İçeriğe geç

Karanlıkta Sabah Kuşları Kitap Alıntıları – Ahmet Altan

Ahmet Altan kitaplarından Karanlıkta Sabah Kuşları kitap alıntıları sizlerle…

Karanlıkta Sabah Kuşları Kitap Alıntıları

“Bir erkeğe duyduğu aşk, bir bardak suyla bitti.”
“Şuna ise hiç karar veremiyorum, bir parçalanma mı hayat, yoksa bir bütünleşme mi, hayat dediğimiz çaba, iki ayrı parçayı sonuna dek iki ayrı parça halinde tutmaya çalışmak mı, yoksa onları bir bütünlüğe kavuşturmak mı?”
“Ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir, öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak”
“Gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır”
“Hatırlamak için harcadığımızdan çok daha fazla çabayı unutmak için harcıyoruz herhalde.”
“Bazen bir ömür bir uçurum taşırız içimizde ve fark etmeyiz bunu.”
“Ama şimdi onu yitirirsem, onu elimden alırlarsa, ruhum sokaklara düşer, rastgele bir yabancıdan sevgi dilenir, o değerli zehirden birazcık olsun tatmak için yalvarıp yakarır.”
Nietzsche dâhiydi, Salome zeki.
Zekâ, dehayı sevmedi.
Dâhi, zeki olana tutuldu.
Aradaki yaş farkına rağmen, daha çocuk olan, daha güçsüz olan, daha şaşkın olan ve delirmeye daha yakın duran dâhiydi.
Nietzsche, kendi denizaltısını delilikten yaptı.
Kırk yaşındayken, yüzünü bile görmediği yirmi yaşındaki bir genç kıza âşık olduğuna karar verdi. Sonra gördü o kızı. Delilik aşk kılığında geldi ona.
Bizim iki sesimiz olmalı bu zor günlerde.
Biri sevdiğine evet diye fısıldamak, biri despotlara hayır diye naralanmalı..
Özgürlüğe kendimizi bir boşluğa bırakır gibi bırakma dürtüsü, bizim özgürlüğümüzün bir başkasının esaretine yol açacağı tedirginliğiyle bıçaklanıyor, başkasının esaretiyle kuşatılmışken biz özgür olabilir miyiz sorusu büyüyor içimizde.
en büyük savaşları kendi içimizde yaşıyoruz.
Eziliyoruz.
Ezilmek zaten acı verici, ama bunlar tarafından ezilmek, işte bu, acıyı dayanılmaz bir sıkıntıya, taşınamaz bir bıkkınlığa çeviriyor.
Tarihi tarih yapan her kötülük bizde de var.
Zulüm var, cinayet var, ölüm var, pusu var, entrika var, kışkırtma var, işkence var, haksızlık var, açlık var, fakirlik var, dikta hevesi var, diktatör olmak isteyenler var.
Olur bunlar.
Bunun için küsmez insan kendi toplumuna.
Katillerden, zalimlerden, kanlı iktidarlardan hep çıkartılacak bir ders kaldı insanlığa, tarihin her döneminde görülen zulüm, görkemi ve zekâsıyla, öfke kadar itiraf edilmesi zor bir hayranlık da yarattı.
paraya önem verme, güçlüye boyun eğme, haksız kavga çıkarma, haklı olduğunda kavgadan kaçma.
Anlaşılmak istiyor musunuz?
Gerçekten anlaşılmak?
Ya her şeyi biliyorsam hakkınızda?
Ya aklınızdan geçenleri biliyorsam?
Ya derinlerde gizli olanı görüyorsam?
Sever misiniz sizi bu kadar anlayan birini?
Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir.Bu bilimsel bir deney veya herhangi bir kuram içinde geçerlidir.Mesela bir proton normalde bize sadece yükü ve kütlesi hakkında bilgi verir.Ama herhangi bir hızlandırıcıda çarpıştırılıp parçalara ayrılan bir proton ,bize bu yükü veya kütleyi nasıl kazandığı hakkında daha detaylı bilgi verir.Yada nöroloji için konuşucak olursak sağlam bir insan beyni bize içindeki hangi kısmın ne işe yaradığı konusunda pek az bilgi verir.Ama nezaman ki bu beynin bir kısmı hasar görür ve bu hasar sonucu kişi bazı duyuşsal yeteneklerini kaybeder.İşte o zaman beynin yapısına dair daha detaylı bilgiye sahip oluruz.Yada biyoloji içinde durum farklı değildir.Mesela tasarımlarında belli hatalara sahip canlılar görmemiz onların varoluşlarını oluşturan mekanizmalar hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmamıza yararlar.Aynısı bilimsel kuramlar içinde geçerlidir.Mesela eski insanlar ısıyı,maddenin hareketi olarak değilde maddeden dışarı çıkan birşey olarak düşünüyorlardı.Ve sonra birgün kalayı ısıttıklarında yanan kalay, metal kirecine dönüşüyordu.Ama ilginç bir şekilde yanmadan önceki halinden daha ağır oluyordu.Ve o dönemin bilim insanları bu nasıl olabilir diye düşündüler.Eğer ısı maddenin yanınca dışarıya attığı bir fazlalıksa o zaman bu maddenin yanınca daha hafif olması lazım.Yani bu tarz deneysel bir çatlak o dönemin bilim insanlarına sahip oldukları ısı kuramının yanlışlığı hakkında daha detaylı bilgi verdi.Sosyoloji içinde durum pek farklı değildir.Mesela bir sistemin kendi içindeki çatlakları o sistemin işleyişi hakkında daha detaylı bilgi verir.Aynı bunun gibi insan ilişkilerinde de durum benzerdir.Mesela nezaman ki bir ilişki bozulur ozaman insanlar sahip oldukları gerçek kişilikler hakkında daha detaylı bilgi verirler.Yada konuya dair son bir örnek verecek olursak: Psikolojideki anormal insanlar olmasaydı bugün normal insanın psikolojisinin işleyişi hakkında bukadar detaylı bilgiye sahip olmazdık.Yani demem o ki örnekleri çoğaltmak mümkündür ama bu konunun ana fikrinin önemini arttırmayacaktır.Bu yüzden yazının başında dediğim şeyi tekrarlamakta fayda var:Kırılan herşey sağlamından daha çok şey öğretir!
Ama ya asla sahtekârlık yapmıyormuş gibi davranmanıza ne diyeceğiz, sahtekâr olmak değil de hiç sahtekârlık yapmıyormuş gibi durmak bence asıl büyük sahtekârlık.
Hayattan, sevinçten, aşktan söz etmek gene ihanetin sınırları içine düştü.
Ateşe konmuş kara kaplı bir kazan gibi ölüm köpürüyor içimizde.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Günahları özlemesem, çılgınlıkları, öfkeleri, kavgaları unutsam.
Hayatı hafifçe yaşamak ağır geldi bize.
Hayatı ağır yaşadık.
Çeşmenin yanında susuzluktan ölüyorum.
hayatı o kadar hafif yaşamaya yetmiyor bizim gücümüz.
Ağır bir şekilde yaşıyoruz biz hayatımızı. Mutluluk kavşaklarında hafif manevralar yapamıyor, ağır hamlelerle mutsuzluğa ve pişmanlığa doğru yürüyoruz.
Doğan günden beklediğim bir şeyler vardı ve beklediğim bir şeyler olduğu sürece yaşlanmayacağımı biliyordum, yaşlanmak beklerrîekten vazgeçmekti, sabahın yeni bir şey olduğuna inanmamaktı yaşlanmak.
Gün ağarırken, yalnızken hep olduğu gibi, aşkı ve ölümü düşünüyordu insan.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
nedense, katillerin de öldüğünü düşündüm, öldürmek kurtarmıyordu onları ölümden.
Askeri bir cunta yönetiyordu ülkeyi.
Başkentte darağaçları kuruluyordu.
Askerler tarafından devrilmiş olan politikacılar, askerlerin asmak istediği çocukların asılması için parlamentoda iki ellerini birden kaldırıyorlardı; onlar, cumhurbaşkanlığına çıkan yolların çocuk ölülerinin sırtından geçeceğini bilecek kadar akıllı ve ileri görüşlüydüler .
Sizi korkutan eski generallere nasıl bakıyor gözleriniz?
Dünyaya, hayata, dostlara ve düşmanlara
Nasıl bakıyor sizin gözleriniz?
Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan?
Gözleriniz, bir aynada gözlerinize değdiğinde, nasıl bakıyor?
Utançla m ı, ıstırapla mı, ko rkuyla mı?
Sizin gözleriniz nasıl bakıyor, hiç merak ettiniz mi?
Nasıl bakıyor o gözleriniz şu yaşadığınız hayata?
Gözleriniz nasıl bakıyor, hiç merak ettiniz mi?
Kilitli bir kapı gibi mi, hiç ışık sızdırmayan?
Korkuyla mı, elemle mi, çaresizlikle mi, sevgiyle mi, acıyla mı, sevinçle mi?..
Nasıl bakıyor gözleriniz?
Ne görüyorsunuz kendi bakışlarınızda?
Size yalan söyleyenlere nasıl bakıyor gözleriniz
Zamanı geldiğinde önüne geçebilecek hiçbir güç yoktur.
Hiçbir barikatta durmaz.
Hiçbir engelde duraklamaz.
Bazen hileyle, yalanla, ihanetle, bazen silahla, zorla, dövüşle yürür gitmek istediği yere.
İstediğine ulaşana kadar yürür
Bu kentin, bu ıssız sokakların unuttuğu duyguları, aşkı, neşeyi, sevinci, şaşırmayı, şakaları hatırlatarak karşımda duruyor, beyaz sakallarıyla bir bahçe duvarının üzerinde oturan bu yaşlı ve yalnız adamı seyrediyordu
tümüyle acının arzuhalcisi olmuştum, her yandan üstümüze yağan acıların sağanağıyla hep yanık yanık tüten öfke çiçekleri açıyordu içimde, sevinmeyi, şaşırmayı, herhangi bir şeye gülümseyerek bakmayı, gördüğüm bir şeyi bir başkasına heyecanla gösterme isteğini unutmuştum.
Sevgilerinin karşılığında bir şey istemeyenler binlerce yıldan beri yenilirler.
Galipler, tanrıyı ve vatanı sevdikleri için sevgilerinin karşılığını isterler, özgürlüğümüzü, mutluluğumuzu, geleceğimizi, onurumuzu, hayallerimizi, hayatlarımızı isterler.
Hazreti İbrahim olsan, sana gönderilen kurbanı sen pazarda satarsın.
Hazreti İsa’yı gözünün önünde çarmıha gerseler, sen başka bir şeye ağlarsın..
Tanrıya yakarır, ama firavunlara taparsın.
İki şehri var gecenin, biri gözümde tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur gibi çöken siste, bana bu uykusuz şehri niye bıraktın, göze alamadığım bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin.
Zevk veren ve zevk vaat eden her şeyi unutmak için çabalayıp duruyoruz.
Gözlerimiz unutmaktan ve ayrılıktan acıyor
Ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir.
Gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır
Her unutuş bir eksiliş gibi gelmiyor mu size.
Hatırlamak için harcadığımızdan çok daha fazla çabayı unutmak için harcıyoruz herhalde.
Unutmak
“Bazen, bir ömür bir uçurum taşırız içimizde ve fark etmeyiz.”
“Bekleyen kadın her zaman bir sığınaktı çünkü, güzel kadınlar tarafından terk edildiğinde koşup gideceği, yaralarını iyi edeceği, dinleneceği, soluklanacağı bir sığınak.”
Sevgisiz ve anlamsız bir hayat artık karanlık ve kirli duvarlarıyla ruhunuzu ezen, içinde kıpırdayamadığınız dar bir hücredir
Bizde bir sahtekârlığa dönüşen güçsüzlük onda içtenliğe dönüşüyordu.
Saf ve içten bir güçsüzlük ise her şeyden daha çekiciydi.
Gücü, bir kadının yüzüne karşı gerçeği söylemeye yetmemişti, gerçeği söyleyip bir kadının öfkesi ve üzüntüsüyle yüzleşmektense, kendi hayatını yakmaya razı olmuştu; bütün bir hayatla kıyaslandığında çok kısa sürecek bir acıyı taşıyacak gücü olmadığından, ömrünün geri kalan kısmını dinmez bir sızıya çevirmişti.
Âşk her zaman acemiydi.
Yaşlanmıyordu aşk, bin bir sağanaktan, çağlayandan, fırtınadan örselenerek geçiyor, ama yeni bir menzile hep taze, hep el değmemiş, hep dokunulmamış varıyordu.
Çoğu zaman sırdan cümleler doğallığı, aşkı büyük cümleler de bize yalanları söyler.
hayatımdan daha kıymetli bir şeylerim var benim.
Bir yazı, bir aşk, bir isyan
“Sevdiğin bir türküyü mırıldanmaktan hiç vazgeçmeyeceksin.”
“Her aşk ilk aşktı.”
“Bazen ölümden kurtarıyorsunuz bir kadını, bazen hayattan.”
“Ve âşık olduğunda, bir başkasını sevdiğin kadar seversin kendini.”
Anlaşma böyle, acı yoksa mutluluk yok.

Mutluluk varsa acı var.

Yalnızlık, her gittiğiniz yere sizden önce varıp sizi karşılar.
Kendi kendimizle savaşarak yürüyoruz.
Ve savaş, biz bittiğimizde bitiyor ancak.
Bazen, aynı anda iki ayrı nehirde yüzüyormuşuz gibi geliyor bana ve her bir parçamız yüzdüğü nehirden başka bir yerde bulunmak istiyor.
Sahtekar olmak değil de hiç sahtekarlık yapmıyormuş gibi durmak bence asıl büyük sahtekarlık.
Yazılan milyonlarca kitap insan ruhuna bir katre ışık düşürmek için çırpınırken ve biz onları okuyup insanları gözleyip tecrübelerimizi birbirine ekleyerek bir şeyler anlayıp öğrendik sanırken, birden değil başkasını, kendimizi bile tam anlamadığımızı yüzümüze çarpan gerçekler.
Biz durgun bir suyun üstünde gezinen kağıttan gemiler gibi derinlere hiç bakmadan yaşayıp gidiyoruz, sadece suyun üstündekilerden konuşuyoruz, sıkıcı olmayı ve sıkılmayı kabul ediyoruz, kendimizi mutluluktan ve acıdan sakınmak için.
Tanrı bizi birer heykel gibi yontuyor. Bizi biraz daha güzelleştirmek ve inceltmek için vurduğu çekiç darbeleridir acı.
Durgun bir suda yüzen kağıttan kayıklar gibi yalnızca suyun üstünde yüzenlerden konuşuyoruz, derinliklerde olanlardan, duygulardan konuşmuyoruz, konuşmak bize gerçek bir mutluluğu, mutluluk ise gerçek acıyı getirir diye korkuyoruz, bu korkunç ilişki bizi köksüz ve manasız konuşmalara mahkum ediyor, derinde olan, sahici olan söylenmiyor, yalnızca suyun üstünde yüzenler, kuru yapraklar, rüzgarla eğilen kamışlar, bazen bir nilüfer, yosun parçaları.
Acıdan kaçıyorsan mutlu olamazsın, mutlu oluyorsan acı çekeceksin.
Durgun bir suyun üstünde, bir zaman sonra iyice ıslanıp batmak üzere gezinen küçük kağıttan gemiler gibi, suyun derinliklerinde olanlardan hiç konuşmadan yalnızca üstünde gördüklerimizden, saman çöplerinden, dal parçalarından, kurumuş yapraklardan, arada bir görünen nilüferlerden, rüzgarla eğilen kamışlardan, yosunlardan söz ederek geçiyoruz hayatın içinden, gerçekler ise daha derinlerde saklı, tarif edemediklerimiz, anlatamadıklarımız, anlayamadıklarımız, ancak battıktan sonra görebileceğimiz o derinliklerde duruyor.
Ve ben geçtim.
Hayata mı ölümemi gittiğimi bilmeden geçtim bir ışığın,bir anın içinden.
Ben kayboldum.
Bütün yaşadıklarım kayboldu.
Hayatı çırılçıplak eden bir ışığın içinden kaybolarak geçtik.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir