Bediüzzaman Said Nursî kitaplarından Kastamonu Lahikası Mecmuası kitap alıntıları sizlerle…
Kastamonu Lahikası Mecmuası Kitap Alıntıları
اَلَمْ تَرَ كَيْفَ فَعَلَ رَبُّكَ بِاَصْحَابِ الْفٖيلِ
cümle-i kudsiyesi Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâma hitaben Senin mübarek vatanın ve kıblegâhın olan Mekke-i Mükerreme’yi ve Kâbe-i Muazzama’yı hârikulâde bir surette düşmanlarından kurtarmasını ve o düşmanların nasıl bir tokat yediklerini görmüyor musun? diye mana-yı sarîhiyle ifade ettiği gibi, bu asra dahi hitap eden o cümle-i kudsiye mana-yı işarîsiyle der ki:
Senin dinin ve İslâmiyet’in ve Kur’an’ın ve ehl-i hak ve hakikatin cebbar düşmanları olan dünya-perest ve dünyanın menfaati için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı dünyaya senin Rabb’in nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun? Gör, bak! diye mana-yı işarîsiyle bu cümle aynen makam-ı cifrîsiyle tam bin üç yüz elli dokuz (1359)
tarihiyle aynen âfat-ı semaviye nevinde semavî tokatlarla İslâmiyet’e ihanet cezası olarak diye mana-yı işarî ifade ediyor. Yalnız اَصْحَابِ الْفٖيلِ yerinde اَصْحَابِ الدُّنْيَا gelir. Fil kalkar dünya gelir. (Hâşiye)
اَلَمْ يَجْعَلْ كَيْدَهُمْ فٖى تَضْلٖيلٍ
kelime-i kudsiyesi, eski zaman hâdisesindeki Kâbe’nin nurunu söndürmek için hilelerle hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat dalaletinde aksü’l-amel ile aleyhlerine dönmesiyle tokat yedikleri gibi; bu asrın aynen hilelerle, desiselerle, zulümlerle edyan-ı semaviye Kâbesini, kıblegâhını dalalet hesabına tahribe çalışan cebbar, mağrur ehl-i dalaletin tadlil ve idlâllerine semavî bombalar tokadıyla cezalanmasına, aynı tarihi فٖى تَضْلٖيلٍ kelime-i kudsiyesi bin üç yüz altmış (1360) makam-ı cifrîsiyle tevafuk edip işaret ediyor.
Kâbe-i Muazzama’ya hücum eden Ebrehe askerlerinin başlarına Ebabil tayyareleriyle semavî bombalar yağdırmasını ifade eden تَرْمٖيهِمْ بِحِجَارَةٍ cümle-i kudsiyesi, bin üç yüz elli dokuz (1359) edip dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşları yağdırmasına tevafukla işaret ediyor.
en cüz’î işlerimiz de tesadüf değil, kasdî tevafuktur.
Bazen dünyada istediği bir cama mukabil, âhirette bir elmas verir.
Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan bir tek haseneyi görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır. Bu suretle ekall-i kalil olan ehl-i dalalet ve tuğyan; safdil tarafdar ile ekseriyet teşkil ederek, ekseriyetin hatasına terettüb eden musibet-i âmmenin devamına ve idamesine belki teşdidine kader-i İlahiyeye fetva verirler; biz buna müstehakız derler.
Zelzele na’raları, hâdisat sayhaları sizi hiç korkutmasın, vesvese de vermesin.
Zira onlar içinde bir zemzeme-i ezkâr, bir demdeme-i tesbih, velvele-i nâz u niyaz.
Sizi bize gönderen o Zât-ı Zülcelal, ellerinde tutmuştur bunların dizginlerini.
İman gözü okuyor yüzlerinde âyet-i rahmet, herbiri birer âvâz.
Risale-i Nur, tarîkat değil hakikattir.
Kastamonu Lâhikası
Nasıl ki ayinedeki temessül eden pislik,pis değil; ve ayinedeki yılan sureti ısırmaz ve ateşin misali yakmaz. Öyle de,kalbin ve hayalin ayinelerindeki rızasız,ihtiyarsız gelen pis ve çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler.
hayatınızı İMANLA hayatlandırınız ve FERAİZLE ziynetlendiriniz ve GÜNAHLARDAN ÇEKİNMEKLE muhafaza ediniz
Derd-i maişet sersemliğiyle, ekser halk âhiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalalet istifade edip onları avlıyorlar.
bir haramın terki vâcibdir.
Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünkü rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin (ra) dediği gibi: Haram nazar, nisyan verir.
Zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir.
Risaletü’n-Nur’un esası, mâyesi, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü’n-Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni’ derecesinde gösterdiğini görecekler.
Evet bu zamanda siyaset, kalpleri ifsad eder ve asabî ruhları azap içinde bırakır. Selâmet-i kalp ve istirahat-i ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı.
Herbir şey bize düşman, herbir şey bizden garip. Hiçbir şey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakiki zevki vermez.
Risaletü’n-Nur ise der: Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.
Risale-i Nur şakirdleri, hizmet-i nuriyeyi velayet makamına tercih eder; keşf ve keramatı aramaz; ve âhiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz; ve vazife-i İlahiye olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şan ü şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara bina etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, Vazifemiz hizmettir. O yeter. derler.
Madem Allah var, her şey var.
Risale-i Nur’un mühim vazifelerinden olan masumlara Kur’an dersini vermekle gösterildi ki;
Risale-i Nur hizmetinde bir kapı kapansa, daha mühim kapılar açılır, diye kaide yine hükmünü icra etti
BUGÜNDEN İTİBAREN, RİSALE-İ NUR’UN HAS ŞAKİRDLERİ İÇİNDE ŞİRKET-İ MANEVİYE-İ NURİYEDEN HİSSEDAR OLMASINI VE İSMİYLE DUAYA GİRDİĞİNİ SELÂMIMLA BERABER TEBLİĞ EDİNİZ.
Hem Âtıf’ın parlak hizmeti tevakkufa uğraması ve gerilemesi; ve merhum Mehmed Zühdü Bedevi’nin yüksek ve geniş hizmetinin perdelenmesini düşünmesi beni ziyade mahzun ettiği hengâmda, elime bir mektub verildi. O mektub, o endişemi izale etti. Risale-i Nur hizmetinde bir kapı kapansa, daha mühim kapılar açılır, diye kaide yine hükmünü icra etti ki; Sabri gibi Risale-i Nur’un gayet büyük bir rüknünün büyük amucası ve Risale-i Nur’un bir kahramanı olan Tahirî’nin eniştesi ve Risale-i Nur’un saff-ı evvelinde ve şakirdlerinin başında bir zaman nâzırlık vazifesini gören ve şimdiye kadar da Risale-i Nur hakkında kalbini bozmayan Büyük Hâfız Zühdü’nün samimî kemal-i sadakat ve ihlası gösteren mektubuyla; ve Hulusi-i sâlis Abdullah Çavuş’un haşiyesinde tasdikle, bu eski ve yeni gayyur kardeşimiz Büyük Zühdü, resmiyete bakmayarak, Risale-i Nur’un mühim vazifelerinden olan masumlara Kur’an dersini vermekle gösterildi ki; merhum Zühdü Bedevi yerine, bu Büyük Zühdü’yü yeni veriyor. Ve Âtıf’ın tevakkufu yerine, bu müdakkik ve muktedir ve hatib Büyük Hâfız Zühdü’yü faaliyete getirdi. Cenab-ı Hakk’a şükrediyoruz. Bugünden itibaren, Risale-i Nur’un has şakirdleri içinde ŞİRKET-İ MANEVİYE-İ NURİYEDEN hissedar olmasını ve ismiyle duaya girdiğini selâmımla beraber tebliğ ediniz.
Tarz-ı nazar(bakış tarzı) ikidir. Biri zulmettar(karanlık), diğeri ziyadar(aydınlık) serlevhasına kadar.
Madem İşlerin en hayırlısı zorlu olanıdır. (el-Acluni, Keşfü’l-Hafa, 1:55) sırrıyla, meşakkatli, külfetli, zevksiz, sıkıntılı a’ mal-i saliha ve umur-u hayriye (hayırlı işler) daha kıymetli, daha sevaplıdır. O sıkıntıda, o meşakattaki ziyade sevabı ve makbuliyeti (kabul edilmişlik) düşünüp, sabır içinde mesrurane (sevinçli bir şekilde) şükretmek gerekir.
Evet, hadsiz hayat-ı uhreviyeye (ahiret hayatı) nispeten muvakkat (geçici) ve fani kısacık hayat-ı dünyeviyenin (dünya hayatı) zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı ebediyenin (sonsuz ahiret hayatı) zararları, ona nispeten yılanların ısırmasıdır
Âlem-i insaniyette ve İslamiyette (İslam ve insanlık dünyası) üç muazzam mesele olan, iman ve şeriat ve hayattır. İçlerinden en muazzamı iman hakikatleri
Kader-i İlahiye karşı şekvayla(şikayet) değil, rızayla karşılamaktır.
Bu çok usandırıcı ve dehşetli zamanda, usandırmayacak bir tarzda, çok tekrar ile beraber, aklı başında olanları Risale-i Nur’la meşgul ediyor. Re’fet Bey’in mektubunda dediği gibi, Risale-i Nur’un en bâriz hâsiyeti, usandırmamak. Yüz defa okunsa, yüzbirinci defa yine zevkle okunabilir diye pek doğru demiş.
Şimdi dinsizlik taassubuyla değil, korku cihetiyle ilişiyorlar. O korku, Risale-i Nur lehine dönecek inşâallah.
Bir şeyde zahmet, meşakkat, alâmet-i makbûliyettir.
Hem madem bu zamanda her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye en ehemmiyetli bir vazifedir.
Said Nursî
Risale-i Nur, Kur’anın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahib olayım; tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur’un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkânının bir dellâlıyım. Benim karmakarışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona dokunamaz. Zâten Risale-i Nur’un bize verdiği ders de, hakikat-ı ihlas ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini ehl-i imana gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene -fakat hakikat olmak şartıyla- minnetdar oluyoruz, Allah razı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluruz; kusurumuzu, -fakat garaz ve inad olmamak şartıyla ve bid’alara ve dalalete yardım etmemek kaydı ile- kabul edip minnetdar oluyoruz.
Binler teessüflerle deriz ki: Benlikten, hodfüruşluktan, gururdan ve gaddar siyasetten gelen dâhildeki tarafgirane fikriyle, kendi tarafına şeytan yardım etse rahmet okutacak, muhalifine melek yardım etse lanet edecek gibi hâdisatlar görünüyor. Hattâ bir sâlih âlim, fikr-i siyasîsine muhalif bir büyük sâlih âlimi tekfir derecesinde gıybet ettiği ve İslâmiyet aleyhinde bir zındığı, onun fikrine uygun ve tarafdar olduğu için hararetle sena ettiğini gördüm. Ve şeytandan kaçar gibi otuzbeş seneden beri siyaseti terkettim.
Biz, hizmetle mükellefiz. Neticeleri ve muvaffakıyet, Cenab-ı Hakk’a aittir.
Hakkım olmadan bana verilen ziyade ehemmiyetiniz inşâallah size zararı olmaz, fakat Risale-i Nur’un hüsn-ü cereyanına zarar ihtimali var. Siz bir hakikatı hissediyorsunuz ve fevkalâde sadakat ve İHLÂSINIZ inşâallah hak görür, fakat surette bazan aldanılır. Biz, hizmetle mükellefiz. Neticeleri ve muvaffakıyet, Cenab-ı Hakk’a aittir.
HADDİNDEN FAZLA FEVKALÂDE HÜSN-Ü ZAN VE MÜFRİTANE ÂLÎ MAKAM VERMEK YERİNE, FEVKALÂDE SADAKAT VE SEBAT VE MÜFRİTANE İRTİBAT VE İHLAS LÂZIMDIR. ONDA TERAKKİ ETMELİYİZ.
Kardeşiniz
Said Nursî
Biz, hizmetle mükellefiz. Neticeleri ve muvaffakıyet, Cenab-ı Hakk’a aittir.
Biliniz ki; bir seneden ziyadedir, ben duada, Risaletü’n-Nur’un şakirdlerinin risalelerle alâkadar olan ezvac ve evlâd ve vâlideynlerini dahi dâhil ediyorum. Bunun bir sebebi; başta Sabri olarak, orada burada bazı zâtlar, çoluk ve çocukları ile daireye girmeleridir.
Adalet-i İlahiye, İslâmiyet’e ihanet eden MİMSİZ MEDENİYETE öyle bir azab-ı manevî vermiş ki, bedeviliğin ve vahşiliğin derecesinden çok aşağıya düşürtmüş. Avrupa’nın ve İngiliz’in yüz sene EZVAK-I MEDENİYESİNİ ve terakki ve tasallut ve hâkimiyetin lezzetlerini hiçe indiren mütemadi korku ve dehşet ve telaş ve buhran yağdıran bombaları başlarına musallat etmiş. İşte böyle bir zamanda en lüzumlu, en ehemmiyetli, en birinci vazife imanı kurtarmak olduğundan; bu zamana ve bu seneye bakan beşaret-i Kur’aniye ve
فَضْلًا كَب۪يرًا ٭ فَضْلُ اللّٰهِ يُؤْت۪يهِ مَنْ يَشَٓاءُ
âyetlerin müjdesi en büyük bir fütuhat suretinde Risaletü’n-Nur’un manevî fütuhat-ı imaniyesini gösteriyor.
Evet bir adamın imanı, ebedî ve dünya kadar bir mülk-ü bâkinin anahtarı ve nurudur. Öyle ise, imanı tehlikeye maruz her adama, bütün küre-i arzın saltanatından daha faideli bir saltanat, bir fütuhat kazandıran Risaletü’n-Nur; elbette bu âyetlerin, bu asırda, bu beşaretlerinin kasdî bir medar-ı nazarlarıdır.
EĞER GALİB OLSAYDIK, MEDENİYET HATIRI İÇİN ÇOK MUKADDESATI FEDA EDECEKTİK.
Yirmi sene evvel tab’edilen Sünuhat Risalesi’nde, hakikatlı bir rü’yada âlem-i İslâm’ın mukadderatını meşveret eden ruhanî bir meclis tarafından, bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o manevî meclis demiş ki: Bu Alman mağlubiyetiyle neticelenen bu harbde, OSMANLI DEVLETİ’NİN mağlubiyetinin hikmeti nedir?
Cevaben Eski Said demiş ki:
Eğer galib olsaydık, MEDENİYET hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. -Nasılki yedi sene sonra edildi.- Ve MEDENİYET namıyla Âlem-i İslâm hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki’-i mübarekeye Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnayet-i İlahiye ile onların muhafazası için, kader mağlubiyetimize fetva verdi.
Aynen bu cevabdan yirmi sene sonra, yine gecede: Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyaset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken; şübheli, dağdağalı, faidesiz bir düşmana (İngiliz) tarafdarlık göstermekle muzaaf bir surette ve zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dâhî insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir? diye sual benden oldu.
Gelen cevab manevî canibden geldi. Bana denildi ki: Sen, yirmi sene evvel manevî suale verdiğin cevab, senin bu sualine aynı cevabdır. Yani: Eğer galib taraf iltizam edilseydi, yine MİMSİZ MEDENİYET namına galibane mümanaat görmeyecek bir tarzda bu REJİMİ Âlem-i İslâm’a, mevâki’-i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üçyüzelli milyon İslâm’ın selâmeti için bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler.
SEYYİATI HASENATINA GALİB GELEN ŞU
MEDENİYET-İ AVRUPAİYE ÖYLE BİR SEMAVÎ TOKAT YEDİ Kİ;
Kardeşlerim! Sizin hatırınız ve askerliğiniz endişesi için hâdisat-ı zamana baktım; kalbime böyle geldi: Menfî esasata bina edilen ve Karun gibi
اِنَّمَٓا اُوت۪يتُهُ عَلٰى عِلْمٍ
deyip, ihsan-ı Rabbanî olduğunu bilmeyip şükretmeyen ve maddiyyun fikriyle şirke düşen ve seyyiatı hasenatına galib gelen şu MEDENİYET-İ AVRUPAİYE öyle bir semavî tokat yedi ki; yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrib edip yangına verdi. Avrupa zalim hükûmetleri zulümleriyle ve Sevr muahedesiyle Âlem-i İslâm’a ve merkez-i hilafete ettikleri ihanete mukabil öyle bir mağlubiyet tokadını yediler ki; dünyada dahi bir cehenneme girip çıkamıyorlar, azabda çırpınıyorlar.
Evet bu mağlubiyet, aynen zelzele gibi, ihanetin cezasıdır.
Cenab-ı Hakk’a şükür ki; Risale-i Nur bu müdhiş tahribata karşı, girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor.
Said Nursî
Hayat-ı içtimaiyeyi idare eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış.
Said Nursî
R.Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir.
Said Nursî
Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır.
Said Nursî
Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i sâlih, emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır.
Said Nursî
Risaletü’n-Nur’un kitabları birbirine tercih edilmez. Her birinin, kendi makamında riyaseti var. Ve bu zamanı tenvir eden bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniyedir.
Risaletü’n-Nur, bu asrı belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’aniye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş.
Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.
Her kim olursan ol, bak, gör, yalnız gözünü aç, hakikati müşahede et,saadet-i ebediyenin anahtarı olan imanını kurtar.
Sakın, sakın! Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhâssa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin!
ﺍَﻟْﺤُﺐُّ ﻓِﻰ ﺍﻟﻠَّﻪِ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﺒُﻐْﺾُ ﻓِﻰ ﺍﻟﻠَّﻪِ
düstur-u Rahmanî yerine, el’iyazü billah
ﺍَﻟْﺤُﺐُّ ﻓِﻰ ﺍﻟﺴِّﻴَﺎﺳَﺔِ ﻭَ ﺍﻟْﺒُﻐْﺾُ ﻟِﻠﺴِّﻴَﺎﺳَﺔِ
düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine manen şerik eylemesin.
Görelim Mevlâ neyler,neylerse güzel eyler.
Risale-i Nur ve ondan tam ders alan biz şakirdleri, değil dünya siyasetlerine, belki bütün dünyaya karşı da Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve şimdiye kadar da etmemişiz. Biz, ehl-i dünyanın dünyalarına karışmıyoruz. Bizden zarar tevehhüm etmek divaneliktir.
Evvelâ:
Kur’an bizi siyasetten men’etmiş; tâ ki elmas gibi hakikatları, ehl-i dünyanın nazarında cam parçalarına inmesin.
Dünya cereyanları, hususan siyaset cereyanları ve bilhâssa harice bakan cereyanlar sizi tefrikaya atmasın. Karşınızda ittihad etmiş dalalet fırkalarına karşı perişan etmesin!
ﺍَﻟْﺤُﺐُّ ﻓِﻰ ﺍﻟﻠّٰﻪِ ٭ ﻭَ ﺍﻟْﺒُﻐْﺾُ ﻓِﻰ ﺍﻟﻠّٰﻪِ
düstur-u Rahmanî yerine, el’iyazü billah
ﺍَﻟْﺤُﺐُّ ﻓِﻰ ﺍﻟﺴِّﻴَﺎﺳَﺔِ ﻭَ ﺍﻟْﺒُﻐْﺾُ ﻟِﻠﺴِّﻴَﺎﺳَﺔِ
düstur-u şeytanî hükmedip, melek gibi bir hakikat kardeşine adavet ve el-hannas gibi bir siyaset arkadaşına muhabbet ve tarafdarlık ile zulmüne rıza gösterip, cinayetine manen şerik eylemesin.
Cenab-ı Hak ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirdlerini bu musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin, âmîn.
Said Nursî
Risale-i Nurun en bariz hâsiyeti,usandırmamak.Yüz defa okunsa,yüzbirinci defa yine zevkle okunabilir.
Sizler baktınız,günahlardan başka ne kazandınız?Ben bakmadım,ne kaybettim?
Kat’iyyen takarrür etmiş ki, Risale-i Nur hakikatlerine gıdaya ihtiyaç gibi bu zamanda ihtiyaç var.
Hayatın lezzetini,zevkini isterseniz hayatınızı imanla hayatlandırınız ve feraizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz.
Gayr-ı meşrû ise bütün bütün zehirli bal hükmündedir.
İmam-ı Şafiî’nin (ra) dediği gibi: Haram nazar, nisyan verir.
Eski Said, bazı dâhî siyasî insanlar ve hârika ediblerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir İSTİBDADI hissedip ona karşı cephe almışlardı.
Küfre rıza, küfür olduğu gibi, zulme razı olmak dahi zulümdür.
Bu asrın bir hassası şudur ki,hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih ettiriyor.Yani kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.
Risale-i Nura ekmekten ziyade ihtiyaç var ki;çiftçiler,çobanlar, yörük efeler,hacat-ı zaruriyeden ziyade bir hacat-ı zaruriyeyi , Risale-i Nurun hakaikini görüyorlar.
Nasıl maddî hava fena ise fena tesir ediyor. Manevî hava da bozulsa herkesin istidadına göre bir sarsıntı verir. Şuhur-u selâse ve muharremede âlem-i İslâm manevî havası, umum ehl-i imanın âhiret kazancına ve ticaretine ciddi teveccühleri ve himmetleri ve tenvirleri o havayı safileştiriyor, güzelleştiriyor. Müthiş arızalara ve fırtınalara mukabele ediyor. Herkes o sayede ve sayesinde derecesine göre istifade eder.
Fakat o şuhur-u mübareke gittikten sonra, âdeta o âhiret ticaretinin meşheri ve pazarı değiştiği gibi; dünya sergisi açılmaya başlıyor. Ekser himmetler, bir derece vaziyeti değişiyor. Havayı tesmim eden buharat-ı muzahrefe o manevî havayı bozar. Herkes derecesine göre ondan zedelenir.
Bu havanın zararından kurtulmak çaresi, Risale-i Nur’un gözüyle bakmak ve ne kadar müşkülat ziyadeleşse kudsî vazife itibarıyla daha ziyade ciddiyet ve şevkle hareket etmektir. Çünkü başkaların füturu ve çekilmesi, ehl-i himmetin şevkini, gayretini ziyadeleştirmeye sebeptir. Zira gidenlerin vazifelerini de bir derece yapmaya kendini mecbur bilir ve bilmelidirler.
Hüsn-ü niyet öyle bir kimyadır ki şişeleri, elmasa çevirir; toprağı, altın yapar.
Ahirzamanda kadınların samimi dinlerine ve kuvvetli itikatlarına tâbi olunuz – hadis