Alâeddin Şenel kitaplarından Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi kitap alıntıları sizlerle…
Kemirgenlerden Sömürgenlere İnsanlık Tarihi Kitap Alıntıları
İnsanın acı ve haz duyularının yarattığı psikolojinin dayandığı iki direk, korku ve umut duyguları olmuştur. İnsan, korkuları oranında umutlarını da yükseltir. Yükseltmez, umutsuz kalırsa yaşama istenci azalabilir, hatta yitebilir. Böyle bir psikolojik yapıyla kişiler, topluluklar, toplumlar ve tüm olarak insanlık, nesneler dünyasında çözülmesi çok güç ya da olanaksız sorunlarla karşılaşıldığında ne yapar? Simgeler dünyasında yarattığı düşsel çözümlere umut bağlar Ölümsüzlük umudu, ölüm sorununa çözüm getirmese de ölüm korkusuna katlanma gücü verebilir. Daha doğrusu, kimi insanların psikolojik dirençlerini yitirmelerini önleyebilir
Türkler önce İslama geçmemekte güçlü bir direnme göstermişlerdi. Hatta (715’te) müslümanları Doğu İran’dan sürüp çıkarmışlardı. Ama sonra Arap ordularınca silah gücüyle islamlaştırılmalarından sonra Orta Asya’dan komşu uygar ülkelere (Hinduların silahla islamlaştırılışlarında görüleceği gibi) İslam akımlarını Türkler gerçektireceklerdi
Ne mutlu size şimdi aç olanlar, çünkü tok olacaksınız. Ne mutlu size ağlayanlar, çünkü güleceksiniz. Fakat vay size zenginler, çünkü tesellinizi almışsınız. Ey şimdi tok olanlar, çünkü yas tutacaksınız. Ne zaman? Yargı gününden sonra, öte dünyada.
Sürgün, işkence, kıyım, soykırım gibi devlet terörü yöntemlerini imparatorluğa sokan Asur egemenleriydi. Örneğin tanrıları Aşur’a başkaldırdıklarını söyledikleri kentlerin ve halkların insanlarını nasıl kılıçtan geçirdiklerini kroniklerine yazdırmışlardır. Elamlılar gibi başkaldıran halkların insanlarının derilerini nasıl yüzüp, onları nasıl kazığa oturttuklarını ayrıntılarıyla anlattıkları yazılar bırakmışlardır.
Avrupa’da Arap Sayıları olarak yanlış bilinen ve kullanışlı olmayan Romen sayılarının yerini alan sayılar da ilk önce Gupta imparatorluğu dönemi Hint tacirlerin ve matematikçilerin kullandıkları simgelerdi. Kara ve deniz ticareti kanalıyla tüm dünyaya yayılmaya Guptalar ile başlanmıştı.
Sümer mitosunda yaratıcı Tanrı, daha doğrusu insanın yaratılması düşüncesinin yaratıcısı Tanrı Enki’dir. Babil yaratılış mitosunda yaratıcılık, baştanrı tahtına oturtulan Babil tanrısı Marduk’a verilir. Asur yaratılış mitosunda, onun yerini Tanrı Aşur alır. Yahudi yaratılış mitosunda yaratıcılık savında bulunan Yehova adlı tanrıdır. Ve Müslümanların kutsal kitabı Kuran içinde, insanı kendine kulluk etmesi için yarattığını söyleyen Allah için aynı zamanda tektanrılık savında bulunulur
Uygarlıklar, kendilerini oluşturan insan topluluklarının sömürülmelerinin ürünüdür. Varsıl, erkil kesimlerin yaşayış biçimlerini sürdürmeleri için gerekli kaynakları sağlayan, tarlaları süren, kumaşları dokuyan, anıtları yükselten geniş kesimlerin sistemli olarak sömürülmeleri üstüne kurulurlar
Uygarlıkla sıcak savaş biçimini alacak olan insanlığın kronik hastalığı olan kendi türünden canlılara yönelen şiddet belirtileri, Neolitik’te belirgin bir artış göstermiştir
Bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların yemesi için yaratılmışsa (cüzzam, frengi gibi hastalıklar anımsanarak) insanlar da bakterilerin, virüslerin yemesi içmesi için mi yaratılmıştır? sorusunu sormak yeter.
Günümüzden 65 milyon yıl kadar önce, bugün bir meteor çarpması sonucu olduğu düşünülen çevresel yıkım dinozorları yok etti. Yerküre böyle bir yıkıma uğramasaydı, üzerinde dinozorlara karşın, memelilerin ve sonunda insanın egemenliği gelişemeyebilirdi.
Miller-Urey-Bada deneyleri: Birleşik Amerikalı bilginler olan Stanley Miller ve Harold Urey 1952’de Miller-Urey deneyi olarak bilinen araştırmayı gerçekleştirdiler.
Yaptıkları, amino asitleri oluşturan , ilksel atmosferde ve ilksel Okyanusta bulunduklarını düşündükleri elementleri ( CHOPN= Karbon, Hidrojen, Oksijen, Fosfor, Nitrojen) içeren hidrojen, metan, amonyak, su buharı karışımı hazırlamaktı. Bu karışımı, iki ucunda elektrotlar bulunan kapalı bir deney tüpüne kapatmaktı. Sonra yeryüzü soğurken, yer kabuğu oluşurken bulunduğu düşünülen koşulları laboratuvarda yaratmaktı. Tüpün içindeki karışımı , bir hafta süreyle, 60000 voltluk gerilim ürünü elektrik deşarjlarına açık bırakmaktı. Böylece o dönemin şimşeklerininkine ya da radyoaktif ışınlarını benzer etkiler yaratmaktı. Bir hafta sonra, tüpte çökerdiğini gördükleri maddeleri arasında organik bileşikler saptandı. Gerçekten, oluşan maddenin içinde glisilin, alanin, aspartik asit ve glutamik asit gibi dört amino asit türünün bulunduğu görüldü.
Amino asitlerin proteinlerle, proteinlerin etle, etin canlılıkla ilişkisini belirtmeye gerek yok . Benzeri bir deneyi ( Miller-Urey deneyi hakkında eleştirilen oksijenli ortam dan soyutlayarak) 1983’te Jefferey Bada başarı ile yeniledi.
Aynı koşullar içinde bulunsaydım ben de aynı konumda bulunabilir , benzeri şeyleri yapabilirdim demeyen, ne kendini ne başkalarını anlamıştır ne de insanlık tarihini anlayabilir .
Evcil ve yabanıl kurtların fosillerinin ve kemiklerinin karşılaştırılması, kurdun Mezolitik’de evcilleştiği sonucuna götürüyor. Bazı kurt ırklarının evcilleşecek, insanın ilk evcil hayvanı durumuna gelip zamanla uysal köpeğe dönüştüğü biliniyor. Evcilleşen köpek değil, evcilleşmiş ırklarına “köpek”denecek olan kurt türüdür.
Endüstriye dayanan uygar toplum döneminde (cansız) mal üretimine uygun olarak olgulara nedensellikçi yaklaşılır. Belli sonuçlara yol açan belli nedenler ortaya çıkarılır. Onlar etkilenerek, istenmeyen sonuçlardan kaçınılabilir. Istenen sonuçları elde etme olanağı doğar. Bu tür sorunlar karşısında, artık aşkın öznelere yalvar yakar olma gereksinimi duyulmaz olur. Sonuçta, soruna katlanıcı kültürlerin yerini sorun çözücü kültürler , sorun çözücü tutumlar alır.
Kültürel evrimin erken evrelerinde geliştirilen soruna katlanıcı kültürlerin işlevi ve değeri kavranabilir. Ama kültürel birikimin ve evrimin sorun çözücü düzeylere ulaştığı bir dönemde, soruna katlanıcı kültürler ve tutumlar (örneğin ötedünyacı değerler) dayatılıyorsa, bunda bir iş var demektir! O zaman ortada ya bilisizliğin (cahilliğin) ya (göreli) bir olanaksızlığın ya da bir sömürünün varlığından kuşkulanmak gerekir. Bilisizliğin çözümü, “aydınlanma ; (göreli) olanaksızlığın çözümü, insanlığın maddesel ve simgesel ekonomik kaynaklarına daha eşitlikçi ulaşım olanağı verecek hakça bir gelir dağılımıdır.
Çağdışı, soruna katlanıcı kültürlerin yaygınlaştırılıp dayatılmasın da, bunlardan çok, başka bir neden vardır: Bir toplumun, bir sınıfın, bir grubun, bir kişinin ötekilerinin insanlığın kaynaklarını (kendisini ilgilendirmeyen, kendi çıkarına olmayan sorunlarının çözülmesinde) kullanmalarını engelleme çabası. Onları (kaynakları ve insanları) kendisi için daha fazla sömürme amacı. Bu da çözülebilir bir sorun olarak insanlığın gelişmesinin önünde bir engel oluşturmaktadır. İnsanlık, gündemine çözebileceği sorunları getirir!
Inka resimlerde, yanındaki kız kardeşinin iki katı büyüklüğünde gösterilirdi. Kız kardeşinin dışında birçok karısı ve daha çok cariyesi (cinsel kölesi) olabiliyordu. Ancak Inkalığa yalnızca kız kardeşinden olan çocuklarından biri seçilebiliyordu. Kız kardeşle evlenmek, sıradan uyruklar için tabu olup Inka’nın tanrısal ayrıcalığıydı. Çünkü, Güneş Tanrı Viracocha da kız kardeşi Ay Tanrıça Kuilla ile evlenmişti!
Sıradan bir ahlak anlayışıyla savunulamayacak böyle bir yaşayış biçimini örtmek için, dinsel ideolojik bir kılıf hazırlamaları kaçınılmaz olmuştu: Güneş tanrıyı insan kurbanlarının yüreğiyle ve kanıyla besleyerek güneşin solmasını önlemeye çalışmak! Tanrılara insan kurbanı sunmanın, simgesel kurban biçimleri verilerek unutulmak üzere olduğu bir dönemde Aztekler, bu işi daha da abartmışlardı. Tanrıya beşer onar sundukları kurbanları (anlaşılan) artırıp yüzer biner insan kurban etmeye geçmişlerdi. Açtıkları (sözde) kurban sağlama gibi kutsal amaçlı savaşlarda ele geçirdikleri tutsakları (toptan) kurban etmekteydiler (köle etmekten daha ahlaklı bir tutum mu?). Böyle bir tutum komşuları üzerinde, giderek tüm Orta Amerika’da terör (korku ve yılgınlık) yaratacaktı.
Musacılıkta (Tevrat’ta), Isacılıkta (Incilde) olduğu gibi Muhammedcilikte (son kitap’ta ) kölelik kurumu benimsenip düzenlenmiştir. Bunun en kesin kanıtı Kuran’daki şu ayetlerdir: Allah hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel nimetlerden gizlice ve açıkça sarf eden kimseyi misal gösterir: Bunlar hiç eşit olur mu? Ve: Öldürenler hakkında size kısas farz kılındı: Hür ile hür insan, köle ile köle
Ilk dört doğru halife (Ar. Hulafayı Raşidin) dönemi Islam söyleminde mutluluk yüzyılı (Ar. Asr-ı Saadet) olarak sunulur. Ancak bu söylenirken aynı dönemde iki halifenin öldürülüp iki iç savaşın çıktığından pek söz edilmez; bunlar (nedense?) unutulur.
Islam uygarlığının iyice yerleşip Islam yöneticilerinin özgüvenlerinin en yüksek olduğu dönemlerde, cihata karşı tutum değişmiştir. Toplumsal artı daha çok devlet (vergi) ve ticaret yollarıyla sağlandığından, cihat kavramı unutulmuş gibidir. Öyle ki (Osmanlı gibi) Islam imparatorlukları, bu dönemde öteki halkları Islama geçirmek için savaş yoluna pek başvurmamışlardır. Bunun göstergesi, sınırları içindeki tektanrıcı dinlerden uyruklarını (üzerlerine yükledikleri cizye denen baş vergisinden olmamak için) din değiştirmeye bile zorlamamaları, hatta özendirmemeleridir. Dahası, topluca Islamlığa geçmelerini (bir tarihten sonra) yasaklama yoluna gitmeleridir.
Hıristiyan önderler ve düşünürler, eşitlikten yana görünmüşlerdi. Ama deyim yerindeyse, sol gösterip sağ vurmuşlardı. Muhammed (kulların tanrı önünde eşitliği dışında) insanların eşitliginden yana görünme yoluna gitmedi. Bu dünyada düzen Müslümanın Allah’a, peygamberine, yöneticisine kesin boyun eğmesiyle sağlanabilirdi. Bu yoldaki vahiylerine bakılırsa Muhammed, eşitsizliğin düzenin temelini oluşturduğunu düşünmüş görünür. Öyle ki Muhammed’e göre, bu dünyadaki insanlar arasında, cehennemde sonsuza dek yanacak olanlar ile sonsuza dek cennette kalacak olanlar arasında eşitlik olamazdı. Cennette bile eşitsizlik (mertebeler) bulunacaktı.
Bu dünya yaşamındaki eşitsizliklere gelince, başta tanrı-kul eşitsizliğinden söz edilebilir. Dinsel düşünüşün Enuma Eliş Yaratılış Destan içinde formülleştirilen, ondan beri sürdürülegelen tanrı-kul eşitsizlikçi ilişki paradigması Muhammed tarafından da benimsenip özümlenmiştir. Bu paradigmanın yöneten-yönetilen, çalışan-çalıştıran, efendi-köle, kadın-erkek gibi birçok insan-insan ilişkisinde eşitsizlikçi rollerin yeniden üretilmesine yaradığı açıklanmıştı.
Tanrı-kul eşitsizliği yanı sıra, Muhammed’e göre (alevden yaratılmış) melekler ile (balçıktan yaratılmış) insanlar arasında eşitsizlik vardı. Erkek-kadın eşitsizliğine ilişkin birçok ayet dillendirilmiştir. Efendi ile köle hiç eşit olur muydu? Nebi ile sıradan Islam arasında
eşitsizlik olduğu gibi, nebiler arasında da eşitsizlik vardı. Inanan ile inanmayan, Islam ile kâfir, bilen ile bilmeyen eşit olamazdı. Insanlar arasında Allah’ın sayısız rızk verdikleri ile sayılı rızk verdikleri arasında elbette (ekonomik) eşitlik söz konusu olamazdı. Seçip, güç ve
bilgi ile desteklediği yönetici, yönetilenlerden üstündü.
Tüm bu eşitsizliklerin genel nedeni sorulduğunda verebileceği iki yanıtı vardı: Birisi, Allah, kimini üstün kimini aşağı kılarak insanları sınavdan geçirmekteydi. Ötekisi, Allah birtakım insanları bir başka (üstün kıldığı) takımla kovmasaydı, yeryüzünde düzen kurulamaz, nifak çıkardı. Bu düşüncesi Muhammed’in katmanlı uygar toplumun, onu ayakta tutan belkemiğini kavradığını gösterse gerektir.
Muhammed, düşüncesiyle ve eylemiyle, vaha kentlerinde bile sürdürülen (ancak değiştirilmesi koşulları doğmuş bulunan) klan ve kabile bağını yadsımış oluyordu. Onun yerine, kabile kökenine bakmadan, din kardeşligi toplumu (ümmet) anlayışını getiriyordu. Böyle bir anlayış, Arapça konuşan halkları kapsama olanağını taşıyordu. Ondan öte, Arapça konuşmayan toplumları da aynı inançta birleştirme gizilgücü vardı. Toplumbilimsel bakımdan bunun anlamı, bireyi topluma bağlayan kan bağı yerine, hem kan bağını hem yer bağını aşan bir bağ, inanç bağı getirilmesiydi. Böylece Muhammed’in başarısının altında, belki (bilerek, bilmeyerek) Arabistan’ın altyapısının o çağdaki koşullarına uygun bir üstyapı tanımlamış olması yatıyordu.
Kentli, katmanlı, devletli, ideolojili toplum biçimi olarak uygarlığın, şimdiye dek tarıma ve endüstriye dayanan iki evresi, iki biçimi yaşanmıştır. Bunun doğusu batısı olmaz. Mezopotamya’da (Doğu mu, Batı mı?) insanlık, ilk uygarlığa, onun tarımcı biçimiyle başlamıştır. Sonra uygarlık, oradan doğusuna batısına, güneyine kuzeyine yayılmıştır. Tarım uygarlığı Batı Avrupa’ya Mezopotamya’da ortaya çıkışından iki binyıl sonra (İÖ 1. binyılda) ulaşabilmiştir. Ortaçağ’ın Latin Hıristiyan uygarlığı ile Ortaçağ Islam uygarlığı arasında, tarımcı altyapılarından tektanrıcı üstyapılarına dek hiçbir asal fark yoktur. Bu ara Doğu Roma-Bizans Hıristiyan (Rum) uygarlığını Doğulu mu, Batılı mı sayacağız? En doğrusu, doğu-batı sözcüklerinin coğrafya anlamlarıyla kullanıp uygarlık-kültür anlamlarıyla kullanmamaktır.
Doğu uygarlığı – Batı uygarlığı (Doğu kültürü – Batı kültürü) sınıflandırması yapıp, aralarında yapısal, temel kültürel farklılıklar aramak bir yanılgıdır. Batı Avrupa’daki tarım uygarlığı kültür evresiyle endüstri uygarlığı evresini birbirinin (evrimsel) uzantısı değil, apayrı kültürel oluşumlar olarak görmektir. Hatta Batı Avrupa’nın Islam kültürüne çok benzer olan Ortaçağ Hıristiyan kültür evresini görmezlikten gelmektir. Bu yalın (masum) bir yanılgı olmaktan öte bir tutumun ürünüdür. Batı-Doğu kültürleri, Batı-Doğu toplumları, Batı-Doğu halkları, ulusları, hatta ırkları gibi (gerçekliği doğru yansıtmayan) sınıflandırmalara ve çıkarsamalara yol açabilecek tehlikeli (hatta bazen kasıtlı) bir yanlıştır.
Ancak Hıristiyan düşüncesinin biçimlenmesinde İsa’nın düşünüşünden çok Pavlus’un düşüncelerinin etkisinin bulunduğu kesindir.
Ispanyol Engizisyonu (1479’da) Papalıktan bağımsız olarak, Ispanya krallığınca kuruldu. Amaç, aslında dinlerini değiştirmeyip aldatmak amacıyla Hıristiyanlığa geçmiş görünen Yahudileri ve Islamları cezalandırmaktı. Papalığın Engizisyonu’ndan çok daha sert, çok daha acımasız çıktı. Bu, Ispanyol engizisyoncularını aforoz ettiğini hiçbir yerde okumadığımız Papalığı aklar mı? Ispanyol Engizisyonu 1820’de kaldırılana dek, saçmalık derecesine varılan nedenlerle binlerce insana işkence yapıp onları ölüme gönderdi. Öyle ki bir kilisenin duvarı (yirminci yüzyıl sonlarında) yıkılınca, üzerlerine duvarın örülmesiyle, iki duvar arasında kalmış çok sayıda kimsenin iskeletleriyle karşılaşılacaktı. Insanların günahlarının bağışlanması için kanını verdiği söylenen bir tanrının dini ile kanıyla beslendiği insanların kafataslarından tapınağına ikinci bir duvar örülen tanrının (Azteklerin güneş tanrısının) dini arasında, sonuçları bakımından (bu noktada) ne fark kaldı?
Spartakus köle ayaklanmasının insanlık tarihi bakımından iki önemli uzantısından söz edilebilir. Birincisi, Roma emperyalizminin sömürdüğü köleler ile boyunduruk altında tuttuğu halkların önderlerini (Spartakus’u ve Isa’yı) cezalandırmada haçın kullanılmasıdır. Böylece haçın imparatorluğa, sömürüye ve baskıya karşı başkaldırmanın simgesi olması beklenirken tersinin olmasıdır. İlk kovuşturmalardan sonra, imparatorluğa uygun bir ideoloji olabileceğini kavrayan Roma yöneticileri, İsacılığı devlet dini yapma başarısını göstermişlerdir. Roma Imparatorluğu’nun dağılmasıyla kurulan düzenler ise (haksızlığın ve acımasızlığın simgesi olabilecek) haç’ı, Isacılık ile birlikte eşitsizlikçi toplum düzenlerine (gönüllü) boyun eğdirmenin bir aracı olarak kullanabilmişlerdir.
Bunun tam tersi (ikinci) bir etkiyle, Roma Imparatorluğu’ndaki köle ayaklanması ve ayaklanmanın önderinin adı (Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanyasında Spartakistler ayaklanmasında görüldüğü gibi) eşitsizlikçi düzenlere başkaldıranların esin kaynaklarından birini oluşturabilmiştir.
Insanlık tarihi boyunca, gerçeklik ile onun kafalardaki (simgesel) modelinin uyuşmadığı durumlarda gösterilen, birbirinin karşıtı iki düşünsel tepki görülmüştür: Birinde, kafalardaki modelin gerçekliği (doğru) yansıtmadığı kabul edilir ve modelin değiştirilmesi yoluna gidilir. Ötekisinde, değişen gerçeklik (onu sindiremeyen kimselerce) yadsınır. Görünenlerin, yaşananların, bu dünyanın gerçek olmadığı ileri sürülür. Onların bir düş, bir yanılgı, en azından bir yanlış olduğu söylenerek gerçekliği yadsıma yoluna gidilir. Gerçek, doğru olduğu düşünülen bir başka dünya aranır.
Eski Yunan uygarlığında, o yolda parlak bir başlangıç yapmış olunmasına karşın, neden endüstriye dayanan bir uygar topluma varılamadı. Dolayısıyla bilimsel düşünüşe ve pratige geçilemedi? Bu soruya bulunan yanıtlardan biri, köle emeğinin ucuzluğudur. Kölelerin bolluğu ve ucuzluğu nedeniyle, kuramsal, bilimsel bilgi birikiminin emekten tutum sağlayacak (böylece karı artıracak) makinelere dönüştürülememesidir. Öteki yanıtta, önce Makedonya’nın, sonra Roma’nın fethine, en sonunda klasik uygarlığı yıkan barbar akınlarına sığınılabilir. Yunan klasik uygarlığı (daha üçüncü yüzyılındayken) yıkılmasaydı, gizilgücünü ortaya dökme süreci kesilmeseydi, endüstri toplumuna ve bilimsel düşünüşe geçilebilirdi denebilir. Verilebilecek bir başka yanıt, toplumsal artı aktarımının (Yunan’ın siyasal birliğinin sağlanamaması nedeniyle) tek bir odakta toplanamamasıdır. Atina’nın deniz imparatorluğu kanalıyla tek bir kentte topladığı artının ise, daha çok tinsel kültürün gelişmesinde kullanılmış oluşudur. Bu yüzden, yeniden üretici yatırımlara yeterli tutarın ayrılamamasıdır.
Yunan kültürleriyle Doğu kültürlerinin böylece karşılaşmalarıyla etkilenme (McNeill’in de belirttiği gibi) önce tek yönlü gibi görünmüştür. Uzun erimde çift yönlü bir etkileşim biçimini aldığı görülmüştür. Sonuçta Batı toplumları kültürünün ilk (erken) örneğini veren Yunan kültürü ile Ortadoğu (Doğu) halklarının kültürleri karışımından oluşan bir bireşim (sentez) doğmuştur. Bu bireşimde Ortadoğu’nun en büyük katkısı (uzun bir uygarlık geleneğinin ürünü olarak) tektanrıcılığa yönelmiş bir dinsel ideoloji olacaktır. Ve Isacılık, Yunan kültürü ile Orta doğu kültürünün karışımının bir ürünü olarak gelişecektir. Bu bireşim aynı zamanda budünyacı değerlerle ötedünyacı değerlerin dengelendirilmesi demektir.
Atina’nın yerel bir kent devleti durumundan bir deniz imparatorluğuna dönüşmesinin nedeni, ne vazgısı ne demokrasisi ne de önderlerinin dehasıydı. Altında Atina ekonomisinin geçirdiği yapısal değişiklik yatıyordu. Söz konusu değişiklik, şarap ve zeytinyağı üretimiyle ve ticaretiyle başlamıştı. Alışverişi yapılan bu sıvıların içine konduğu (amfora denen) çömlek testilerin kitlesel çaplarda üretilmesi gereği çömlek yapımevlerini geliştirdi. Perslerin Atina’yı yakıp yıkarak verdikleri zararın onarılması, birlikten tekne katkıları yerine (biz tekne yaparız, siz para gönderin denerek) toplanan paralarla sağlandı. Bu büyük kamusal bayındırlık projeleri ve donanmanın büyütülmesi, kentteki hemen tüm zanaatları geliştirmişti Yapımevleriyle, donanmasıyla, işlikleriyle, iç ve dış ticaretiyle pazar ekonomisi uçuş durumuna getirilmişti. Öyle ki bu yöndeki gelişmeler, artı sağlanan bir ucuz emek kaynağı olan kölelik kurumunu bile zorlamaya başlamıştı. Köleye yatırım yapanlar, onları emeğin daha düşük verimlilikte olduğu alanlarda çalıştırmak yerine, Akropolis’teki gibi bayındırlık işlerinde çalışmaya yüreklendirdiler. Böylece alacakları üç obol gündeliğin bir oboluyla beslenebiliyor, bir obolunu sahipleri (ne karşılığı?) alıyordu. Biriktirebilirlerse bir obolunu da biriktirerek, ileride efendilerinden özgürlüklerini satın alma umuduyla gündelikçi olarak çalışıyorlardı.
Atina ekonomisinin odağının tarımdan ticarete ve malyapımına ( erken endüstri denebilecek kesimlere) kaymasının bir başka motoru vardı: Gelişen denizaşını ticaretin ve emperyalizmin bir gereği olarak savaş donanması ve savaş endüstrisi. Bu alanda örneğin, ünlü nutukçu (hatip) Demosthenes’in kalkan yapımevinde üç yüz köle çalıştırdığı biliniyor.
Atina kenttaşları (soyluluk durumlarına göre katmanlar yerine) varsıllık durumlarına göre sınıflara ayrıldı. Birinci sınıfı, yıllık 500 kile tahıl geliri olanlar ya da buna denk parasal geliri bulunanlar oluşturacaktı. Ikinci sınıfa 300 kilelik gelirliler, üçüncü sınıfa 150 kilelikler denen kimseler girecekti. Yıllık geliri bunun altında olanlar, dördüncü sınıfı oluşturacaktı.
Ilk üç sınıftan kenttaşlardan, gelir durumlarına oranlı vergi ödemeleri beklendi. Çağrıldıklarında, kendilerini silahlandırmış olarak orduya katılmaları (savaşçılık) görevi yüklendi. Ancak bu görevlerin karşılığı olarak dağıtılacak ödüller vardı. Kenttaşlara, sınıflara göre kamu görevlerine seçilebilme hakları bağışlanmıştı. En üst kamu görevleri üst sınıflara ayrılmıştı. Dördüncü sınıf ( Nesi var ki versin? ) vergiden ve savaşçılıktan bağışık tutulmuştu. Ancak bu, onlara tanınan bir ayrıcalıktan çok (siyasal hakların kenttaşlarla sınırlı tutulduğu zamanın anlayışına göre) kamu görevlerine seçilebilme haklarından yoksun bırakılmaları anlamına geliyordu. Ama kendilerine seçme hakkı (demek ki demokrasilerde başından beri alt sınıflara sunulan boş bir avuntu) tanınmıştı.
Homeros Destanları (Ilyada ve Odysseia) Homerosoğulları denen ozanlarca sazlı sözlü okunurdu. Bu ozanlar takımı, konaktan konağa gezerek, aristokrat beylerin anaatalarının geçmişteki kahramanlıklarını ve yaptıklarını anlatırlardı. Böylece anaataları ile övünen aristokratları eğlendirirken pohpohlamış olurlardı. Karşılığında, bol bol armağan almiş olmalılar. Demek ki sanat sponsorluğu o çağda başlamış!
Yunan mitolojisinde baştanrılık kavgası biçimini almış olan tanrılar savaşı ile Mezopotamya mitolojisindeki tanrı kuşakları arası savaşın benzerliği, gözden kaçmayacak derecede belirgindir. Ve bunun tek bir anlamı olabilir: Yunan’ın uygarlığı gibi mitolojisinin kökleri de varıp Mezopotamya’ya dayanmaktadır.
tarihte çarkların, her zaman ve her örnekte irilerden yana döndügü sanılmamalı. Asya bozkırları göçebelerinin onuncu-onbeşinci yüzyıl arası akınlarında, bunun tersi olmuştur. Küçük atlı, kısa boylu Orta Asya ve Doğu Asya göçebeleri olan Moğollar ve Türkler, eski (iri) Avrasya göçebelerinin kurdukları uygarlıkların ordularına ve halkalarına (bu ara Haçlı şovalyelerine) kan kusturacaklardır. Ağır atlılar, onların atik, tetik vurkaçları karşısında tutunamayacaklardır. Gerçekten, insanlık tarihinin (Roma topraklarının dört katı olarak) en büyük imparatorluğu (gerçek bir yerleşik uygar devletten çok göçebe çoban kabileler konfederasyonu da olsa) Cengiz Han ve ardıllarınca (IS onuçüncü yüz yılda) kurulmuştur. Onu Timur, Babür, Osmanbey atlı akıncılarının birliklerinin savaş başarıları izleyecektir. Moğol Türk fetihlerinde ateşli silahların kullanılmış olması, savaşlarda irilik ufaklıktan çok, başka etmenlerin belirleyici olduğunu göstermektedir.
Demir metalürjisi, toplumların yapısını eşitleştirici etkilerde bulunmuştur. Childe’ın deyişiyle, ucuz demir, tarımı, endüstriyi ve savaşı demokratlaştırmıştır.
Günümüzde, uygar toplumlar arasında, üretim teknolojisinde ileri olanın, onu savaş teknolojisine dönüştürebilme olanağı vardır. Ya da elinde savaş teknolojisini satın alabilme gücü bulunmaktadır. Ancak bu, tarihte her zaman için geçerli bir durum olarak görünmez. Öyle olsaydı, üretim teknolojisinde apaçık ileri olan uygar toplumların, barbar toplulukları hemen her kapışmada yenilgiye uğrattıkları görülürdü.
Oysa tarihte görülen, özellikle savaş teknolojilerinde atılımların gerçekleştirildiği dönemlerde gözlemlenen, bunun tersidir. Görülen, uygarlık adalarının zaman zaman barbar akınlarının seli altında kalmasıdır. Bunun nedenlerinden biri, ilgili teknolojiler uygar toplumlarda yaratılıp geliştirilseler bile, hammadde kaynaklarının barbar toplulukla nın denetimindeki (dağlık) bölgelerde bulunmasıdır. Öteki nedenleri, uygar toplumların, çıkarları birbirine zıt olabilen katmanlara bölünmüş olmalarıdır. Buna karşılık, katmansız, eşitlikçi toplulukların kolektif eylem güçlerinin yüksekliğidir. Yaşayış biçimlerinin savaşımcı”, kültürel geleneklerinin savaşçı olabilmesidir.
Toplumsal ve tarihsel bağlamına oturtulurlarsa, McNeill’in yazdıklarına katılarak, Konfüçyüsçülük ile Taoculuğun birbirlerinin boşluklarını doldurdukları söylenebilir. Böylece, birbirlerini tamamlayarak, Çin düşünüşüne, çıktıkları tarihlerden (IÖ 600 dolaylarından) yirminci yüzyıla dek egemen olarak varlıklarını sürdürdükleri görüşüne katılınabilir. Öyle ki dinin yadsındığı komünist düzenden sonra bile Çin’de nüfusun ancak % 6’sının Budacı olmasına karşılık, Konfüçyüsçü ve Taocu olanların oranının % 20’yi bulduğu saptanmış bulunmaktadır.
Han Hanedan’ı zamanında (İÖ ikinci yüzyılda Çin’de) konan devlet memurluğuna (mandarinliğe) giriş sınavları, adayların Konfüçyüsçü klasikler hakkındaki bilgi derecesini ölçen sorulardan oluşuyordu.
Şang devleti, çok sayıda şeflerden oluşan bir aristokrasinin başı olan kralla, aristokratik monarşi olarak görünür. Elinizdeki çalışmada benimsenen terminoloji ile timokrasi sayılabilir. Bu saptamanın önemi, Çin uygarlığının başında Mezopotamya’da ve Eski Dünya’daki ve Yeni Dünya’daki birçok erken devlette olduğu gibi dincilerce (klerokrasiyle) yönetilen bir evrenin yaşanmamış oluşudur. Bu durum tüm tarih boyunca Çin kültürüne ve düşünüşüne yercil (laik) bir anlayışın egemen olmasında damgasını vuracaktır.
Iskender ve ordusundaki Yunanlılar bile Hindistan’a (İÖ 329’da) girdiklerinde, Brahman kastından biri ölünce karısının da yakılmasını buyuran göreneğe şaşkınlıkla tanık olmuşlardır. Bu göreneğin, Ingiliz yönetimince (1840’ta) yasaklanıncaya dek sürebildiğini görüyoruz. Ne zaman başladığı ise kesin bilinmiyor.
Tarıma dayanan hemen her uygar toplumun düşünüşü gibi, Hint uygar toplumununki de bir dinsel düşünüş biçimiydi. Bu düşünüşün belkemiğini, ôteyaşam inancı oluşturdu. Ve öteyaşam inancı, Ortadoğu uygarlıklarının ötedünya inancından farklı da görünse, aynı işlevi gördü. Katmanlı, eşitsizlikçi uygar toplumda, katmanların ve kişilerin (devletin kaba gücü yanı sıra) içselleştirilmiş inançlarla denetlenmesine yaradı. Eşitsizlikçi toplumsal yapının korunup yeniden üretilmesi amacının gerçekleştirilmesine katkıda bulundu.
Set, bu fırsattan yararlanıp Mısır’ın egemenliğini ele geçirmek için yola koyulur. Bu yolda önce Osiris’i yok etmesinin gerektiğini düşünür Osiris uyurken gizlice bedeninin ölçülerini alır. Onun ölçülerine uygun çok güzel bir tabut hazırlatır. Bir şölen verip şölene Osirisi de çağırır. Şölen sırasında tabut, konukların ağırlandığı salona getirilir. Set, tabutu içine girip bedenine kalıp gibi uyana armağan edeceğini söyler. Konuklar sırayla denerler. Sıra Osiris’e gelip içine uzandiginda Set kapağını kapatıp çiviletir. Üzerine kurşun döktürüp Nil’e attırır.
Mısır’da dinciler, emperyalizm çağının ideolojisinin yaratıcıları olma şansını kaçırırlar. Ama Firavunlar, emperyalist açılım şanslarını kaçırmazlar. Yeni Firavunluk döneminde imparatorluğun hazinesi Nubye’deki altın madenleri ele geçirilerek doldurulur. Ordusu, yabancı kiralık savaşçılarla güçlendirilir. Firavunluğun ve tapınakların topraklarının, taş ocaklarının işletilmesi için iç kaynaklardan sağlanabilenin ötesindeki emek gereksinimi Suriye’ye yapılan askeri seferlerde elde edilen çok sayıdaki savaş tutsağı köleleştirilerek sağlanmaya çalışılır. Mısır’ın toplumsal yapısı, dönemin öteki Ortadoğu imparatorluklarınınkine benzeme yoluna girer. Burada, imparatorluklar ile kölelik kurumunun (kabaca) oranlılık göstermesi insanlık tarihinin bir çok döneminde, dünyanın birçok yerinde gözlemlenen bir olgu oluşturduğu belirtilmeli.
Bu olayın insanlık tarihi bakımından iki büyük önemi vardır. Birincisi, dinsel ideolojinin tarihte ilk kez (ekonomik, toplumsal, siyasal bütünleşmenin çapına uygun olarak) imparatorluk çağının gereksinimine yanıt verebilecek biçimde tektanrıcılık noktasına dek getirilmiş olmasıdır. İkincisi, içinde tektanrıcı dine varabilecek öğeleri taşıyan Ibrani kültürünü etkilemiş olabileceğidir. Çünkü çoğu tarihçiye göre, Musa, değilse bile ardılları olan Ibrani bilgeleri, Atonculuktan haberliydi. Ibrani dincileri, Musacı kimliği, Mısır tanrılarına (bu ara tanrı sayılan Firavun’a) karşı çıkarak oluşturmuşlardı. Mısır tanrılarına karşı çıkarken, Atonculara koşut düşmüşlerdi. Bu durumda onların düşüncelerinden etkilenmiş olmaları çok olası.
Toplumsal artının tek bir kaynaktan (tarımdan) üretilip tek bir egemen katmana (toprakları ve bağımlı emekçileri denetleyen önce dincilere, sonra savaşçılara) aktarıldığı bir uygar toplumda, üretim araçlarını tekeline geçirmiş katman, düşünce araçları üzerinde de tekel kurmuş demektir. Buna uygun olarak, toplumsal önem taşıyan konularda, ortada, o katmanın dünya görüşüne ve çıkarlarına uygun tek bir düşünce (inanç) vardır. Uyrukların elinde, bu düşünceye inanmaktan ya da inanmamaktan başka seçenek yoktur. Inanmamak tehlikeli olduğu için, elde kala kala tek seçenek (!) kalır: Söz konusu düşünceye (eleştirmeden, düşünmeden) inanmak.
Imparatorluklar, toplumsal artıyı hem karadan doğrudan hem denizden alışveriş, pazar düzenekleriyle dolaylı yollardan başkentlerine çekebilen eşitsizlikçi yapılardır. Bu yüzden insanlık tarihinin en büyük birikimlerini yapabilen, çağlarının kültürünün en parlak örneklerin sunabilen kuruluşlardır. Öte yandan, madalyonun öteki yüzüne bakılırsa, zamanlarında insanlığın en acımasız, en karanlık dönemlerinin yaşanmasının da sorumlusudurlar. Gerçekten, Roma İmparatorluğu’nu dek hiçbir uygar toplumda köleci üretim ilişkileri egemen ilişki biçimini alıp köleci toplum sayılabilecek derecede geliştirilmemişti!
Irmak ve kara uygarlıklarında toplumsal artı daha çok doğrudan topraktan (tarımdan) saglanır. Üretim ilişkileri buna göre biçimlenmis tir. Bir yanda, toprağa sahip olan ya da onu denetleyen katman vardır Öte yanda, çoğunlukla bağımlı üreticiler katmanı bulunur. Artı aktarımı bu ikisi arasında, doğrudandır. Bu koşullar, üretici koylülerle toprak sahipleri arasında uzlaşmaz çıkar farklılığına yol açar. Dolayısıyla, düşmanlıklar yaratabilir. Bu düşmanlığın bastırılması, son kertede, açık ve kaba gücü getirir. Devletin militarist nitelik kazanmasına (ya da kurulurkenki militarist niteliğini sürdürmesine) katkıda bulunur. Böyle toplumlarda genellikle tek bir egemen katman (sınıf) tek bir yönetici (aynı) katman, tek bir ideoloji (inanç, din) bulunur.
Kıyı ve deniz uygarlıklarında, durum biraz farklıdır. Toplumsal artı, vergi yoluyla (doğrudan) karadan çok, ticaret (kar) yoluyla denizden (dolaylı olarak) aktarılır. Kuşkusuz her iki durumda (endüstrinin egemen üretim biçimini oluşturacağı uygarlıklara dek) toplumsal arti kaynağı tarım, dolayısıyla çiftçilerdir. Ancak kıyı ve deniz uygarlıklarında, ürettiklerinin bir bölümüne el konan (sömürülen) kimseler ile elkoyanlar (sömürenler) arasına tacirler ve pazar yerleri girer. Artının böyle gönüllülük görünümü veren alışveriş kanalıyla aktarılması, sömürülenler ile sömürenlerin karşı karşıya kalmalarını önler. Dolayısıyla ilişkiye (malını verilen karşılığa satmama seçenegiyle) gönülluluk görünümü kazandırır. Bu, sömürüyü bir ölçüde hafifletebilir. Daha önemlisi (dolaysız vergiler ile dolaylı vergilerde gösterilen bilinçlilik farkına benzer biçimde) sömürülen katmanların ya da üreticilerin sınıf bilinçliliği edinmelerini önleyebilir.
Uygar toplumda (çalışan-çalıştıran) ekonomik (yöneten-yönetilen)
siyasal farklılaşması, kas işleri-kafa işleri işbölümünün bir uzantısı olarak, düşünce üreten-düşünce tüketen (hazır düşünceleri benimseyen) noktasına varır. Bu düşünsel farklılaşmanın tohumları, insanlığın ilk uygar toplumunda Şamanların dincilere dönüşmeleriyle anılmıştı Dincilerin (tapnıak komplekslerinde) kafa işi olan iş yöneticiliğini üstlenmeleri, birliğinde, insan yöneticiliğini de getirmişti. Dinci katmanın daha da gelişerek, kendi içinde uzmanlık dallarının oluşması sonucunda, kimi dinciler düşünce yöneticiliği denebilecek bir konuma gelmişlerdi. Çünkü katmanlı toplumun her zaman kaba güce başvurularak denetlenmesi kolay değildi. Çalışan, üreten, yönetilen katmanların insanlarının ince güç denebilecek ikna yollarıyla da denetlenmesi, yordamlamayla öğrenildi. Buyrukların benimsenmesini sağlayacak söz konusu yöntemler, kaba güç yanı sıra işletilerek, çift yönlü denetim olanağı yarattı. Insanlık tarihinde uygar toplumun yapısı, ancak düşünsel üstyapısı çıkılıp çatısı (ideoloji) giydirildigi zaman sağlam olarak yerleşebildi. Ideoloji ise, ilk görünümünde, tarımcı uygar yaşayış biçimine uygun olarak dinsel ideoloji biçimini alacaktı.
Egemenlerin bilimsel düşünüşü desteklememe, dinsel düşünceleri eleştirmeme, hatta yeniden canlandırma politikalarının altında, kuşkusuz, toplumların alt sınıflarının, yazgı, ötedünya (umudu) düşünceleriyle katmanlı toplumsal düzendeki yerlerinde tutma amaçları yatmaktadır.
Althusser’in devletin biri baskı aygıtları, öteki ikna aygıtlanı olarak iki temel aygıtının bulunduğu kuramı ile desteklenirse, daha büyük bir açıklama gücü kazanır. Buna göre, devletin baskı aygıtları, egemen sınıfın bir dalını oluşturan savaşçıların tekelindedir. Devletin (bu demektir ki uygarlığın, sınıflı toplumun) ikna (kandırma) araçları din kurumuna bırakılmıştır. Dolayısıyla dincilerin tekelindedir. Egemen sınıfların bu iki dalı birbirleri karşısında (deyim yerindeyse) düşman kardeşler konumundadır. Ikisi de sınıflı toplumun yönetimini (toprak sahibi aristokratların ya da endüstri kapitali sahibi burjuvaların elinden alıp) kendi tekelinde tutmak umudunu taşımaktadır. Bu noktada aralarında bir yarışma, hatta düşmanlık vardır. Ama alt sınıfların siyasal erki ele geçirme, hatta böyle bir bilinci ve amacı olmaksızın direnme girişimlerinde, eski düşmanlıklar unutulup bağdaşıklık kurulur. Savaşçılar ile dinciler birbirleriyle sarmaş dolaş olurlar. Yeniçağın eşiğindeki Avrupa’da (1520-1525) Köylü Savaşlarında Almanya’da olan (bkz. s. 845) budur. İspanya İç Savaşı sırasında (1936-1939) olan bu! 12 Eylül sonrası ısıtılıp sunulan Türk-Islam sentezi (burjuvazinin izniyle ara rejim sırasında bile olsa) arkasında, savaşçılar ile dinciler arasındaki böyle bir işbirliğinin ideolojideki yansıması yatmaktadır. Çünkü bu bireşimde Türk söylemi ordu, Islam söylemi din çevrelerini temsil etmektedir.
Devlet kurumu, baskı ve ikna olarak iki temel, yapısal aygıtıyla, katmanlı, uygar toplumun doğuşunu izleyen binyılda klasik biçimini almıştır. Sınıflı toplum sürdüğü sürece bu aygıtlar, onları denetleyen katmanlar veya sınıflar varlıklarını sürdürmüştür. Sınıflar arasındaki eşitsizlikçi ilişkileri yeniden üreten dinsel ideoloji de (kültürel aktarım yoluyla) sürerek günümüze dek gelmiştir.
Savaşçılar, dincilerden bir şey daha istemiş görünürler: Yönetimlerinin tanrının istencine aykırı olduğunu söylememeyi kabul ettiklerine göre, bunun tanrının istenci olduğunu, inananlara (yönetilenlere) söyleseler ne çıkar? Bunun karşılığında savaşçı yöneticiler, kamu fonlanıyla eskiyen tapınakları onaracak, tanrılar ve dinciler için yeni yeni ve daha görkemli tapınaklar yaptırma sözü vereceklerdir. Böyle bir söz vermemiş olsalar bile, tarih boyunca böyle yapmadılar mı? Bugün de böyle yapmıyorlar mı?
Uygar toplumda, farklılaşmış yapısını, çıkarları birbirinden farklı olabilen kesimlerini (katmanlarını, sınıflarını) birlik ve bütünlük içinde tutacak altyapı ve üstyapı kurumları geliştirilmiştir. Geliştirilmemiş olsaydı, varlığını sürdüremezdi. Söz konusu bütünleştirici kurumlar, altyapıda kesimler arasında karşılıklı gereksinim (sonunda bu tünleşme) yaratan işbölümü ve pazar ekonomisidir. Üstyapıda, farklı çıkarlanı olabilen kesimleri, çıkarlarının her alanda ve her zaman aynı olduğu sanısı yaratan dinsel ideolojidir.
Kültürel evrim, kültürel birikim, kültürel kalıt (miras) çeşitli coğrafyalarda, çeşitli halkların katkılarıyla oluşur. Önceki kuşaklardan alınan kültürel kalıta yapılan eklemelerle çıkarmalarla gelişir. Bu olguyu alfabetik yazı kadar güzel yansıtan, daha pek çok örnek bulunup gösterilebilir.
Kafa gücü-kas gücü işbölümü, düşünce üretiminin dinci kesimin tekeline geçeceği noktaya ulaşmıştır. Aynı zamanda kamu yöneticileri konumunda bulunan dinciler, tüm ustalıklarını, eşitsizlikçi ekonomik, toplumsal, siyasal düzeni destekleyen bir dinsel ideoloji üretmekte göstermişlerdir. Ve bu ideolojiyle, sınıflı uygar toplumun böldüğü, devletin kaba güçle bir arada tutmaya çalıştığı toplumun (bir birlik duygusu, bir kimlik düşüncesi yaratılarak) gönüllü yollardan sürdürülüp yeniden üretilmesi noktasına varılmış oldu. Bu noktaya varılınca da uygar toplum, altyapısıyla, üstyapısıyla, ideolojik çatısıyla tamamlanmış demekti. Kafa işi-kas işi işbölümüyle başlayan süreç, yöneten kesimlerin yönetilen kesimleri, kolluk güçleri yanı sıra ideolojinin gücüyle kafakola getirmesi anlamına gelir.
İnsanlığın ilkel topluluktan uygar topluma (ilk) geçişinin onuncu ve sonuncu koşulu “toplumsal artı aktarımı. Insanlığın uygarlığa değil ilk geçişinin (dünyanın neresinde, ne zaman uygarlığa geçilmesine uygun koşullar oluşmuş olursa olsun) her geçişinin gerekli koşulu toplumsal artı aktarımıdır. Bu, yalnızca uygarlığa geçişin değil, onu sürdürmenin, geliştirmenin de zorunlu koşuludur. Ve öteki bütün koşullar bu koşulun parçalarını oluşturur.
Sovyet Sümeroloğu M. I. Diakanoff ise (1969 tarihli yapıtında) benimsediği bu kuramı şöyle özetlemiştir: Devlet kuramının odağında bir tabakalaşma düzeni bulunur bir toplumun farklı üyelerinin, yaşamın temel gereksinimlerine ulaşma yolunda, insanı öfkelendirecek denli farklılaşmış haklara sahip olduğu bir sistem Bu durum birinci görevi tabakalaşma düzenini korumak olan bir erkin formel örgütlendirilmesi olgusunu (devlet örgütünü) getirir.
Güney Afrika’nın biyomasının çok varsıl olması bitkisel besin üreticiliğine geçilmesini gereksiz kılmıştır. Öte yandan, çeçe sineğinin taşıdığı (evcil hayvanları daha çok vuran) uyku hastalığı (trypanosomiasis) burada hayvansal besin üreticiligine geçilmesini engellemiştir. Böylece, Güney Afrika’nın, geçmişleri Neolitiğe dayanan balıkçıları ve (Buşmanlar gibi) avcı ve toplayıcıları, varlıklarını (bazı örneklerinde) günümüze dek sürdürebilmişlerdir.
Insanlar koyun sürüsü gibi daha önceki kuşaklardan gördüklerini taklit ederek yaşarken, ortaya çıkan peygamberlerin, kahramanların, önderlerin, dahilerin gösterdiği yolu izlemeye başlamalarıyla gelişmez. Gelişme, evrim, insanın yapısında, yani insanın emek etkinliğinde ortaya dökülen doğasında vardır. Dolayısıyla her bir insanda, her bir toplulukta, her toplumda gizilgüç olarak bulunmaktadır. Öyleyse kültürel evrimin, emeğin verimliliğinden dolayı, kaçınılmaz bir determinizm olduğu söylenebilir. Kimsenin isteğine, istencine bağlı, bağımlı değildir. Istense de istenmese de her insan, engellenmedikçe, kendini bu yönde ortaya dökecektir.
Ayıcılık evresinde talan: Ekonomik bakımdan kendine yetersiz göçebe çobanlar, üretmedikleri ya da artık üretemez olup gereksinim duydukları yiyecekleri sağlamak için, önce (armağanlaşma, takas, altın veriş gibi) barışçı yollara başvurmuş olabilirler, olmayabilirler. Başvurmuşlarsa da, bu yolun pek açık olmadığını çok geçmeden anlamış olmalılar. Çünkü köylerde, çiftlik ürünlerine karşılık, vermeyi önerecekleri sürü ürünleri, karma çiftçilik ekonomisiyle zaten üretilmektedir. Köylüler, örneğin tahıl karşılığında kendilerinin de üretebildikleri süt ve süt ürünlerini takas etmeye pek istekli olmayacaklardır. Bu yolun kapalı olduğunu anlayan göçebeler, savaşçı yolu sınayacaklardır. Gereksinim duydukları yiyecekleri (karşılıksız) zor ile ele geçirmeye çalışacaklardır. Çiftçiler buna direnince, sonuç savaş ve talan olacaktır. Istediklerini elde etmekle kalmayıp, Ayıcılık denebilecek bu evrede, bal petegi bulan ayının kovana yaptığı gibi, köyü talan edeceklerdir.
Talana varan bu tür kapışmaların iki yanın da yararına olmadığı çok geçmeden anlaşılacaktır. Göçebeler bakımından bu, altın yumurtlayan tavuğu boğazlamak demektir. Ambarları, kışlık yiyeceklerine tohumluklarına dek yağmalanan, emek gücü yarı yarıya kırılan köy halkı, ertesi yıl kendilerini yaşatabilecek ürünü bile üretemeyecek duruma düşürülmüştür. Bunu göçebeler bile anlayacaktır.
Köylüler ise (üretim teknolojisi bakımından çobanlardan üstün olsalar da) savaş teknolojisi ve savaş kültürü alanında (ileride açıklanacağı gibi) göçebelerle başa çıkamayacaklarını zamanla kavrayacaklardır.
Arıcılık evresinde yağma: Biri direnmenin, öteki yakıp yıkarak terör estirmenin çıkar yol olmadığını zamanla anlayacak. Anlayınca göçebe çobanlar ile yerleşik çiftçi topluluklar arası ilişkinin birinci perdesi kapanacaktır. Talan dönemi sona erecektir Artık çobanlar, altın yumurtlayan tavuğu boğazlamayacaklardır. Benzetmemizi sürdürürsek kovanı bozup peteklerin hepsini götürmeyeceklerdir. Çiftçiler, boşuna direnmemeyi öğrenmiş olacaktır.
Ikinci perde yağma öyküsüyle açılacaktır. Göçebeler ürünün bir bölümünü yağmalayacak, kıyıda köşede saklanan ne varsa alıp götürmeye çalışmayacaklardır. Köylülere tarlalarını ekebileceklen, yarı aç yarı tok da olsa kışı geçirebilecekleri kadarını bırakacaklardır. Köylüler, sözde direniyor görünüp, yıkımı olabildiğince az zararla atlatmanın yollarını arayıp yöntemlerini geliştireceklerdir. Sözgelimi, ürünlerin bir bölümüne (ileride, tarih boyunca yapagelecekleri gibi) saklamaya çalışacaklardır. Bu tür yollarla yağmadan kurtarabildikleriyle ilk yılı atlatmayı başaracaklardır. Sonraki yıllar öyle yarı aç yarı tok geçinmemek için üretimlerini ve sakladıkları tutarı artırmanın yollarını bulacaklardır. Bu, besin üretici (Neolitik) topluluğun artı üretme gizilgücü dediğimiz yetisinin devinime geçirilip ortaya dökülmesi demektir.
Koruculuk evresinde haraç: Göçebe çoban topluluklar ile yerleşik çiftçi topluluklar arası ilişki, savaşçı bile olsa, zamanla bir dengeye ulaşacaktır. Yağmalanacak tutar, görüşmelerle saptanıp gerçek ya da göstermelik bir kavgaya varmadan alınıp verilmeye başlanacaktır. Zamanla üretilen ürün tutarına göre oranı saptanıp, bu oran yerleşip (örneğin öşür-ondalık gibi) gelenekleşecektir.
O zaman adı haraç olacaktır. Alınış gerekçesi, köyü talancılara karşı koruma, veriliş gerekçesi (aynı zamanda doğrudan doğruya haraç alanların yapabilecekleri daha büyük kötülüklerden kurtulma anlamında) korunma olacaktır. Altın yumurta yumurtlayan tavuk, boğazlanmadığı gibi korunacaktır. Üçüncu perdede, gerçekte ya da sözde koruculuk ile haraç dönemi oynanmıştır. Haraç dönemi, kendisini genellikle bir fetih eylemini izleyen evredir. Sıra son perdeye gelmiştir.
Dayıcılık evresinde vergi: Dördüncü perde vergi dönemini canlandıracaktır. Çoban toplulukların hem göçebeliği sürdürüp hem de (haracı başkalarına kaptırmamak icin) koruculuk yapmalan her zaman olanaklı değildir. Onlar uzaktayken köy basılabilir. Ayrıca öteki göçebelerle otlak kapıp kapatma, sürü aparma kavgasında yenik düşebilirler. Bu gibi nedenlerle haraç aldıkları köyün yanına yerleşmek isteyebilirler. Böyle bir istek köylülerce (öteki saldırganlara karşı güvenlik saglayabilecegi için) hoş karşılanabilir. Hoş karşılanmasa da köylülerin elinde buna katlanmaktan başka seçenek bulunmayabilir.
Sonuçta, savaş gücü üstün bir göçebe çoban topluluk köyün yanına, hatta içine zorla yerleşebilecektir. Bir fetih eylemi ile birlikte böyle bir yerleşmeye fetih ve çöreklenme denmesini önermekteyim. Bunun sonucunda haraç alan ile veren aynı topraklar üzerinde yerleşik yaşam sürdürmeye başlarlarsa haracın niteliği değişir. Ona göğsümüzü gere gere vergi diyebiliriz. Çünkü onu alanlar, karşılığında, gerçek ya da göstermelik bazı görevler üstlenip bazı hizmetlerde bulunmaktan kaçınamayacak konuma girmişlerdir. Düzenli olarak vergi almaya başlayanların altın yumurtlayan tavuğu daha iyi korumakta çıkarları vardır. Bunda başarılı olamamaları, artık kendi sağlık ve varlıklarına da zarar verebilecektir. Yerleşip yönetici egemen katman durumuna gelmiş (eski göçebe) topluluk, kendini ora halkındanmış gibi görecek ya da gösterecektir. Böylece onlara (hem koruma hem de susturup pusturma anlamında) dayılık edecektir . Egemen topluluğun bu erki daha sonra, kişisellikten uzaklaştırılıp kurumlaştırılarak devlet baba yaratılacaktır.
Böyle bir zorunluluk göçebe toplulukların ahlak anlayışlarına da yansır. Gerçekten tarihteki ve zamanımızdaki göçebe topluluklarda (Ilyada, Mahabharata, Manas destanlarından, Kitabı Mukaddesten, hatta Kurandan çıkarılabileceği gibi) tek tek hayvan ya da sürü aparma biçiminde hayvan kaçırma, hırsızlık değil kahramanlık sayılır.
Erkek kültürünün egemenliği ve savaşçılık erdemi [!] göçebe çoban toplulukların yaşayış biçiminin (militarizm denen) yapısal özelliğini oluşturur. Savaşçılıkları kendini, yerleşik çiftçi toplulukları yağmalama, haraca bağlama, topraklarını ele geçirip yerleşme durumlarında da gösterip pekişir.
Toprağa yerleşmenin (uzak gelecekte görülecek) bir sonucu köleliğin nesnel koşullarını hazırlamasıdır. Söz konusu koşullardan biri, emeğin, emekçiyi beslemekten öte bir artı ürün üretebilecek verimlilik düzeyine ulaşmasıdır. Ötekisi, emekçinin, uzmanlaştığı işi, emek döktüğü toprağı bırakıp kaçamayacak duruma gelmesidir.
Açıkçası açlık korkusu ve güvenlik umudu üretime geçme ve toprağa yerleşme kararının gerisindeki psikolojik motifleri oluşturmuş görünüyor.
Saban tarımı ile birlikte gelişecek olan büyük sulama tarımı (uygar toplum incelenirken görüleceği gibi) toplumun altyapısında ve üstyapısında devrimci değişikliklere yol açacaktır. Kısacası, insanlığın uygar topluma geçişinde (fetih yanı sıra) başrollerden birini oynayacaktır. Kanal açma, set kurma, baraj yapma gibi su denetleme bayındırlık işlerini başlatacaktır. Bu tür etkinlikler ise, iş yöneticiliğinde (Ing. management) uzmanlaşmayı gerektirecektir. Işlerin yönetimi, bu işlerde çalışan büyük emekçi ordularının da yönetilmesini, yani insan yönetimini (Ing. administration) getirecektir. Toplumda yöneten-yönetilen siyasal farklılaşması iyice yerleşecektir. Kamu yöneticisi kadroların oluşması ve kamuyönetiminin kurumlaşmasıyla devlet doğacaktır. Devletsiz topluluklardan devletli toplumlara geçilecektir.
Insan böyle devşirdiği başakların üzerindeki, dişinin kovuğunda kalabilecek minicik tanelerden ne umabilirdi ki?
Yabanıl tahıl devşiriciliğinin üstünlüğü, söz konusu kuru tanelerin, ete, yumrulara, meyvelere göre ambarlanabilme niteliğine sahip olmalarında yatar. Tahıllar, avcılığın ve toplayıcılığın yapılamadığı mevsimlerde ve durumlarda, açlık tehlikesine karşı güvence oluşturabilmiştir!
Öyle ki yanıtı, köpeğin (kurdun) sanıldığı gibi insan tarafından evcilleştirilen ilk hayvan türü olmadığı sonucuna gotürür. Aslında kurdun kendini evcilleştirdiği söylenebilir. Gerçekten, kurdun evcilleşmesi, birçok bakımdan, tipik evcilleştirme sürecine örnek olacak nitelikte değildir. Yalnızca, insanın kafasına evcilleştirme düşüncesini sokmuş olabilir. Köpek insanın evcilleştirdigi ilk hayvanı olmamışsa da, onun insanın canlı araç takımının ilk parçası olduğu söylenebilir. Insanın canlı araçlar kültürüne, hayvanların insanlarca evcilleştirilmeye başlanmasıyla (eşek, öküz, at gibi) öteki hayvanlar da girecektir. Eşitsizlikçi uygar toplum ile birlikte, bu takıma Aristoteles’in canlı araç , Seneca’nın sesli araç (instrumentum vocalis) diyecegi, Roma Hukuku’nda canlı mülk sayılacak köleler de eklenecektir! Ve günümüzde (biyoteknoloji ile) bakteriler geçmişteki (mayalandırma gibi) kullanılış biçimlerinden çok daha bilinçli ve sistemli olarak insanın canlı araç takımına katılmaktadır.
Kurdun evcilleşmesiyle Insanlık Tarihi’ne katılan köpeğin, insanlığın maddesel ve tinsel kültürünün evrimine bazı önemli katkılan olmuştur. Birincisi, tekil, küçük avın (avcının emeğinin) verimliliğini artırmıştır. İkincisi, insanın, öteki canlılarla kuracağı (onlan yemek amacıyla bağlantılı ve sınırlı olmayan) yoğun bir sevgi ilişkisini başlatmıştır. Bu yolda köpeği (Neolitik’te) kedinin evcilleşmesi izleyecektir. Üçüncüsü, insan-köpek ilişkisi, doğada bazı canlılar arasında görülen ortakyaşam (symbiosis) ilişkisine benzer sonuçlar doğurmuştur. Ortakyaşamın yapay (insan yapısı) örneğini oluşturmuştur. Dördüncüsü, küçükbaş hayvanların (Neolitik’te) evcilleştirilmesiyle köpek, sürülerin koruyucusu olacaktır. Öyle ki bu işi kendi kuzenlerine (kurtlara) karşı yapacaktır.
Veceteryan etiği açısından ise, mertlik, tüfeğin icadından çok önce, yayın icadı ile bozulmuştur denebilir.
Sihirin günümüz uygar toplumlarındaki varlığının altında da aynı insan psikolojisi yatmaktadır. Edilgin konumda, güç durumda bulunan çevrelerin ve kişilerin, gerçeklik dünyasında çözülemeyen sorunlarının, simgeler (düşler) dünyasında çözülebileceği umudu! Edilgin ve güç durumda bulunmayanların ise, başkalarının bu umudunu sömürerek kendilerine çıkar sağlama eğilimi!
Bir Fransız din adamı olan Henri Brueil yaşamını mağara resimlerinin yorumuna adadı. Zamanına dek bulunan (yüzlerce) Avrupa magaralarının hepsinin resimlerini, kırk yıl boyunca inceledi. Onları çağımızın ilkel topluluklarının benzeri yapıtlarıyla ve etkinlikleriyle karşılaştırdı. Sonuçta Reinach’inkiyle aynı sonuca, materyalist sayılabilecek bir yoruma ulaştı: Mağara resimleri, Brueil’e göre sanat yapıtı üretme gibi bir amacın ürünü değildi. Av ve doğurganlık sihiri törenlerinin ürünleriydi.
Kolektif eylemin uzman avcı takımlarında yeniden örgütlendirilip yoğunlaşması, geliştirilmiş av silahlarının ve yöntemlerinin destegiyle emeğin verimliliği artmıştı. Öylesine artmıştı ki aynı emek süresinde bir önceki çağda sağlanandan kat kat fazla yiyecek sağlanabiliyordu. Örneğin, aynı sürede iki yaban eşeği yerine birkaç bizonun ya da bir mamutun devrilebildiği noktaya ulaşılmıştı. Öyle olunca, avlanan bir mamut bile, bir avcı ve toplayıcı takımını, yeniden ava çıkma gereği duyuluncaya dek, haftalarca besleyebilirdi.
İşte emeğin artan verimliliğinin sağladığı bu yiyecek fazlası, yani artı besin , artı besinin sağladığı artı enerji (enerji fazlası) boş zaman olanağı ile birleşince, insan aklı maddesel ve simgesel kültür araçlarının değiştirilip geliştirilmesi yolunda yaratıcı bir yola girebildi. Aşağı Paleolitiğnn ve Orta Paleolitiğin durağan toplum yapısının kısır döngüsü kırılabildi.
Bu bakımdan ilkel topluluğun doğayla bir uyum içinde yaşadığı söylenebilir. Ancak bu, doğaya değer verişinden, kendi doğasının mutluluk koşullarının onu gerektirişinin bilincinden kaynaklanan bir tutum değildi. Bilinçsizce yaşanan bir durum, bilinçsizce kurulan uyumdu. Daha doğrusu, doğayla uyumdan çok doğaya uymak idi.
Doğaya uyumlu ve doğadan yabancılaşmamış olması, ilkel topluluğun insanının insan-doğa ilişkilerinde mutlu ve özgür bir yaşantı tutturduğu anlamına gelmez. Mutluluğun onkoşulu biyolojik gereksinimlerinin düzenli ve güvenli olarak karşılanmasıysa, ilkel insan bu olanağa sahip değildi. Doğadan istedigini düzenli olarak elde edip doğanın istemediği (olumsuz) etkilerinden kendini her zaman kurtarabilecek konumda değildi.
Insanlığın ilk geçim biçimini ve ilk yaşayış biçimini oluşturan avcılık ve toplayıcılık döneminde, kadın-erkek kültürlerinin farklılaşması ne matriarşiye (anaların yönetimine) ne de patriarşiye (babaların yönetimine) varmıştır. Çünkü ilkel topluluk yöneten-yönetilen farklılaşmasına (bile) uğramamıştır.