İçeriğe geç

Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor Kitap Alıntıları – Marshall Berman

Marshall Berman kitaplarından Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor kitap alıntıları sizlerle…

Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor Kitap Alıntıları

Modern hayatın baskı ve adaletsizliklerine direnmeye çalışmanın fay­dası yoktur; çünkü özgürlük düşlerimiz bile zincirlerimize yeni kilitler takmaktan başka işe yaramaz. Ne var ki bunun tümden yararsız olduğunu bir kez anladık mı, hiç olmazsa rahatlayabiliriz.
Bunun yanıtı, korkarım, Foucault’nun 1960’lardan kalma mülteciler kuşağına, 1970’lerde hepimizi saran o edilgenlik ve çaresizlik hissi karşısında bir dünya-tarihsel mazeret sunuyor olmasındandır.
Bir süre buna maruz kaldıktan sonra, Foucault’nun dünyasında özgürlüğe yer kalmadığını anlarız; çünkü kullandığı dil deliksiz bir ağ, hayatın hiçbir yerden sızamadığı, Weber’in bi­ le tahayyül edemediği denli sımsıkı bir kafes oluşturmaktadır. Anlaşılmaz olan, günümüzde birçok entelektüelin neden bunlarla uğraşmak istediğidir.
Boşverin gitsin, çünkü insanın durumuna ilişkin tüm araştırmalar “bireyleri bir disipliner otoriteden ötekine gönderir yalnızca,” ve böylece muzaffer “iktidar söylemine” hizmet etmekten başka işe yaramaz. Her eleştiri boş çıkar. Çünkü eleştiriyi yapan da “panoptik makina içindedir, onun iktidar etkilerine tabidir ve bizler bu makinanın birer parçası olduğumuzdan etkileri kendimize taşırız.”
Foucault, modern insanlık için özgürlüğün mümkün olduğunu düşünen insanlara karşı büyük bir horgörü beslemektedir. Birden, içten gelen bir cinsel arzuya mı kapıldığımızı sanıyoruz? Aslında, “hayatı nesne edinen modem iktidar teknolojileri tarafından” yönlendiriliyor; “bedenler ve onların maddîliği, güçleri, enerjileri, duyum ve zevklerini yakalayarak işleyen iktidar” tarafından güdülüyoruz. Siyasal düzeyde zorbaları devirmek, devrimler yapmak, insan haklarını pekiştirip korumak amacıyla anayasalar mı yapmaya çalışıyoruz? Bu özünde feodal çağlara doğru “hukuksal bir gerileme” altı üstü, çünkü anayasalar ve haklar bil­ dirgeleri “özünde normalleştirici bir iktidarı kabul edilebilir kılan biçimlerdir sadece.”
Modemizmi sadece bir dert gibi gören düşüncede bir sorun daha vardır: Tümüyle sorunlardan annmış bir modem toplum modeli sunma eğilimindedir. İki yüz yıldan beri modem hayatın temel olguları haline gelmiş “tüm toplumsal ilişkilerin kesintisiz sarsılışını, bitmek bilmeyen belirsizlik ve heyecanı” hesaba katmaz.
20. yüzyılda ne oldu 19. yüzyılın modemizmine? Bazı yönlerden, en gem vurulmamış düşlerinin ötesine uzandı ve büyüdü. Yüzyılımız göz kamaştırıcı bir modem sanatçı­ kardı ortaya; ama bizler bu sanatı doğuran modem hayatı nasıl kavrayacağımızı unutmuş gibiyiz.
Modem hayatı bizzat modernliğin yarattığı değerler adına mahkûm eder. Yarın ve yanndan sonranın modernliklerinin, günümüz modem insanını çökerten yaralan sağaltacağını umar – üstelik çoğu kez de umuda karşı çıkarak

19. yüzyrlm tüm büyük modemistleri -Marx ve Kierkegaard, Whitman ve Ibsen, Ba­ udelaire, Melville, Carlyle, Stirner, Rimbaud, Strindberg, Dostoyevski ve daha birçoklan- benzer ritmlerle ve bu minvalde konuşurlar.

Yine de Nietzsche sonsuza dek tehlikenin orta­ sında yaşamaya niyetli değildir. Marx kadar heyecanla, yeni bir tür insanın doğuşuna duyduğu inancı vurgular. Bu yeni insan “yartnm ve yarından sonranın insanı”dır; “Bugününe karşı koyarak”, modem insanların içinde yaşadıkları zorluk­ lardan çıkış yolu bulmak için gerek duydukları “yeni değer­ leri yaratacak cesaret ve imgeleme sahip” olacaktır bu yeni insan.
Modernliğin zorluklanna karşı Nietzsc- he’nin kendi tavn ise bütün olup bitenleri coşkuyla kucakla­ maktır: “Biz modem insanlar; biz yan-barbarlar. Kutsal sonsuz mutluluğumuza, en fazla tehlikede olduğumuz anda erişiriz ancak, iştahımızı kabartan tek uyarıcı sonsuzluk, ölçüsüzlüktür.”
Başka bir modem tip de geçmişin parodilerine atar kendini: “Tarihe gereksinim duyar, çünkü tarih bütün kostümlerin saklandığı bir depodur onun için. Hiçbir giysinin üstüne tam oturmadığını farkeder” -ne ilkel ne klasik, ne Ortaçağ, ne Şark-, Modem bir insanın “asla iyi giyimli görünemeyeceği” gerçeğini bir türlü kabul edemediğinden “bir onu, bir ötekini dener durur”. Oysa modem zamanlarda hiçbir toplumsal rol kalıp gibi uyamaz.
Modem insanın kendisine ve tarihine bakışı “hemen hemen her şeye yönelik bir itki, her şeye yönelik bir ilgi ve merak olur çıkar.” Bu noktada birçok yol açılır. Modem insanlar bu “her şeyleri” ile başedebilecek kaynaklan nasıl bulacaklardır? Nietzsche, her tarafın modem hayatın kaosu­ na karşı bulabildikleri tek çare hiç yaşamamaya çalışmak olan “Küçük Jack Homer’larla” dolu olduğunu belirtir: Onlara göre “sıradan olmak, anlam taşıyan tek ahlaktır”.
“İçgüdülerimiz geriye doğru her yönde koşabilir şimdi, biz, kendimiz bir tür karmaşayız.”
Bu rezillikler ve güzellikler birçok moderni umarsızlığa sürükler.
Bu atmosfer -gerginlik ve çalkantı; psişik başdönmesi ve sarhoşluk; deneyim imkânla­ rının genişlemesi ve ahlakî sınırların, kişisel bağların yokolması, benliğin gelişmesi ve sarsılması; sokak ve ruhta heyulalar- modem duyarlığın doğduğu atmosferdir.
Beni etkileyen tüm bu şeyler arasında yüreğimi saran bir tek şey bile yok.
Her şey saçma ama hiçbir şey çarpıcı değil,
Çünkü herkes her şeyi kanıksamış.
Her sınıftan insanın arzu ve duyarlılıkları uçsuz bucaksız ve tatmin edilemez bir hale gelir. Hayatın her alanında sürekli altüst oluşlar yaşanırken, onları bu burjuva rollerinde yerleşik ve donuk kılmaya neyin gücü yetebilir?
Bağımsız köylü ve zanaatkarlar kapitalist kitlesel üretimle rekabet edemez; topraklarını terk etmek l, atölyelerini kapatmak zorunda kalırlar.
Makinelesme ve modern endüstri ile birlikte Yoğunluk ve kapsam bakımından bir çığı andıran taarruz başladı. Tüm ahlak ve doğa, yaş ve cinsiyet, gece ve gündüz sınırları yokedildi. Sermaye kendi şölenini kutluyordu..
eğer burjuvazinin mensuplarının yarattığı gösterişli dekorların ardına bakar da gerçekten neye yaradıklarını, nasıl işlediklerini görürsek, burjuvazinin para karşılığı dünyayı da parça parça etmeye hazır olduklarını anlarız. Herkesi proleteryanın dehşet ve şiddetiyle korkuturken kendileri, bitmek tükenmek bilmez işleri ve gelişmeleriyle insan kitlelerini, malzeme ve parayı oradan oraya savuruyor, herkesin hayatınj temelinden sarsıyor, darmadağın ediyorlar. Kendilerinden bile saklamayı başardıkları sır şu ki, dış görünüşlerinin ardında tarihin en şiddetli, yıkıcı egemen sınıfıdır onlar.
en derin ciddiyet, kendisini ironi aracılığıyla ifade etmek zorundadır.
Onu kavramaya ele geçirmeye çalıştık. Ama bu geçmiş tabanı kaypak bir geçmiştir. Dayanacak katı bir şeyler arayışındaydık sonunda hayaletlere sarıldığımız gördük.
Nietzsche’nin köksüz unutuluş tasarımı, insanın geçmiş deneyimlerin yükünü sırtından atıp kendini eylem fırlatırken ki körlüğü, çağdaşlığın otantik ruhunu kavrar.
Her yanı inşatla dolu bir metropolde iş görürken yolunuzu et satırıyla açmak zorundasınız.
ancak iş bulabildikleri müddetçe yaşarlar ve ancak emekleri sermayeyi arttırdıkça iş bulabilirler. Kendilerini parça parça satmak zorunda olan bu işçiler diğer her ticari mal gibi birer metadırlar dolayısıyla piyasa dalgalanmalarına tabidirler.
Yeni ortaya çıkan her şey
daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. Katı olan
her şey buharlaşıp gidiyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar hayatlarının gerçek
koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor.
Hayatın acı bir cilvesidir ki, bu biçare kasabayı sarıp sarmalayan o sofu ahlakçılık havasına rağmen, zengin bir adamın metresi karnı aç bir azizeden daha çok saygı görmektedir.
hangi sınıftan olursan ol insanların modern toplumda varlığını sürdürebilmeleri için kişiliklerinin de bu toplumun açık ve akışkan biçimine girmesi gerekir.
Sınıf ve cinsiyet. Feodal bağların dünyasında bile çok parası olan ve toprak, aile ya da meslek bağlarından yoksun bir adam neredeyse sınırsız bir özgürlüğe sahiptir. Yoksul aile hayatına gömülmüş bir kadınınsa hareket imkanı yoktur.
Gördüğüm kadarıyla makinalar bile hayat bulurken, en önemlisinden bazı insani duygular ölmektedir.
Modern olmak bizlere güç, coşku, gelişme , kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vadeden, ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok eden bir ortamda bulmaktır kendimizi.
Herkes sürekli kendisiyle çelişkide.
Her şey saçma ama hiçbir şey çarpıcı değil,
Çünkü herkes her şeyi kanıksamış.
Tüm icatlarımız ve ilerlememiz, sonuçta sanki maddî güçlere zihinsel bir güç bağışlayıp insan hayatını maddî bir güce çeviriyor.
Göründüğü kadarıyla makinalar bile hayat bulurken, en önemlisinden bazı insanî duygular ölmektedir.
Dolayısıyla topluluk ve toplumla birlikte bizzat bireysellik de modern havada eriyip gidiyor olabilir.
Hepsi de “katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği” bir dünyada yaşamanın heyecan ve korkusunu biliyorlar.
Bir düşüncenin modern insanlara
ulaşabilmesi ve onları değiştirebilmesi için
pazarlanması ve satılması gerekir.
Yine de bana öyle geliyor ki, modernizmimizi nasıl kullanacağımızı bilemiyoruz; kültürümüz ve hayatlarımız arasındaki bağlantıyı kurma şansını ya yitirmişiz ya da bu bağı koparmışız.
”peşlerinde kadim ve hürmete şayan önyargılar ve kanaatler silsilesini sürükleyen tüm durgun, donuk ilişkiler silinip süpürülüyor; yeni ortaya çıkan her şey daha kemikleşemeden miadını dolduruyor. katı olan her şey buharlaşıp havaya karışıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve sonunda insanlar kendi hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyorlar ”
Üretimin sürekli olarak devrimci biçimde değiştirilmesi, bütün toplumsal ilişkilerin kesintisiz biçimde altüst edilmesi, hiç bitmeyen bir belirsizlik ve çalkalanma, bunlar burjuva çağını kendinden önceki bütün dönemlerden ayırt eder. sabit, donmuş bütün ilişkiler, bunlara eşlik eden bütün saygıdeğer fikir ve düşüncelerle birlikte, tarih sahnesinden süpürülür gider; yeni oluşanlar ise, daha kemikleşemeden kadük hale gelir. katı olan her şey buharlaşır.
İnsanları bir araya getirir gibi gözüken vasıtalar -sokak ve yayın- onların arasındaki uçurumun büyüklüğünü göstermekten başka bir şey yapamaz.
Başımızda sade bir insan, halkın hayatını anlayan ve halk tarafından seçilen bu
toprağa ait bir insan istiyoruz. Kutsal İmparatora değil hizmeti karşılığında ücret alan seçilmiş bir lidere ihtiyacımız var.
eski tarihçileri, anıları, romanları, yeniden okuduğumuzda, eski fotoğraf ve filmlere yeniden baktığımızda, ya da 1968’e dair kendi kaçak anılarımızı kurcaladığımızda tüm sınıf ve kitlelerin sokağa birlikte inmiş olduklarını göreceğiz. etkinliklerinde iki evreyi ayırt edebileceğiz. birinci olarak, insanlar yollarına çıkan arabaları durdurup ters çevirir, atları salarlar. burada, trafiği orijinal unsurlarına parçalayarak, öçlerini almaktadırlar. daha sonraysa yarattıkları yıkıntıları bir araya getirip barikatlar dikerler. böylece yalıtılmış, cansız unsurları birleştirip dipdiri yeni sanatsal ve politik biçimler yaratmaktadırlar. bir aydınlanma anında, modern şehri oluşturan yalnızlıklar yığını yeni bir ilişkiyle bir araya gelerek bir halk oluşturur. ”sokaklar halka aittir ”: şehrin unsurlarına el koyar ve onu kendilerinin kılarlar. kısa bir süre için, yalnız ve tek tek ani hareketlerin modernizminin yerini kitle hareketinin düzenli modernizmi alır. baudelaire’in özlemle beklediği ”modern hayatın kahramanlığı ” sokaktaki birincil sahneden doğacaktır. baudelaire bu yeni hayatın (ya da başka herhangi birinin) çok sürmesini ummaz. ama bu, şehrin iç çelişkilerinden tekrar tekrar doğacaktır. her an hayat bulabilir, genellikle de en umulmadık anlarda. bu olanak makadamın batağında, devingen kaosun içinde, kaçışıp duran insanın zihninde bit umut ışığıdır. ”
Siz, Beyefendiler, belki de çıldırdığımı düşünüyorsu­nuz. İzin verin de, kendimi savunayım. İnsanın her şeyden önce yaratıcı bir hayvan olduğunu kabul edi­yorum. Evet, onun yazgısında, bir amaca doğru bilinç­li olarak koşmak, mühendislikle iştigal etmek vardır;
yani, ezeli ve ebedi olarak, biteviye yeni yollar inşa et­mek, nereye götürürlerse götürsünler yollar inşa et­mek. İnsan, yollar yapmayı sever, bu su götürmez.
Ama amacına ulaşmak ve inşa ettiği yapıyı tamamla­ maktan içgüdüsel olarak duyduğu korku olmasın bu­nun sebebi? Nereden biliyorsunuz, belkide o muaz­zam yapıyı yalnızca uzaktan seviyor ve yakından bak­mak bile istemiyordur. Belki de onu yalnızca inşa etmek istiyor, ama içinde yaşamak istemiyordur.
İvan Karamazov, her şey bir yana,
çocukların ölümünü düşündükçe evrene geliş biletini iade etmek istediğini söyler.

Ama iade etmez.

Böyle yapmaktansa savaşmayı ve sevmeyi sürdürür; sürdürmeyi sürdürür.

“Modern olmak, Marx’ın deyişiyle “katı olan her şeyin buharlaşıp gittiği” bir evrenin parçası olmaktır.”
“Modern olmak, bizlere serüven, güç, coşku, gelişme, kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden; ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi.”
Mesele, alt sınıfların düşünmeyi, yeni bir yolda yürümeyi, sokakta yeni bir varlık ve güç
göstermeyi öğrenmeleridir. Soyluların henüz bunu farketmemiş olmaları bir şeyi değiştirmez; çok geçmeden farketmek
zorunda kalacaklardır.
Biraz o çekilir kenara biraz da sen; karşılıklı saygıdır bu. Ama hiç olmadı böyle
bir şey ve hep ben yol verdim, oysa benim kenara çekildiğimi bile farketmedi hiçbir zaman.
Dostoyevski ısrarla vurgular ki, bu itilmiş insanlar hiç olmazsa bir şey yapmaya çalışırlar; bir çıkış yolu bulmaya uğraşırlar; yanılgıya düşer ve böylece diğerlerini kurtarırlar; ama siz -böyle sesleniyordu muhafazakar okurlarına- siz ancak melodramatik bir aldırmazlık pozuyla sırıtmayı bilirsiniz.
Dostoyevski’nin, 1864’de yayımlanan Yeraltından Notlar’ı Çernişevski ve Ne Yapmalı’ya göndermelerle doludur.
Yüzlerce öğrenciden oluşan bir grup (genç nesil ) üniversiteden çıkıp Neva’yı
geçmiş ve sokakta rektörün evine doğru yürümeye başlamıştır. Öğrencilerin her türlü toplantı yapmasını yasaklayan ve -çok daha kötüsü- bursları kaldıran (dolayısıyla üniversitelerin kapılarını son yıllarda çok sayıda gelen yoksul öğrencilere kapatan) ve yükseköğrenimi yeniden, l. Nikolas
devrinde olduğu gibi bir kast imtiyazı haline getiren yeni idari yönetmeliği protesto etmektedirler.
Başımızda sade bir insan, halkın hayatını anlayan ve halk tarafından seçilen bu
toprağa ait bir insan istiyoruz. Kutsal İmparatora değil hizmeti karşılığında ücret alan seçilmiş bir lidere ihtiyacımız var.
İnsanları bir araya getirir gibi gözüken vasıtalar -sokak ve yayın- onların arasındaki uçurumun büyüklüğünü göstermekten başka bir şey yapamaz.
Ama yenilgisinden hiçbir şey öğrenemeyecek, hatta anlamaya bile çalışmayacak kadar hödüktür.
dünya-tarihsel süreçlerin akıntısı içinde dağılıp gidiveriyor. Yeni özne bu yeni dünya gücünden hayat bulan, soyut ve kişisel olmayan birisi , bir insan. Artık ondan korkmak yerine, bilakis ortasında yer alıyor, onun bir mümini, bir parçası oluyor.
O zamanlar sokak bize aitti. Genç öğrencilerin sokakla ilişkileri dünyayla ilişkileriydi. Onlara -en azından görünüşte- açıktı burası; hem tartışmaya, hem de şarkı
söylemeye fırsat veren bir hızda hareket edebiliyorlardı. İnsanlar, hayvanlar ve araçlar bir tür kentsel Cennette barış içinde birarada yaşayabiliyordu. Haussmann’ın muazzam
manzaraları önlerinde, Zafer Anıtına dek uzanıyordu. Ama bu rahatlık bitti artık; sokaklar trafiğe ait ve bu tasavvursa
canını kurtarmak için kaçmak zorunda.
Hayallerdeki pırıltı nereye gitmiş?
Birbirini seven bir çiftin politika yüzünden ayrılması yeterince üzücü.
Artık anlamıştır ki insanların birbirini anlaması ne kadar güç, düşünceler ne kadar aktarılamaz -ve şiir şöyle biter birbirini seven insanlar arasında bile.
Biraz utanmıştım bizim için fazla büyük
olan kadehlerimizden ve sürahilerimizden.
Modern hayatın ayırdedici ve otantik bir güzelliği olmasına karşın, bu onun
doğasından kaynaklanan sefalet ve kaygı duygusundan, modern insanın ödemesi gereken faturadan ayrılamaz. Birkaç
sayfa sonra, manevi ilerleme kapasitesine sahip olduklarını düşünen modern sersemlere karşı gönül rahatlığı içinde ateş
püskürdüğü bir pasajın ortasında, birdenbire ciddileşir ve tepeden bakan bir kesinlikle modernizmin ilerleme fikrinin bir yanılsama olduğunu iddia ederken, keskin bir dönüşle, bu ilerlemenin gerçek olma olasılığı karşısında duyduğu yoğun kaygıyı sergiler.
Düşlerimdeki canavarları kesinkes ehemmiyetsiz olan şeylere yeğlerim. Fotoğrafçılardan daha da beteri, der Baudelaire, fotoğrafçılıktan etkilenen modern ressamlardır: Modem ressam hayal ettiğini
değil, gördüğünü resmetmektedir daha ziyade.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir