İçeriğe geç

Kan Tadı Kitap Alıntıları – Haluk Gerger

Haluk Gerger kitaplarından Kan Tadı kitap alıntıları sizlerle…

Kan Tadı Kitap Alıntıları

Linç sözcüğü, çiftliğinde özel yargılamalar yapmak ve cezalar uygulamakla tanınan Albay Charles Lynch isimli zengin bir toprak ve köle sahibinden türetilmişti.
-Çocukların suistimal ve ihmalden korunmasına ilişkin programlardan 15,7 milyon kesti.

-Yoksul çocuklara bedava kitap verme programının kaldırılmasını teklif etti.

Rusçada özgürlük sözcüğü bulunmuyor diyecek kadar cahil, ABD Anayasası’nın yapılışında Tanrı’nın yol gösterici eli ni görecek kadar da tipik bir Amerikalıdır.
Amerikalı iktisatçı Lester Throw, iş dünyasındaki şu sözü aktararak Afrika’nın yıkımını tanımlıyor:

Şayet Tanrı onu (Afrika’yı) sana verip ekonomik diktatörü yaptıysa, yapılacak en akıllı iş, onu Tanrı’ya geri vermektir.

Biz bir ulusu değiştirmek istemiştik, oysa bir dünyayı değiştirdik.

Ronald Reagan

Bir Fransız gazeteci, 1998 yılında Carter’ın Ulusal Güvenlik danışmanı Zbigniev Brzezinski’ye, köktendincilere yaptıkları yardımlardan pişmanlık duyup duymadığını sorduğunda aldığı yanıt şöyledir:

Neden pişman olayım? Bu gizli operasyon harika bir fikirdi. Rusların Afganistan tuzağına düşmesi sonucunu doğurdu; siz benim bundan pişmanlık duymamı mı bekliyorsunuz? Sovyetler’in sınırı resmen geçtikleri gün Başkan Carter’a şunu yazdım: Şimdi SSCB’ye onların Vietnam Savaşı’nı verme fırsatını elimize geçirdik.

Katliam kahramanlık.
Ey Tanrı, bu mu yarattığın dünya
Bunun için miydi yedi günlük mucizen ve çaban?
Sokakta tutup yüzlerine tükürsen tahrik olmaz, hatta dönüp sana teşekkür bile ederler.
Hür Dünya nın lideri, ABD Büyükelçisi’yle yaptığı görüşmede de şöyle gürlemektedir: Bu orospu çocuğu, bu orospu çocuğu! Siz değil Sayın Elçi. Bu Allende orospu çocuğu. Onu parçalayacağız! Washington’da yetkililerin ağzında kan tadı vardır
1971 yılında, Hür Dünya nın bir başka demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti nde, Türkiye’de bir darbe yapıldı. Türk Gladyosu ve elemanlarının maaşlarını bir zamanlar ABD’nin ödediği Milli İstihbarat Teşkilatı, memleketi komünistlerden temizleme yolunda mümtaz hizmetlerde bulundu. Bağımsızlıkçı demokratik muhalefet, sosyalist hareket, emekçiler, Kürtler ve öteki azınlıklar orada da hunharca ezildi. Aynı ülkede 1980 yılında da askerler hükümeti devirip idareye el koyacaklardı. Generallerin darbe haberi, Amerikan Ulusal Güvenlik Konseyi Türkiye Masası Sorumlusu Paul Henze’ye, Paul, senin çocuklar nihayet yaptı! denerek iletildi ve o da sekiz aydır beklediği bu haberi alınca “derin bir iç çekti.
Siyah, militan ya da yoksul olmak, gündelik yaşamın her anında polis şiddetiyle karşılaşmak anlamına geliyordu. Polis dayağı, karakol işkencesi ve sokaklarda düpedüz kurşunlanmak hayatın doğal bir parçasına dönüşmüştü. Polisin, kendisinden korkarak kaçan küçük zenci çocuğu kaçtığına göre suçludur gerekçesiyle kurşunladığında ya da kimliğini çıkarmak için cebine davrandığında, Silah çekiyor sandım! diyerek siyah adamı öldürdüğünde, bu resmî makamlarca da doğal karşılanabiliyordu artık. Tabii bunlar medyanın haber değeri saydığı konular arasında da değildi.
Nelson Mandela 28 yıl sonra hapisten çıktığında, 1990’da George Bush’a, CIA adına özür dileyip dilemeyeceği soruldu. Sözcü Marlin Fitzwater’in yanıtı şöyleydi: Bu Kennedy yönetimi sırasında oldu. Kennedy’nin adamlarının yaptığı bir şey için beni sıkıştırmayın.
Üniversitelerde öğrenciler kurşunlanır, sokaklarda milyonlar yürür ve Vietnam’dan dönen askerler kirli savaşı lanetleyip vahşeti kayda geçirirlerken, Pete Seeger’in yazdığı ve Bob Dylan’ın okuduğu şarkı, Amerika’da, sınıf kardeşlerini öldürmeye ve ölmeye giden yoksul çocuklarının ardından yürekleri yakıyordu:

NEREYE GİTTİ BÜTÜN ÇİÇEKLER?

Nereye gitti bütün mezarlar?
Çok zaman geçti.
Nereye gitti bütün mezarlar?
Uzun zaman önce.
Nereye gitti bütün mezarlar?
Çiçeklere gitti, hepsi.
Ne zaman öğrenecekler?
Ne zaman öğrenecekler?

Robert McNamara 1995 yılında bir kitap yazdı. Geçmişe Bakarken: Vietnam Trajedisi ve Dersleri adlı kitapta şöyle yazıyor McNamara:

Ama yanlıştık, feci derecede hatalıydık. Gelecek kuşaklara bunun nedenlerini anlatma borcumuz var. Eski Yunan dramacı Aeschylus, ‘Çile çekmenin ödülü tecrübedir,’ diye yazmıştı. Vietnam’ın kalıcı mirası bu olsun.

26 Mart 1968’de My Lai köyünde Amerikalı askerler, aralarında bebeklerin, çocukların, yaşlıların ve kadınların da bulunduğu ve oradaki Amerikan askerlerinin belirttiği gibi aralarında askerlik çağında kimse olmayan 500 kadar köylüyü çukurlara indirdiler ve hepsini kurşunladılar, katlettiler. Yemek molası verildiğinde iş neredeyse bitmişti. İnsanları, evcil hayvanları, evleri ve ekinleriyle artık My Lai yoktu!
1966 yılında da, Amerikan uçakları çocukları napalm bombalarıyla öldürürken, bir dergi editörü, US News and World Report’tan David Lawrence, ABD’nin Vietnam’da yapmaya çalıştığı şey, bir halkın bir diğerine gösterdiği yardımseverliğin, zamanımızda tanık olduğumuz en önemli örneğidir, diyebiliyordu.
Bir çocuğa ait, yüzünde saman, yerde yatan küçük kalıntı vardı. Sopayla öldüresiye dövülmüştü. Sonra anlaşıldığına göre, çocuğa vururken yüzünü görmemek için asker yüzünü samanla kapatmıştı.
İki profesör, askerî raporların, ülkeye yapılan saldırıları tanımlarken yeryüzünün sanki bir dev tarafından parçalanması ve yemyeşil alüvyon arazisinin gri yulaf çorbası na dönüştürülmesi gibi benzetmeleri kullandıklarını zikrederek ekolojik dengeye verilen zararların sonuçlarının yüzyıllar boyu sürebileceğini belirtiyorlar.
Şiddet ve terörü, siyasetinin temel ilkesi hâline getiren bir devlet, şimdi kendi siyasi liderlerinin hayatıyla ödüyor bunu. Siyasi korsanlığa hayat veren bir sosyal ve politik sistem bütün dünyada nefret ve tiksinti uyandırıyor. Daha çok uzak olmayan zamanlarda Amerikan yaşam tarzını övenler tarafından bile bugünkü ABD, çürüyen bir toplum, düşük bir toplum, çöken bir toplum olarak nitelendiriliyor.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Kabul etmeliyiz ki, içimizde yıkıcı bir güdü var ve bu, tarihimizdeki ve kurumlarımızdaki karanlık bir dayanılmaz gerilimden kaynaklanıyor. Nihayet, Kızılderilileri öldüren ve siyahları köleleştiren bir halk olarak başladık. Kuşkusuz bunu çoğu kez İncil ve dua kitabıyla yaptık. Ama yaptıkları ne denli haklılık taşırsa taşısın, hiçbir ulus, içinin derinliklerinde –geleneklerinde, kurumlarında, şartlı reflekslerinde ve ruhunda– bizim yaptığımız gibi, şiddete eğilim barındırmadan edemez. Ne kadar Kızılderililerin ve siyahların tam insan olmadıklarını varsaymış olsak da, onların da Tanrı’nın çocukları olduğunu bal gibi biliyorduk. Sanki bu ilk deneyimle ulusumuz üstüne daha baştan bir bela çökmüştü; bugün hâlâ hayatımızı karartan bir lanet. Biz, belli ruh hâllerimizde, şiddetimizle gururlanıyoruz gerçekten; onu erkekliğimizin bir kanıtı olarak görüyoruz.
20. yüzyılın ikinci yarısında, Hür Dünya’nın lideri olan ülkede milyonlar, en temel insanlık ve yurttaşlık haklarından yoksun olarak yaşıyorlardı.
Kışkırtıcılığın sınırı yoktu.
Kennedy’nin danışmanlarından Arthur M. Schlesinger, Somoza’nın paralı askerleri, Bana Castro’nun sakallarından bir tutam getirin, diye yolcu ettiğini yazıyor.
Bakanlarının bile kendisi için neredeyse sokaktan kadın topladığı Başkan’ın korumalarının gözetiminde skandal derecesine varan sıklıktaki seks alemlerinin de temelinde, aldığı ilaçların yan etkilerinin yattığını iddia eden tıp adamları var.
Bir ülkede seçim olur. KGB bir adayı destekler, CIA bir başka adayı ve CIA’nın adayı kazanır.
Marshall, Öteki ülkelerin inşasına karşı çıkanlar bizden yardım beklemesin, diyor ve ekliyordu: Politik ya da başka yararlar elde etmek için yoksulluğu sürdürmek isteyen hükümetler, politik partiler ve gruplar ABD’nin muhalefetiyle karşılaşacaklardır.
Los Alamos’ta bulunmuş ünlü fizikçi Luis Alvarez ilk atom bombasının yapılmasını İsa’nın doğumundan daha büyük bir drama olarak tanımlarken, Truman’ın bakanlarından Henry Stimson, Bomba yı İsa’nın İkinci Dönüşü olarak tasvir etmekteydi.
Senatör Pell: Topyekûn bir nükleer savaşta ne kadar Amerikalı veya Sovyet yurttaşı ölecektir?

Savunma Bakanı Weinberger: Hiçbir fikrim yok Senatör.

Senatör Pell: Bu hesaplanmadı mı?

Bakan Weinberger: Duyduğuma göre zaman zaman yapılmış çeşitli hesaplamalar var. Bu bizim yaptığımız bir hesap değildir çünkü bizim caydırıcılık politikamızla ilgisi olan bir şey değildir.

Senatör Pell: Yani Bakanlığınızda sizin bildiğiniz ve bir nükleer savaşta tarafların kayıplarını hesaplayan bir plan yok?

Bakan Weinberger: Hayır. Bunun üzerinde zaman harcamıyoruz.

Senatör Pell: Bir nükleer savaşta ne kadar Amerikalı öleceği konusunda kişisel bir görüş belirtmek ister miydiniz?

Bakan Weinberger: Hayır. Bu konuda kişisel bir görüşüm yok. Nasıl hesaplanacağını bilmiyorum. Bu tür fantastik tahminler yapmakta bir amaç ya da yarar olduğunu sanmıyorum.

Manhattan Projesi’nin de başında bulunmuş olan General Leslie Grove, Atom silahlarına sahip olan bir ülke gerektiğinde ilk darbeyi vurmaya hazır olmalıdır, diye yazmıştı.
Nihayet, 6 Ağustos 1945 günü sabah saat 08.15’te Enola Gay isimli bir Amerikan B-29 bombardıman uçağından Japonya’nın Hiroşima kentine ilk atom bombası atıldı. Bunu, üç gün sonra, 9 Ağustos’ta Nagazaki kentine atılan ikinci bomba izledi. Bu iki kentte önce gözleri kör eden bir ışık, eşyaları, insan derisini tutuşturan bir sıcaklık, sonra korkunç bir gürültüyle yapıları yerle bir eden [sesten] hızlı [seyreden] bir şok dalgası ve arkadan da ağaçları söken, eşyaları, insanları uçuran kasırgalar, küçük ve ilkel iki atom bombasının hissedilen ilk belirtileri oluyordu. Radyoaktivite ise, bu iki kentte hâlâ insan yaşamını etkiliyor. Hiroşima ve Nagazaki’de bombanın etkisiyle kaç kişinin öldüğü bugün hâlâ tam olarak bilinmiyor. Bombanın atılışından sonraki 5 yıl içinde ölenlerin sayısının Hiroşima’da 200-250 bine Nagazaki’de ise 150 bine ulaştığı tahmin edilmekte.
16 Haziran 1945’te de Amerika’da Alamogordo Çölü’nde yapılan bir denemeyle ilk atom bombası patlatıldı. Nükleer enerjinin açığa çıkartılması ve bunun bir patlamayla bombaya dönüştürülmesiyle, görülmemiş yıkıcılıkta bir silah elde edilmiş oldu. Artık, potansiyel olarak, tek bir bombayla bütün bir kentin haritadan silinmesi, milyonlarca insanın yok edilmesi mümkündü.
Bir örnek, Kara Panterler örgütüne mensup önde gelen militanların güvenlik güçleriyle ya da bazen resmî kışkırtmalar sonucu birbirleriyle giriştikleri silahlı çatışmalarda öldürülmeleridir. Bir başka örnekse, ünlü aktris Jean Seberg’le ilgilidir. FBI, Kara Panterler’e duyduğu sempati nedeniyle Seberg’in nötralize edilmesini önerir. O sırada yedi aylık hamile olan sanatçı, gazetede bir Kara Panter Partisi üyesi tarafından hamile bırakıldığına ilişkin bir haber görür. Bu yalan haberin kaynağı FBI’dır. Şok yaşayan Seberg çocuğunu düşürür. Kocasının verdiği bilgiye göre, çocuğun her ölüm yıldönümünde intihara teşebbüs eder ve 1979 yılında kendini öldürür. Bu tür trajedilerin sayısını bilmeye ya da yaşanan dramların dökümünü çıkarmaya imkân yoktur.  
Rapor, FBI’ın ünlü COINTELPRO kod adlı operasyonlarıyla ilgili kimi bilgileri de açıklamıştır. Kullanılan yöntemler arasında şunlar dikkat çekmektedir:

1. Hedef kişinin siyasi görüşlerine gizli saldırılar düzenlenmesi ve kişinin böylece işinden atılmasının sağlanması;

2. Evlilikleri bozmak üzere hedef kişinin eşine gizli mektupların postalanması;

3. Örgüt mensuplarının hükümete çalıştıkları yönünde yalan haberler yayarak o kişinin örgütten atılmasını, hatta fiziki saldırıya uğramasını sağlamak;

4. Protesto yürüyüşlerinde olay çıkarmak için, düzenleyicilerin kullandığı frekanslardan yalan talimatlar yayınlamak, dışarıdan geleceklere kalacakları evler için yanlış adresler içeren formlar dağıtarak onları oyalamak;

5. Örgütleri, yalan haber ve ihbar mektuplarıyla birbirine düşürmek, hatta çatışmaya sevk etmek

Amerikan parlamenteri Norman Mineta, CIA ile Kongre’nin ilişkilerini şöyle tanımlıyordu: Biz mantar gibiyiz, bizi karanlıkta bırakıyorlar ve bol bol da gübreliyorlar.
Oltaya yakalanmış balığın yeme ihtiyacı yoktur.
Philip Agee, yazdığı kitapta CIA’yı, yoksul ülkelerde iş gören Birleşik Devletler şirket hissedarları soygundan yararlanmayı sürdürsünler diye, gece gündüz, politik barajdaki sızıntı deliklerini tıkamaya çalışan Amerikan kapitalizminin gizli polisi olarak nitelendirmiştir.
Kurucuları, yöneticileri, fonksiyonerleri, örgütçü, casus ve kirli işlerini yürütenlerin çok büyük bölümü doğrudan iş adamlarından ve onların çocuklarından, torunlarından, damat ve gelinlerinden oluşuyordu. Bu zenginler sınıfından gelen, en iyi okullardan mezun, Amerikan sosyetesinin kremanın kreması tabaka, tam bir seçkinlerin terör oyuncağı olarak kurgulamışlardı örgütü.
Güç, Sovyet yönetimiyle ilişkide bulunurken başarının anahtarıdır.
Komünizm gerçekte bir politik parti değildir; o bir yaşam tarzıdır, yasamanın tanrısız, kötü bir biçimidir. Salgın bir hastalığa benzer ve salgınlarda olduğu gibi, ulusumuzu bulaşıcı hastalıktan korumak istiyorsak bir karantina kurulması kaçınılmazdır.
Ne yapmalı: Ne yapabiliriz? Ve hangi önlemleri almamız gerekiyor? Komünizme karşı en iyi kocakarı ilacı, yiğit, akıllı eski moda Amerikan yurtseverliğidir, yanı sıra da hiç yorulmayan bir uyanıklık.
Siyahlarla arkadaşlık kurmaktan ünlü şarkıcı Paul Robeson’u dinlemeye kadar pek çok sakıncalı eylem insanların sicil dosyalarına geçirildi. Emekçilerin sıkıntılarını anlatan opera oyunlarına gitmek bile suçlama nedeni olabiliyordu. Ernest Hemingway, John Steinbeck, Pearl Buck, Willam Faulkner, Tennessee Williams, Sinclair Lewis ve daha pek çok aydın, yazar, sanatçı, politikacı FBI’ın ‘şüpheliler listesi’ndeydi.
1948 yılında, Amerikan Karşıtı Faaliyetler Komitesi tarafından bir dizi broşür yayınlanarak ülke çapında dağıtılmıştı. Serinin başlığı Komünizm Hakkında Bilmeniz Gereken 100 Şey di. Bir örnek şöyle:

SORU 1: Komünizm nedir?
YANIT: Küçük bir grubun dünyayı yönetmek için kullandığı bir sistem.

SORU 76: Gündelik yaşamda bir komünist nerelerde bulunabilir?
YANIT: Onu okulunda, sendikanda, kilisende veya derneğinde ara.

Amerika yerleşmiş çıkarları uğruna dünya çapında bir karşı-devrimci hareketin önderidir; Amerika’nın durumu Roma’nınkine benziyor. Roma da kendi yönetimi altına giren yabancı topluluklarda yoksullara karşı devamlı olarak zenginleri destekledi; ve bugüne dek yoksullar her zaman ve her yerde, zenginlerden daha kalabalık olduğundan, Roma’nın siyaseti eşitsizlik, adaletsizlik ve en kalabalık olanlar için en az mutluluk siyasetiydi. Amerika da Roma’nın rolünü isteyerek benimsemiştir
Bir İngiliz yazarın dediği gibi, Bir ülke güvenliğini mutlak bir silaha bağlarsa, bir mutlak düşmanın varlığına inanmak da duygusal olarak elzem olur.
Amerikan düzeni, yaşam biçimi ve değerleriyle kurumları, insanlığa, Tanrı tarafından gönderilmiş eşsiz bir deneyimdir. Seçilmiş bir halk olarak Amerikalıların ilahî misyonu, bütün insanlığa refah ve özgürlük götürmek için bu deneyimi yaygınlaştırmaktır. Tanrı’nın insanı kendi gül cemalinden yaratması gibi, Amerika da insanlığı kendi hayat tarzından yeniden oluşturacaktır.
Şayet düşmanınızın sizi vuracağını biliyorsanız, onun insiyatif alarak tepenize binmesini beklemek genellikle çok akıllıca değildir.
Korkmamız gereken tek şey bizzat korkunun kendisidir.
O dönemde kara listeye alınmış bir madenci olan Jim Garland tarafından yazılan şu satırlar emekçilerin dramını, yoksulluk, yoksunluk ve baskıların getirdiği korkunç yükü ve çaresizliği şöyle anlatıyordu:

Milyonlarınızı istemiyorum, bayım;
Elmas yüzüğünü istemiyorum
Bütün istediğim yaşama hakkı bayım;
Bana işimi geri ver.
Rolls-Royce’unu istemiyorum, bayım;
Gezinti tekneni istemiyorum;
Bütün istediğim çocuğum için yiyecek;
Bana eski işimi geri ver.
Biz bu ülkeyi kurmak için çalıştık, bayım;
Siz rahat bir yaşamın keyfini sürerken.
Ürettiğimiz her şeyi çaldınız, bayım.
Şimdi çocuklarımız aç ve soğuktan donuyorlar.
İstersen aptal olduğumu düşün, bayım;
Bana yeşil, mavi ya da kızıl de;
Şu bir şeyi çok iyi biliyorum, bayım;
Aç çocuklarımı doyurmak gerek.  
Milyonlarını istemiyorum, bayım.
İstemiyorum elmas yüzüğünü.
Bütün istediğim yaşama hakkı, bayım.
Bana işimi geri ver.

Bir daha bankerlerin kimi pis yatırımlarını korumak için daha önceleri yaptığım gibi savaşa gitmem. Savaşmamız gereken sadece iki şey var. Bir tanesi yurdumuzu, öteki de Haklar Bildirgesi’ni korumak. Bir başka neden için savaşmak sadece bir dolandırıcılıktır.
Demokrat Başkan Franklin D. Roosevelt’in onun hakkında söylediği şu sözler, ABD’nin kanlı diktatörlere ilişkin geleneksel tutumunu da çok iyi özetlemektedir: Batista bir orospu çocuğudur ama o bizim orospu çocuğumuzdur!
Wilson öylesine ırkçıydı ki, bu tür tatsız gerçekleri saklamakta mahir Amerikan ders kitaplarında bile bu gerçek bazan yerini bulabilmektedir. Örneğin, bir lise tarih ders kitabı (Land of Promise – İmkânlar Ülkesi) şöyle anlatıyor onun ırkçılığını:

Woodraw Wilson’un yönetimi siyahlara açıkça husumet duyuyordu. Wilson, siyahların daha aşağı ırk olduklarına inanan ve beyazların üstünlüğünü savunan biriydi. Seçim kampanyasında yurttaşlık hakları için çalışacağı sözünü verdi. Ama seçilince verdiği sözleri unuttu. Aksine, federal hükümette çalışan siyah ve beyazların birbirlerinden ayrılmasını emretti. Güney eyaletlerindeki siyahlar buna itiraz edince, Wilson protestocuları kovdurdu. Kasım 1914’te bir zenci delegasyon ondan politikalarını değiştirmesini istedi. Wilson onlara karşı kaba ve düşmanca davrandı, isteklerini reddetti.

Dünya Sanayi İşçileri Sendikası’nın (Industrial Workers of the World-IWW) 1905’teki kuruluş belgesinde şöyle yazıyordu:

İşçi sınıfı ve işveren sınıfının ortak hiçbir şeyleri yoktur. Milyonlarca çalışan insan için açlık ve yoksunluk varken ve işverenleri oluşturan bir avuç insan hayatın bütün güzelliklerine sahipken barış olamaz. Bu iki sınıf arasında, bütün çalışanlar ekonomik ve politik alanda bir araya gelene ve emekleriyle yarattıklarını elde edip sahip olana kadar, mücadele sürmelidir.

Amerikan rüyası nda onlara düşen, varisli bacaklar, çelimsiz kollar, astım, mide krampları, kansızlık ve heder olan yıllardı.
Bakanlar Kurulu toplantısında kendisine yöneltilen suçlamalardan sonra Roosevelt sorar: Kendimi yeterince savundum mu?

Eluhi Root’un yanıtı çok öğreticidir: Tabii efendim. Baştan çıkarmakla suçlandığınızı gösterdiniz ve gayet güzel bir şekilde ırza geçme suçu işlediğinizi ispatladınız.

Uluslararası ilişkilere ve öteki ülkelere bakışını, Yumuşak konuşacak ama elinden de sopayı eksik etmeyeceksin, o zaman hep ileri gidersin, demesinden anlamak mümkün.
Üst tarafı çıplak genç, güçlü, sarışın, yakışıklı ve silahlı asker figürü, 1890’ların emperyalist saldırganlığı ve şiddetinde Amerikan kültüründe özel bir yere sahipti. Gazetelerde, roman ve öykülerde ve yeni film sanayisinde bu erkeklik sembolü nün sergilenmesi ve yüceltilmesi, aynı zamanda ulusun, Cumhuriyet’in, savaşların ve emperyalist genişlemenin hem simgesi, hem propagandası, hem de kutsanması anlamına geliyor, ABD’nin gücünün somutlaştırılması işlevini görüyordu.
Dünyada her zaman hoşnutsuzluk olmuştur ve herhalde olmaya devam edecektir. Ve bir ölçüdeki hoşnutsuzluk insani ilerleme için bir zorunluluktur. Şayet herkes var olan her şeyden memnun olursa, hiçbir ilerleme olmaz. İlerleme yolunda, insanın koşullarını düzeltme yolunda ve insanın kendisini daha iyi yapmada eyleme dönüşen hoşnutsuzluk karakterin asil bir parçasıdır ve buna sahip milletler uygarlıkta en büyük ilerlemeleri gerçekleştirmişlerdir. Ama bugün emekçi sınıfları dalgalandıran hoşnutsuzluk cehaletten kaynaklanmaktadır ve grev, boykot ve benzeri eylemlerle, işverenlere de zarar vermişlerdir ama en büyük zararları emekçilerin kendilerine vermişlerdir. Onlar ve aileleri bundan en çok çekenler olmuştur.
Theodore Roosevelt, yoksulların direniş ve örgütlü mücadelesine karşı egemenlerin genel tavrını bir gazeteciye şöyle değerlendiriyordu:

Halkımızın geniş bir kesimini hareketlendiren duygular, aynen Paris Komünü’nün bastırılması gibi ezilmeli; alacaksın on-on iki önderi, dayayacaksın duvara ve hepsini kurşuna dizeceksin!

Parti Platformu şöyle sesleniyordu:

Zenginlikler onu yaratanlara aittir ve çalışandan karşılıksız alınan her dolar hırsızlıktır. Çalışmayana ekmek de yok. Toprak ve kent emeğinin çıkarları aynıdır; düşmanları birdir.

Hükümetlerin adaletsizliklerinin aynı bereketli döl yatağından iki sınıf ürüyor: dilenciler ve milyonerler.
Toplumun tanrıları, bir gecede milyoner olmasını becermiş akıllı insanlar dı, Amerikan Düşü nü gerçekleştiremeyenler, aptal, yeteneksiz ya da tembel olduklarına inandırılmışlardı.
Daha ilk çarpışmada Pasig Nehri’nde Amiral Devwey’in 250 kiloluk bombaları Filipin teknelerinin üzerine yağmaya başladığında ölen Filipinlilerin vücutları öyle yükseklere fırlıyordu ki, Amerikalılar bunları yakalıyor ve siper olarak kullanıyordu. Bir İngiliz gözlemci, Bu savaş değil, basbayağı bir katliam, canice bir kasaplık, diyordu ama yanılıyordu; bu, bir savaştı.
ABD, Filipinler’i ilhak etmeye karar vermişti! Başkan McKinley bunu Tanrı’nın isteği üzerine yaptığını söylüyordu; bu konuyu düşünüp dua ederken Tanrı ona, Filipinlilerin kendi kendilerini yönetmeye yetenekli olmadıklarını söyleyivermiş ve onları eğitip, adam ederek Hıristiyanlaştırma görevi de vermişti!
Ne var ki, ABD savaş istiyordu
İdeolojik gerekçeler, çirkin gerçeklerin üzerini örtmek için bir şal olarak kullanılmalıdır elbette.

Irkın üstünlüğü, dinsel çağrışımlar, özgürlük ve medeniyet demagojisi, şarlatanların elindeki etkili kılıflardır.

Emperyalizmin ideologlarından Senatör Beveridge, 1898’de yaptığı bir başka konuşmada da baklayı ağzından çıkarıyor, seçmenlerin ağzına bal da çalıyor bu arada:

Ama bugün tüketebildiğimizden fazlasını üretiyoruz. Bugün kullanabileceğimizden daha fazlasını yapıyoruz. Bugün endüstriyel toplumumuz bir izdiham yaşıyor; mevcut işten fazla işçi var; yapılan yatırımdan çok sermaye var. Daha çok paraya ihtiyacımız yok; daha fazla dolaşıma, daha çok istihdama ihtiyacımız var. Dolayısıyla, ürettiklerimiz için yeni pazarlar, sermayemiz için yeni alanlar, işçilerimiz için yeni iş bulmalıyız. [Yeni toprakları işgal etmek] ülkedeki her çalışan insan için yeni istihdam ve daha iyi ücret demektir. Her kilo buğday ya da mısır için, her kilo tereyağı ya da et için, bu ülkenin çiftçilerinin yetiştirdiği her şey için daha yüksek fiyat demektir. Ülkede paslanmış ve düşkün sermaye için faal, güçlü, yapıcı yatırım demektir. Ah! Ticaretimiz geliştikçe, Cumhuriyet’in silahlarıyla korunacak hürriyet bayrağı –ticareti bütün insanlığa taşıyarak– dünyayı ve okyanusları dolaşacak.

Bir bankerin oğlu olan J. P. Morgan, İç Savaş’tan önce demiryolu hisse senetleri satarak iyi komisyon alıyordu. İç Savaş sırasında, ordunun bir silah deposundan tanesi 3.5 dolardan 5 bin tüfek satın aldı ve bunları cephedeki bir generale tanesi 22 dolardan sattı. Silahlar bozuktu ve kullanan askerlerin baş parmaklarını sakat bırakıyordu.
Morgan İç Savaş sırasında askere gitmedi. 300 dolar vererek kendi yerine başkasını gönderdi. John D. Rockefeller, Andrew Carnegie, Jay Gould ve James Mellon da aynı şekilde askere gitmediler. Mellon’un babası oğluna şöyle yazıyordu: Bir insan yaşamını veya sağlığını riske atmadan da bir vatansever olabilir. Daha değersiz çok yaşam var.
Cumhuriyet’in kartalı, Himalaya ve Ural Dağlarının doruklarındaki uçuşundan sonra kendisini Watertloo Ovası’na dikecektir ve Washington’un halefi evrensel imparatorluğun tahtına çıkacaktır! Halk, yarın yeryüzündeki en gururlu ve en görkemli imparatorluğuyla karşılaşmayı kutlamak için ayakta hazırdır.
Turner, Öncü yü şöyle tasvir ediyordu:

Sömürgecinin efendisi vahşettir. Medeniyetin giysisini çıkararak ona av gömleği ve makosen giydirir. Daha kısa bir süre önce Hint mısırı yetiştirmiş ve karasabanla çift sürmüştür; savaş çığlığı atar ve Ortodoks yerli tarzıyla kafa derisi yüzer.

Hayat onları acımasız ve mücadeleci yapmış olmalıydı.
1845 yılına gelindiğinde, Amerika’nın genişleme dürtüsünün ve toprak açlığı hezeyanının doruğunda John O’Sullivan adlı bir gazeteci ve politikacı, 1845 yılında Morning Star gazetesinde şöyle bir ideolojik gerekçelendirme yazmıştı:

Her yıl sayıları milyonlarla artan insanlarımızın özgürce gelişebilmesi için kıtanın her tarafına yayılmamız alnımıza yazılan bir takdiri ilahidir. [Aşikâr Yazgı-Manifest Destiny –H.G.] Aşikâr yazgımızın hakkı, üzerimize düşen büyük özgürlük deneyimi ve federatif kendi kendini yönetmeyi geliştirmek için Yaradan tarafından bize bahşedilen kıtada yayılmak ve onun tamanına sahip olmaktır. Bu, bir ağacın büyüme yazgısının gerçekleşmesi için gerekli toprak ve havaya sahip olma hakkı gibi bir haktır.

Ne var ki, Tanrı’nın eli, yol göstericiliği ve yardımları da mücadelenin ideolojik ayağını oluşturuyordu. Ana tema ise, Amerikalıların Yaratan tarafından seçilmiş ve kıta topraklarının da onlara ilahî armağan olduğu teziydi. George Washington, bu inançla Bağımsızlık Savaşı’nın ve ABD’nin kuruluşunun her aşamasında Tanrı’nın inayeti ni görüyor, yükselen İmparatorluk un ilahî kökenlerine dikkat çekiyordu.
Verilen mesaj açıktı: Amerika İsrailoğulları için güvenli toprak Yeni Dünya dır.
Amerikalılar seçilmiş halktılar; eski İsrailliler gibi Tanrı’nın yardımıyla yeni bolluk kıtasına gelmişlerdi ve burada Tanrı’nın kuşaklar boyu sürecek Yeni Düzeni’ni bütün insanlık için kuracaklardı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir