Eylem Delikanlı kitaplarından Keşke Bir Öpüp Koklasaydım kitap alıntıları sizlerle…
Keşke Bir Öpüp Koklasaydım Kitap Alıntıları
Bence bu ülkenin en korkunç yanlarından biri de acıyı acıyla unutturmasıdır. İnsanı kendi üzüntüsünden utanır hâle getirmesidir.
“Biz devrim yapacaktık, yapamadık. Onlar da işkence yaptılar, hapse attılar, öldürdüler.”
Bence bu ülkenin en korkunç yanlarından biri de acıyı acıyla unutturmasıdır. İnsanı kendi üzüntüsünden utanır hale getirmesidir.
Kitap bizim evde en çok değer gören şey, benim de çok özlediğim annem ve babamdan öğrendiğim, onların yerine sevdiğim bir şey.
Çocuklar
“ Ürkek bir serçe gibi eğme başını.
Kaldır başını ve dimdik dur!
Bu senin değil, ülkemin ayıbı Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk ” Nâzım Hikmet
Kolay faşist olursun ama kolay kolay devrimci olamazsın. Devrimci olunca o ruhu ölünceye kadar taşırsın. Böyle bir şeydir devrimci olmak
Hani Kenan Evren de der ya: “O kadar çoktular ki nereye koyacağımızı bilmediğimiz için alelacele yaptırdık.”
Öyle bir toplumuz ki ucu bize dokunmadan hiçbir şeyi anlayamıyoruz.
Yine de Pamuk gitti, ben de gittim Emniyet’e. Akşama kadar kapılarda bekledim. Evden bir şeyler alıp götürürdüm. “Vermezsiniz biliyorum ama elimden alın, ben verdim sayarım, eve götürmeyeyim” derdim. Analık o kadar zormuş ki, insan başına gelmeyince hiç bilmiyormuş. (ağlıyor)
Çorum’un Çukurlu köyünden Satılmış Şahin Dokuyucu adındaki bir çocuğu DAL’ın altıncı kattaki penceresinden aşağıya atmışlar. İntihar etti diyorlar. Bir gün dedim ki, ben de kendimi atayım buradan. Ne buralarda sürünüp duruyorum. Vardım, ayağımı pencereden atarken “dur” dedim, Pamuk’a kim bakacak, aklın başına gelsin.
MHP’li bir sürü faşist tanık geliyor, savcıya gösteriyorlar bizimkileri. Savcılığa teşhis için tutukluları götürdüklerinde, tanıklarla devrimcileri salonda önce karşılıklı oturtuyorlarmış, sonra tanıklar yakalanan devrimcileri teşhis edereken şaşırmasınlar diye kimin adı ne, bilsinler diye isimlerini okuyarak tek tek çağırıyorlarmış. Bunları mahkemelerden öğrendik hep. İsimlerini okuyorlar ki, ona göre gelsin. Sağcılar mahkemeye geliyorlar, dinliyorlar, kime hangi suçu yıkmışlar öğreniyor, sonra gelip teşhis ediyorlar ama o kadar yalandan ifadeler veriyorlar ki, inandırıcılığı olmuyor. Kadın diyor ki “Ben bu kızı şurada gördüm. Geceleyin gördüm, iki kolunda 2 otomatik vardı, her tarafı silah doluydu”. Pamuk’un avukatı soruyor: “Bu olduğunu nasıl bildin?” diye. “Silahların tangırtısından anladım” diyor. Öncesinde pencerem kapalı, açamıyorum diyor ama tangırtısından anladım diyor. Bunları sonradan Pamuk anlatıyor.
Ben 12 Eylül’ün neoliberal 24 Ocak kararlarının yani Türkiye’nin ulus devlet yapısının küresel sermayeyle uyumlu hale gelmesi için yapıldığını, bunun Amerika ve büyük sermayenin işbirliği ile yapıldığını bildiğim için topluma yabancılaşıyorum diye düşünmedim ama şu oldu, birden artık çevremdeki herkes “Ya kardeşim, bu ticarettir, ticareti ticaret gibi yap” demeye başladı. Ticareti ticaret gibi yap demek, aslında sen istediğin kadar hırsızlık yap, istediğin kadar öbürünü ez, ticaretin kuralları vardır lafları gezmeye başladı. Egemen olan insani değerler yerine, egemen olan ticaretin kuralları geldi. Konuştuğumuzda da bu kurallar kimsenin izah etmediği kurallardır. Aslında soyut ama hepimizin karşısında somut olan kurallardır. Ticaretin kuralı nedir, kazıklayabilirsin, ticarette yalan söyleyebilirsin, işçiyi ezebilirsin, sendikasızlaştırabilirsin, tazminatını yiyebilirsin gibi değerler.
Sayıyorlar, 60 kişi, 100 kişi, 300 kişi. Ondan sonra o yaşlı kadınlar ve bizler, saat 5’ten itibaren bekliyorduk, yazın güneşin altında Diyarbakır sıcağında ya da kışın ayazında, karın altında sıra bekliyorsun. Sonra saat 8 gibi kapıda vücudun çeşitli yerlerine ilk mühür vuruluyor. Yeniden sıraya giriyorsun, İstiklal Marşı okutuluyor ve uzun bir seremoniden sonra görüş yerine gidiyorsun. Görüş yerinde anne babalar pek konuşamazdı onun için gidemezdiler, onların yerine Türkçe bilen erkek ya da kız çocukları daha fazla gidiyordu. Çünkü Türkçe dışında bir dil konuşulması yasaktı. Bu sebeple yıllarca annesiyle görüşmemiş çok insan vardı. Anneler ya da babalar Türkçe bilmiyorlar. Görüşte yanlışlıkla anne veya baba Zazaca bir kelime ya da Kürtçe bir kelime kullandığında, büyük bir çoğunlukla içerideki çok ağır işkenceler görüyordu. Anne baba da sürüklenerek geri çıkarılıyordu. Hem tutuklunun hem de sizin yanınızda, sağınızda solunuzda ikişer jandarma var. Karşılıklı bakıyorlar, hafif bir imalı söz, kendilerine göre imalı saydıkları bir ifade için bile görüşü iptal edip karşınızda, tutukluya işkence yapa yapa götürüyorlardı. Buradaki asıl maksat tutukluyla yakınlarının görüşmesini engellemekti. Çünkü biz gittiğimizde “Ne geliyorsunuz bu katilleri görmeye, siz insan mısınız?” diye aşağılayarak ve hakaret ederek gelmememiz için ne gerekiyorsa yapıyorlardı.
Zaten idam edildiğinde üzerinde hâlâ 28 Aralık’taki çatışmadan kalan kurşunlar varmış, vücudundaki kurşunlar bile çıkarılmamış. O şekilde idama götürülmüş. Amcam bir üsteğmeni öldürmekle suçlanıyor. Fakat evin krokisi incelendiğinde çatışmanın yaşandığı alan ile üsteğmenin ölmüş olduğu alanın herhangi bir fiziki bağlantısı bulunmuyor. Davada görevli olan savcı Mete Göktürk de yazmış olduğu kitapta “Delil yoktu” diye bunu ortaya koymuştu. Kısacası amcamın dosyasını Dev-Yol davasından ayırıp hızlıca idam edecekleri kesinmiş, yeterli altyapıyı oluşturmak için suçlamaları kabul etttirmeye çalışmışlar.
12 Eylül’ün siyasetini benimsemiş bir hükümetin 12 Eylül’ü yargılayacağını düşünmek kadar komik bir şey olabilir mi? 12 Eylül’den daha beter bir sivil diktatörlüğü hayata geçirmeye çalışan Tayyip Erdoğan da “paşam paşam” diye söz ettiği birisini yargılamayacaktır. 80 yaşındaki insanları cezaevine atmakta beis görmeyen devlet, Kenan Evren’i bir türlü mahkeme koridorlarına getirmedi ama insanlar işkence tezgâhlarından çıkartılıp mahkemelerde yıllarca süründüler. Onun için bana çok anlamsız geliyor. Onun peşine düşmek de komik geliyor. 12 Eylül’ün, Kenan Evren’in, diğer paşaların, bu zihniyetin yargılanacağını düşünen insanların da, kusura bakmasınlar ama zavallı olduklarını düşünüyorum. Hiç kimse kendisini kandırmasın. 12 Eylül iki kişinin yargılanabileceği bir şey değil. Kenan Evren yargılansa ne olur, yargılanmasa ne olur, mesele sadece Kenan Evren’den ibaret değil ki, bütün ülkeyi cendere içine sokmuş bir 12 Eylül zihniyeti var.
En çok şu dikkatimi çekmişti. Kürt anneleri gelirdi, onlar hiç Türkçe bilmezlerdi ve hiç konuşamazlardı, yasaktı çünkü. Sadece seyretmiş ve görmüş oluyorlardı.
Bir de anımsadığım bir şey, şimdi 30-40 yıl sonra geldiğimiz noktaya, özellikle MHP’nin Atatürkçü kesildiği bir çizgiye bakınca o yıllarda mesela biz Halkevi’nde Atatürk’ün Kocatepe rozetini taşıyorduk yakamızda. MHP’liler o rozeti gördükleri çocuklara ve gençlere saldırırlardı. O anlamda düşman simgesiydi Atatürk rozetini takmak, Halkevi’ne gidip gelmek, o zamanki mitinglere katılmak
Arkamdan birileri satanist diye bağırdığı zaman, bunu anlamak çok da zor olmuyor.
Annemle babamın hikâyesi, çok iyi bildiğim, yazışmalardan da okuduğum şöyle bir anı var. Mahkemeye çıkarılacaklar. Birbirlerinden haberdar değiller ama aynı dönem, aynı davadan yargılandıkları için, aynı zamanda çıkmaları gerekiyor mahkemeye. Annem mahkemeye götürülüyor. Hâkimin karşısına çıktığında şöyle bir şey diyor: “Ben buradayım ve Süleyman Erdem’in de burada olması lazım. O da buraya geliyor mu, getiriliyor mu?” diye soruyor. Hayır diyor hâkim, gelmeyi reddetti. Annem de “Hayır biz böyle bir karar almadık, eşimin de burada olması lazım” diyor. Sonra tek tip giyinmedikleri için mahkemeye çıkarılmayacaklarını öğreniyor. Annem mahkemeden çıkarılıyor. Onların ring dedikleri, mahkûmların getirildiği araçlar var. Bunların çok küçük havalandırma delikleri var. Her tarafı kapalı, küçük deliklerden görebildiğin kadar dışarıyı görebiliyorsun. Annem kendi kendine diyor ki, biz buradaysak, erkekler de burada olmalılar. Sesini duyurmaya çalışıyor, babamdan da ses gelmesi için. Ringde deliklere ağzını dayıyor ve Süleyman, Süleyman diye bağırıyor ama duyuramıyor sesini, yanıt gelmiyor. Annem ve babamın çok sevdiği bir türkü var, ikisinin türküsü, “İşte gidiyorum çeşm-i siyahım” onu söylemeye başlıyor. Babam duyuyor ringlerin birinden ve Seher burada diyor ve o da ringleri görüyor ve parmaklarla deliklerden yazmaya başlıyorlar birbirlerine uzaktan. Sonra o türküyü babamın cenazesinde kardeşimle ben söyledik onu yolcularken Benim için çok önemlidir.
Fakat anne ve babamın durumu yüzünden ben o politik ortamın içine de giremedim. Eylemlere katıldım tek başıma, herhangi bir fraksiyona dahil olmadan. O eylemlerden bir tanesinin ardından hemen İstanbul’a annemlere uyarı geldi “Kızınızı uyarın, hiçbir şey yapmasın, gözümüz üzerinizde.” gibi. Aralıklarla İstanbul’daki eve baskınlar da yapılıyordu zaten. Korkutmak, sindirmek ve herhangi bir şey yapılmasın diye uyarmak için. Sonrasında da devam etti ve dolayısıyla ben aslında, kendi başıma, bir politik sürecin içinde de yer alamadım.
Babam iş buldu, bir eve yerleşildi, yavaş yavaş her şey düzene giriyor, annem de iş bulacak, durumlar kötü ama en azından aynı evdeyiz. Hatta o derece kötü ki, evde yiyecek ekmek yok. Annemin akrabalara gidip köfte yapacağım bayat ekmek lazım deyip o bayat ekmeği bize buharda tutup yedirdiğini biliyorum. Öyle bir yokluk, öyle bir darboğaz. Durum bu da olsa o kadar ayrılığın ardından yine de bir aradayız diye mutluyuz.
Bir gün içeriden haber geldi, oradaki kadın gardiyanlardan bir tanesi, annemlerle tanışmış bir şekilde, üçümüzden birisini içeri götürecek. Ben seçildim niyeyse, oysa ya küçükten başlanır ya büyükten, o anki şans bana güldü. İşte kadın zeytinyağı, pirinç gibi şeyler aldı, bir poşet de bana verdi. Ben de rol yaparak, onun yanında, onun çocuğuymuşum gibi elinden tutarak askerlerin arasından girdim içeriye. Kadınlar koğuşuna girdim ki içeride pasta var. Herkes bana sarılıyor, kiminin çocuğuna hasreti var, kiminin kardeşine, herkes sarılıp hasretini gideriyor.
Ev basıldı, annem götürülecek, biz de biliyoruz ki çocuklarıyla giderse anne az işkence görüyor. Birimiz gidecek ama kim gidecek, çok küçük değiliz, büyüğüz, bizi almazlar, ama işte denesek mi diye konuşurken, ben annemin eline sarıldım tam götürürlerken, polise annemi vermiyorum güya. Polis beni çekiyor, itmeye çalışıyor, bıraktırmaya çalışıyor, annem, oğlum yapma diyor. Annem dediği halde ben de biliyorum ki çok ciddi şeyler olacak, polis silahla beni korkutmaya kalktı, silah gösterdi bana o anda. “Babamı götürdünüz getirmediniz, annemi de getirmeyeceksiniz, bırakmam” diye feryat figan ediyorum.
İstediğimiz şey sadece cezalarını çekmeleriydi ama bir süre sonra hukuki olarak hiçbir şey yapamadığımızı, tek tek aileler bazında bakarsanız, mahkemelerde bizimle dalga geçildiğini gördük. Her ailede durum aynı. Dosyalar kaybedilmiş, hukuksuzluklar almış başını gitmiş, zaten durdurulmaya çalışılmış, baskı görmüş aileleriz biz. En son Hrant Dink’in ailesinin bize katılması ve onun dava sürecini izlememizle beraber artık hukuki olarak –benim nezdimde en azından– yapabileceğimiz bir şey olduğunu düşünmüyorum. Benim fikrim böyle. Biz 28 aile toplanıp iki kere Meclis’e gittik, Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu kurulmasını istedik. İlk gittiğimizde BDP, CHP ve AKP bize randevu verdi, MHP tabii ki görüşmek bile istemedi. İkinci gittiğimizde AKP de randevu vermedi.
12 Eylül Darbesi’nin, insanları sürü haline getirelim, nasıl apolitikleştiririz, nasıl haberdar olmamalarını sağlarız zihniyetinin sonuçlarını görüyoruz zaten. Kimse hiçbir şey görmüyor, kimse hiçbir şey okumuyor, artık gazete de okunmuyor, sadece televizyon izleniyor, bir şey düşünmüyorlar bile. Tam bir tüketim toplumu olduğumuzu, kapitalizmin sonuçlarını görüyoruz şu anda ülkemizde de. Çünkü ben 32 yaşındayım, kendimi 10 sene öncesine göre çok daha bilinçli görüyorum. Bazen derdim ki ben bilmek zorundaydım. Çünkü ben böyle bir aileye doğdum, lisedeki arkadaşlarım bunu bilmek zorunda değillerdi. Çünkü aileleri de onlara bunu vermemişti ve o zamana kadar ilgilenmemişlerdi ama artık 30 küsur yaşına gelmiş ve kendi ülkesinde olmuş şeyleri öğrenmeyen bir insan beni çok sinirlendiriyor. O zaman bir hayalet gibi yaşamak, sadece yaşamak, bir ottan farklı olmamak demek oluyor.
Hacettepe’de de çok zorlanmadım. Sadece bir hoca takmıştı bana o şekilde. Maliye mezunuyum ben, bir dersimden 3 kere özellikle bırakıldım. Sonra öğrendim ki hoca sağ eğilimliymiş de bırakıyormuş beni.
Küçüklük bizim evde hem çok güzeldi hem de çok zordu. Bir taraftan çok şımartılıyorduk, bir taraftan da, mesela Hasretinle Yandı Gönlüm vardı, Edip Akbayram söylüyordu, annemi hep onu dinleyip ağlarken bulurdum. O yüzden şimdi ağlayan insanlar görmeye dayanamam, çok da ağlamam, sorgularım neden ağlıyorsun diye. Çünkü annem, her sabah uyandığında salonda Edip Akbayram dinlerdi. Sonra bir ara Edip Akbayram bizi aramıştı, nasılsınız diye, çok memnun olmuştuk!
“Babam nerede anne?”, “Uzağa gitti kızım.” Çok uzun bir süre Almanya’ya daktilo almaya gitti demişler. Sonra ablam küsmeye başlayınca psikologlara danışarak öldüğünü ve bahçesi olduğunu söylemişler. Biz sürekli babamın bahçesine gider gelirdik ve en sonunda bize trafik kazasında öldüğünü söylediler. Ben de onu içselleştirmiştim. İlkokuldayım, bu anı da bayağı iyi hatırlarım, trafik kazaları konulu dersimiz vardı. Öğretmen, trafik kazası gören oldu mu deyince, ben de parmak kaldırdım ve benim babam trafik kazasında öldü dedim. Öğretmenim de gelip başımı okşayıp tamam Alazcım, tamam canım deyip ağlamıştı. Ben de herhalde babam öldü diye ağladığını düşünmüştüm.
Acı şeyler de olmadı değil. Örneğin, benim kuzenlerim hiçbir zaman, babalarına bizim yanımızda baba diyemediler, baba diye seslenemediler biz üzülürüz diye. Özellikle ablam 2.5 yaşına kadar babamı hatırladığı için ve çok üzüldüğü için onun yanında yasaktı. Dayım dedeme Hüseyin ağabey derdi ve dedem öldüğünde hâlâ Hüseyin ağabey diyordu, baba denmezdi bizim ailede.
Babam gidiyor, annemi telefonla dış kapıya çağırıyor, kendilerine ilişkin bilgi veriyor, bizden konuşuyorlar. Bu, emniyet görevlilerinin ne kadar rahat olduklarını göstermesi açısından önemli. Cuma günü tutuklanmasından hemen sonra, araç içerisinde ve dışında dövülerek koğuşlarına götürülürken, babam öldürülüyor. Tutuklanmalarını hiç hesaba katmadıkları için babamlar çanta hazırlamadan gidiyorlar. Üşüyeceğini düşünen annem hazırladığı çantayı cezaevine götürüyor. Babamın belinde bir rahatsızlık varmış, fıtık ameliyatı olmuş, belinden rahatsızlanmasın diye ısrar ediyor çantayı almaları için, ancak almıyorlar. Çünkü babam öldürülmüş ve öldürülüşünden 3 gün sonra aile ve kamuoyu ile paylaşıyorlar.
Bu düzenin içerisinde olan, Amerikan emperyalizmine hizmet etmiş ve onların maşası olan, 12 Eylül’ü tertip eden, düzenleyen insanlar var. Sadece asker de değil, tabii ki polisi var, hâkimi, savcısı, doktoru var. Bir büyük oluşum hepsi birlikte. Tek başına iki kişiyi sorumlu tutmak işin kolayı. Bunun arkasında binlerce insan var, binlerce işkenceci var, en basitinden. 12 Eylül Davası’nda gerçek bir yargılama yapılacaksa o süreçte her kademeden ve her meslekten görev alanlar ve suç işleyenler yargılanmalıdır.
Düşünün TÖB-DER, 670 şubesi ve 200 bin üyesiyle Türkiye’de yasal olarak kurulmuş bir dernek. Bu derneğin tüm faaliyetleri resmi makamlarca açıktan takip ediliyor, yasal varlığı hiçbir zaman, hiçbir biçimde tartışma konusu yapılmıyor ama darbeyle birlikte birdenbire gizli örgüt muamelesi görüyor ve yasadışı ilan ediliyor. Bir anda bütün yöneticileri, kendilerini demir parmaklıklar arkasında buluyorlar. Üstüne üstlük, 7 ay gibi kısa bir zamanda sonuçlandırılıyor, TÖB-DER davası. Öğretmenlerin üç kuruş maaşlarından artırarak oluşturdukları derneğin taşınır, taşınmaz mallarına el konuluyor, TÖB-DER kapatılıyor ve yöneticileri 8-9 yıllık cezalara çarptırılıyor. Kimler gönderiliyor demir parmaklıkların arkasına?
adalete olan güvensizliğimiz en büyük problemdir diye düşünüyorum.
12 Eylül’ün ne olduğunun ve bizden neler götürdüğünün farkındaydık ama senaryonun arkasında neler olduğunu, 24 Ocak Kararları’nı, bu çerçevede sistemin neoliberal politikalarla, nasıl yeniden inşa sürecine sokulduğunu, daha net ve detaylarıyla kendim okumaya başladığım zaman öğrendim.
Hâlâ dik duran insanlara hayranım.
12 Eylül bir tek benim hayatımı değil, “Darbe ne zaman oldu?” sorusunu soran ve darbenin hayat kurtardığını düşünen insanların hayatını bile kararttı bence. Ama insanlar o dönüşümün, o izlerin ne kadar farkındalar esas sıkıntı burada.
Babamın çok kötü bir kulağı ama çok da gür bir sesi vardır. Bu özelliği ünlüdür, işkence görürken, sürekli bağıra çağıra rahmetli Neşet Ertaş’ın Zahidem türküsünü söylermiş. Zahidem bir anlamda koğuşun direniş simgesi haline gelmiş. “Hoca Zahidem’i söyle” derlermiş. Dövüldükçe inadına söylermiş. Zahidem hikâyeleri çok anlatılır. Arkadaşları da çok anlatır, “Ah bu baban bize neler çektirdi” diye. Bir de bir görüş gününde ona kapıdan topladığım kır çiçeklerini götürmüştüm. Çiçeğin koğuşta bulundurulması yasak demişler, askerler o çiçeği geri almak istemiş, koğuş saklamış, bulamadıkları için de hepsini dövmüşler. Babam yine Zahidem’i söylemiş tabii. Böyle şeyleri zaman zaman anlatır, üzer beni ama kendisi bununla gururlanır, “Vermemiştim çiçeğini” der.
Benim odam apartmana bakıyordu, apartman penceresinden bakınca silahlı insanlar, merdivenleri tutmuşlar, babamı soruyorlar dedeme, “tutuklu ya” diyor, dinlemeden aramaya devam Maksat zulmetmek.
Annem öldükten sonra dahi annemi aradıklarını biliyorum. Annemi arıyorlar, dedem ağlamaklı “kızım öldü” diyor, “kanıtla” diyorlar. Bir belge gösteriyor öldüğüne ilişkin. Sonra tekrar mahkemeye çağrılıyor annem. Dedem sonunda karakol basıyor, artık çıldırıyor herhalde, “Benim yavrum öldü, hâlâ ne istiyorsunuz bizden?” diyor.
O zaman yani babamın tutuklandığını öğrendiğimde iyi insanları niçin cezaevine atarlar diye hayli kafa patlatmıştım. Babam benim gözümde tabii bir kahraman ve sadece iyiyi temsil eden her şeyi yapan bir baba. Neden cezaevinde? Hayatla ilgili bütün ilkokul retoriği dağılıyor; mesela “polisler iyidir, bizi hırsızlardan korurlar”, yerini “polisler kötüdür, çocukları annelerinden babalarından ayırırlar”a dönüyor. Siyah ve beyaz tarifler. Küçük yaşlardasın, soyutlama becerin bunlardan ibaret aslında. Bir anda çok başka bir gerçeklikle yüzleşmek zorunda kalıyorsun, güven duyduğun şeyler altüst oluyor.
Şimdiye kadar yaşanan olaylar bize birçok kez öğretti ki bu ülkede “hak hukuk”; “gak guguk” olarak algılanıyor
Hukuk, yazılı olan metinlerden çıkıp keyfi uygulamalara dönüştüğünden dolayı, eğer hukuka gerçekten güvenen varsa; yani şu andaki hukukun kesinlikle mükemmel işleyeceğine, herkesin cezasını bulacağına ve adaletin halihazırda işleyen şekliyle yerine getirileceğine inanan var ise aynı ülkede yaşadığımız konusunda şüpheye düşerim.
Babam 60 yaşında Hayatının 32 yılını cezaevinde geçirmiş, çocukları doğmuş, büyümüş, kimisi askere gitmiş, sonra evlenmişler; altıncı torunu doğmuş, halen cezaevinde. En küçük oğlu üniversiteye başlamış, halen cezaevinde. Bu şekilde giderse, en küçük oğlu üniversiteyi bitirdiğinde de cezaevinde olacak. Yani bize hep yabancı kaldı babam.
Kişilik olarak devrimci bir kişilikti, düşünce olarak sosyalist bir insan. Ama bu, 32 yılını içeride geçirmesine sebep olacak kadar ağır bir suç mudur? Bizce değildir.
Hayaller kurduğumu, bir intihar eylemi planladığımı hatırlıyorum, bombayla Kenan Evren’in yaşadığı evin üzerine düşmek gibi, atlayıp onu da kendimi de öldürmek gibi
“Umutsuzluk yasak, yılgın türküler söylemek de,
Çünkü yürüyor umudun ordusu, umutsuzluğu kurşuna dizerek.”
O polis insan olsa, o üç çocuğun karşısına babalarını o şekilde getirmez. Adam sürünüyor, yüz göz de dağılmış, ayaklar şişmiş zaten, 46 numara olmuş. Getirdiler sürükleyerek, bizi görünce babam ayağa kalkıp yürümeye çalıştı, çocuklar beni böyle görmesin diye. Çok rezil bir durum
Bu ülkede hiçbir şeye güvenmem, ne kolluk kuvvetlerine güvenirim, ne kurallara güvenirim, ne hukuka güvenirim. Bu da 12 Eylül’ün sonucudur zaten. Güvensiz bir jenerasyon ortaya çıktı, mis gibi beyinler artık Türkiye’de yaşamıyor. Gittiler
Bence bu ülkenin en korkunç yanlarından biri de acıyı acıyla unutturmasıdır. İnsanı kendi üzüntüsünden utanır hale getirmesidir.
Senin için benim için değil, herkes için adalet; nesnel, tarafsız, özgürlükçü bir adalet ve demokrasi
İşkence görürken, sürekli bağıra çağıra rahmetli Neşet Ertaş’ın Zahidem türküsünü söylermiş. Zahidem bir anlamda koğuşun direniş simgesi haline gelmiş. “Hoca Zahidem’i söyle” derlermiş. Dövüldükçe inadına söylermiş.
Annemi arıyorlar, dedem ağlamaklı “kızım öldü” diyor, “kanıtla” diyorlar. Bir belge gösteriyor öldüğüne ilişkin. Sonra tekrar mahkemeye çağrılıyor annem. Dedem sonunda karakol basıyor, artık çıldırıyor herhalde, “Benim yavrum öldü, hâlâ ne istiyorsunuz bizden?” diyor. Nasıl bir düşmanlık!..
Babamın tutuklandığını öğrendiğimde iyi insanları niçin cezaevine atarlar diye hayli kafa patlatmıştım. Babam benim gözümde tabii bir kahraman ve sadece iyiyi temsil eden her şeyi yapan bir baba. Neden cezaevinde? Hayatla ilgili bütün ilkokul retoriği dağılıyor; mesela “polisler iyidir, bizi hırsızlardan korurlar”, yerini “polisler kötüdür, çocukları annelerinden babalarından ayırırlar”a dönüyor
Çocuklar
Ürkek bir serçe gibi eğme başını.
Kaldır başını ve dimdik dur!
Bu senin değil, ülkemin ayıbı
Hırpalanmış yerlerinden öperim çocuk
Nazım Hikmet
O karede kendimi görüyorum ama ölüm bildiğim, anladığım bir şey değil tabii, öyle ortalıkta dolanıyorum.
Kimse hiçbir şey görmüyor, kimse hiçbir şey okumuyor, artık gazete de okunmuyor, sadece televizyon izleniyor, bir şey düşünmüyorlar bile.
Babam Fikri Sönmez 12 Eylül’den iki ay önce, 11 Temmuz 1980’de, Fatsa’da gerçekleştirilen Nokta Operasyonu’nda tutuklandı. 5 Mayıs 1985 tarihine,
yani öldüğü güne kadar içeride kaldı.
Ben tutuklandığımda babam zaten içerideydi. Beni büyük bir koğuşa verdiler. Bir gece kaldım orada. Ertesi gün adımı anons ettiler, dediler ki, elbiselerini topla, gidiyorsun. Nereye gittiğimi söylemediler. Dışarı çıktım. Büyük bir masanın başına götürdüler, orada bir şeyler imzalattılar. Dediler ki sen bundan sonra
başka bir koğuşta kalacaksın.
Babam benim geleceğimi öğrenmiş.
O sırada, askerin peşine gidiyorum, biri ‘Naci, Naci!’ diye aradan sesleniyor bana. Ya kim bu diye baktım, şöyle bir iki adım yanaşana kadar tanıyamadım babamı.
En son ben içeri girmeden önce
Ordu E Tipi Cezaevi’nde görmüştüm.
O zaman tabii bıyıkları ve saçı vardı.
Şimdi askeri cezaevine geldiği için saçlar kısaltılmış, bıyık kesilmiş, o bir iki adım gelene kadar babam olduğunu anlayamadım
Onunla en büyük politik sohbetleri
o 2-3 ay süresince yaptım.
Aslında Fikri Sönmez’i orada tanıdım.
Çok sıcaktı, çok sevecen, babacan
bir insandı. Çok espriliydi.
Öyle muhteşem bir iletişim becerisi
vardı ki, herkesle seviyesine inip konuşabiliyordu. Ben onun yanında, oğlu olarak değil, bir arkadaşı olarak kaldım. Babamı en iyi içeride tanıdım ben
Babamla aynı cezaevindeydik, aynı koğuşta da yattık. Aralıklarla, 1-1.5 sene birlikte kalmıştık. Magazinsel olarak kullanmasınlar diye O, hep benimle fotoğraflanmasını engellemeye,
basından kaçmaya çalışırdı. Mahkemelerden dönüşlerde de kelepçelenmeyi hiç benimle yapmazdı,
hep başka arkadaşlarla yapardı.
Ben de başkasıyla yapardım.
Cezaevinden ayrıldığım anı hiç unutmam. O gün tahliye olmadan önce, ilk kez
birlikte kelepçelendik. Otobüse birlikte oturduk, cezaevi koridoruna beraber girdik. O ayrı koğuştaydı, ben ayrı koğuştaydım tahliye olduğumda. Sıkı sıkıya sarılmıştık, ayrılırken ‘Annene iyi bak, o çok çekti!’ dedi.
Bir baba oğul ilişkisini orada yaşadım diyebilirim. Dışarıda olmamıştı o hayat.
O yüzden çıktıktan sonra Fatsa sahilinde onunla gezmeyi hayal etmiştim.
Öyle bir hayal kurmuştum orada.
12 Eylül 1980’den sonra 250 bin kitap
toplatılıp yargılandı. Yaklaşık 50 yayınevi,
500 kitabevi kapandı ya da kapatıldı.
Yazı işleri müdürleri hakkında bin yıla
varan hapis cezaları istendi.
Şimdi sayısı 20 bini aşan kitap listesinin
büyük bölümü bu dönemde oluştu.
Kültür Bakanlığı tarafından yakılmayan kitaplar, üzerlerine su sıkılarak çürümeye bırakıldı.
Onur Yayınları sahibi İlhan Erdost, 7 Kasım 1980’de ağabeyi Muzaffer Erdost’la birlikte gözaltına alındı. İlhan Erdost askerlerin dayağı sonucu yaşamını yitirdi. Muzaffer Erdost cezaevinden çıktıktan sonra kitap yayımlamayı sürdürdü, kardeşi İlhan için şiirler yazdı.
Kenan Evren, mitinglerde kitaplarından dolayı şair Yaşar Miraç’ı açıkça hedef gösterdi. Miraç yargılandı. Kitapları toplatıldı.
3 Haziran 1985’te Bilim ve Sosyalizm Yayınları’nın bütün kültür kitapları, Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı kararı ile imha edildi. Yedi kamyonla taşınan 133,607 kitap yakıldı.
18 Aralık 1987’de 12 Eylül askeri darbesinden sonra toplatılan 39 ton ağırlığındaki kitap, dergi, günlük ve haftalık gazete SEKA’da imha edildi. Kağıt hammaddesi olarak kullanılacak
yayınlar 5 kamyonla taşındı.
26 Ağustos 1989’da Cumhuriyet Kitap
Günleri etkinliği kundaklandı. Kitapların yarısı mahalleliler tarafından kurtarıldı.
Aynı yıl Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğüne bağlı olarak Yüksek Öğretim Yurtları’nda 1046 kitap, dergi, gazete, broşür ve kartpostal ile plağın bulundurulması yasaklandı. Yasaklanan bir kartpostalın üzerinde sadece güvercin resmi yer alıyordu.
Babam ve amcam Sol ve Onur Yayınları’nın sahibi. Lenin, Marx ve Engels klasiklerini Türkçeye kazandırıyorlar, yayınevlerinde basıyorlar.
12 Eylül Darbesi’nden hemen sonra kasımın başlarında amcam Muzaffer Erdost gözaltına alınıyor, 2-3 gün sonra da babam İlhan Erdost, annemle birlikte Ankara Emniyeti’ne giderek kendisi
teslim oluyor. Evde arama yapıldığında, yasak olmadığı halde, Engels’in kitabı ‘Doğanın Diyalektiği’nden iki tane bulunduğu için gözaltı kararı veriliyor. Mamak Cezaevi’yle Emniyet arasında gidip geliyorlar. Çünkü bir türlü dosyalarına bakılamıyor. Neden dosyaları işlem görmüyor, neden bekletiliyor işlemler
biz de bilmiyoruz ama zaten sürecin programlı olduğunu tutuklama işlemini cuma günü saat 17.00’dan sonra
yaparak biraz belli ediyorlar. Daha rahat davranabilecekleri ve belirledikleri ekip ile yaratacakları işkenceyi işaret ediyor bu
Babam kafasına aldığı bir darbe sonucunda düşüyor. ‘Kızımı uyandırmaya kıyamadan geldim, bizi dövdürmeyin’ diyor astsubaya. Astsubay ‘Benim kızım da ateşler içerisinde yatıyor, ben de onu bırakıp geldim’ deyip tekrar dövdürmeyi sürdürüyor. ‘İçeridekiler sizin zehirlediklerinizle dolu, sizin ananızı ağlatacağım’ diyor. Erlere de ‘Onların anasını ağlatmazsanız, ben sizin ananızı ağlatacağım, hayalarını patlatacaksınız!’ diye emirler veriyor. Babam yere düşünce, amcam onu kaldırmaya çalışıyor, astsubay ona da izin vermiyor, ‘Kendi kendine ayağa kalkacak’ diyor. Sonra babamı ve amcamı koğuşa götürüyorlar ama babam düşüyor, ‘Nefes alamıyorum ağabey’ diyor. Kusmaya başlıyor. Zaten amcam doğruluyor ve ‘İlhan, İlhan’ diye sesleniyor. Hem kitabın hem de kitabevinin isminin çıkma yeri de burasıdır. Babamdan ses gelmiyor, tekrar İlhan İlhan diyor, o sırada koğuştaki diğer kişiler ‘Ölmüş bu’ diyerek, suni teneffüs yapmaya çalışıyorlar.
Sonra erler, gelip battaniyeye sarıp babamı götürüyorlar. 7 Kasım’da oluyor olay,
aileye haber verilmesi ise 10 Kasım.
Babamı kendi çabalarımla, arkadaşlarından, annemden dinleyerek keşfetmek zor bir şey, keşke bir öpüp koklasaydım, bir kokusunu alsaydım
O zaman demiştim ki, en azından babamın adresi belli, nerede olduğu belli, kaybedilmemiş, yok edilmemiş, öldürülmemiş, bizden çok daha zor durumda olanlar vardı. Özellikle gençlik hareketlerinde yer alanlar çok kötüydü.
Ben 1993 doğumluyum. 12 Eylül benim doğduğum, büyüdüğüm dönemde yapılmamış olabilir ama onun sonuçlarını ben de yaşıyorsam bu davada benim ve benim gibi olan, bugün dahi bunun sonuçlarını yaşayan herkesin söz hakkı olduğunu, bu davaya sahip çıkması gerektiğini ve onu gerçekten bir yargılamaya, adaletli bir yargılamaya dönüştürmesi gerektiğini düşünüyorum.
Şunu çok iyi hatırlıyorum aslında: Ben, o okul döneminde sürekli başkalarının ailelerini izliyordum. Sen sahip değilsin ve hayranlıkla, kıskançlıkla, özenerek izliyorsun. Neyse, o anki duygumu tam olarak bilmiyorum ama onları izlediğimi biliyorum. Sonra, bir anda babam çıktı, biz bir aile olduk ve bu çok tuhaf bir şeydi. En çok umut vardı o zamana kadar, bu kötü şeylerin bir gün geçeceğine dair.
Hiçbir yargılama geçmişte yaşananları değiştiremez tabii de en azından benim “bir şeyler de yapmaya çalışıyorlar” diyebilmem için tek tek bu kadroların hepsine bakmaları, o dönem çalışanları mahkemeye getirmeleri gerekir.
Ben Herkesin Ailesi Cezaevinde Sanıyordum..
Bizim evin bütün duvarları kütüphanedir, kimse zorla oku da demedi, kitaplar orada dururdu, süreç içerisinde olayın zaten farkındasınız ve okuyorsunuz da. Biz babamızın yaşadıklarına kendimiz okuyarak ve araştırarak hâkim olduk.
Ben 25 yaşıma gelip de “12 Eylül varmış, babamı içeri almışlar” diye büyümedim. Hayatın doğal akışı içerisinde neyin ne olduğunu öğrenmiştik.
Babam gibi idealist, devrimci olan insanlar, ailelerini ister istemez geri planda bıraktılar. Ben öncelikle oradan başladığını düşünüyorum işin. Bunu da bir sitem olarak dile getirmiyorum. Sadece kendi çocuğunun, kendi ailesinin değil, topyekûn bir toplumun hayatını dönüştürmeye, kendini adamış ana babalardan söz ettiğimiz zaman, elinizden yalnızca saygı duymak geliyor.
Bu darbenin aslında biz çocuklara ödettiği bedeller saymakla bitmez ama benim açımdan değerlendirirsek, babamla ancak 5.5 yaşında tanışmama ve normal baba-oğul ilişkisini uzun yıllar kuramamıza sebep oldu diyebiliriz.
O anlamda Karadeniz insanının kenetlenme duygusuyla biz aile olarak birbirimize kenetlendik. Belki de becerebildiysek o dayanışmanın sayesinde olabildiğince normal insanlar olabildik. Sevgi eksik olmadı ailemizde.
Zaman zaman sinirlenmek yerine konuşmayı tercih ettim ve her zaman da konuşmak işe yaradı.
Yani insan, her yerde benzer biçimde acısını taşıyor. O yüzden konuşmak, hasıraltı etmemek çok önemli. Toplumsal travmaları bu kadar kendi içimize kapanarak yaşamak doğru değil. Biz bırakın farklı toplumlarla bu konuda diyaloğa geçmeyi, kendi toplumumuz içinde bile suskunluğu seçmişiz. Ailemin yaşadıkları bana insan hayatının, özgürlüğün, her şeyden daha değerli olduğunu öğretti.
Aman eksiklik ve yalnızlık hissetmesin diye sürekli bir kollanma halim vardı. O yüzden sevgi açlığım olmadı. Çocukluk buradan baktığımda göründüğü kadar katlanılmaz bir şey değildi.