İçeriğe geç

Kaybolan Bağlar Kitap Alıntıları – Johann Hari

Johann Hari kitaplarından Kaybolan Bağlar kitap alıntıları sizlerle…

Kaybolan Bağlar Kitap Alıntıları

Anne babanızdan zalimane bir muamele görmek tüm kategoriler içinde depresyona yol açan en önemli faktördü.
Doktor bulantına ihtiyacın olduğunu söylüyor. Bir mesajmış bu, mesajı dinlemeniz gerekiyormuş. Sorunun ne olduğunu o söyleyecekmiş.
Ya depresyon aslında yas tutmanın bir biçimiyse olması gerektiği gibi olmayan hayatlarımız için tutulan bir yas ise? Kaybetmekle birlikte hâlâ ihtiyaç duyduğumuz bağlar için tuttuğumuz bir tür yas?
Tanıştığımızda seksen beş yaşındaydı, bunun muhtemelen son araştırma projesi olacağını söyledi. Ama durmaya niyeti yoktu.
.
.
.
Öğrenmemiz gereken çok şey var, demişti George. Şimdi durmanın sırası mı?
ama genel bir his var işte O boşluğu doldurmak için bir şeye ihtiyacın olduğunu hissediyorsun. Boşluğun aslında ne olduğunu tam olarak hiç anlamasan da.
“Ya depresyon aslında yas tutmanın bir biçimiyse; olması gerektiği gibi olmayan hayatlarımız için tutulan bir yas ise? Kaybetmekle birlikte hala ihtiyaç duyduğumuz bağlar için tuttuğumuz bir yas?”
Ya depresyon aslında yas tutmanın bir biçimiyse – olması gerektiği gibi olmayan hayatlarımız için tutulan bir yas ise? Kaybetmekle birlikte hala ihtiyaç duyduğumuz bağlar için tuttuğumuz bir yas?
Dolayısıyla Irving sordu.Bu farklı ilaçlardan alan insanların ortak noktası neydi?Tek bir şey: ilaçların işe yaradığı inancı.Irving’e göre bu ilaçlar büyük ölçüde John Haygarth’ın değneğiyle aynı sebepten dolayı işe yarıyordu: sizinle ilgilenildiğine ve size bir çözüm önerildiğine inandığınız için.
Depresyon ve kaygının sebebi kimyasal bir dengesizlikse, antidepresanlar da bu dengesizliği düzelterek iş görüyorsa, Irving’in tekrar tekrar karşılaştığı bir tuhaflığın açıklanması gerekiyordu. Beyinde serotonini artıra antidepresan ilaçlar ile azaltan ilaçlar klinik deneylerde aynı zayıf etkiyi gösteriyordu.Dahası başka bir kimyasalı, norepinefrini artıran ilaçlarla da aynı etkiye sahiplerdi. Ve başka bir kimyasalı,depomini artıran ilaçlarla da aynı etkiye sahiplerdi.Yani hangi kimyasalı denerseniz deneyin sonuç aynı çıkıyordu.
Depresyon ve kaygının sebebi serotonin azlığı değilse, başka bir kimyasalın eksikliği olmalı.Bu sorunlara beyindeki kimyasal bir dengesizliğin yol açtığı, antidepresanların da bu kimyasal dengesizliği düzelterek iş gördüğü fikri hala sorgusuz sualsiz kabul ediliyordu.Psikolojik katil serotonin değilse, başka bir kimyasalın peşine düşünmesi gerekiyordu.
‘Prozac’ için gerçekleştirilen bir deneyde 245 hastaya ilaç verilmiş, ama ilaç şirketi yalnızca yirmi yedisinin sonuçlarını yayımlamıştı. Bunlar ilacın işe yaramış göründüğü yirmi yedi hastaydı.
Mutsuzluk ile depresyon bambaşka şeylerdi.Depresyonda olan bir insan için neşelenmesinin söylenmesi ya da sanki kötü bir hafta geçiriyormuş gibi ufak çözümler önerilmesi kadar çileden çıkarıcı bir şey yoktu.İki bacağını birden kırmış birini dansa gidip neşelenmesini söylemek gibi bir şeydi bu.
Depresyon ile kaygıyı aynı şarkının farklı gruplar tarafından yorumlanmış versiyonları gibi görmeye başladım. Depresyon kasvetli bir emo grubu tarafından, kaygı ise çığlıklar atan bir heavy metal grubu tarafından yorumlanmış versiyonlardı; ama ikisinin de altında aynı nota kağıdı vardı.Özdeş değil ama ikizdi bunlar.
Depresyonda olan, şiddetli kaygı duyan insanların sayısı neden bu kadar arttı?Değişen ne?
Tuhaf olan, ben büyüdükçe batı uygarlığının da aileme yetişmesi oldu. Küçükken arkadaşlarımın evinde kaldığımda onların ailesinde kimsenin kahvaltıda, öğle yemeğinde, akşam yemeğinde hap almadığı dikkatimi çekmişti. Kimse yatıştırıcı, uyarıcı ya da antidepresan etkisi altında değildi. Kendi ailemin olağandışı olduğunu fark etmiştim.
Antidepresan alırken nasıl olup da hala depresyondaydım? Herşeyi doğru yapmama rağmen hala bir terslik vardı. Neden?
Bazı insanların beyinlerinde serotonin adlı kimyasalın doğuştan düşük düzeyde olduğunu ve depresyona -geçmek bilmeyen o tuhaf, inatçı, arızalı mutsuzluğa- yol açanın bu olduğunu söyledi.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Bulantına ihtiyacın var. Bir mesaj bu. Sorunun ne olduğunu o söyleyecek…
Kendinize kafamın içinde ne var diye değil, kafam neyin içinde diye sorun.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Diyelim ki, diyor Marc, evliliğin yeni bitti, işini kaybettin, üstüne üstlük annen de inme geçirdi. Durum epey ağır. Uzun süre yoğun bir acı hissettiğin için beynin bundan sonra bu hal içinde hayatta kalmaya çalışacağını varsayacaktır – o yüzden sana neşe ve haz getiren şeylerle ilişkili sinapslardan kurtulup korku ve umutsuzlukla ilişkili sinapsları güçlendirmeye başlayabilir. Acının asli nedenleri ortadan kaybolmuş görünürken dahi çoğu zaman depresyon ya da kaygı haline bir şekilde takılıp kalmış gibi hissetmenin nedenlerinden biri bu.
Beynin her zaman hayatınla ve kişisel koşullarınla bağlantılı.
Depresyon ve kaygı durumunda beyin değişiyor; depresyon ve kaygı sona erdiğinde beyin yine değişiyor. Dünyadan gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişiyor.
[Doktorların depresyondaki bir insana] arızalı bir beynin var, çünkü normal bir beyinden farklı demesi günümüz bağlamında tam bir saçmalık olur – çünkü beynin kendi şebekesini sürekli değiştirdiğini biliyoruz. Fizyoloji her zaman psikolojiye koşut gidiyor.
Sorun olduğunu düşündüğümüz şey -majör obezite- çoğunlukla, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz sorunların çözümüydü aslında.
Kültürümüzde ağırlıklı olarak tek yönlü bir baskı var daha çok harca; daha çok çalış. Dikkatimizi hayata gerçekten iyi olan şeylerden sürekli uzaklaştıran bir sistem içinde yaşıyoruz, diyor Tim. Temel psikolojik ihtiyaçlarımızı karşılamayan bir şekilde yaşamamız yönünde propagandaya maruz kalıyoruz ve böylece kalıcı, anlaşılmaz bir tatminsizlik hissiyle baş başa kalıyoruz.
Materyalizm sizi kontrolünüz dışındaki bir dünya karşısında sürekli savunmasız bırakıyor.
Benim ergenlik dönemim Prozac Çağı’na denk geliyor – ilk defa depresyonu felç edici yan etkiler olmadan tedavi etmeyi vaat eden yeni ilaçların doğduğu zamana. 
“Depresyondayım ben! Bunların hepsi kafamın içinde değil! Mutsuz değilim, zayıf da değilim – depresyondayım ben!”
Yaşam, insanlar öyle her istediklerini elde edemedi diye değil, arzuları kendilerine hasar vermeye başladığında, istedikleri şey katlanılmaz kayıplara gebe olduğunda trajik bir hâl alır.
Michael intihar oranlardaki artışın geleceğin kaybolmasından kaynaklandığı sonucuna vardı. Olumlu bir gelecek hissi insanı korur.
“Hasta bir topluma iyi uyum sağlamış olmak sağlık ölçütü değildir.”
Ev hissimiz öylesine zayıfladı ki artık aidiyet ihtiyacımızı karşılamıyor. O yüzden evimizdeyken bile ev özlemi çekiyoruz.:
Çok daha yalnız hissetmeye başladık. İnsanların birbirini kollamasını sağlayan aile, mahalle gibi yapılar darmadağın oldu. Kabilelerimizi dağıttık. Bir deneye kalkıştık – insanların kendi başlarına yaşayıp yaşayamayacağını görmeye çalışıyoruz.
Mutluluk, başka birini olumlu yönde etkilediğini hissetmek aslında. Bence birçok insan çalıştığı işin böyle olmasını istiyor.
“Depresyon ve kaygının bu kadar yükşelişte olmasının öncelikli sebebi kafamızın içinde değildi. Ben de bu sebebin büyük ölçüde etrafımızdaki dünyada ve o dünyada nasıl yaşadığımızda yattığını keşfettim ”
“Ya depresyon aslında yas tutmanın bir biçimiyse – olması gerektiği gibi olmayan hayatlarımız için tutulan bir yas ise? Kaybetmekle birlikte hâlâ ihtiyaç duyduğumuz bağlar için tuttuğumuz bir tür yas?”
Yalnızlık diğer insanların fiziksel yokluğu değil, hiç kimseyle önemli bir şey paylaşmadığınız hissidir.
Ya depresyon aslında yas tutmanın bir biçimiyse; olması gerektiği gibi olmayan hayatlarımız için tutulan bir yas ise? Kaybetmekle birlikte hâlâ ihtiyaç duyduğumuz bağlar için tuttuğumuz bir tür yas?
Bir şeyi kendisi için değil de bir sonuç elde etmek için yaptığınızda kendinizi anın hazzına bırakamıyorsunuz. Sürekli kendinizi gözlemliyorsunuz. Egonuz kapatamadığınız bir alarm gibi çığlıklar atıyor.
“Depresyon ve kaygının ne olduğu hususunda yanlış bilgilendirilmişiz. Ben kendi hayatımda depresyon ile ilgili iki hikayeye inanmıştım. Hayatımın ilk on sekiz yılında bunun “ tamamen kafamın içinde” olduğunu düşünmüştüm – yani gerçek değildi, hayaldi, sahteydi, şımarıklıktı, utanç vericiydi, zayıflıktı. Sonraki on üç yılda ise yine “tamamen kafamın içinde” olduğuna inanmıştım ama bu defa çok farklı bir şekilde: Beyindeki arızadan kaynaklanıyordu. Ama bu hikayelerin ikisinin de doğru olmadığını öğrenecektim. Depresyon ve kaygının bu kadar yükselişte olmasının öncelikli sebebi kafamızın içinde değildi. Ben bu sebebin büyük ölçüde etrafımızdaki dünyada ve o dünyada nasıl yaşadığımızda yattığını keşfettim. Depresyon ve kaygının kanıtlanmış (ama kimsenin daha önce bu şekilde bir araya getirmediği) en az dokuz nedeni olduğunu ve bunlardan birçoğunun dört bir yanda yükselişte olduğunu – kendimizi daha çok kötü hissetmemize yol açtığını – öğrendim.”
yaşadığımızı hissetmek istiyoruz. bunu istiyoruz ve buna fena halde ihtiyacımız var.
– ihtiyaç duyduğumuz ama sahip olamadığımız tüm o bağlar için tutulan bir yas.
Bizden önce gelen insanlara kıyasla birlikte çok daha az şey yapıyoruz.2008’deki ekonomik krizden uzun süre önce meydana gelen toplumsal çöküşle birlikte kendimizi çok daha yalnız hissetmeye başladık. İnsanların birbirini kollamasını sağlayan aile, mahalle gibi yapılar darmadağın oldu. Kabilelerimizi dağıttık. Bir deneye kalkıştık-insanların kendi başlarına yaşayıp yaşayamayacağını görmeye çalışıyoruz.
“Evrim bizi bağ kurduğumuzda kendimizi hem iyi hem de güvende hissedecek şekilde biçimlendirmiş. Bunun hayati sonucu, evrimin bizi yalnızken hem kötü hem de güvensiz hissedecek şekilde biçimlendirmiş olması.”
Ben de depresyon ile kaygıyı, aynı şarkının farklı gruplar tarafından yorumlanmış versiyonları gibi görmeye başladım. Depresyon kasvetli bir emo grubu tarafından, kaygı ise çığlıklar atan bir heavy metal grubu tarafından yorumlanmış versiyonlardı.
Halka ilaç satmak istediğinizde titiz bir süreçten geçmeniz gerekir. İlacınız iki grup üstünde test edilmelidir: Bir gruba gerçek ilaç, diğerine hap-şeker (ya da başka bir placebo) verilir. Sonrasında bilim insanları bu grupları karşılaştırır. Halka o ilacı satabilmemiz için placebodan çok daha etkili olması şarttır.
Depresyonda olan bir insan için neşelenmesinin söylenmesi ya da sanki kötü bir hafta geçiriyormuş gibi ufak çözümler önerilmesi kadar çileden çıkarıcı bir şey yoktu. İki bacağını birden kırmış birine dansa gidip neşelenmesini söylemek gibi bir şeydi bu.
Yalnızlık anlaşılmamaktır.
Neden akıl sağlığı diyoruz? Çünkü bilimselleştirmek istiyoruz. Kulağa bilimsel gelsin istiyoruz. Ama mesele duygularımız aslında
Parçaları arıza yapmış bir makine değilsin sen. İhtiyaçları karşılanmayan bir hayvansın. Bir topluluğun parçası olmaya ihtiyacın var. Hayatın boyunca sana pompalanan, mutluluğun yolunun paradan ve bir şeyler satın almaktan geçtiğini söyleyen abur cubur değerlere değil, anlamlı değerlere ihtiyacın var senin. Anlamlı bir işe ihtiyacın var. Doğal dünyaya ihtiyacın var. Saygı gördüğünü hissetmeye ihtiyacın var. Güvenli bir geleceğe ihtiyacın var. Tüm bunlarla bağlantı içinde olmaya ihtiyacın var. Gördüğün yanlış muamele için hissettiğin utançtan kurtulmaya ihtiyacın var.
Hayatın bir tarafın kazanmasının diğerinin kaybetmesine bağlı olduğu bir oyun olduğunu işitip duruyoruz. Pastada sınırlı sayıda dilim var, başarıya, güzelliğe ya da diğer şeylere başka birileri sahip olduğunda sanki bize daha azı kalıyor. Ya da bu şeylere biz de sahip olabilecek olsak dahi, diğer insanlarda da olmaları anlamlarını azaltıyor sanki. Hayatın kıt kaynaklar içinde sürdürülen bir savaş olduğunu düşünmeye alıştırılmışız -“ zeka gibi şeyler söz konusu olduğunda dahi bu böyle; insan zekâsının dünya üzerinde ne kadar büyüyebileceğinin bir sınırı yok oysa.” Sen daha akıllı olduğunda benim zekâm azalmıyor – ama azaldığını düşünmeye alıştırılmışız.
İnstagramda ve sohbetlerde hayatımızı “Ben”in Pazarlama Müdürü gibi sergiliyoruz, “diğer insanların bizim harika olduğumuz ve kıskanılmaya değer olduğumuz fikrinden başka bir şey satın almamasını sağlamaya çalışıyoruz.
Depresyondayken insan çok karanlık bir yerde oluyor, ona iyileşmenin tadını azıcık olsun verebilmek, azıcık olsun umut verebilmek çok hayati; o umudun nereden geleceğini de asla bilemiyorsun
Normalde, depresyon veya kaygı yaşayan insanlardan -onlara ilaç dışında bir tedavi sunulduğunda- hislerinden bahsetmeleri istenir, oysa çoğunlukla hiç istemedikleri bir şeydir bu. Hisleri dayanılır gibi değildir.
Rahatsızlık hissettiğin için deli değilsin. Arızalı değilsin. Kusurlu değilsin. “Hasta bir topluma iyi uyum sağlamış olmak sağlık ölçütü değildir.”
Kanser hastası birine aklını başına topla diye efelenmezsiniz, depresyon ya da şiddetli kaygıdan mustarip olan birine bunu yapmak da aynı ölçüde zalimliktir.
Kültürün ölçütlerine göre bir kadının isteyebileceği her şeye sahipsin. Kültürün ölçütlerine göre mutsuz olman için hiçbir neden yok. Ama biz bugün kültürün ölçütlerinin yanlış olduğunu biliyoruz. Kadınların ev, araba, eş ve çocuklardan daha fazlasına ihtiyacı var. Eşitliğe, anlamlı bir işe ve özerkliğe ihtiyaçları var.
İntihara meyilli olduğu uzun dönemler geçirmiş bir arkadaşım ona yaşamak için nedenler bulunduğunu anlatmaya çalıştığım uzun bir gecede, “Ben depresyonla doğmuşum” demişti.
Bilimsel kanıtlar egzersizin depresyon ve kaygıyı önemli ölçüde azalttığını açıkça gösteriyor. Isabel bunun bizi daha doğal bir duruma döndürmesinden kaynaklandığını düşünüyor -cisimleştiğimiz, hayvan olduğumuz, hareket ettiğimiz, endorfin salgıladığımız bir duruma.
İlginçtir, duygusal tacizin depresyona yol açma riskinin diğer travmalardan -cinsel tacizden bile- daha fazla olduğu ortaya çıkmıştı. Anne babanızdan zalimane bir muamele görmek tüm kategoriler içinde depresyona yol açan en önemli faktördü.
Aşırı kilo almak da -paradoksal biçimde- insanlığın büyük kısmı için görünmez olmanın bir yolu
Para, itibar ve mal mülke odaklandığınızda, tüketim toplumu sizden sürekli daha fazlasını istiyor. Kapitalizm sizden sürekli daha fazlasını istiyor. Patronunuz sizden sürekli daha fazla çalışmanızı istiyor. Bunu içselleştirip şöyle düşünüyorsunuz: Daha fazla çalışmam gerekiyor çünkü benliğin itibarıma ve kazanımlarıma bağlı. Bunu içselleştiriyorsunuz. İçselleştirilmiş bir tür boyunduruk bu.
Hayatı çeşitli eşyalara sahip olmak, üstünlük kazanmak ve bunu sergilemek olduğunu düşündüğünüzde, o ölçüde mutsuz, o ölçüde depresif ve kaygılı oluyorsunuz.
Filozoflar binlerce yıldır paraya ve mal mülke aşırı değer verdiğiniz ya da hayatı esasen başka insanlara nasıl göründüğünüz üzerinden düşündüğünüz taktirde mutsuz olacağınızı söylüyorlardı
Yalnızlık diğer insanların fiziksel yokluğu değil, hiç kimseyle önemli bir şey paylaşmadığınız hissidir yalnızlık
Derin bir yalnızlık, tanımadığınız birinden yumruk yemek kadar stres yaratıyor gibiydi.
Parçalan arıza yapmış bir makine değilsin sen. İhtiyaçları karşı­lanmayan bir hayvansın. Bir topluluğun parçası olmaya ihtiyacın var. Hayatın boyunca sana pompalanan, mutluluğun yolunun paradan ve bir şeyler satın almaktan geçtiğini söyleyen abur cubur değerlere de­ğil, anlamlı değerlere ihtiyacın var senin. Anlamlı bir işe ihtiyacın var. Doğal dünyaya ihtiyacın var. Saygı gördüğünü hissetmeye ihtiyacın var. Güvenli bir geleceğe ihtiyacın var. Tüm bunlarla bağlantı içinde olmaya ihtiyacın var. Gördüğün yanlış muamele için hissetti­ğin utançtan kurtulmaya ihtiyacın var.
Rufus ağır depresyon ya da kaygı yaşadıkları için kendisine ge­len hastalarına şöyle diyor: Rahatsızlık hissettiğin için deli değilsin. Arızalı değilsin. Kusurlu değilsin. Bazen de Doğulu filozof Jiddu Krishnamurti’den alıntı yapıyor: ‘Hasta bir topluma iyi uyum sağla­mış olmak sağlık ölçütü değildir.’
Kendinize kafamın içinde ne var diye değil, kafam neyin içinde diye sorun.
Beyniniz ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli değişiyor. Bunu iki temel yoldan yapıyor: kullanmadığınız sinapsları budayarak ve kul­landığınız sinapsları geliştirerek.
Tüm insanlarda ‘biyofili’ adı verilen doğal bir his olduğunu savunuyormuş. Biyofili biz insanların va­roluşumuzun büyük kısmını geçirdiğimiz alanlara ve etrafımızı sarıp varoluşumuzu mümkün kılan doğal hayat ağına duyduğumuz doğuş­tan gelen bir sevgi olarak tanımlanıyor.
Bu kadınların pek çoğunun obez olmasının bilinçdışı bir nedeni vardı: zarar göreceklerine inandıkları erkeklerin ilgisine karşı kendi­lerini korumak. Çok şişman olmak çoğu erkeğin size o gözle bakma­sını önlüyordu.
Aynı şekilde, harcama üzerinden mutluluğa ulaşmayı telkin eden tüm o materyalist değerler de gerçek değerlere benziyor ve hayatta yolumuzu bulmak için bazı temel ilkelere ihtiyaç duyacak şekilde evrilmiş parçamıza hitap ediyor, ama değerlerde ihtiyaç duyduğu­muz şeyi -tatmin edici bir hayata giden yolu- onlarda bulamıyoruz. İçimizi psikolojik toksinlerle dolduruyorlar. Abur cubur yemekler bedenimizi çarpıtıyor. Abur cubur değerler de zihnimizi. Materyalizm ruhun KFC’si.
O an çevrimiçi olmak ile fiziksel olarak insanlar arasında olmak arasındaki farkın bir nevi pornografi ile seks arasındaki fark gibi ol­duğunu anlıyorum: Pornografi gibi, çevrimiçi olmak da temel bir aç­lığı gideriyor ama hiçbir zaman tatmin edici değil.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir