Hermann Hesse kitaplarından Kaplıcada Bir Konuk kitap alıntıları sizlerle…
Kaplıcada Bir Konuk Kitap Alıntıları
Dünyanın o mutlu renkliliğine durmadan hayranlıkla işaret etmek, yine durmadan bu renkliliğin temelinde bir birlik ve bütünlüğün yattığını anımsatmak istiyorum; sürekli olarak şunu göstermek istiyorum ki, güzel ve çirkin, aydınlık ve karanlık, günah ve kutsallık yalnızca bir an için birbirinin karşıtı kimliğiyle açığa vurur kendini, bunun dışında her zaman iç içedir.
Yaşam bir hesap sorunu, bir matematik formülü değildir çünkü, bir mucizedir.
Neden ancak zaman zaman sahip çıkabiliyoruz bu bilgeliğe? Neden ancak iyi günlerimizde sahip çıkabiliyoruz? Neden hep bizim değil bu bilgelik?
Ne güzel şeydi yaşamak!
Neden doğal olan şeye karakterden yoksun, sağlıklı ve kolaylıkla anlaşılabilir şeylere tabu gözüyle bakıyorsunuz?
Üzgünüm, sizi kırmak, gücendirmek istemezdim kuşkusuz, ama doğrusu benim için gerçeklikten yoksun birisiniz. Karşımda sergilediğiniz tavrınızda, algılamalarımızı yaşantılara dönüştüren, olup bitenleri gerçeklikle donatan o inandırıcı karakter çizgileri yok sizde ”
Ne kadar tatsız olursa olsun, insanın içinden sıyrılamayacağı durum yoktur, yeter ki istesin
İnsan, kötü ve aptalca şeylere ne çabuk da alışıyor
Çalışmak, düşünmek ve okumak hevesini artık pek duymayışım, gerek ruhsal gerek bedensel bakımdan her türlü zindeliği ve enerjiyi yitirmiş olmam zaten tek başına yeterince kötü bir şeydi ama iş şimdilerde giderek daha da sarpa sarıyor.
En küçük bir gezintiye kalkışacak gücü bile kendimde bulamıyorum pek.
Tanrım, bu kuruntular nasıl da kaybolup gitti zamanla, bu umutlar nasıl da söndü; kaplıcaya yeni adımını atan, dimdik yürüyüp esnek bacaklarla gülümseyen kişiden, kendinden hoşnut, Malakka bastonuna dayanarak güle oynaya Kaplıca Yolu’ndan tin tin aşağı inen kişiden ne kaldı geriye!
Tanrım, kendi kendilerini sevip düşmanlarından nefret edebilen saf insanlar ne mutluydu!
Hayatımda çekmediğim acı kalmadı.
Geceleyin büyük bir uyuma özlemiyle yanıp tutuşuyor içim ama uykuya dalmam karmaşık bir olay, ilkin uyur uyanık bir süre yatıyorum, saatler sürüyor uykuya dalmam; beri yandan uykum öyle hafif, öyle ince, öyle çıtkırıldım ki şöyle bir üflemeyle dağılıp parçalanıyor hemen.
İşte böyleyiz biz, ödlek, güçsüz, zevkine düşkün, kocamış, bencil insanlarız.
Kendimi sanki iki yüz yaşında hissediyorum
Güzelliklerin ve ölümün, hazların ve geçiciliğin birbirini davet etmesi, birbirini gerektirmesi ne harikulade şey!
Yaşamımı tatlılaştırıp güzelleştirerek bir olağanüstülükle donatan ne varsa, tüm lütuf ve bağışlar, tüm büyüsellikler, tüm müzikler sabahleyin benden
uzaklaşır, göze görünmez olur, bir söylence, bir menkıbe gibi belli belirsiz duyurur sesini.
uzaklaşır, göze görünmez olur, bir söylence, bir menkıbe gibi belli belirsiz duyurur sesini.
” elden geldiğince çok gezip dolaşacak, heyecanlanmayacak, sinirlenmeyecek, kendimi tasa ve kaygılardan olabildiğince uzak tutacaktım. ”
Çevremi aynı yolun yolcularıyla, bana rakip kişilerle sarılmış görüyordum ve ben hepsinden oldukça üstün durumdaydım.
”Hepsi de benden daha mustarip, daha zavallı, daha hasta, daha acınacak
durumdaydı; bu da işte alabildiğine su serpti içime ”
durumdaydı; bu da işte alabildiğine su serpti içime ”
Kendi düşünce ve duygularıma doğru ve haklı gözüyle bakmak gibi bir hazzı elimden kaptırmak istemem; oysa çevre durmadan bunun tersinin doğruluğuna beni inandırmaya çalışıyor.
Söylentiye göre Schwaben’lılar ancak kırkında akıllanırmış, özgüven duyguları fazla güçlü sayılmayan Schwaben’lıların, kendileri bazen buna bir çeşit yüzkarası gözüyle bakar.
Özdeyiş: Aylaklık bütün psikolojinin başıdır.
NIETZSCHE
NIETZSCHE
öyle ya, işlerimizde akıllıca davranmayı, telaş ve heyecanlardan kaçınmayı kendimize rehber edinseydik, yaşam denilen şey böyle mi olurdu?
Karşımda dikilmiş duruyorsunuz öylece, yeleğinizin altında kuşkusuz mideye indirilmiş bir mönü var ama kalpten eser yok, insanı yanıltacak kadar güzel taklit edilmiş beyin kabuğunuz içinde kuşkusuz akıl varsa da doğa hak getire.
Ama ben her zaman en olağanüstü umutlara, en abartılı beklentilere kaptırıyorum kendimi.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
başka zamanlar baş tacı edebileceğim us’un yüzünü hiç göresim gelmiyor, ölümlü olmak istiyorum ben, çocuk olmak, çiçek olmak istiyorum.
Güzelliklerin ve ölümün, hazların ve geçiciliğin birbirini davet etmesi, birbirini gerektirmesi ne harikulade şey!
öyle bir duygu ki, dilin ruhumuzda geçen olayları açığa vuracak yeterli sözcüklerden yoksunluğunu gösteriyordu bize
Ne var ki, kırklı yaşların yarısı geride bırakıldı mı, insan yetenekli olsun olmasın, yaşlılığın o bilgeliği ya da düşünce tarzı kendiliğinden çıkıp gelir.
Peki ama eğlenip neşelendikleri gerçekten söylenebilir mi? Bütün o mermerler, kremşantiler, müzikler değer mi? Üniformalı personelin hizmetine koştuğu, önlerinde tıka basa yedikleri çeşit çeşit nefis ve tatlı yiyecek dolu tabaklarla bu insanlar, gazetelerde kıtlık, ayaklanma, silahlı çatışma ve idam haberlerini okumuyorlar mı? Zarif kafeteryaların kocaman vitrinlerinin ötesinde kanlı bir sefalet ve çaresizliğin, cinnet ve intiharın, korku ve umutsuzluğun kol gezdiği bir dünya yok mu?
Yazımızın doğuştan alnımıza yazıldığını, bundan kaçıp kurtulamayacağımızı biliyorken, yine de hepimiz can ve gönülden yanıp tutuşarak, seçim kuruntusna, irade özgürlüğü hayaline sarılmaz mıyız?
Bu sonu gelmeyen, bir dalga gibi sürekli kabaran denge olmasa, tek bir söz söylemeyi tek bir yargıda bulunmayı, sevgi ya da nefret besleyip bunları dile getirmeyi nasıl göze alabilirdim?
Dolayısıyla, günahları bırakalım kendi haline, bir süre üstesinden gelir, yeni günahlar işlemezsek, buna sevinelim.
Beni esenliğe çıkarması için tanrıya yakarıyorum, çünkü hissediyorum ki derin bir düş kırıklığına uğramama çok kalmamış..
Zarif kafeteryaların kocaman vitrinlerinin ötesinde kanlı bir sefalet ve çaresizliğin, cinnet ve intiharın, korku ve umutsuzluğun kol gezdiği bir dünya yok mu?
Üniformalı personelin hizmetine koştuğu, önlerinde tıka basa yedikleri çeşit çeşit nefis ve tatlı yiyecek dolu tabaklarla bu insanlar, gazetelerde kıtlık, ayaklanma, silahlı çatışma ve idam haberlerini okumuyorlar mı?
İnsan, kötü ve aptalca şeylere ne çabuk da alışıyor.
Yazımızın doğuştan alnımıza yazıldığını, bundan kaçıp kurtulamayacağımızı biliyorken, yine de hepimiz can ve gönülden, yanıp tutuşarak seçim kuruntusuna, irade özgürlüğü hayaline sarılmaz mıyız?
Güzelliklerin ve ölümün, hazların ve geçiciliğin birbirini davet etmesi, birbirini gerektirmesi ne harikulade şey!
Yüksek bir eğitim görmüş meslek mensuplarında belli bir idealizm, karşılarındaki insana anlayış göstermeye ve onunla konuşup tartışmaya belli bir isteklilik ararım, maddi çıkarlardan tümüyle bağımsız bir idealizm, kısacası biraz insancıl bir davranış. Öte yandan bilirim ki, bu insancıllık gerçekte var olmaktan çıkmıştır artık ve bunun jestlerine de çok geçmeden balmumundan figürler müzelerinde rastlanabilecektir.
işlerimizde akıllıca davranmayı, telaş ve heyecanlardan kaçınmayı kendimize rehber edinseydik, yaşam denilen şey böyle mi olurdu?
Öyle bir duygu ki, dilin ruhumuzda geçen olayları açığa vuracak yeterli sözcüklerden yoksunluğunu gösteriyordu.
Gerçek, düşlerden çok daha masumdur
Ay ışığının parıltısında, ey melek yüzlü sevgili
Mavi gözlerinde görüyorum, mutlu olacağım belli
Mavi gözlerinde görüyorum, mutlu olacağım belli
Aylaklık bütün psikolojinin başıdır.
İnsan, kötü ve aptalca şeylere ne çabuk da alışıyor, ne kolay haylaz bir köpeğe, ağzının tadını bilen besili bir domuza dönüşüyor, inanılacak gibi değil.
Güzelliklerin ve ölümün, hazların ve geçiciliğin birbirini davet etmesi, birbirini gerektirmesi ne harikulade şey!
Ne var ki, kendisinde de aynı şeyi saptayıp aynı ölçüyü kendi üzerinde de uygulayan, hem kendisine, hem rakibine hak tanıyan, insanın iç dünyası tarafından belirlenen o zorunlu mantaliteyi, düşünce tarzını ve di lini kullanma hakkını ona çok görmeyen, böylece birbirleriyle bir düşünce alışverişini gerçekleştiren ve bu arada yararlandıkları araçların kırık döküklüğünün, kullandıkları sözcüklerin çokanlamlılığının, gerçekten tam ve doğru bir dışavurum olanaksızlığının farkına varan, dolayısıyla yoğun bir özverinin, karşılıklı candan bir yaklaşımın ve entelektüel centilmenliğin gerekliliği bilincini hep içlerinde taşıyan insanlara, düşünen varlıklar arasında aslında pek doğal sayılacak bu iç açıcı duruma pratikte o denli acınacak kadar seyrek rastlanıyor ki, bu yönde her yaklaşıma, kısmen de olsa atılacak her gerçek adıma can ve gönülden kucak açıyoruz.
Ne var ki, kırklı yaşların yarısı geride bırakıldı mı, insan yetenekli olsun olmasın, yaşlılığın o bilgeliği ya da düşünce tarzı kendiliğinden çıkıp gelir, hele bedenin yaşlılığı da her türlü uyarı ve şikayetleriyle buna omuz verdi mi, kolayca gerçekleşir olay.
Ama ben her zaman en olağanüstü umutlara, en abartılı beklentilere kaptırıyorum kendimi. Diyelim biriyle tanıştım da cana yakın buldum, en iyi şeyler beklenebilecek biri gözüyle bakıyorum ona, üstelik bunu ondan istiyorum. Yanıldığımı anlayınca da büyüden kurtuluyorum, gözüm açılıyor ve üzülüyorum.
ölümlü olmak istiyorum ben, çocuk olmak, çiçek olmak istiyorum.
Ama ya yıldızlar! Sessiz ışıltılarla, uzaklarda titreşen evrensel müzikle dolu, her biri bir göz ve bir düşünce olan yıldızlar – aman dostlar, bunlardaki güzellik bir başkadır!
Yenilgi ve umutsuzluklar nedeni ile kendi kendimi paylamayacak, pişmanlık duymayacak, bundan böyle kendimi suçlamayı bir yana bırakacağım. Her şey hayrıma oldu çünkü.
Insan kötü ve aptalca şeylere ne çabuk da alışıyor, ne kolay haylaz bir köpeğe, ağzının tadını bilen besili bir domuza dönüşüyor.
Kendi kendilerinden asla kuşkuya düşmemiş, çünkü ülkelerinin sefalet ve felaketinde kendilerinin sözde en ufak bir sorumluluğu olmamış, tüm sorumluluğu doğal olarak Fransızlara, Ruslara ya da Yahudilere, kim olduğu fark etmeyecek birine, kısacası bir başkasına, bir düşmana , yükleyen yurtseverlere ne mutluydu!
Tanrım, kendi kendilerini sevip düşmanlarından nefret edebilen saf insanlar ne mutluydu!
Niçin günümüzde her şey böylesine çirkin?
Nasıl çiçekler ölümlü ve güzel, oysa altın kalıcı ve sıkıcıysa, doğal yaşamın tüm devinimleri de ölümlülüğü ve güzelliği, us ise ölümsüzlüğü ve sıkıcılığı içeriyor.
Aşırılıklar içermeyen bir gün, ne dışarıdan özel olaylara, ne içeriden özel belirti ve büyülü etkilemelere yer veren yarı kapalı, yarı ılık, normal bir gün.
İnsanın iç dünyası tarafından belirlenen o zorunlu mantaliteyi, düşünce tarzını ve dilini kullanma hakkını ona çok görmeyen, böylece birbirleriyle bir düşünce alışverişini gerçekleştiren ve bu arada yararlandıkları araçların kırık döküklüğünün, kullandıkları sözcüklerin çokanlamlılığının, gerçekten tam ve doğru bir dışavurum olanaksızlığının farkına varan, dolayısıyla yoğun bir özverinin, karşılıklı candan bir yaklaşımın ve entelektüel centilmenliğin gerekliliği bilincini hep içlerinde taşıyan insanlara, düşünen varlıklar arasında aslında pek doğal sayılacak bu iç açıcı duruma pratikte o denli acınacak kadar seyrek rastlanıyor ki, bu yönde her yaklaşıma, kısmen de olsa atılacak her gerçek adıma can ve gönülden kucak açıyoruz.
Ama ya yıldızlar! Sessiz ışıltılarla, uzaklarda titreşen evrensel müzikle dolu, her biri bir göz ve bir düşünce olan yıldızlar
“Bugün de bir zamanki gibi bazen bir çocuk, bazen yaşlı bir adam, bazen iki, bazen bin yaşında bir kimse olabiliyorum.”
“Ne kadar tatsız olursa olsun, insanın içinden sıyrılamayacağı durum yoktur, yeter ki istesin ”
“Artık tümüyle tembellikten, halsizlikten, can sıkıntısından, miskinlik taşan bir uyuma isteğinden oluşan biriyim.”
“İncil’deki bütün o dikkate değer bir zorlayıcılığı içeren sözlere yalnız ahlaksal açıdan, yalnız “Bunu yapman gerekiyor!” şeklinde buyruklar gözüyle bakmıyordum ben, benim için bu sözler gerçek bir bilgenin dostça imalarıydı; bilge bize işaret ediyor, “Bu sözün gereğini eksiksiz yapmayı dene bir, bak bunun ne çok iyiliğini göreceksin.” diyordu. Biliyordum ki, bu sözler sadece en yüce ahlaksal buyrukları değil, ruha yönelik mutluluk öğretisinde en yüce ve en akıllıca şeyi de içermekte, İncil’deki bütün sevgi kuramı, öbür anlamları dışında alabildiğine incelikli düşünülüp kotarılmış ruhsal bir teknik olmanın önemini de taşımaktaydı.”
“Tanrım, kendi kendilerine sevip düşmanlarından nefret edebilen saf insanlar ne mutluydu! Kendi kendilerinden asla kuşkuya düşmemiş, çünkü ülkelerinin sefalet ve felaketinde kendilerinin sözde en ufak bir sorumluluğu olmamış, tüm sorumluluğu doğal olarak Fransızlara, Ruslara ya da Yahudilere, kim olduğu fark etmeyecek birine, kısacası bir başkasına, bir “düşmana” yükleyen yurtseverler ne mutluydu!”
“ sanki dünyada her şey bizim mantıksal düşüncemizin buyruğundaymış, sanki her şeyi mantığımızla çekidüzene sokabilirmişiz.”
Ama ben her zaman en olağanüstü umutlara, en abartılı beklentilere kapılıyorum. Diyelim biriyle tanıştım da cana yakın buldum, en iyi şeyler beklenebilecek biri gözüyle bakıyorum ona, üstelik bunu ondan istiyorum. Yanıldığımı anlayınca da büyüden kurtuluyorum, gözüm açılıyor ve üzülüyorum.
“Aydın ve zeki insanlarda her an karşılaşılan şeydir çünkü, her biri karşısındakinin mantalitesine, diline, dogmalarına ve mitolojisine öznel şeylermiş gözüyle bakar, sadece bir deneme, sadece gelip geçici bir benzetme olarak görür bunları. Ne var ki, kendisinde de aynı şeyi saptayıp aynı ölçüyü kendi üzerinde de uygulayan, hem kendisine, hem rakibine hak tanıyan, insanın iç dünyası tarafından belirlenen o zorunlu mantaliteyi, düşünce tarzını ve dilini kullanma hakkını ona çok görmeyen, böylece birbirleriyle bir düşünce alışverişini gerçekleştiren ve bu arada yararlandıkları araçların kırık döküklüğünün, kullandıkları sözcüklerin çokanlamlılığının, gerçekten tam ve doğru bir dışavurum olanaksızlığının farkına varan, dolayısıyla yoğun bir özverinin, karşılıklı candan bir yaklaşımın ve entelektüel centilmenliğin gerekliliği bilincini hep içlerinde taşıyan insanlara, düşünen varlıklar arasında aslında pek doğal sayılacak bu iç açıcı duruma pratikte o denli acınacak kadar seyrek rastlanıyor ki, bu yönde her yaklaşıma, kısmen de olsa atılacak her gerçek adıma can ve gönülden kucak açıyoruz.