İçeriğe geç

Kandan Adam Kitap Alıntıları – Abdullah Aren Çelik

Abdullah Aren Çelik kitaplarından Kandan Adam kitap alıntıları sizlerle…

Kandan Adam Kitap Alıntıları

Utanç hepimize, utan ise yalnızca hatayı yapan kişiye aittir.
“İnsan gizlediği şeydir,”
Susan kişinin kederi, kederi büyük olanın öfkesi de büyük olur.
Solan şu dünyada insan kaybolup giden bir gölgeden başka bir şey değildir.
Yıllarını elinden alan ve bir türlü geçmeyen bir ağrıydı bu Kendisine ait olmayan bir zamanın kucağına düşmek neyse, bu ağrı da öyle bir şeydi.
Yalnızlığın bir tarafı da eşya ile kurulan akrabalıktı.
Yaşarken yalnız kalmanın, yalnızken ölmenin, ölüme adım adım giderken yaşam denen mefhumun ne olduğunu azar azar öğrenmişti.
Geleceğe güven duyabileceği hiçbir şey yoktu hayatında.
Oysa İzmir’den Diyarbakır’a ilk geldiğinde dikkatini çeken en önemli ayrıntı, insanların çok kolay öldükleriydi.
Solan şu dünyada insan kaybolup giden bir gölgeden başka bir şey değildir,
Hayat olduğu haliyle bırakıldığında ne bayağı, ne mükemmel, ne temiz, ne de olduğundan daha kirliydi. Her yer ve her şey insanın çabasıyla güzelleşirdi.
Konuşmadan konuşuyor, bakmadan görüyor, işitmeden dinliyorlardı birbirlerini.
Bir şeyi yeniden hatırlamanın ıstırabını duydu. Yıllarını elinden alan ve bir türlü geçmeyen bir ağrıydı bu.
Herkes sahte bir yüz, sahte bir kimlikle yaşıyordu. İnsanları açıktan söyledikleri şeyler değil de daha çok gizledikleri şeyler anlatıyordu.
Büyük devletlerin büyük arşivleri ve büyük yalnızlıkları olur.
“Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.”
İnsan gizlediği şeydir.
“Güzellik ışıktan yapılmıştır,bakmayı bilen o ışığı çamurun içinde bile görebilir.”
“Solan şu dünyada insan kaybolup giden bir gölgeden başka bir şey değildir.”
Yaşarken yalnız kalmanın, yalnızken ölmenin, ölüme adım adım giderken yaşam denen mefhumun ne olduğunu azar azar öğrenmişti arşivde.
Umarım yumuşak yüzünün arkasındaki demir kapıyı açabilirim.
Hayat olduğu haliyle bırakıldığında ne bayağı, ne mükemmel, ne temiz, ne de olduğundan daha kirliydi. Her yer ve her şey insanın çabasıyla güzelleşirdi.
Susan kişinin kederi, kederi büyük olanın öfkesi de büyük olur.
Tarihin gözyaşları olsaydı, şüphesiz insanlık sular altında kalmıştı!
Dosyanın sonuçlanmadan,kısa süre içerisinde bu şekilde kapanmasına ne anlama geldiğini biliyordu.Diyarbakır’da geçen onca zamandan sonra öğrenciye en önemli şey; anlattıklarını anlamayan insanlar, nedensiz kapanan bu davalar olmuştur.
Rivayete göre doğuda her masalın sonunun kanlı bitmesinin nedeni bu hadiseymiş. O yüzden anlatılan hikaye bitmeden yenisi başlar ve sonsuz bir sabırla bu yeni hikayeler anlatılırmış.
Aniden bir ses duydu. Dönüp arkasında biri var mı diye dikkatle baktı. Ona bakan bir çift göz ile karşılaştı. Adımlarını hızlandırdı. Anlayamadın şey günlerde takip edenlerin bir şey yapmamasıydı
En zengin insan, en iyi dostlara sahip olandır.
Gerçek tek bir şey vardır hayatta, o da geçen zaman ve yenilgidir.
Kör bir kurşun kalbime saplansaydı, ölmekten değil o kör kurşunun seni kalbimden alıp götürmesinden korkardım.
Büyük devletlerin büyük arşivleri ve yalnızlıkları olur.
Ruh âşık olunca uçup kendi karatını terk eder, başkası olur, başkasının hayali olur ve en sonunda ölümüne yakın kendi ağırlığına dönerdi.
Tarihin gözyaşları olsaydı, şüphesiz insanlık sular altında kalmıştı..
Bir şeyi yeniden hatırlamanın ıstırabını içinde duydu.
Yıllarını elinden alan ve bir türlü geçmeyen bir ağrıydı bu.
Aşığını kaybetmiş maşuk misali yıllar sonra hatırlanıp iç çekilen bir yalnızlık, uğruna cenge girilen bir kadın, ağlanan bir vaha, susulan ve her gün bir kalp sızısıyla hatırlanan bir şey gibiydi.
Kendisine ait olmayan bir zamanın kucağına düşmek neyse, bu ağrı da öyle bir şeydi.
Muhtemelen ölümün taşıdığı bir ruhtu bu sessizlik. Yine de sessiz kalmayan ölüler de vardı.
Bu ölü raflarda dizili tozlu dosyalardan biri olup çıktım, dedi umutsuzca
Bir halde eyleyemez zevki zemanın;
Her şey depilir;kahrı değişmez bu cihanın..
Kemal Fevzi
Kalbim yoruldu, gözlerim beklemekten yoruldu, hayallerim yoruldu, beklemek bile yoruldu.
Kör bir kurşun kalbime saplansaydı, ölmekten değil o kör kurşunun seni kalbimden alıp götürmesinden korkardım.
Neredeyse her gece bir ya da iki kişi faili belli olmayan kişilerce öldürülüp yolun kenarına atılıyordu. Devletin, polisin ve yargının önemini her fırsatta dile getiren biriydi Ahmet Boz. Ne yazık ki bu üç kurum da iflas etmişti.
Kaçan her suçlu bir gün evine dönerdi.
En zengin insan, en iyi dostlara sahip insandır.
Güzellik ışıktan yapılmıştır, bakmayı bilen o ışığı çamurun içinde bile görebilir.
Susan kişinin kederi, kederi büyük olanın öfkesi de büyük olur.
Kurallarını başkasının koyduğu bir oyunda, insanın kendi hayatından başka öne süreceği bir şeyi yoktu.
İnsanları açıktan söyledikleri şeyler değil de daha çok gizledikleri şeyler anlatıyordu.
Umarım yumuşak yüzünün arkasındaki demir kapıyı açabilirim.
Yıllar yılı ruhları değil bedenleri sevişmişti. Konuşmamış birlikte aynı yolda yurumemis, aynı acıyı duymamış, aynı sese uyanmamiş, aynı ağıdı yakmamiş, aynı gökyüzünün altında el ele tutusmamislardi sanki.
Solan şu dünyada insan kaybolup giden bir gölgeden başka bir şey değildir.
Müzeler bir mezarlıklar tarihidir. Bana inan, kimse kendini öldürüp mezarını müzede sergilemez. Müzesi çok olan toplumların günahı çoktur çünkü!
Kendisine ait olmayan bir zamanın kucağına düşmek neyse, bu ağrı da öyle bir şeydi.
Zira yalnızlığın bilgisine erişmiş, içindeki bütün mevsimleri yaşamış ve bir bir arkasında bırakmış biriydi artık.
Yazgım beni aynı sona götürüyorsa hangi yolu seçtiğimin, nereye gittiğimin bir önemi var mı?
Her şeyin bir sonu olduğunu hatırlatan gün sonunun hüznü doldu içinde.
Yalnızlığın bir tarafı da eşya ile kurulan akrabalıktı.
Yaşarken yalnız kalmanın, yalnızken ölmenin, ölüme adım adım giderken yaşam denen mefhumun ne olduğunu azar azar öğrenmişti arşivde.
Bu şehirde ölülerden daha korkutucu bir şey varsa,o da emniyet müdürlüğüne ait taş binada gizlenmiş sessiz karanlıktı.Ahmet Boz yıllarca insanların taşıdığı bu korkuyu hem anlamış hem de buna uygun davranır olmuştu.Bu şehirde borusunu öttüren birileri varsa o da bu taş binanın içerisindeki polislerdi.
Sevgili Ahmet,sen hiç kendi mezarını müzede sergileyen bir toplum gördün mü?tabiiki görmedin.müzeler bir mezarlıklar tarihidir bana inan,kimse kendini öldürüp mezarını müzede sergilemez.müzesi çok olan toplumların günahı çoktur çünkü, Deyip lafı Ahmet Boz’un ağzına tıkamıştı.
Birbirleriyle savaşan insanlar,tarihin pislikleridir.Hayatta kalanlar ölenlere ait eşyaları sergiliyor müzelerde.hem de ne için biliyor musun?ölenlerin hatırası üzerinde daha iyi tepinebilmek için.böylece öldürdükleri insanlardan daha fazla intikam aldıklarını düşünüyorlar.Bir de buna tarih diyorlar utanmadan,
Bu kadar çok cinayetin işlenip üzerinin bu denli örtüldüğü başka bir şehir yoktur herhalde, demişti bir arkadaşina.arkadaşının bütün olup bitenleri özetleyen sözlerini dün gibi hatırlıyordu: başka türlü teröristlerle baş edilemez buralarda!
Ruh âşık olunca uçup kendi karatını terk eder,başkası olur,başkasının hayali olur ve en sonunda ölümüne yakın kendi ağırlığına dönerdi
Diyarbakır’da geçen onca zamandan sonra öģrendiği en önemli şey anlattıklarını anlamayan insanlar,nedensiz kapanan bu davalar olmuştu.Bir dosya bu kadar kısa sürede arşive yollanıyorsa,bunun nedeni açıktı.ya devletin milli menfaatleri zedelenmiş ya da davanın ucu kodaman birine gidip dayanmıştı.
Insanları açıktan söyledikleri şeyler değil de daha çok gizledikleri şeyler anlatıyordu.
Henüz yaşarken,dahası gencecik yaşında ölümün karanlık bilgisi düşmüştü üzerine.yaşarken yalnız kalmanın,yalnızken ölmenin,ölüme adım adım giderken yaşam denen mefhumun ne olduğunu azar azar öğrenmişti arşivde.
Kötü kokan,dilini bile bilmediğim bu insanların arasında ne işim var!diye söylenirdi.Sözlerinin acılığı küflü duvarlara çarpar,kuş misali camdan dışarıya kanatlanır,emniyet binasının duvarından aşağiya sarkıtılan ve arşivin camlarını neredeyse yarısını kapatan ay yıldızlı bayrağın yıldızına konardı.
Kapıdan ara ara giren soğuk rüzgâr da olmazsa odadaki boğucu hava dayanılır gibi değildi. Zira havanın sıcak olduğu günlerde bu boğucu hava insanın ruhuna sirayet edecek kadar ağırdı. Nem değildi bu. Diyarbakır’da nem yoktu çünkü. Olsa olsa şehrin kederine bulaşmış bir havaydı.
Bir şeyi yeniden hatırlamanın ıstırabını içinde duydu. Yıllarını elinden alan ve bir türlü geçmeyen bir ağrıydı bu. Âşığını kaybetmiş maşuk misali yıllar sonra hatırlanıp iç çekilen bir yalnızlık, uğruna cenge girilen bir kadın, ağlanan bir vaha, susulan ve her gün bir kalp sızısıyla hatırlanan bir şey gibiydi. Kendisine ait olmayan bir zamanın kucağına düşmek neyse, bu ağrı da öyle bir şeydi.
Gözüne ilişen her nesnenin bir dili ve bir anısı vardı. Çoğu zaman o nesnelerle konuşur, hatta onlarla dertleşirdi. Yalnızlığın bir tarafı da eşya ile kurulan akrabalıktı.
Zira yalnızlığın bilgisine erişmiş, içindeki bütün mevsimleri yaşamış ve bir bir arkasında bırakmış biriydi artık.
Büyük devletlerin büyük yalnızlıkları olur. Onlar kadar bu arşivlerde çalışan küçük de insanları.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir