Danusia Stok kitaplarından Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor kitap alıntıları sizlerle…
Kieslowski Kieslowski’yi Anlatıyor Kitap Alıntıları
Başarı denen kelimeyi hiç sevmiyorum. Çünkü o kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyorum. Benim gözümde başarı, çok sevdiğim bir şeyi elde etmek demektir. Ancak istediğim şey herhalde ulaşılmaz bir şeydir. Bu yüzden ben, böyle bir değerlendirme yapmaktan çekinirim.
Tabii ki kendimi bir şeylerden kaçıyormuşum gibi hissediyorum ama bu beni rahatsız etmiyor. Bazen hayatınızı sürdürmek için kaçmanız gerekir.
Acı çekmenin çekmemekten daha kötü olduğundan emin değilim. Bazen acı çekmek daha iyidir. Herkes bir kere bunu yaşamalıdır. Bizi olgunlaştıran da budur. İnsan doğasını bu oluşturur. Kolay bir hayatınız varsa, başkalarını da düşünmeniz için bir sebebiniz yoktur. Kendiniz ve başkası hakkında endişelenmeniz için bir şekilde acıyı yaşamış olmanız, acı çekmenin ne olduğunu bilmeniz gerekir. Böylelikle incindiğinizde, incinmenin ne olduğunu anlarsınız. Çünkü acının ne olduğunu anlamazsanız, acının olmadığı bir hayatı da anlamaz ve öyle bir hayat için şükredemezsiniz.
Birkaç yıl önce Fransız gazete Liberation çeşitli yönetmenlere neden film çektiklerini sormuştu.
O zamanlar: Çünkü başka bir şey yapmasını bilmiyorum, cevabını vermiştim. En kısa cevap buydu ve belki de bu yüzden dikkat çekti.
O zamanlar: Çünkü başka bir şey yapmasını bilmiyorum, cevabını vermiştim. En kısa cevap buydu ve belki de bu yüzden dikkat çekti.
Film yapmak seyirciler, festivaller, eleştiriler, söyleşiler demek değildir. Film yapmak her gün sabahın altısında kalkmak demektir. Soğuk, yağmur, çamur demektir; ağır ışık malzemelerini taşımak demektir. Her şeyden öte, asap bozan bir meslektir ve her şey, ailen, duyguların, özel yaşamın da dahil her şey, ona göre ikincil konumda olmak zorundadır. Kuşkusuz, makinistler, işadamları veya bankacılar da işleri hakkında aynı şeyleri söyleyecekler ve bunda haklı da olacaklardır ama ben bu mesleği yapıyorum ve ancak onun hakkında yazabilirim. Belki de artık bu mesleği yapmamalıyım. Bir sinemacı için elzem olan şeyin sonuna geldim; yani sabretmenin.
.. iktidardakilere karşı daha çok bağırıp daha
çok taş attıkça, ülkeden daha da fazla insanın kovulduğunu biliyordum..
çok taş attıkça, ülkeden daha da fazla insanın kovulduğunu biliyordum..
Politikacılardan din adamlarından, öğretmenlerden korktuğum kadar bu terapistlerden de korkuyorum. Yol gösteren, her şeyi bilen insanlardan korkuyorum. Aslında kimsenin gerçekten bir şey bildiği yok, birkaç istisna dışında..
İyi bir filmden çalarsam ve çaldıklarım kendi dünyamın bir parçasına dönüşürse, hiç tasalanmadan çalarım..
.. ama gerçek insanlar, yaşamaya devam
edemedikleri için ölürler..
edemedikleri için ölürler..
Her nesil kendi adaletsizliğini yaşamak zorunda. Belki önemli olan da bir noktada bunu kavrayabilmek..
Amaç içimizde yatanı yakalamak, ama bunun filmini çekmenin imkanı yok. Buna sadece yaklaşabiliriz. Edebiyat için bu çok uygun bir konu. Belki de, dünyadaki tek konu. Büyük edebiyat eserleri ona yaklaşmakla kalmayıp onu tanımlamaya da çalışıyor. İçimizdekini tanımlamayı başarmış birkaç yüz kitap vardır. Camus böyle kitaplar yazmıştı. Dostoyevski de. Shakespeare bu konuda oyunlar yazmıştı.
Küçükken o kadar portakal suyu içmelerine, o kadar sebze ve meyve yemelerine rağmen, bu genç insanlar hiç de dayanıklı değiller. Nesilleri, benim savaş neslinden çok daha güzel, iyi eğitilmiş ve sağlıklı, yine de biz daha çok çalışabiliyor, daha çok dayanabiliyoruz. Kimbilir, belki her nesil bir miktar fakirlik, sıkıntı ve çile çekmeli.
Priesner az bulunur bir besteci, çünkü filmle en başından itibaren ilgilenmeye başlıyor, filmin bitmiş halini görüp ona müzik uydurmuyor.
Film duyarlılık, önseziler ve isimlendirilemeyen irrasyonel ilişkilerle ilgilidir. Veronique kadınları anlatan filmlerin tipik bir örneği. Kadınlar çok daha duyarlılar, önsezileri çok daha kuvvetli, sezgileri de ve bütün bunlara daha fazla önem veriyorlar
Kötülüğün özü nerede? Bizlerin içinde değilse, nerede? Çünkü içimizde değil. Kötülük her zaman başkalarının içinde. Her zaman
Senaryo ve yönetmenlik dersi verdiğim genç meslektaşlarımı kendi hayatlarını incelemeye teşvik ediyorum. Bunu herhangi bir kitap ya da metin için değil, kendileri için yapmalılar. Onlara her zaman, bugün, bu insanların arasında, şu sandalyenin üzerinde oturmanıza sebep olan hadiselerin neler olduğunu bir düşünün, diyorum. Neler oldu? Sizi buralara ne getirdi? Bunu bilmek zorundasınız. Başlangıç noktası budur. Kendinizle bu şekilde uğraşmadan geçirdiğiniz yıllar boşa geçmiştir.
Andrey Tarkovski son yılların en iyi yönetmenlerinden biriydi. Çoğu gibi artık o da yaşamıyor. Zaten yönetmenlerin birçoğu ya öldü ya da film çekmeyi bıraktı. Ya da mesleklerinin bir aşamasında bir şeyleri, kendilerine has hayal güçlerini, zekâlarını ya da hikaye anlatma yöntemlerini bir daha geri dönmeyecek şekilde yitirdiler. Tarkovski bunları yitirmemişlerden biriydi. Ama ne yazık ki öldü. İnsanlar genelde zaten bu yüzden ölür. Kanserden ya da kalp krizinden veya araba kazasından öldükleri söylenebilir ama gerçek insanlar, yaşamaya devam edemedikleri için ölürler.
Ben, bilmeyen ve arayan biriyim.
Her şey çok fazla yüzeyleşti. Mektup yazacağımıza telefon eder olduk. Romantik ve maceralı olabilecek bir seyahat yerine, havaalanına gidip bir bilet alıyor, uçuyor, geldiğimizin aynısı bir diğer havaalanına iniyoruz.
Adalet, eşitlik, bunlar oldukça heyecanlandırıcı şeyler. Bunun olanaksız olduğunu anlayabilmeniz için çok keskin bir zeka ve öngörüye sahip olmanız gerekir.
Sabahları kalkıyoruz, işe gidiyoruz veya gitmiyoruz. Uyuyoruz. Sevişiyoruz. Nefret ediyoruz. Film seyrediyoruz. Ailemizle ya da arkadaşlarımızla sohbet ediyoruz. Çocuklarımızın veya onların arkadaşlarının sorunlarını yaşıyoruz. Ve filmler de buralarda bir yerdeler. İçimizde bir yerlerde kalıyorlar. Hayatımızın, iç dünyalarımızın bir parçası haline geliyorlar. gerçekte olmuş olaylar kadar bize aitler.
Ben, bilmeyen ve arayan biriyim.