İçeriğe geç

Kaşağı Kitap Alıntıları – Ömer Seyfettin

Ömer Seyfettin kitaplarından Kaşağı kitap alıntıları sizlerle…

Kaşağı Kitap Alıntıları

korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!
beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım. anılarım sanki sadece keder ve üzüntü için yapılmış.
Tatsız, sevinçsiz, sevgisiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen yorgunluk dolu soğuk hayat… Şimdi karmakarışık amaçlarla, hırslarla, gerçekte değersiz olan ulaşılması uzak arzularla; kısacası, sersemliğin bir özeti olan nedensiz ve dayanılmaz kararsızlıklarla yaralanan ruhum, kalbim ve iç dünyam…
Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım.
Ordumuz etti yemin titreti hakû zemin.
Dünyada en çok ve taparcasına sevdiğim tek insan annem
Ölüm mutlak ve zorunluydu.
Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım
Anılarım sanki sadece kader ve üzüntü için yapılmış.
Korkma sen türksün türkler hiçbir zaman hiçbir yerde hiçbir yerden korkmazlar.
Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş
(Kalıcı olan tek şey güzel bir esermiş)”
Ölüm mutlak ve zorunluydu.
Aklına mezar ve toprak geldi. Orası kimbilir ne kadar karanlıktı. Tıpkı derin ve susuz bir kuyu gibiydi.
Ölüm
Kalbimin içinde büyük bir sızı büyür, büyür.
Yüreğimi acıtır.
Anılarım sanki sadece keder ve üzüntü için yapılmış.
Ah, on beş sene önceki çocukluk ve şimdiki ben Tatsız, sevinçsiz, sevgisiz, aşksız ve heycansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen yorgunluk dolu soğuk hayat Şimdi karmakarışık amaçlarla, hırslarla, gerçekte değersiz olan ulaşılması uzak arzularla; kısacası sersemliğin bir özeti olan nedensiz ve dayanılmaz kararsızlıklarla yaralanan ruhum,kalbim ve iç dünyam Şimdi sanki henüz bu gece görülmüş bir rüya gibi, daha on beş saniye önce görülmüş bir rüya gibi verdiği mutluluk unutulamyan ve aslında gürültülü ve hüsran verici bir rüya olan bu fani hayat içinde kötü olmayan tek şey çocukluk ve anıları
büyük felaketler daima
büyük yeniliklere başlangıç olmaz mıydı?
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Vurulursun! Vatana hasret gidersin! diye onu geride bırakmak istedi. Kara Memiş, o zaman birdenbire gençleşmiş bir kaplan gibi doğruldu. Duramıyordu. Kalkan, kılıç istedi. Sonra geminin kıçında sallanan sancağı göstererek:
Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan, al bayrağın dalgalandığı yer değil midir? dedi.
Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım.

Kaşağı, Ömer Seyfettin

Kardeşine iftira atıp onun ölümünden sonra vicdan azabıyla yanıp tutuşan bir çocuğun dramı anlatılmaktadır.
Keyifli okumalar.
“Dinle beni yavrum” diye başladı, “sana Türkiye’yi Batı Türkler’inin halini anlatayım. Bizim hükümetimizi kuran Ertuğrul ve Osmanoğulları, Turan’dan, Horasan’dan, Altındağı’ndan kalkarak Anadolu’ya gitmişler. Anadolu’da ne kadar Türk varsa, Selçuki ve başkaları… Hepsini kılıç kuvvetiyle birleştirmişler. Sonra Anadolu’ya geçmişler. Orada Rum, Arnavut, Bulgar, Sırp gibi milletleri esir etmişler. Memleketlerini almışlar. Daha sonra çok kuvvetlenince Suriye ve Arabistan’ı alarak oralarda düzensizlik felaketlerine son vermişler. Fakat aldıkları yerlerin halkını Türkleştiremediklerinden, bu büyüklük onların zayıf düşmelerine sebep olmuş, hani bir bardak limonatanın içine fazla su koyup çoğalttıkça, nasıl şekerin kuvveti azalırsa ve tadı kaçarsa öyle Eskiden bu milletleri ayrı ayrı, oldukça iyi idare etmişler. Sonra Tanzimat işi bozmuş. Ah bu Tanzimat Bu işte asıl felaketimizin başlangıcıdır.”
Nihayet elimizde bu günkü Rumeli ile Anadolu kaldı. Rumeli gitmek üzereydi. Şarkın uyanılmaz uykusundan Genç Türkler uyanmışlardı. Meşrutiyet ilan ettiler. İşte dört senedir hükümeti, Osmanlı hakimiyetini tutuyorlar. Yalnız bu ‘‘Genç Türk’’ öyle bir kuvvetti ki, en gizli yollardan devletimizin temeline hücum eden, devletimizi yıkmaya çalışan Rumlara, Bulgarlara, Sırplara, Arnavutlara karşı geliyor, onlarla uğraşıyorlardı. Bugün bu kuvvet yıkıldı. Yere serildi. Artık Türklüğün düşmanları serbest kaldı. Rahat rahat çalışacaklar. Mezarımızı bir an içinde kazacaklar ”
Primo:
“Acayip, bu Tanzimat ne?” diye sordu.
Babası daha uzunca anlatmaya başladı:
“Türklüğümüzü bütün unuttuğumuz tarih Bu Tanzimat, Avrupavari kanunların bizim memleketimize uygulamaya başlanmasıdır. Bu yabancı ve muzır kanunlar -eski esirlerimiz olan halkların çok işine yaramış. Çünkü bu kanunlar Avrupa medeniyetinden, yani Hıristiyanlık ruhundan doğuyordu.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
“Geçme namerd köprüsünden, ko apartsın su seni!
Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!
Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!”
Şimdi beklenilmeyen, ümit ve hayal edimeyen bir dakikada Trablus’a saldırıyor, elli senedir süren “Afrika’yı Latinleştirmek” faciasının son perdesini açıyor veya kapatıyordu. Bu nasıl bir insanlıktı? Bu iyiliğin, vahşilikten, barbarlıktan, yamyamlıktan ne farkı vardı? Silahsız Afrika’yı tamamıyla zapt eden bu yırtıcı, insafsız, müthiş Avrupalılar Asya’yı da paylaşıyor, bu tecavüzlerine soğukkanlılıkla: “Doğu Meselesi! “diyorlardı.
Bu gaddar Avrupa’nın alanı ancak on milyon kilometrekareydi. Oysa Afrika’daki Fransız sömürgesi on milyon üç yüz bin kilometre! İnsanlığa Fransızlardan daha çok hizmet etme fikrinde bulunan İngilizlerin yalnız Afrika’daki sömürgesi on milyon kilometrekareden azdı. Bir vakitler, genel barıştan en çok bahsedildiği zaman, meşrutiyete, hatta cumhuriyete sahip ve mükemmel idareli, küçük, fakat namuslu bir hükümetceğizin üzerine aç ve kudurmuş bir hayvan gibi atılmış, onu çatır çatır paralayarak yutmuştu. Zavallı Transval’in yalnız bir günahı vardı: Zenginliği, altın madenlerinin bol bulunması!
“Ah, iyiliğe hizmet eden Avrupalılar!.” diye söyleniyordu.

Avrupalıların önceden önem vermediği, hatta bazı normal bulduğu hareketleri ansızın aklına geliyordu. İlk defa Fransa’yı hatırladı. Daima değere, insanlığa hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyuyor, çölün silahsız, saf, masum, insan canlısı, ahlaklı ve asil evlatlarını mitralyözlerle öldürüyor, huzurlu şehirleri, sakin yuvaları seri ateşli toplarla yıkıyor, hiçbir suçu olmayan koca bir milleti esir yapıyor; vatanlarını, mallarını, çalıyor; ırzlarını, hayatlarını, ruhlarını zapt ediyordu.

aslında gürültülü ve hüsran verici bir rüya olan bu fani hayat içinde kötü olmayan tek şey çocukluk ve anıları…
Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım.
Hayat bir uykudur, aşk onun rüyası.
Ordumuz etti yemin
Titredi hâk ü zemin
Domuz derisinden post, gâvurdan dost olmaz.
Hayat bir uykudur,aşk onun rüyasıdır
Korkma sen Türksün! Türkler hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiçbir yerden korkmazlar
Geçme namerd köprüsünden, kopartsın su seni!
Korkma düșmandan, ki ateș olsa yandırmaz seni!
Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!
Beni üzen șeylerin hiçbirini unutmadım.
Şimdi düşünüyorum da hayatta bu zavallı ve şefkatsiz geçmişten oluşan, garip bir boşluktan başka bir şey olmayan bu hayal içinde ne vurdumduymazlık, ne gizli bir hız var!..
Ah, on beş sene önceki çocukluk ve şimdiki ben… Tatsız, sevinçsiz, sevgisiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen yorgunluk dolu soğuk hayat
Annemi bir meleğe benzetiyordum. Bu hayalle melekleri düșünerek Kuran okuyan annemin șimdi etrafına toplanmaları gereken melekleri görüyorum sanarak dalıverdim.
Annem geceleri șöyle derdi:
Yatmadan önce dersini 3 kere oku yavrum, uyurken melekler sana onu öğretir.
Henüz gün ıșımamıștı. Sabah aydınlığının donuk, kırmızı sessizliği; gecenin soğuk, karanlık perdesini parçalayarak büyüyor ve genișliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, ayağımın altında duran bütün evler, sonsuz bir uykunun kâbuslarını tamamlıyor gibi mat ve cansız duruyorlardı deniz, sınırsız, mat bir lacivertlikle uyuyor ve tan vaktinin sona eren gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla sonsuz bir sınır çiziyordu.
Yalan ve iftiranın dayanılmaz vicdan azabı
Her sabah ahıra girer girmez:

Tımarı ben yapacağım! desem de Dadaruh

— Yapamazsın! Diye cevap verirdi.

— Niçin?

— Daha küçüksün de ondan.

— Yaparım.

— Büyüdüğünde yaparsın!

— Ne zaman?

— Boyun at kadar olunca.

Geçme namerd köprüsünden, kopartsın su seni!
Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!
Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!”
Büyük Hoca” dediğimiz kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı. Mavi gözleri çok sert parlar, gaga gibi eğri, sarı burnuyla tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi.
Ben sürekli acı içinde yaşayan bir adamım! ..Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım. Anılarım sanki sadece keder ve üzüntü için yapılmış.
Şimdi sanki henüz bu gece görülmüş bir rüya gibi, daha on beş saniye önce görülmüş bir rüya gibi verdiği mutluluk unutulamayan ve aslında gürültülü ve hüsran verici bir rüya olan bu fani hayat içinde kötü olmayan tek şey çocukluk ve anıları…
Ah, on beş sene önceki çocukluk ve şimdiki ben… Tatsız, sevinçsiz, sevgisiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen yorgunluk dolu soğuk hayat
Neden ağlıyorsun? diye sordum.
Kardeşin hasta.
Iyi olacak.
Hayır, olmayacak .
Ne olacak peki?
Kardeşin ölecek.
Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım.
Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım.
Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım. Anılarım sanki sadece keder ve üzüntü için yapılmış.
..arkadaşları bile kendisini iyice anlayamamışlardı. Feylosof, kötümser, derviş, sinirli derlerdi. Fakat hayır, o, sadece bir ümitsizdi!
..arkadaşları bile kendisini iyice anlayamamışlardı. Feylosof, kötümser, derviş, sinirli derlerdi. Fakat hayır, o, sadece bir ümitsizdi!
..yaşayan dinç bir milletin ne tarihi, ne adı değiştirilebilir.
Ey Ashabı Kehf! Sizin Türkiye’de dilinizi anlayan yoktur. Yine mağaranıza kapanınız, ezeli uykunuza dalınız.
Hayat bir uykudur, aşk onun rüyasıdır.
Her şeyi siyah gören kötümser:
Bu bir sıtmadır, geçer
İnsanın kendine gizlisi yoktur.
Ne zaman, nerede, nasıl sustuğumu bugün bile hatırlayamıyorum. Sanki sonsuza dek ağlıyorum.
Beni üzen şeylerin hiçbirini unutmadım
Bir serçe var mıydı ki kendi sürüsünü bıraksın da, gitsin kargalara, güvercinlere karışsın? Demek kendi milletinden, kendi sürülerinden ayrılan, yabancı ve düşman milletlerin kuvvetlerime karışan Türk subaylarında şu serçecikler kadar anlayış, gerçeği görme ve asalet yoktu.
Şuur başımıza nasıl yakmayan bir yıldırım gibi düşer? Tolstoy daha dokuz aylık bir çocukken kendisinin banyoya sokulduğunu hatırlıyor ilk duygusu bir haz! Benimki müthiş bir ıstırap ile başladı.
Darwin denilen adamın sözüne inanmalı. Evet, insanlar mutlaka maymundan türemişler! Çünkü işte neyi görsek hemen taklit ediyoruz; oturmayı, kalkmayı, içmeyi, yürümeyi, olan her şeyi…
Güzel bir sabah, aydınlık, geniş bir sokaktan yapayalnız geçmek ne tatlıdır!
Bu fani hayat içinde kötü olmayan tek şey çocukluk ve anıları.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir