öldüğüne” dair hummalı delil arayışı radikal anlayışlara bırakılmıştı. Bununla birlikte modern aklın yaptığı şey, Tanrı’ya insanın dünyadaki işlerinden el çektirmek oldu. Modern bilim, dünya hakkında öğrenilen her şeyin teolojik olmayan terimlerle, yani mesaj” içermeden ve ilahi hikmete göndermede bulunmadan terimlerle anlatılmasını mümkün kılan bir dil inşa edilince ortaya çıktı.
Ezeli ve ebedi sonsuzluk tarafından emilen kısa hayat süremi, uzayda kapladığım küçücük alanı, hakkında hiçbir şey bilmediğim ve hakkımda hiçbir şey bilmeyen uzayın sonsuz büyüklüğünü düşündüğümde Kendimi orada değil de burada, dünden ziyade bugünde görmekten korkuya ve şaşkınlığa kapılıyorum.” 30

***
30 Blaise Pascal, Pens es, buradaki alıntı A.J. Krailsheimer’in tercümesinden (Penguin, 1966), s. 48.

Sohbet etmek ve mesajlaşmak için cep telefonlarını tercih ediyoruz, çünkü böylelikle “gerçek temasın yanında getirdiği rahatsızlıklara maruz kalmadan temas halinde olmanın rahatlığını sürekli olarak hissediyoruz. Birkaç derin ilişkinin yerine onlarca zayıf ve sığ teması koyuyoruz.
Kaliteden emin olunmadığında, acaba nicelik bir kurtuluş getirebilir mi?
Çoğumuz çoğu zaman “bağsız yaşamanın” getirdiği bu yeni hâlin – bağlarından kopmuş ilişkilerin – ikilemi içerisindeyiz. Aynı anda hem istiyor hem korkuyoruz. Geriye dönemeyiz, fakat bulunduğumuz yerden de memnun değiliz. Arzuladığımız ilişkileri nasıl kuracağımızdan emin değiliz; daha da kötüsü, ne tür ilişkiler istediğimizden de emin olamıyoruz.

Erich Fromm’un, bireylerin aşkında tatminin gerçek alçakgönüllülük, cesaret, inanç ve disiplin olmaksızın sağlanamayacağına dair gözlemiyle ikilemin özünü kavradığına inanıyorum. Fakat Fromm hemen ardından üzülerek şunu eklemiştir: bu niteliklerin nadiren görüldüğü bir toplumda sevme kapasitesine erişmek de ender bir başarı olmak zorundadır.

Fakat şunu belirtmeliyim ki, günümüzde kendisi vasıtasıyla iki modelden birincisinin yaygın olarak tarif edildiği “kültürel kelimesi, “siyasal yerindeliğin’ güncel standartları tarafından dikte edilen bir yanlış adlandırmadır. Neticede “kültür” kelimesi kelime hazinemize tamamen zıt bir anlam taşıyarak iki yüzyıl önce girdi: Yani “doğa’nın zıt anlamlısı olarak ve insan tercihlerinin sonucu olan ürünler, tortular ve yan etkiler gibi doğanın değişmez gerçeklerine tamamen zıt insan özelliklerine gönderme yaparak. İnsan yapımı şeyler aslında prensip olarak insan bozumu şeylerdir.
Sürekli olarak parçaları birbirine uydurmaya devam ettiğinizde, evet, yapabileceğiniz başka bir şey yoktur. Fakat onları birbirine uydurmak bu uydurma oyununa son verecek en uygun hale ulaşmak mıdır? Hayır, teşekkürler. Bu, kişinin onsuz daha iyisini yapabileceği bir haldir.
Modern hayatın en öngörülü gözlemcileri, daha on dokuzuncu yüzyılda, söz konusu güvenin resmi sürümünün -baskın; hatta belki de tek öğreti olmaya çalışan- ima ettiği kadar katı biçimde kök salmadığını belirtmişlerdi. Bu zeki gözlemcilerden biri, bireylerin “hayata dair bilginin zirvesine ulaştığı on dokuzuncu yüzyılın başlarında ‘toplumun artık düzgün işlemediğini! belirten Robert Musildir.
İnsan bir şeyin değerini tam anlamıyla ancak o gözden kaybolunca anlar. O şey ya tamamen kaybolunca ya da bakıma muhtaç hale gelince
Daha önce de belirttiğim gibi, ulus devler artık insanların güveni için doğal bir yed-i emin değildir. Güven modern tarihin büyük bölümü boyunca ikamet ettiği evinden kovulmuş durumdadır. Havada süzülüyor ve yeni cennet arayışlarıyla dalışlar yapıyor -fakat sunulan tekliflerin hiçbiri şu ana kadar bir uğrak limanı olarak ulus devletin katılığını ve görünen ‘doğallığını’ yakalayabilmiş değil.
Kapitalist ekonominin genişlemesi nihayetinde Batı’nın küresel siyasi ve askeri egemenliğinin boyutlarına ulaştı ve böylelikle atık insan üretimi de küresel bir vaka haline geldi. Kapitalizm problemi”, kapitalist ekonominin en bariz ve her an patlamaya hazır arızası, hâlihazırdaki kendi küresel düzleminde sömürüden dışlamaya doğru kayıyor. Bugün toplumsal kutuplaşmanın, derinleşen eşitsizliğin, gitgide artan insan yoksulluğunun, sefaletinin ve zulmün en göze çarpan vakalarının altında yatan şey, 1,5 asır önce Marx tarafından öne sürüldüğü gibi bir sömürü olmaktan ziyade, dışlanmadır.
Sınıf-altının kötü kaderini paylaşmakla birlikte göçmenler, diğer tüm yoksunluklarının ötesinde, kendileri için özel olarak tasarlanmış, “yer olmayan yerler (non-places) dışında, egemenlik altındaki topraklarda gerçek anlamda bir fiziksel varoluştan bile mahrum bırakılırlar. Yer olmayan yerler”, geri kalan normal ve ‘tam’ insanların yaşayıp hareket ettiği alanlardan ayırt edilmeleri için, mülteci veya sığınmacı kampları olarak etiketlenirler.
Aidiyet hissinin geleneksel olarak hasredildiği yerler (meslek, aile, çevre ve komşuluk), birliktelik hasretini dindiremez veya yalnızlık ve terk edilmişlik hissini gideremez olduklarında artık ya kullanışlı değillerdir ya da güvenilmezlerdir.

Dolayısıyla, “vestiyer cemaatler” diye adlandırılabilecek birlikteliklere yönelik giderek artan bir talep peyda oldu -tıpkı tiyatroya gidenlerin kabanlarını astıkları vestiyerler gibi, insanların en azından görünürde bireysel gailelerini astıkları vestiyer cemaatler -. Herhangi bir abartılmış veya şok edici olay böyle yapmayı gerektirecek bir vesile yaratabilir: Birinci sıraya yükselen bir halk düşmanı, heyecan verici bir futbol maçı, bir ünlünün özel bir anını fotoğraflama imkânı, akıllıca veya vahşice bir suç, olabildiğince abartılmış bir filmin ilk gösterimi veya o dönemde gündemde olan bir ünlünün evlenmesi, boşanması veya yaşadığı bir talihsizlik. Vestiyer cemaatler gösteri için geçici olarak bir araya getirilir ve izleyiciler kabanlarını vestiyerdeki askılardan alır almaz dağıtılırlar.

Emek-ve-sermaye yoğun görevlerinin büyük bölümünü küresel piyasalara devreden devletler, vatanperverce coşkunluklara dayalı arza çok daha az ihtiyaç duyarlar. Ulus devletlerin büyük bir kıskançlıkla korudukları varlıkları olan vatanperverlik duyguları bile piyasa güçlerine devredilmiş ve onlar tarafından spor, eğlence sektörü, yıllık festival ve anma programı endüstrisinin organizatörlerinin kârlarını maksimize etmek için yeniden düzenlenmiştir. Öte yandan, kimlik peşinde koşanlar, bir zamanların boğun eğmez ve bölünmez bölgesel egemenliğinden arta kalan kifayetsiz bakiyesiyle kalakalmış devlet güçlerinden tam garanti ümit etmek şöyle dursun, küçük bir teminat bile bekleyemezler.
1994’te Berlin caddelerine asılan bir posterde, artık dünya gerçeklerini içermeyen referans çerçevelerine uyulan sadakatle şu şekilde dalga geçilmiştir: “Sizin İsa’nız bir Yahudi; arabanız Japon; pizzanız İtalyan; demokrasiniz Yunan; Kahveniz Brezilyadan; tatiliniz Türkiyede; sayılarınız Araplardan; harfleriniz Latin; tek komşunuz ise bir yabancı.”1? Polonya’nın ulus inşası döneminde çocuklara kimlik sorularına şu cevapları vermeleri salık verilirdi: Sen kimsin? Küçük bir Lehim. Simgen nedir? Beyaz kartal. Çağdaş kültürün yetkin bir sosyoloğu olan Monika Kostera’nın öne sürdüğüne göre bugünün cevapları oldukça farklı olurdu: “Kimsin? Kırklı yaşlarda, mizah anlayışına sahip yakışıklı bir erkeğim. Simgen nedir (burada “sign” kelimesinin burç anlamı kullanılıyor)? İkizler.”!3

Berlin’deki poster küreselleşmeyi ima ederken, “kimsin sorusuna verilen muhtemel cevaptaki değişiklik, kimliklerdeki (hakiki ve koyutlanmış) hiyerarşinin yıkılışına işaret eder. Bu iki olgu birbiriyle yakından alakalıdır.

Ulusal kimlik, ‘biz ve “onlar” arasında sınır çizmek için tekelci bir hakkı amaç edinen devlet ve onun temsilcileri tarafından (veya uluslaşmayı amaçlayan ‘gölge hükümetler ve “sürgündeki hükümetler” örneğinde olduğu gibi -sadece kendi devletleri için haykıran petrol ülkelerinde yaşayan uluslar” tarafından-) titizlikle inşa edildi. Tekel oluşturmalarının yanında devletler, sınırları aşarak su götürmez biçimde yüksek mahkemenin pozisyonunu üstlendiler ve dava açan kimliklerin iddialarına dayanarak itirazı mümkün olmayan cezalar verdiler.
“Ulusal kimlik”, en başından itibaren agonistik (kavgacı) bir nosyon ve savaş narası idi; uzun süre de öyle kaldı. Devlet reayasının kümelenmesiyle benzeşen birleştirici bir ulusal cemaat sadece sonsuza kadar başarısız olmaya değil, aynı zamanda ebediyen kırılgan olmaya da mahkümdu.
Genel anlamda “kimlik, özel anlamda ‘ulusal kimlik fikri insanlık deneyiminde “doğal yollarla döllenmemiş, tabii biçimde kuluçkaya yatırılmamıştır. Aynı şekilde, “hayatın apaçık gerçeği sayılabilecek bir deneyimden de türememiştir. Bu fikir, modern insanın Lebenswel’ine (canlılar âlemi, yaşam dünyası) zorla sokulmuş ve bir kurgu olarak ortaya çıkmıştır. Kimlik fikri, tam da kurgu olduğu için ve bu fikrin ima ettikleri, hatırlattıkları veya harekete geçirdikleriyle status guo ante (insan müdahalesinden azade, mukaddem olgular bütünü) arasında uzandığı acıyla hissedilen boşluk sayesinde ‘gerçeğe dönüşüp ‘verili” hale gelmiştir. Kimlik fikri aidiyet krizinden ve bu krizin “olması gereken ile ‘olan’ arasındaki uçurumu kapatmak ve gerçeği bu fikir tarafından oluşturulmuş standartlar seviyesine çekmek için tetiklediği çabadan doğmuştur. Bu, gerçeği zehabın suretinde yeniden yaratmaktır.
Dünyaya rafları çeşit çeşit teklifle dolu devasa bir mağaza muamelesinde bulunalım; katlar arasında dilediğimiz gibi dolaşmakta serbest olalım; sergilenen her ürünü deneyip tadalım ve onları gönlümüzün dilediği gibi
toplayalım.
İnsanlar tüketim maddelerine dönüştürülmüş olabilir fakat tüketim maddeleri tekrar insana dönüştürülemez. Yani umutsuzca köklerini, akrabalığı, arkadaşlığı ve aşkı arama ilhamını bize veren insanlara -birliktelikleriyle
kendimizi tanımlayabildiğimiz insanlara-.
Bir çeşit ‘bağımlılık depresyonu’ içinde olalım ya da
olmayalım, ister tam bir gün ışığı içinde olalım ister geceye özgü sanrılar bizi sarmış olsun, hepimizin korktuğu şey terk edilme, dışlanma, reddedilme, oy birliğiyle atılma, sahipsiz kalma, düşkün sayılma, olduğumuz şeyden mahrum bırakılma ve olmak istediğimiz şeye izin verilmemesidir. Yalnız bırakılmaktan, çaresiz kalmaktan ve bahtsız olmaktan korkuyoruz. Yoldaşlığa reddedilmekten, seven bir kalbe girememekten veya bir yardım elinin uzatılmamasından korkuyoruz. Hurdalığa atılmaktan korkuyoruz. Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olan, bizim başımıza gelmeyecek olan kesinliği özlüyoruz. Muafiyetin evrensel ve yaygın tehdidinden muaf olmayı özlüyoruz.
‘Hayatımız sürekli olarak başkalarının yokluğu duygusuyla zehirlenmiş halde, boşluk ve yalnızlık hissi nedeniyle matem havasında’.Sürekli olarak aşıklarınız ve arkadaşlarınız tarafından terk edilme duygusu içinde’ olabilirsiniz.
Toplumsal dayanışmanın geleneksel destek unsurlarının hızla devre dışı
kaldığı böyle bir dönemde, arkadaşlıkla dokunmuş ilişkiler can yeleklerimiz ve cankurtaran filikalarımız olabilir.
Bizler bir buçuk asır sonra bugün tüketim toplumunun tüketicileriyiz. Tüketim toplumu bir piyasa toplumudur; hepimiz aynı anda pazarın hem içinde hem üstündeyiz’, eşzamanlı olarak hem tüketici hem ürünüz. Hiç şüphesiz insan ilişkilerinin ve temsilen kimliklerimizin (kendimizi
ilişki kurduğumuz insanlar üzerinden tanımlarız) kullanımı/tüketimi, satın almayla başlayıp atık tasfiyesiyle sonuçlanan araba kullanımı/tüketimi döngüsündeki örneği taklit ederek hızla aynı seviyeye ulaşır.
İstesek de tek bir kimliğe bağlanıp kalamıyoruz.
Akışkan dünyamızda kendimizi hayat boyu hatta hayat boyu olmasa bile uzunca bir süre tek bir kimliğe adamamız riskli bir iştir. Kimlikler artık giyip göstermek içindir; elde tutmak veya saklamak için değil.
Küreselleşme artık dönülmez noktaya ulaşmış durumdadır. Hepimiz birbirimize bağımlıyız ve elimizdeki tek seçenek birbirimizin kırılganlığını karşılıklı olarak kabullenip ortak güvenliğimizi sağlama almaktır.
Kimlik inşası durdurulamaz bir deney şeklini almıştır. Deneyler hiç durmaz. Bir seferde tek kimliği deneriz; fakat henüz denenmemiş pek çok kimlik köşe başında bizi beklemektedir. Hayatımız boyunca henüz hayal dahi edilmemiş daha pek çok kimlik icat edilmeyi ve şiddetle arzulanmayı beklemektedir. Hâlihazırda sergilediğimiz kimliğin sahip olabileceğimiz en iyi kimlik olup olmadığını ve bize en yüksek tatmini sağlayıp sağlamayacağını asla bilemeyiz.
Bir defa yapılan’ her şeyin sonsuz defalar değiştirilebileceği fikri- en başından beri modern çağa eşlik etmiştir.
Kişinin öz-kimliğini toparlayıp onu insicamlı hale getirerek halkın onayına sunma görevi hayat boyu dikkat, sürekli sebat, devasa ve hacmi giderek artan kaynak, soluklanma umudu olmayan kesintisiz çaba gerektirir.
Gerçek insanlarla kendiliğinden oluşan ilişkiler geliştirme yeteneğimizi kaybediyoruz.
Biz kadın ve erkeklere hep birlikte değil de tek tek veya ayrı ayrı kimlik bulma veya inşa etme görevini terk etmekten memnuniyet duyuyorlar. Kimliğin kırılganlığı ve daimi geçicilik statüsü artık gizlenemez. Sır ayan olmuştur. Fakat bu yeni ve oldukça yakın tarihli bir gelişmedir.
İnkâr etmek en az ona boyun eğmek kadar tehlikelidir
Akışkan modern dünyanın sakinlerinin büyük çoğunluğu için uyumu dert edinmek, kurallara bağlı kalmak,
değiştirilebilir .
‘İnsanlık’, karşılıklı yıpratma savaşının içine düşmüş sayısız kimlikten birisidir.
Tüm zamanlarda bildiğimiz tüm kültürler birbiri ardına bizim fani hayatımızın kısalığıyla evrenin sonsuzluğu arasındaki uçurumu kapatmayı denediler. Her kültür simyacının formülüne bir katkı sundu:baz, kırılgan ve geçici maddeleri aşınmaya direnecek ve sonsuz olacak değerli metallerle yeniden dövmek için. Hayata dâhil olup o formül olmaksızın yaşayan belki de ilk nesil biziz.
Hareket etme özgürlüğünün kendisi ödüldür;seçme özgürlüğümüzün olmadığı tek seçenek ise durmaktır. Ralph Waldo Emerson’ın uzun zaman önce uyardığı gibi: İnce bir buzun üstünde kayıyorsan, tek kurtuluşun hız yapmaktır.
(Bath’te yaşayan yirmi altı yaşında birinin geçenlerde açıkladığı gibi: ‘“internette flörtü’ ‘bekâr barlarına’ tercih ediyorum, çünkü bir şeyler yolunda gitmezse ‘sil tuşuna basmak yeterli’; yüz yüze buluşmalarda hoşlanmadığınız bir partnerden bu kadar zahmetsizce kurtulamazsınız”). Sohbet etmek ve mesajlaşmak için cep telefonlarını tercih ediyoruz,çünkü böylelikle ‘gerçek temasın’ yanında getirdiği rahatsızlıklara maruz kalmadan ‘temas halinde olmanın rahatlığını sürekli olarak hissediyoruz. Birkaç derin ilişkinin yerine onlarca zayıf ve sığ teması koyuyoruz.
İlişkilere ihtiyacımız var; içinde bir anlam ifade ettiğimiz ve kendimizi
tanımlamak için başvurduğumuz ilişkilere ihtiyacımız var. Fakat olumsuz anlamda akla getirdikleri veya kazara başlattıkları uzun vadeli bağlılıklar sebebiyle ilişkiler, akışkan modern ortamda tehlikelerle dolu olabilir. Yine de onlara ihtiyacımız var, hem de ziyadesiyle. Sadece başkalarının iyiliğiyle ilgili ahlaki kaygılarımız nedeniyle değil, kendi iyiliğimiz ve kendi varoluşumuzun mantık ve tutarlılığı için de ilişkilere ihtiyacımız var. Bir ilişkiye başlayıp sürdürmek söz konusu olduğunda, korku ve arzu birbirine galebe çalmak için savaşır. Sadece adanmışlık yüklü (ve evet, uzun vadeli bir adanmışlık!) bir ilişkinin sunabileceği güvenlik için ciddiyetle çabalarız ve fakat zafer korkumuz mağlubiyet korkumuzdan hiç de aşağı değildir. İnsanlık bağlarıyla ilgili tavırlarımız acı verici düzeyde müphemlik arz etme eğiliminde ve şu günlerde bu belirsizliği giderme ihtimalimiz çok zayıf.
Darbeler dünyada olmanın insani yanının tam kalbine iner.
Haliyle ‘şimdiki zaman’ ‘geleceği’ bağlamaz; şimdiki zamanda gelecek şeylerin şeklini resmetmek şöyle dursun, onların ne olduğunu tahmin etmemize imkân tanıyan bir şey dahi yoktur. Uzun vadeli düşünmek ve hatta uzun vadeli bağlılıklar ve yükümlülükler gerçekten ‘anlamsız’ görünür. Daha da kötüsü, ters etkili, tamamen tehlikeli, atılması aptalca olan bir adım, denize atılması gereken, hatta en baştan güverteye hiç alınmaması daha isabetli olacak bir yük olarak algılanır.
Gelecek her zaman belirsiz olagelmiştir; fakat onun değişkenlik ve oynaklığı daha önce hiçbir zaman akışkan modern dünyanın esnek’ çalışma şekli, insanlık bağlarının kırılganlığı, akışkan ruh hali, yüzergezer tehditleri ve bukalemun gibi tehlikelerinin durdurulamaz geçit töreni kadar kontrol edilemez olmamıştır.
İlişkilerin de tıpkı arabalar gibi periyodik olarak fenni muayeneden geçmesinin şart olduğunu ve sonuçların olumsuz
çıkması halinde ilişkinin trafikten men edilmesi gerektiğini
öne sürer.
Partnerler hâlihazırda sürdürmekte oldukları ilişkiden memnuniyet elde edemez veya artık tatmin olmamaya başlarlarsa, başka yerde tatmin aramak üzere ayrılmakta özgürdürler. Fakat belirtmediği şey, ilişkiye başlamak için iki kişinin rızası gerekirken bitirmek için nasıl olup da sadece birisinin kararının yeterli olduğudur. Zira bu şekilde tüm ilişkiler kalıcı bir endişeyle bezenmiştir: Ya partnerim benden önce sıkılırsa?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir