İçeriğe geç

Kelime-i Tevhid’in Anlam ve Şartları Kitap Alıntıları – Faruk Furkan

Faruk Furkan kitaplarından Kelime-i Tevhid’in Anlam ve Şartları kitap alıntıları sizlerle…

Kelime-i Tevhid’in Anlam ve Şartları Kitap Alıntıları

Seyyid Kutup (rahmetullahi aleyh) şöyle der:

Öte yandan cahiliye toplumu tek tip değil, çeşitli biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Adı, ne şekilde olursa olsun, bu toplum tiplerinin hepside cahiliye toplumudur. Sözgelişi cahiliye toplumu, Allah’ı inkâr eden tarihi Diyalektik Materyalizm yöntemiyle yorumlayan ve siyasal rejim olarak adına Sosyalizm denilen bir sistemi uygulayan bir toplum biçiminde ortaya çıkabilir. Bazen de Allah’ı inkâr etmez, ancak, yeryüzüne müdahale etmekten elini çektirip sadece göklerin sevk ve idare edilmesi görevini O’na tevdi’ eder. Yaşama biçimi olarak O’nun koyduğu şeriatı uygulamaz. İnsanların hayatını topyekûn düzenlemek için bizzat Allah’ın koyduğu değişmez değerleri yürürlüğe koymaz; kilise, manastır, havra ve mescitlerde insanların tanrılarına ibadet etmelerini serbest bırakır fakat bu insanların, Allah’ın şeriatını hayatlarına hâkim kılma taleplerini yasaklarlar. Böylelikle Kur’an kesin nasla belirttiği halde:  Gökte de ilah, yerde de ilâh O’dur.  Allah’ın yeryüzüne ilişkin ulûhiyet sıfatını fonksiyonsuz hale getirerek onu inkâr etmiş olurlar. İşte bu tür özelliklerinden ötürü bu toplum tipleri, Cenab-ı Hakk’ın şu ayette sınırlarını belirlediği dinin sınırları dışındadırlar:

Hüküm ancak Allah’ındır. O, sırf kendisine kulluk etmenizi emretti. İşte dosdoğru din budur.  (Yusuf/40)

O, gökte de ilahtır, yerde de ilahtır.  (Zuhruf/84)
Göklerin düzen ve nizamını kim belirliyorsa, yeryüzünün düzen ve nizamını da O belirlemelidir. Allah’ı sadece gökleri idare eden, yağmurlar yağdıran, güneş ve ayın görevlerini tayin eden bir ilah olarak kabul eden, bununla beraber O’nunla yeryüzüne karışma hakkı tanımayan, hukuka mudahale ettirmeyen kısacası O’nu yeryüzünde ilah saymayan insanlar Ebu Cehil misali müşriktir. Böylelerini destekleyen kimseler, hakkın batıldan ayrıldığı gün olan Bedir’de Rasulullah’a karşı Ebu Cehil’i destekleyenlerle aynı hükme tabidir. Aralarında nitelik olarak hiç bir fark yoktur.
Dini devlete karıştırmamak, Allah’ın ulûhiyetine yapılan en büyük saldırıdır. Din, devletleri idare için vardır. Dinin devletten soyutlandığı bir yerde yaşanan din, eksiktir. Böylesi bir yerde din, namaz, oruç vb. ibadetlerden öteye geçemez; insanların vicdanına hapsolunmuş demektir.
Yaratmada, rızık vermede ve öldürüp diriltmede nasıl ki O’ndan başka bir varlığın ulûhiyetine inanmıyorsak, aynı şekilde yönetmede, idare etmede, hükmetmede, sevgide, korkuda, dua etmede, dilekte bulunmada kısacası tüm ibadet niteliği taşıyan şeylerde de O’ndan başkasının ulûhiyetine inanmamalıyız. Yaratan O olduğu gibi, yöneten ve idare eden de O’dur. Ondan başka bir varlığın yaratıcı olduğuna inanmayan insanlar, acaba neden yönetimi ve halkı idare etme hakkını O’ndan başkasına tanıyorlar? Bunu anlamak mümkün değil. Nitekim Allahu Teâlâ bir ayette şöyle buyurur:
O, gökte de ilahtır, yerde de ilahtır.  (Zuhruf/84)
İki İlah Edinmek Yasaktır

Allah Teâlâ tüm insanlığın biricik ilahıdır. O, kendisinden başka bir varlığın ilâh olarak kabul edilmesini yasaklamıştır. Nahl Suresinde şöyle geçer:

Allah buyurdu ki: İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilahtır. Onun için yalnız benden korkun.  (Nahl/51)

Tüm peygamberler, gönderilmiş oldukları toplulukları Lâ İlâhe İllallâh  ilkesine davet etmiş, Allah’tan başka hayata müdahale edenin olmadığını, O’ndan başka hiç bir kimsenin insanların hayatına kanun koyarak veya yasalar çıkararak karışma hakkının bulunmadığını, ibadet ve itaat edilecek tek mercinin O olduğunu en güzel biçimde onlara anlatmışlardır:

Aralarında: Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka hiç bir ilahınız olamaz diye (tebliğ yapan) ve kendilerinden olan bir peygamber gönderdik.  (Mü’minun/32)

La İlahe İllallah Tüm Peygamberlerin Ortak Çağrısıdır
Bu kelime, Hz. Âdem (aleyhisselam) ile son peygamber Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve selem) arasında gelmiş-geçmiş tüm peygamberlerin müşterek daveti ve ortak çağrısıdır. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurur:
Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka: Benden başka hiç bir ilah yoktur. O halde bana ibadet edin diye vahyederdik.  (Enbiya/25)
Tarihte Allah’ı inkâr eden topluluklar yok denecek kadar azdır. Onlar Kur’an’ın açık ifadeleriyle Allah’ı yaratıcı olarak kabul etmişler ve Rububiyet tevhidine ait birçok niteliği Allah’a vermişlerdir. Onların ortak koşmaları genel anlamda, Allah’ın ulûhiyetine ait vasıflarda tezahur etmiştir. Kur’an’da bunun birçok örneği vardır. Şimdi onların Allah’ın Rububiyetini kabul ettiklerine işaret eden ayetlerden bazılarını aktarmaya çalışalım.
Yüce Allah şöyle buyurur:

Andolsun, onlara (müşriklere): Göklerle yeri kim yarattı? diye sorsan, onlar elbette: Allah diyeceklerdir.  (Lokman/25)

De ki: Size gökten ve yerden rızk veren kimdir? Yahut o gözlere ve kulaklara sahip olan kimdir? Ölüden diriyi, diriden de ölüyü çıkaran kimdir? İşleri yerince kim yönetiyor? Onlar hemen Allah diyeceklerdir. De ki: O halde (O’na isyan etmekten) korkmaz mısınız?  (Yunus/31)

Eğer sen onlara: Göklerle yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emrinize verdi? diye soracak olsan, onlar elbette: ‘Allah’ diyeceklerdir.  (Ankebut/61)

Şayet onlara: Gökten suyu indirip onunla yeri ölümünden sonra dirlikten kimdir?   diye sorsan, onlar elbette: Allah’tır derler.  (Ankebut/63)

Andolsun ki onlara: Göklerle yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette: Onları hüküm ve emrinde galip, her şeyi en iyi bilen (Allah) yarattı derler.  (Zuhruf/9)

De ki: Yer ve ondakiler kimindir? Eğer biliyorsanız (söyleyin) Onlar: Allah’ındır diyeceklerdir.  (Mü’miun/84,85)

De ki: Yedi göğün ve büyük arşın Rabbi kimdir? (onlar)  Allah’ındır diyecekler. De ki: Her şeyin hâkimiyet ve mülkü elinde bulunan, himaye eden, fakat himaye altına alınmayan kimdir? Biliyorsanız (söyleyin) Onlar: (Bunlar da) Allah’ındır diyeceklerdir. Öyle ise nasılda aldanıyorsunuz? (Mü’miun/86)

Şayet Lâ İlâhe İllallâh’ın manası sadece bazıların iddia ettiği gibi yaratma, rızık verme vb. anlamlara has olsaydı, o zaman Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem) ile Arap müşrikleri arasında her hangi bir ihtilaf ve düşmanlık söz konusu olmazdı . Onlar Allah’ın varlığını kabul ediyor ve Allah’ın yarattığını, rızıklandırdığını, gökten yağmur indirdiğini, kâinata söz geçirdiğini ikrâr ediyorlardı. (Buna rağmen müşriktiler)
Dolayısıyla kim Allah’ın bu vasıflarına inanır, ama ibadet ve taatını Allah’tan başkasına yapar, birilerini O’ndan çok sever, dua ve niyazlarını türbelere, yatırlara, veli olarak kabul ettiği beşerlere vs. arz eder, sıkıntı anında Allah’tan değil de onlardan yardım talebinde bulunur, Allah’tan başkalarına hükmetme ve yasama yetkisi verir ve egemenlik hakkını başkalarına tanırsa, O asla Lâ İlâhe İllallâh  demiş sayılmaz. O, Allah’a şirk koşan bir insan olarak kabul edilir. Bu inanç üzerine ölse, ebediyen cehennemi hak eden bir müşrik olur ve asla cennete giremez.
Çünkü kim Allah’a şirk koşarsa; hiç şüphesiz ki Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer cehennemdir….  (Maide/72)
Kelime-i Tevhid ile alakalı eserler kaleme alan bazı yazarlar, Lâ İlâhe İllallâh cümlesini Allah’tan başka yaratıcı yoktur, rızık veren, öldüren, dirilten, fayda ve zarar veren O’dur. O’ndan başka malik yoktur diyerek sadece Rububiyet tevhidi ile tefsir etmektedirler. Bu anlamlandırma her ne kadar Allah Teâlâ’ nın bu vasıflarla muttasıf olması yönünden doğru olsa da, Lâ İlâhe İllallâh’ın ifade ettiği manayı ortaya koyma açısından eksiktir. Çünkü Lâ İlâhe İllallâh’tan kastedilen mana, Allah’ın sadece yaratıcı, rızık verici, öldüren, dirilten, nimet veren olması değildir. Evet, sadece bu anlamlar Lâ İlâhe İllallâh’ı ifade etmede yeterli değildir. Bu kelimeden kastedilen hakiki mana, ―tüm bu anlamlarla birlikte― Allah’ın gerçek ma’bud olduğuna, kayıtsız şartsız itaat edilecek mercinin O olduğuna, kanun koymaya, idare etmeye, emretme ve nehyetme yetkisine sahip olmaya, yönetme yetkisini elinde bulundurmaya hak sahibinin o olduğuna inanmakla beraber; sevilmeye, saygı gösterilmeye, yüceltilmeye ve korkulmaya en layık olan varlık olduğuna iman etmektir.
LA İLAHE İLLALLAH’IN RUKÜNLERİ
Lâ İlâhe İllallâh  cümlesinin iki ruknü vardır. Bu rukünlerden birisi nefiy (olumsuzluk ve reddetme), diğeri ispat (kabul etme)’tır.

Birinci rukün, red ve inkâr anlamını içeren Lâ İlâhe  kısmıdır ki, Allah’ın dışındaki tüm ilahları ve ilahlık iddiasında bulunan varlıkları kabul etmeme anlamına gelir.

İkinci rukün ise, ispat ve kabul manasında olan İllallâh kısmıdır. Bu da Allah Teâlâ’nın hak ve gerçek ilah olduğunu, ilahlık vasıflarına müstahak olanın sadece O olabileceğini ifade etmektedir. Yüce Allah şöyle buyurur:

Bu (böyledir).Çünkü Allah hak(ilah)’tır. O’nun dışında ibadet ettikleri ise batıldır…  (Hac/62)

Lâ İlâhe İllallâh… Allah’tan başka hiç bir ilahın bulunmadığını, O’nun dışındaki tüm ilahların sahte olduğunu, kâinattaki tüm varlıkların yegâne hâkiminin, biricik sahibinin Allah olduğunu ifade eden mübarek bir kelime
Ahmed b Hanbel: İnsanın ilme olan ihtiyacı, yeme ve içmeye olan ihtiyacından daha fazladır.
İbn-i Kayyim el-Cevziyye der ki:

“Seslerini, peygamberin sesinin üzerine çıkarmak amellerin boşa çıkması için bir sebep olduğuna göre, görüşlerini, akıllarını, zevklerini, siyasetlerini ve bilgilerini O’nun (s.a.v.) getirdiği şeylerin önüne geçirmenin ve ondan üstün tutmanın hükmü nasıl olur? Bu, onların amellerini boşa çıkarmak için daha öncelikli değil midir?”

İbn-i Teymiyye der ki: “Dini veya dünyevi hangi mesele olursa olsun, aralarında çıkan meselelerde Hz. Peygamberin hükmüne rıza gösterene ve O’nun hükmünden dolayı kalplerinde bir sıkıntı duymayana dek Rasulullah (s.a.v.)’ın sünnetinden ve şeriatından yüz çevirenlerin mümin olamayacağına dair Allah Teâlâ mukaddees zatına yemin etmiştir.”
İbn-i Teymiyye der ki: “Yüce Allah kime acı takdir eder ve ona zorluk, sıkıntı ve bela verirse bu onu alçaltmak için değil, bilakis sınamak ve denemek içindir. Bu hususta Allah’a itaat ederse mutlu, isyan ederse bedbaht olur. Nitekim belalar peygamberler ve müminler için saadet sebebi olmuşken, kâfirler ve gü- nahkârlar için de bedbahtlık sebebi olmuştur.”
İbn-i Teymiyye der ki:
“Allah’ı sevdiğini iddia edipte Rasulullah (s.a.v.)’a uymayan her kimse kuşkusuz yalan söylemiştir.”
De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın ” (Al-i İmran/31)

İbn-i Kesir (r.a.) der ki: “Bu ayetin hükmüne göre, Allah Teâlâ’yı sevdiğini iddia ettiği halde, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yolu üzere olmayan kişi, Hz. Muhammed’in yoluna ve getirdiği dine, bütün söz ve fiilleriyle uymadıkça, bu iddiasında yalancıdır.”

Rabbimiz şöyle buyurur:

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Al-i İmran/31)

Allah’ı sevdiğini iddia ettiği halde Rasulullah (s.a.v.)’a uymayan, O’nun getirdiği hidayet nuru ile aydınlanmayan, O’nun sünnetini ve hayat tarzını “bedevilik” ile niteleyen veya O’nu adeta bir “postacı” kabul edenler, aslında Allah’a olan sevgi iddialarında da yalancıdırlar. Çünkü sevgi, ittiba etmeyi gerektirir. İttiba etmeden sevgiden söz edenler bu iddialarında samimi değildirler.

Allah ve Resulü bir işi hükme bağladığında hiç bir mümin erkek ve hiç bir mümin kadına o işlerinde istediklerini yapmak hakkı yoktur. (Azhab/36)
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
O(Allah) hiçbir kimseyi hükmüne ortak etmez. (Kefh/26)
Allahu Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir ayetinde ‘Allah vardır’ diyerek Kendi varlığını ispat etme yoluna gitmemiştir. Bilakis Allah’ın bir ve tek olduğunu, O’ndan başka hiçbir ilahın olmadığına, insanların ilah diye tanıtıp kutsadıkları varlıkların batıl olduğunu izah etmeye çalışmıştır.
Manasını anlatmaya mürekkeplerin tükendiği, sahifelerin yetmediği, kelimelerin aciz kaldığı muazzam bir ilim hazinesidir.
“Eşhedü en lailahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu”

“Ben şahitlik ederim ki, Allah’tan başka hiçbir (hak) ilah yoktur ve ben yine şahitlik ederim ki, Muhammed (s.a.v.) Allah’ın kulu ve Rasulüdür.”

“Tağuta ibadet (ve itaat) etmekten uzak duran ve Allah’a yönelenler var ya işte onlar için müjde vardır.”

(Zümer/17)

Abdullah İbn-i Ömer radıyallahu anhuma şöyle der:

“Uzun bir ömür sürdüm. Bizim her birimize Kur’an‘dan önce iman veriliyordu. Sonra öyle insanlar gördüm ki, onlara imandan önce Kur’an veriliyor, o da Fatiha’dan sonuna kadar onu okuyor, ama ne emrettiğini, neleri yasakladığını ve nelerin bellenmesi gerektiğini bilmiyor.”

Cündüb b. Abdillah radiyallahü anh der ki:
“Bizler genç iken Rasulullah ile beraber idik. Kur’an’dan önce imanı (tevhidi) öğrendik. Sonra Kur’an’ı öğrenerek imanımızı artırdık.”
“O, gökte de ilahtır, yerde de ilahtır.”

Zuhruf/84

“Zikrin en faziletlisi, ‘Lâ İlâhe İllallâh’tır.”

Tirmizi

İslam da mutlak anlamda helal ve haram çizgilerini belirleyen Allah’tır.
İslam, insan hayatını tanzim etmek için Allah’ın gönderdiği bir dindir.
Dua edilen zât Allah ise ortada tevhid,
Allah’tan başkası ise ortada şirk vardır.
Yaratmak nasıl ki Allah’a ait bir şeyse, yarattıklarına yasa ve kanunlar koyarak onları yönetmekte aynı şekilde Allah’a özgü bir şeydir. Haram ve helal sınırlarını sadece O belirler. Bir şeyin yapılıp yapılmayacağını ancak O karar verir. Bir şeyin iyi veya kötü olduğuna dair nihai noktayı koyacak sadece O’dur.
Hükümranlık gerçek manasıyla Allah’a aittir. Millete ve seçilen hükümdara düşen görev Allah’ın hükümranlık ve şeriatını tatbik sahasına koyarak hizmet etmektir.
Kendisini İslam’a nispet eden insanların en çok telaffuz ettikleri, ama manasını en az bildikleri bir cümle…
İbn-i Kayyim (rahimehullah) şöyle der: “Şirk çeşitlerinden biri de, ölüden bir şeyler istemek, ona sığınmak ve ona yönelmektir. Ölmüş kimsenin ameli kesilmiştir. O, kendine zarar veya fayda veremediği gibi kendisine sığınan ya da kendisinden Allah katında şefaat isteyen kimseye de yardım edemez. (226)
Büyük İmam, değerli fakih Fudayl b. Iyaz’a Mülk suresinin ikinci ayeti olan “O hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere ölümü ve hayatı yaratandır” ayeti okunup “En güzel amel hangisidir?” diye sorulduğunda “En ihlâslısı ve en doğru olanı” şeklinde cevap verdi.

Bunun üzerine oradakiler “Ey Ebu Ali! Amelin ihlâslı ve doğru olanı da ne demektir?” diye tekrar sual ettiler.

Fudayl (rahimehullah): “Bir amel ihlâsla yapılır ama doğru olmazsa kabul edilmez. Aynı şekilde doğru olarak yapılır ama ihlâslı olmazsa ihlâslı olana kadar kabul olmaz. Bir amelin ihlâslı olması yalnız Allah için yapılması, doğru olması da sünnete uygun olması anlamındadır” diye cevap verdi. (171)

İbn-i Ebi Şeybe’nin naklettiğine göre sahabeler çocuklarına ilk olarak “Allah’a iman ettim ve tağutu reddettim” cümlesini söylemeyi öğretirlermiş.
Lâ İlâhe İllallâh’ı bilmek, onunla amel etmekten önce gelir. İmam Buharî, Sahîhinde: “İlim, söz ve amelden öncedir” derken bu hakikate vurgu yapmıştır. Tevhid ilmi diğer tüm ilimlerden önce öğrenilmelidir. Bu sahabenin izlediği bir yoldur. Onlar önce tevhidi sonra diğer ilimleri öğreniyorlardı. Bu konuda Cündüb b. Abdillah (radıyallahu anh) der ki: “Bizler genç iken Rasulullah ile beraber idik. Kur’an’dan önce imanı (tevhidi) öğrendik. Sonra Kur’an’ı öğrenerek imanımızı artırdık.” (65)
İnsanoğlu bir sıkıntıya maruz kaldığında veya arzuladığı bir şeyin gerçeklemesi için ellerini kaldırıp kendinden yüce bir varlığa dua eder. Bu varlık ya Allah’tır ya da başkaları. Eğer dua edilen zât Allah ise ortada tevhid, Allah’tan başkası ise ortada şirk vardır.
Lailaheillallah: Kökü yerde sabit, dalları gökte olan ve Allah’ın izni ile her zaman meyvesini veren güzel bir ağaçtır.
En sevdiğim insan, bana kusurlarımı hatırlatan insandır. En çok takdir ettiğim insan, haksız bir iş teklif edildiğinde , kendi menfaatine bile olsa bütün varlığıyla ‘hayır’ diyebilen insandır. (Hz Ömer)
‘En sevdiğim insan, bana kusurlarımı hatırlatan insandır.. ‘
En sevdiğim insan, bana kusurlarımı hatırlatan insandır. En çok takdir ettiğim insan, haksız bir iş teklif edildiğinde, kendi menfaatine bile olsa bütün varlığıyla ‘hayır’ diyebilen insandır.
Münafığın alameti üçtür: Konuşursa yalan söyler, söz verirse durmaz, ona bir emanet verilirse hainlik eder.
Peygamberimiz ne de güzel söylemiş: “Dikkat edin! Bedende bir et parçası vardır ki, o temiz olduğunda tüm beden temiz olur, o fesada uğrayıp bozulduğunda tüm beden bozulur. Dikkat edin, o et parçası kalptir.”
Allah Rasulünün, Rabbinden getirmiş olduğu şeriata bağlanmayan, dini yaşamayan, İslam’ın hükümlerine boyun eğmeyen; ama bununla birlikte dili ile ‘Ben bunları kabul ediyorum’ diyen insanlar, selefin usulüne göre kesinlikle Müslüman olamazlar. Onların dini kabul etmeleri, kalben bu dinin hak olduğunu bilmeleri kendilerine bir fayda sağlamaz. Bu noktayı iyi tefekkür etmeli ve varsa şayet eksikliklerimizi gidermeliyiz.
Her kim, Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in siyretini ve sahih haberlerde ehl-i kitabın ve müşriklerin birçoğunun Rasûlullah’ın peygamberliğine ve davasında doğru olduğuna dair şehadet ettiklerini, ama buna rağmen bu şehadetlerinin yine de kendilerini İslâm’a sokmadığını güzelce düşünürse, bilir ki İslâm bu durumun ötesinde bir şeydir ve İslam sadece bilgi ve ikrardan ibaret değildir; aksine İslâm, hem bilgi, hem ikrar, hem emir ve yasaklara boyun eğmek, hem zâhiren ve bâtınen her konuda Rasûlullah’a ve dinine itaat etmek demektir.
Ali (radıyallâhu anh) der ki:
“Beceremediği halde bir kimsenin ilim iddia etmesi ve ilme nispet edildiğinde sevinmesi, ilmin ne kadar şerefli olduğunu anlatmaya yeterlidir. Cahil olduğu halde ‘ben cahil değilim’ diye cehaletten beri olması da cehaletin kötülüğünü kınamak için yeterlidir.”
Tevhidin ve şirkin netleşmediği ve açıklık kazanmadığı bir kalpte amelin önemi nedir ki? Böylesi bir kalbin örneği, temeli sağlam zemine yerleştirilmemiş bir evi süslemeye benzer. Sen evi ne kadar süslersen süsle, o ev, temelindeki zafiyetten dolayı ufak bir sallantıda yıkılmaya ve paramparça olmaya mahkûmdur. Bu nedenle insanları amelî birtakım davranışlara yönlendirmeden önce Tevhide davet etmeliyiz. Tevhid binası sağlam olduktan sonra dilediğin kadar onu süsleyebilirsin.
Rasulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur:

“İlim talep etmek her Müslüman erkeğe ve her Müslüman kadına farzdır.”

İbn Kayyım şöyle der:
Şirk çeşitlerinden biri de, ölüden birşeyler istemek, ona sığınmak ve ona yönelmektir. Ölmüş kimsenin ameli kesilmiştir. O, kendisine zarar ve fayda veremediği gibi kendisine sığınan ya da kendisinden Allah katında şefaat isteyen kimseye de yardım edemez.
Buhari rahimehullah’ın naklettiğine göre Abdullah ibn Utbe radıyallahu anh Ömer radıyallahu anh’ın şöyle dediğini duymuştur:
“Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem döneminde insanlar vahye göre değerlendirilirlerdi. Şimdi ise vahy kesilmiştir. Şu anda bizler sizleri ancak bize görünen amelleriniz ile yargılayabiliriz. Kim bize iyi şeyler gösterirse onu güvenilir kabul eder ve onu (kendimize) yakınlaştırırız. Onun niyetini bilmek bizim işimiz değildir. Niyeti konusunda onu hesaba çekecek olan yalnızca Allah’tır. Her kim de bize bir kötülük gösterirse, niyetinin iyi olduğunu söylese dahi ona güvenmez ve inanmayız.”
Buhari, kitabu’ş şehadât, hadis no: 2641.
İnsanlar içinde Allah’tan başkasını (Allah’a) eş tutan kimseler vardır. Onlar onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’a olan sevgisi ise çok daha fazladır.
Bakara suresi, 165.ayet
Kişi bir şeyi seviyorsa, o şey Allah’ın buğzedip, kerih gördüğü bir şey olmamalıdır. Veya kişi bir şeye buğzedip onu kerih görüyorsa, o şeyin Allah’ın sevdiği bir şey olmaması gerekir. Aksi durumda sevgide Allah’a ortak koşulmuş olur.
Halbuki onlar, Dini yalnız Allah’a halis kılanlar ve hanifler olarak Allah’a ibadet etmelerinden, namaz kılmalarından ve zekat vermelerinden başkasıyla emrolunmadılar.
Beyyine suresi, 5.ayet
Tevhidin ve şirkin netleşmediği ve açıklık kazanmadığı bir kalpte amelin önemi nedir ki? Böylesi bir kalbin örneği, temeli sağlam bir zemine yerleştirilmemiş evi süslemeye benzer.
Cündüb bin Abdullah der ki:
“Bizler genç iken Rasulullah aleyhisselam ile beraber idik. Kur’an’dan önce imanı (Tevhidi) öğrendik. Sonra Ku’an’ı öğrenerek imanımızı artırdık.”
İbn Mace, 61 (sahihtir)
Ali radıyallahu anh der ki:
“İlim maldan daha hayırlıdır. İlim seni korur, sen ise malı korursun. İlim harcandıkça artar, mal ise harcandıkça eksilir.”
İmam Ahmed bin Hanbel rahimehullah;
“İnsanın ilme olan ihtiyacı, yeme ve içmeye olan ihtiyacından daha fazladır.” (er rasul ve’l ilm)
diyerek, ilmin insan için asıl ihtiyaçlardan biri olduğunu anlatmaya çalışmıştır.
İbn Recep el hanbeli rahimehullah şöyle demektedir:
“La İlahe İllallah’ı söyleyip de ona şahadet etmekten maksat cehennemden kurtulmayı ve cennete girmeyi gerektiren bir sebep olmasıdır. Bu gereklilik ise söylenen sözün şartlarının hepsinin bir arada bulunması ve onu ortadan kaldıracak bir durumun olmaması halinde gerçekleşir. Tevhid kelimesini söyleyen kişide bu kelimenin şartlarından bir tanesi eksik olursa yahut da Tevhid kelimesini söyleyen kimse bu kelimeyi ortadan kaldıracak söz veya amelde bulunursa artık bu Tevhid kelimesi, söyleyenin cehennemden kurtulmasını ve cennete girmesini sağlamaz. Bu görüş Hasan ve Vehb bin Münnebbih’ten nakkedilmiştir. Bu konu hakkında söylenenlerin en güzeli ve en kuvvetlisi bu görüştür.”
Kelimetu’l İhlas, s.7
Eğer dua edilen zât Allah ise Tevhid, Allah’tan başkası ise şirk vardır.
Selef-i Salih’in yoluna uymalı, tevil, teşbih ve ta’til* den uzak durarak Allah’ın isim ve sıfatlarına olduğu gibi iman etmeliyiz.
*Allah’ın isim ve sıfatlarının manasını işlevsiz bırakmak.
İmam Malik rahimehullah’a “Rahman Arş’a istiva etti” (Taha, 5) ayetinde geçen “istiva” nın keyfiyeti hakkında soru sorulduğunda: “İstiva bilinen bir şeydir. Keyfiyeti ise meçhuldur. Ona iman etmek farz, hakkında soru sormak ise bid’attir.” şeklinde cevap vererek Allah’ın istiva ve geriye kalan bütün sıfatları hakkında (el, yüz vs.) takınmamız gereken tavrı bize öğretmiştir.
Bugün kendi menfaatleri uğruna en ince ayrıntılarına kadar hesap yapan, alacak verecek meselelerinde kuruşların hesabını gözeten, siyaset denince erbabından bile daha iyi siyaset yapan, sözde cahil vatandaşlar! Acaba din denince veya İslam’ın hakikatleri dile getirilince neden aynı hassasiyeti göstermemektedirler? Kafaları ticarete, siyasete, hıyanete veya yorumculuğa herkesten daha iyi çalışan bu insanlar neden İslami meselelere gelince hiçbir şeyden anlamaz olurlar? Don almaya giderken elli kapı gezen bu zavallılar, iş dine gelince neden hiçbir araştırmanın içine giremezler? Yoksa donlarına verdikleri değeri dinlerine vermemekteler mi?
‘Rabbim ilmimi artır! de ‘
Bugün kimi insanlar bu iki kelimenin birinci ruknûnu esas alıp kainatta hiçbir ilahın olmadığını savunmakta, kimileri de sadece ikinci rukûn ile yetinerek hayatlarına Allah’tan başka ilahlar karıştırmaktadır.
La ilahe illallah deyip de sonra bu söz üzere ölen her kul, muhakkak ki cennete girer.
Seyyid Kutup şöyle der: Şüphe yok ki, Allah’ı sevmek kuru laflarla olmaz; vicdanî bir aşkla da gerçekleşmez. Bu dava sadece Allah’ın Rasulü’ne tabi olmak, O’nun hidayeti üzere yaşamak ve hayatta O’nun ni zamını gerçekleştirmekle olur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir