Ali Teoman kitaplarından Karadelik Güncesi kitap alıntıları sizlerle…
Karadelik Güncesi Kitap Alıntıları
“Şehir nüfusundaki hızlı artış nedeniyle, konut sıkıntısı son zamanlarda maalesef had safhaya vardı,” dedi çöp ayıklayıcı başını bilgiç bir edayla sallayarak, “Bu yüzden devlete, belediyeye ve vakıflara ait tüm binalar birer birer ikamete açılıyor. Kütüphane memurları kitap depolarında, öğretmenler okul tuvaletlerinde, müezzinler minarelerde, hayvanat bahçesi bekçileri ise hayvan kafeslerinde yaşıyorlar. Ailesini yanına alıp, çalıştığı devlet dairesine taşınan tapu kadastro memurları var. Gülhane Arkeoloji Müzesi GAM’da bir müze bekçisinin İskender lahdinin içine döşek serdiğini duydum. Bazı ağır ceza hakimleri ise mübaşirler ve kâtiplerle birlikte mahkeme salonlarında yatıp kalkıyorlarmış.”
Dokundukları yerde silinmesi olanaksız izler bırakır, hiçbir zaman yok olup gitmez kimi şeyler.
“Zaman hiç durmaz,” diye sürdürdü konuşmasını bahçıvan, “Tabiat hep hareket hâlindedir. Su buharlaşıp göğe çıkar, orada buluta tahavvül eder ve yağmur olup yağar toprağa. İnsanın fikriyatı da aynen böyledir. Tıpkı cıva gibi, bir an bile duramaz yerinde, bir hâlden ötekine geçer, değişir, başkalaşır.
Kaktûs, uçsuz bucaksız çöllerin ağırbaşlı sakini. Tek başına yaşar. İçine kapanık, mahzun ve ketumdur. Gözyaşlarını içine akıttığı söylenir, bu yüzden bünyesinde bol miktarda su vardır. Kavgacı değildir, ama gerektiğinde kendisini korumayı da bilir. Aç gözlü hasımlarının saldırılarını sivri dikenleri sayesinde savuşturur. Hatta çölün kralı olan deve bile bu dikenler yüzünden kaknûsun yanına yaklaşmaya cesaret edemez. Fakat dışı her ne kadar sert ve dikenli ise de, içi sulu ve yumuşaktır
“Zaman hiç durmaz.”
“Zaman hiç durmaz,” diye sürdürdü konuşmasını bahçıvan, “Tabiat hep hareket hâlindedir. Su buharlaşıp göğe çıkar, orada buluta tahavvül eder ve yağmur olup yağar toprağa. İnsanın fikriyatı da aynen böyledir. Tıpkı cıva gibi, bir an bile duramaz yerinde, bir hâlden ötekine geçer, değişir, başkalaşır. Seyfettin Bey gibi velut bir âlimin de ilelebet aynı konuya çakılıp kalması beklenemezdi tabii. Evvelce bahsettiğim nazariyesini ihdas edip İÇNEBAT adlı eserini tamamladıktan sonra, dikkatini cemiyet ilminden ruh ilmine çevirdi yavaş yavaş. Böyle olması kaçınılmazdı, çünkü insan denen bu girift mahluku bütün veçheleriyle tetkik edip anlamaya çalışıyordu. Esasen bir maddiyat ilmi olan büyülûjiden başlayıp sosyulûjiye, oradan da insanın en karanlık noktasını yani ruhunu araştıran piskulûjiye geçmişti. Görüyorsun Beyim, müşahhastan mücerrete, madden ruha, den’iden ulviye doğru kararlı bir yükseliş Dünya üzerindeki en mükemmel varlık olan nebat, burada da en mühim yol gösterici olacaktı elbette. Bu konuda yazılmış en muhtelif makaleleri ve RUHNEBAT (Ruhiyat-ı Nebatiye) adında bir de kitabı vardır Seyfettin Bey’in, ki bu eser daha önce yazdığı İÇNEBAT’ın bir devamı ve tamamlayıcısı mahiyetindedir. Dakik müşahede ve tetkikler vasıtasıyla nebatların ruh tahlilini yapan Seyfettin Bey, insanlarla nebatlar arasında, belki acemi bir gözün göremeyeceği, fakat aslında gayet kuvvetli bir rabıta olduğunu tespit etti ve buna MÜNNAZ (Müşahabet-i Nebatiye Nazariyesi) adını verdi. Bu nazariyeye göre, her insan ruhen belli bir nebata, bir çiçeğe, bir ağaca, bir meyvaya ya da bir sebzeye benzer. Bu muayyen nebat âdeta o şahsın bir ruh ikizi gibidir ve o nebatın ruh tahlili, mezkûr şahsın da hâletiruhiyesinin anlaşılmasına yardımcı olur. Seyfettin Bey bu nazariyeyi evvela kendisine tatbik ederek kendi nebatının dağ orkidesi olduğunu buldu. Sadece başı dumanlı dağların en sarp doruklarında, yalçın kayalıklarda, dipsiz uçurumların kıyısında yetişen, ulaşılması fevkalade zor, nadide bir çiçektir bu. Kırmızı renkli ve ipek gibi yumuşacık yapraklarını yiyen kişinin gözüne fer, nefsine kuvvet, zürriyetine ziyade bereket verir. Bu sebeple, ehl-i muhabbet arasında gayet makbul olup dirhemi Mısır Çarşısı’nda yüz altın liraya satılır. Fakat nasıl olur ki her gülün bir dikeni var ise, bu nadide çiçeğin de büyük bir kusuru vardır. Şöyle ki yapraklarının kılcal damarlarındaki tuhaf bir zehir, insanı bir lahzada sarhoş edip aklını başından alır, divaneye çevirir. Bu tehlikeli nebatın faydasını görebilmek için, butânik ve büyülûji ilimlerinden anlamak icap eder. Dağ orkidesinin ancak birtakım hususî ameliyelerle elde edilen usaresi katre hâlinde alınırsa şifalıdır. Aksi takdirde, maazallah, kişiyi helak eder. Bütün tehlikelere göğüs gerip binbir zahmetle dağa tırmanarak dağ orkidesini taşların arasındaki sarp yuvasından sökmeye muvaffak olan bir nice muhteris maceraperest, göz alıcı renklerle bezenmiş bu çiçeği oburca yemişler ve şehvet ve cehaletlerinin kurbanı olup oracıkta tecennün ederek kendilerini yardan aşağı atmışlardır. Filhakika, Seyfettin Bey ve diğer yüksek âlimler de aynen böyledir. Onların sözleri akil bir zat için en hakikî mürşittir, ama cühela güruhu bu arifane sözleri yanlış tefsir eder ve kendi mahvına koşar.”
Bahçıvan, koynundan ağzı tıpalı ufak bir şişe çıkarıp İbrahim Nemrûd’a gösterdi.
“Eksik olmasın, kendi elcağızıyla hazırladığı âlâ dağ orkidesi usaresinden bana da bir miktar verdiydi Seyfettin Bey. Çok şükür, gerçi gücüm kuvvetim yerinde, usareye filan ihtiyacım yok, ama hani olur da lazım olursa diye Eee, düşmez kalkmaz bir Allah, Beyim, tedbiri elden bırakmamak gerek. İstersen sana da bir ufak şişe vereyim.”
“Yok, çok teşekkürler,” dedi İbrahim Nemrûd telaşla. “Midemle ilgili birtakım sorunlarım var, çok gerekmedikçe ilaç almamaya çalışıyorum. Merak ettim, sizin bitkiniz hangisi peki?”
“Hangisi olacak, okaliptüs tabii.” Dedi bahçıvan heyecanla az ötelerdeki ulu bir ağacı göstererek ve ekledi: “Şu boya, posa, endama bak, Beyim! Aynı ben! İsminden de belli, okka okka bir nebat Oğullarımın nebatı ise bezelyedir. Nitekim iki bezelye tanesi kadar birbirlerine benzerler.”
İlk bakışta pek anlaşılmıyor gerçi, ama, evet, bir benzerlik var galiba,” dedi İbrahim Nemrûd kaşlarını kaldırarak.
“Ve işte bu da senin nebatın,” dedi bahçıvan.
Hemen hemen adam boyundaki iri ve kalın bir kaktüsün önünde duruyordu.
“Kaktüs mü?” dedi İbrahim Nemrûd hayretle.
“He ya, kaknûs, uçsuz bucaksız çöllerin ağırbaşlı sakini. Tek başına yaşar. İçine kapanık, mahzun ve ketumdur. Gözyaşlarını içine akıttığı söylenir, bu yüzden bünyesinde bol miktarda su vardır. Kavgacı değildir, ama gerektiğinde kendisini korumayı da bilir. Aç gözlü hasımlarının saldırılarını sivri dikenleri sayesinde savuşturur. Hatta çölün kralı olan deve bile bu dikenler yüzünden kaknûsun yanına yaklaşmaya cesaret edemez. Fakat dışı her ne kadar sert ve dikenli ise de, içi sulu ve yumuşaktır. Başlıca muarızı olan çöl faresi, dikenli zırhında ufacık bir boşluk bulup burayı kemirerek içine girer ve o koskoca kaknûsu için için yiyip bitirir. İçi boş, kuru, cansız bir kabuk kalır geriye. Düşünsene, Beyim, ufacık bir çöl faresi ”
“Evet,” diye başını salladı İbrahim Nemrûd, “Fareleri hiç sevmem.”
Bahçıvan, koynundan ağzı tıpalı ufak bir şişe çıkarıp İbrahim Nemrûd’a gösterdi.
“Eksik olmasın, kendi elcağızıyla hazırladığı âlâ dağ orkidesi usaresinden bana da bir miktar verdiydi Seyfettin Bey. Çok şükür, gerçi gücüm kuvvetim yerinde, usareye filan ihtiyacım yok, ama hani olur da lazım olursa diye Eee, düşmez kalkmaz bir Allah, Beyim, tedbiri elden bırakmamak gerek. İstersen sana da bir ufak şişe vereyim.”
“Yok, çok teşekkürler,” dedi İbrahim Nemrûd telaşla. “Midemle ilgili birtakım sorunlarım var, çok gerekmedikçe ilaç almamaya çalışıyorum. Merak ettim, sizin bitkiniz hangisi peki?”
“Hangisi olacak, okaliptüs tabii.” Dedi bahçıvan heyecanla az ötelerdeki ulu bir ağacı göstererek ve ekledi: “Şu boya, posa, endama bak, Beyim! Aynı ben! İsminden de belli, okka okka bir nebat Oğullarımın nebatı ise bezelyedir. Nitekim iki bezelye tanesi kadar birbirlerine benzerler.”
İlk bakışta pek anlaşılmıyor gerçi, ama, evet, bir benzerlik var galiba,” dedi İbrahim Nemrûd kaşlarını kaldırarak.
“Ve işte bu da senin nebatın,” dedi bahçıvan.
Hemen hemen adam boyundaki iri ve kalın bir kaktüsün önünde duruyordu.
“Kaktüs mü?” dedi İbrahim Nemrûd hayretle.
“He ya, kaknûs, uçsuz bucaksız çöllerin ağırbaşlı sakini. Tek başına yaşar. İçine kapanık, mahzun ve ketumdur. Gözyaşlarını içine akıttığı söylenir, bu yüzden bünyesinde bol miktarda su vardır. Kavgacı değildir, ama gerektiğinde kendisini korumayı da bilir. Aç gözlü hasımlarının saldırılarını sivri dikenleri sayesinde savuşturur. Hatta çölün kralı olan deve bile bu dikenler yüzünden kaknûsun yanına yaklaşmaya cesaret edemez. Fakat dışı her ne kadar sert ve dikenli ise de, içi sulu ve yumuşaktır. Başlıca muarızı olan çöl faresi, dikenli zırhında ufacık bir boşluk bulup burayı kemirerek içine girer ve o koskoca kaknûsu için için yiyip bitirir. İçi boş, kuru, cansız bir kabuk kalır geriye. Düşünsene, Beyim, ufacık bir çöl faresi ”
“Evet,” diye başını salladı İbrahim Nemrûd, “Fareleri hiç sevmem.”
Varolmak algılanmaktır. Eğer bir şey tek bir kişi tarafından böyle algılanıyorsa, vardır. Siz ve ben onları algılıyoruz, öyleyse varlar. Hem var olmak dediğimiz nedir ki zaten? Sahip olmadığı özellikler atfetmeyin ona. Tümüyle görüntüden ibarettir aslında varlık, kuşkulu bir olumsallığın geçici bir süre için algılanabilir bir kalıba dökülmüş halinden başka bir şey değildir. Mutlak varlık yoktur. İçerik geçicidir, kalıcı olan görüntüdür yalnızca.
Unutma ki, bir sorunun yanıtlanabilmesi için önce mutlaka dile getirilmesi gerekir.
Çünkü bir dili bilmek, onu konuşabilmektir aslında: Dil konuşulmak için vardır. Okumak ve yazmak ise, periferide kalan protez becerilerdir doğaları gereği. Onlar olmadan da, asal işlevi olan iletişimi kusursuz bir biçimde yerine getirebilir dil. Okuma-yazma, tarihsel süreç içinde önem kazanır, ama iş o noktaya gelirse, çok değil beş yüz yıl sonra -ki yaşlı dünyamızın tarihinde bir nefes denli kısa bir andır beş yüz yıl, evrenin tarihinde ise koca bir çöldeki ufacık bir kum tanesi bile değildir- bizden geriye kalacaklar hakkında hangimiz fikir yürütebilir? Ya da kim bundan beş yüz yıl önce yazılmış bir metni okuduğunda, gerçekten anladığını iddia edebilir onu yazan kişinin söylemek istediklerini? Kendi kuralları çevresinde varolan, dışa kapalı bir evrendir yazı; içine girmeyi başardığımızı sandığımız anda bile, aslında çevresinde dönüyor olabiliriz onun. Acıklı ve gülünç bir yanılsamadır bu: Bilenle bilmeyen birdir; çünkü bilen, yalnızca bildiğini sanandır aslında.
Söyle, sen hâlâ güneşli günlere inanıyor musun? Sonuncu günümüzü çoktan tüketmedik mi? Gecenin zifirî karanlığından başka sığınabileceğimiz bir tek ülke kaldı mı?
Geceleri gökyüzünü seyreder misin hiç? diye konuştu derinlerden gelen boğuk ve yabancı bir sesle, Ben sık sık seyrederim ve orada, yükseklerde, en uzaktaki o yıldızlardan birinde olduğumu düşlerim hep. Öyle büyük bir yıldız değil, küçük, küçücük, ama yalnızca bana ait bir yıldız Hatta bir yıldız bile değil belki, belki bir ay ya da bir göktaşı ya da bir gezegenin yörüngesinde ağır ağır dönenip duran irice bir kaya parçası İşte orada, o ıssız sığınağımın kıyısında tek başıma durup aşağıya, dünyaya bakarım. Dünya oradan öylesine ufak ve zavallı görünür ki Bir zamanlar pürüzsüz ve ışıl ışıl olan, ama yıllar yılı hoyratça oradan oraya atılmış, yıpranmış, berelenmiş, parlaklığını yitirmiş, alacalı bulacalı bir misket gibi tıpkı Ah, geceleri gökyüzü Geceleri gökyüzü acımasızdır, inan, ve anıların ürkütücü varlığıyla yaralı
Yapacak o denli çok iş ve o denli az zaman var ki Fırsat ise seyrek ve talih kaypak Ürkütücü bir hızla akıp gidiyor zaman parmaklarımızın arasından. Sen kendi ömrünü, ben kendi ömrümü her solukta oburca soğuruyoruz. Geriye ne kadar zamanımız kaldı, bunu kim bilebilir ki? Senin kaç günün var, benim kaç? En doğrusu, günlerin çetelesini tutmayı bırakmak öyleyse ve yaşamak, yalnızca yaşamak Yaşayabildiğimizce, yaşayabildiğimiz gibi, yaşayabildiğimiz kadar, dertsiz ve körlemesine
Kimsin sen?
Ben kim miyim? Kim miyim ben? Miyim ben kim? Ah, bunu kendime yüzlerce, binlerce, on binlerce defa sormadığımı mı sanırsın? Keşke sana verecek bir cevabım olsaydı.
Ben kim miyim? Kim miyim ben? Miyim ben kim? Ah, bunu kendime yüzlerce, binlerce, on binlerce defa sormadığımı mı sanırsın? Keşke sana verecek bir cevabım olsaydı.
Bakış herşeydir, söz ise hiçbir şey: Binlerce iyi düşünülmüş, titizlikle seçilmiş sözün anlatamayacağı birşeyi bir anda tek bir pırıltıyla anlatıverir çünkü bakış, bunun farkındasın.
Düşünce, varoluşun safrasıdır. Derinlere, en derinlere kök salan duygu ve sezginin yanında, olsa olsa güdük, enez, acınası bir ottur düşünce.
Ama ‘uzun zaman’ dediğin de nedir ki? Neye göre uzun? Bir çınarın ömrüne göre mi, bir sivrisineğininkine göre mi yoksa? Bu bakımdan, o kadar da uzun zaman olmamıştır belki. Hatta bize uzun görünen bu zaman, belki de kısa, çok kısa, kıpkısa bir andır, bir türlü sabaha varmayan soğuk bir kış gecesinde bir seyyalenin görünüp yitmesi kadar kısa
İstikbaldeki efendilerimizin önünde eğilelim, çünkü dünya günün birinde nebatlara kalacak. Bizim marazlı bedenlerimiz toza toprağa karışıp yokolmuşken, onlar bizim etimiz ve kemiğimizle beslenerek dünya üzerinde devlet ve afiyetle hüküm sürüyor olacaklar.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Geceleri en çok ne yaparız, bilir misin? Dalgın dalgın bakarız içimizdeki durgun ve karanlık suya. Suyun yüzeyi dipten gelen güçlü bir darbeyle kıpırdanır, sudaki görüntümüz dalgalanır, çarpılır, bulanır. İnanabilir miyiz bunun bizim yansımız olduğuna? Söyle, sudaki biz, biz miyiz?
Düşlerinin çoğunu daha sonra neden anımsayamadığını düşündün mü hiç? Oysa gece yaşamımızdır düşler, gündüz yaşamımızdan hiç de daha az gerçek olmayan bir yaşam, yaşamımızın gölgede kalan yarısı, ayın karanlık yüzü O karanlığa bakmaya kim cesaret edebilir ki?
Varolmak algılanmaktır. Eğer birşey tek bir kişi tarafından algılanıyorsa, vardır. Siz ve ben onları algılıyoruz, öyleyse varlar. Hem ‘varolmak’ dediğiniz nedir ki zaten? Sahip olmadığı özellikler atfetmeyin ona. Tümüyle görüntüden ibarettir aslında varlık, kuşkulu bir olumsallığın geçici bir süre için algılanabilir bir kalıba dökülmüş halinden başka birşey değildir.
Ölümden sonra da bir yaşam vardır, bilir misiniz? Madde yokolmaz, bozunur ve dağılır sadece. Gereken işlemler zamanında yapıldığı takdirde, bu nahoş süreç tamamen durdurulamasa bile, gözün seçemeyeceği kadar yavaşlatılabilir en azından, ki zaten esas olan da budur. Eski Mısırlılar bu gerçeğin çok iyi farkındaydılar ve ölülerini, sanılanın tersine, öbür dünyaya hazırlamak için değil, bu dünyada olabildiğince uzun tutabilmek için tahnit ederlerdi.
Unutmayınız: Hakikat teferruatlıdır. Esas olan, bu teferruatın içinde kaybetmemektir kendimizi.
Felsefe ve sanatın tersine, ferdî yeteneklerin ön plana çıktığı afakî bir disiplin değildir müspet ilim. Bu alandaki bütün mühim buluşlar, uyumlu bir takım çalışmasının eseridir. Ne yazık ki memleketimizde gereken önem verilmiyor bu tür şeylere ve
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Ana girişin hemen yanındaki büyük mermer yazıtta belirtildiği gibi, binanın yüz kat değil, doksan dokuz kat inşa edilmiş oluşunun simgesel bir anlamı vardı: Yüz sayısının temsil ettiği yetkin bütünden bir eksiklik, adalet sisteminin ister istemez içinde barındırdığı ufak yanılma payını simgeliyordu. Belki tedirgin edici, ancak herşeye karşın göze alınması, hatta teşvik edilmesi gereken bir riskti bu, çünkü tıpkı siyahın beyazı ya da karanlığın ışığı görünür kılması gibi, küçük de olsa bir adaletsizlik olasılığının varlığı, adaleti olumluyor, onun paha biçilmez değerini ortaya koyuyordu.
Psikanaliz, yalnızca basit bir terapi yöntemi değil, bir insanı baştan ayağa yeniden yaratmak, daha doğrusu yepyeni bir insan yaratmaktır aslında.
Unutma ki, bir sorunun yanıtlanabilmesi için önce mutlaka dile getirilmesi gerekir.
Biz basit insanların hayatı da basittir, Beyim, kolayca kabulleniriz çünkü biz kaderimizi.
Yollar farklı olabilir, ama hepsi de aynı yere çıkar sonuçta. Gitmeleri gereken yerden başka biryere gidebileceklerini sananlar, gafillerdir.
Psikanaliz, yalnızca basit bir terapi yöntemi değil, bir insanı baştan ayağa yeniden yaratmak, daha doğrusu yepyeni bir insan yaratmaktır aslında.