İçeriğe geç

Kan Kırmızı Karlar Kitap Alıntıları – Günter K. Koschorrek

Günter K. Koschorrek kitaplarından Kan Kırmızı Karlar kitap alıntıları sizlerle…

Kan Kırmızı Karlar Kitap Alıntıları

Bir asker için savaş aynı zamanda ölüm anlamına gelir ve ölümü görmeksizin savaşı anmak, tıpkı alevler içinde yanan bir evin içinde olmaksızın o ev hakkında konuşmaya benzer.
Ne kadar yıkıcı bir güce sahip olduklarını ilk defa kendi gözlerimle görüyordum ve ciğerlerimi doldurup beni neredeyse boğan korkunç kokuyu ve havayı kolay kolay unutamayacağımı biliyordum.
Sığınakta daha fazla duramadım. Hepimizi yutacak olan cehennemi gözlerimle görmek istiyordum. Kafamı sığınağın kenarından çok az çıkarıp etrafı izlediğimde korkudan felç geçirdiğimi zannettim. Bulunduğumuz noktadan tepeciğin olduğu yere kadar
zemin zangır zangır oynuyordu. Bu sahneye ancak cehennemde
şahit olabilirdik. Sarsılmayan tek bir bot basımı nokta dahi yoktu.
Bu kez sıra kimdeydi? Vahşi ve korkunç Rus toprakları üzerinde kaskatı kesilip bembeyaz olmuş halde uzanan bedenler
kimlerinki olacaktı? Kimlerin ölümüne şahit olacaktık ve arkadaşları tarafından yasları tutulan kişiler kimler olacaktı?
Körü körüne nefret duymaktan ve bu nefretin diğer tüm insancıl duygularıma baskın gelerek savunmasız insanları katletmeme sevk edeceği durumdan Tanrı beni korusun.
Ne için bekliyorduk? Kimsenin bildiği yoktu. Tek bildiğimiz hayatlarımızın söz konusu olduğuydu. Belki de hayatlarımızdan geriye kalan o küçücük parça da düşen bir top ile sona erecekti. Bu olduğunda da muhtemelen hiçbir şey hissetmeyecektik.
Burası insan aklının tahayyül edebileceği en hastalıklı yer. Ruslar genelde 20-30 metre kadar ilerimizde. Günlerdir ricat edip destek birliklerini bekliyoruz ancak yavaş yavaş bu umudumuz da kırılıyor. Ordu ajans bültenlerinde sürekli görkemli ve muzaffer Alman ilerleyişinden dem vuruluyordu ancak burada, Stalingrad’da bunlardan eser yoktu.
İntikam ve misilleme! İntikam için yapılan kışkırtıcı bir çağrı! Savaşı idare eden tüm liderlerin askerlerinden beklediği de bu değil mi? Yalnızca kalpleri misilleme hırsı,nefret ve acımasızlıkla dolu olan askerler savaşı kazanabilir ve sıradan askerler ancak bu sayede ünlü birer şahsa dönüşebilir.
Köyde Sovyet askerlerinin kendi halkına yapmış olduğu vahşi muamelenin izlerini görebiliyorduk.Tanrı’nın belası savaş,kadınları ve çocukları da içine çekmişti!
Cehennemin ortasındaydık! Gökyüzünden üzerimize ateş ve çelik yağmaya başladı. Eğer bunun Sovyet kuvvetlerinin başlattığı dehşet verici top ateşi olduğunu bilmeseydik, o gün orada, 13 Aralık tarihinde dünyanın sonunun geldiğini düşünebilirdik.
İçimizde çok az umudun olduğu ancak çokça cevapsız sorunun yer aldığı bir gün
Hayatımda ilk kez gördüğüm cansız bedenlerden dolayı bilincim belki de ilk kez ölümün gerçek anlamını tam manasıyla kavramıştı. Genç insanların zihinleri böyle düşünceleri kendilerinden uzaklaştırmaya çabalar ancak burada bu düşüncelerden kaçmanın imkânı yoktu. Bu insanlar bizim düşmanımızdı ancak öyle bile olsalar nihayetine tıpkı bizim gibi etten ve kemikten varlıklardı. Onların yerinde ben ya da bizden birileri de olabilir ve ölü vaziyette ve hareketsiz bir biçimde biz gibi soğuk karın üzerinde uzanıyor olabilirdik.
Rusların attığı hiçbir merminin onu öldüremeyeceğine, sıcak yatağında yaşlı bir adam olarak öleceğine ikna etmişti kendini. Pek çok arkadaşımızın toprağa düştüğünü bilmesine rağmen kimse ona aksini inandıramazdı. İşte oldu be ahbap! Olacağına hiç ihtimal vermesen bile oldu işte.
Bombardıman vahşi bir hayvan gibi ensemizdeyken biz de bodrumda birbirimize yapışmış vaziyetteydik.Her patlamada başımı eğiyordum ve bodrumun her an çöküp hepimizin diri diri gömüleceğini düşünüyordum.Hayatımda hiç bu kadar dehşete kapılacağım aklıma gelmezdi.Hiçbir şey yapamıyorduk-hiçbir şey.
Stalingrad’da çarpışmalar çok kanlı oluyordu.Dikili duran tek tuğla kalmadığı gibi ölüler ve yaralılar her gün dağ gibi artıyordu.
Sadece birkaç gün önce duyduğumuz Alman Ordusu’nun şanlı başarıları ve ilerleyiş raporları neydi peki?
Bir asker için savaş aynı zamanda ölüm anlamına gelir ve ölümü görmeksizin savaşı anmak, tıpkı alevler içinde yanan bir evin içinde olmaksızın o ev hakkında konuşmaya benzer.
“Ölmediğimiz her gün, güzel sayılırdı.”
Ölmediğimiz her gün güzel sayılırdı.
Bir asker için savaş aynı zamanda ölüm anlamına gelir ve ölümü görmeksizin savaşı anmak, tıpkı alevler içinde yanan bir evin içinde olmaksızın o ev hakkında konuşmaya benzer.
İnsanlar, kitleleri harekete geçirme ve onları kendi amaçları uğruna istismar etme becerisine sahip zorba ve güç delisi insanların herkesi manipüle edebileceğini ne zaman anlayacaklardı? Bu insanlar güvenli bir biçimde bir köşede beklerken vatanseverlik adı altında kendi insanlarını acımasızca kurban etmekten çekinmiyorlardı. Bir gün insanlık el ele verip bu türden kişilere topyekûn karşı çıkacak mıydı? Yoksa savaşlarda çarpışıp hayatını kaybeden insanlar sonsuza kadar ölü olarak kalacak ve uğruna öldükleri sebepler unutulacak mıydı?
Tanrı aşkına, Ordu ajans bültenlerinde sürekli “görkemli ve muzaffer Alman ilerleyişinden” dem vuruluyordu ancak burada, Stalingrad’da bunlardan eser yoktu. Gördüğüm tek şey yıkıntıların arasında fareler gibi saklandığımız ve canımızı kurtarmak için çarpıştığımızdı. Ancak Rusların üstünlüğü karşısında başka ne yapabilirdik ki?
Tam cebimden çıkardığım bir bez parçasıyla ayakkabımı temizliyordum ki tepemde bir gölge belirdi. Kafamı kaldırıp gölgenin sahibine bakınca hafifçe irkildim. Önümde dikilmiş bir Çek milisi bozuk bir Almancayla ayakkabılarımı ona vermemi istiyordu. Kendisini görmezden gelip uzaklaşmaya çalıştım ancak Rus yapımı piyade tüfeğini kaldırıp namlusuyla göğsümü dürttü. Gözlerinin nefretle dolu olduğunu görüyor, hiç çekinmeden ateş edeceğini biliyordum. Nitekim ben onun düşmanıydım ve zaferi kazanan onlardı. Ona aittim ve isterse beni vurabilirdi. Ayakkabımı alelacele çıkarıp kendisine verdim. Bu esnada da Çek milisi kendi eskimiş ayakkabılarını çıkarmış ve benim önüme fırlatmıştı. Yüzünde tatmin olmuş bir gülümsemeyle yeni ayakkabıları giydi ve yoluna devam etti.
Batı Cephesi’nde yaralanan askerlerin söylediğine göre Amerikalılar çok daha iyi teçhizatlılardı ancak aynı zamanda bizden çok daha şımarıklardı. Bolca aldıkları istihkaklar ve dilediklerince kullanabildikleri devasa miktardaki ağır silah desteği olmasaydı ne Alman askerleriyle boy ölçüşebilirlerdi ne de böyle bir savaştan kendilerini kurtarabilirlerdi. Ancak karşılaştırma yapmanın da anlamı var mıydı gerçekten? Kazanan onlardı.
Üç gün önce Adolf Hitler ve Eva Braun’un intihar ettiği haberini aldık. Mağrur liderin sorumluluklarından böylesine ödlekçe kurtulmaya karar vermesi hepimizi şoka uğratmıştı. Ancak meseleyi birkaç saat içinde geride bıraktık çünkü hepimizin kendi dertleri vardı. Haberler Rusların çok uzakta olmadığını ve kısa süre içinde buraya ulaşacağını söylüyordu.
Misafirhaneden Gefreiter Biernath ve bizim odadan Obergefreiter Vogel bir kitaptan derhal İngilizce öğrenmeye başladı. Amerikalılarla karşılaştıklarında ve onları buraya buyur ederken söyleyecekleri cümlelerin alıştırmalarını yapıyorlardı.
İlk gün tüm motorlu kuryelerim gibi ben de motorun tepesindeydim ancak yeni görevime sövüp saymaya başlamam çok uzun sürmedi. Major bu görevin avantajlı olduğunu düşünse de işin aslı bambaşkaydı. Avcı çukurunda düşmanla savaşırken tehlikeyle bu kadar iç içe değildim. Askerlerimle birlikte yumuşak zeminlerden geçiyor, derin mermi kraterlerini aşıyor ve tüm bunları yaparken dört bir yanımızda patlayan bombalardan sakınmaya çalışıyordum. Görevimin ilk gününde patlayan bir merminin etkisiyle bir anda çöken zemine motorumla birlikte boylu boyunca düştüm. El yordamıyla kendimi çöküntüden çıkarmaya çalışırken patlayan ikinci bir mermi beni çöküntüye geri uçurdu.
Grossdeutschland” ismi komik olmayan bir şaka durumundaydı. Zira bu sözde elit birlik şu aşamada eğitimlerini henüz tamamlamamış Hitler Gençliği mensuplarindan, yeniden eğitime alınmış Kriegsmarine ve Luftwaffe personelinden ve Almancayı bile adam akıllı konuşamayan Doğu Avrupalı ihtiyar etnik Almanlardan oluşuyordu. 1942 yılında Stalingrad’dan ayrılırken bile böylesine rezalet bir grubu görmüş ya da işitmiş değildim.
İşte şurada rezil rüsva olsunlar diye elbiseleri yırtılmış Alman kadınları vardı. Kadınlar daha sonra en aşağılık yöntemle parçalara ayrılıp ezilmişti. Ahırlardan birinde ise boğazına dirgen saplanmış ve ahır kapısında öylece asılı kalan ihtiyar bir adam vardı. Evlerin birinde ise kuş tüyü yastıkların hepsinin yarıldığını ve tüylerin kanla lekelendiğini gördük. Hemen ardından ise tüylerin arasında iki kadının ve iki çocuğun parçalanmış cesetlerini fark ettik. Karşılaştığımız manzara öylesine dehşet vericiydi ki acemi erlerden bazıları panikle ortamı terk etti ve kustu.
Birkaç gün sonra gördüğüm kişi ise şaşkınlıktan neredeyse küçük dilimi yutmama neden olacaktı. 1 Ocak 1944’te Rus keskin nişancı tarafından başından vurulan, sıhhiye erinin de benim de yaşama şansının kalmadığına hükmettiğimiz ve öldüğünü düşündüğümüz küçümen Schröder karşımda duruyordu.
Ya yerimizi tespit etmişler ya da mısır demetlerinin üst üste olduğu noktaya atış yapmak istemişlerdi. Top namlusunun parlamasıyla yüzümüzde bir sıcaklık hissettik. İşte bu kadar yakındılar! Şiddetli bir patlama yaşandı ve mısır demetleri yavaya uçtu. Şimdi makineli tüfeğimiz apaçık ortadaydı.

“Tansavar topları! diye bağırdı Dorka. Dehşete düşmüş halde haç çıkarıyordu.

Aynı anda ikinci bir top mermisi daha atıldı. Önümüzdeki toprak yığına isabet eden mermi yüzünden ağır makineli tüfeğimiz parçalara ayrıldı. Dorka bağırıyor ve iki eliyle boğazını tutuyordu. Elleri kanla kaplanmıştı; bir şeyler söylemek istiyor ancak söyleyemiyor gibiydi. Eliyle yarasına bastırıyordu. Tamamen panik hâlinde avcı çukurundan çıkıp köyün olduğu istikamete doğru tarlada koşmaya başladı. Çok geçmeden arkasında bir mermi daha patladı. Mermi adamın bacaklarını koparıp atarken kanla kaplı gövdesi önce havaya uçtu ve ardından yere düştü. Bu manzaraya şahit olmamın üzerinden saniyeler geçmişti. Tam ileriye bakıyordum ki namlunun tekrar parladığını gördüm. Mermi tüm kuvvetiyle önümdeki toprak yığınına isabet etti ve avcı çukurunun yarısını toprakla kapattı. Bacaklarımı topraktan çekip çıkardım ve kendimi mümkün olduğunca yere yapıştırdım. Gönderilen bir başka mermi hemen önüme düştü ve ışıl ışıl parlayan şarapneller dört bir yana saçıldı. Sağ kolumun üst kısmında şiddetli bir çarpma hissettim. Birkaç küçük şarapnel de göğsüme çarpmıştı. Kolumdan derhal kan boşanmaya başladı ve üniformamın kol bölgesi kıpkırmızı kesildi.

Şansa bel bağlamanın ne kadar temelsiz olduğunu biliyordum. Şu anda Tanrı’ya yakarmaktan ve sefil yaşamlarımızın şu acı saatlerinde yanımızda olmasını istemekten başka yapacak bir şey yoktu. Benim aksime Dorka Katolik’ti. Ben sessizce duamı ederken o da haç çıkarıyor ve titreyen dudaklarla dua ediyordu. Onu görünce aklıma Rytschov’daki Swina gelirdi. Swina da çok dindar biriydi ancak Tanrı hayatını bağışlamamıştı.
Ağzından tükürükler saçarak öfkeyle, “Aşağılık herif olduğumuz yerde kalmamızı söyledi,” dedi.

Söylediğine inanasım gelmiyordu. “Ne diyorsun yahu! Topların ne kadar yakın olduğunu söylemedin mi?

“Elbette söyledim! Rusların toplarını hemen önümüzde mevzilendirdiğini zaten biliyormuş. Tanklar gelene kadar da bir yere kıpırdamayacakmışız.

“Peki, bu tanklar tam olarak ne zaman gelecekmiş?”

Onu söylemedi. Ancak arkamızda bulunan Unteroffizier de küplere binmiş bir haldeydi. Söylediğine göre bu aptal herif tankların gelmeyeceğini zaten biliyormuş çünkü tanklar dün başka bir bölgeye gönderilmiş.

O halde vasiyetimizi yazsak iyi olacaktı!

Çok net bir şekilde sisin içinden gelen gıcırdama ve insan sesi duydum. Ruslar! Tüylerim ürperdi. Nefesimi tutup dinlemeye başladım. Ağır ağır yaklaşıyorlardı.
Gıcırdama sesi yağlanmamış dingilde dönen tekerleri andırıyordu. Dikkatli bir şekilde Willi Dorka’yı uyandırdım. Her zamanki gibi sıçrayarak uyandı ve bir şeyler söylemeye yeltendi. Derhal elimle ağzını kapattım ve birlikte sesleri dinlemeye başladık.

Anladığımız kadarıyla Sovyet kuvvetleri tanksavar toplarını ve roketatarlarını Vistula’dan geçirmişlerdi ve şimdi de daha ileri taşıyorlardı. Sessiz olmaya çalıştıkları da söylenemezdi. Bunu, bizim hemen önlerinde olduğumuzu bilmemelerine bağladık. Biraz daha yaklaşırlarsa onları gafil avlayabilir ve silahlarını terk etmelerini sağlayabilirdik. Bunu Romanya’da iki tanksavar topuna karşı yapmıştık. Dorka makineli tüfeğin üstündeki brandayı aldı ve ben de silahın başına geçtim. Sisin içini tarayarak beklemeye başladık ancak görünüşe göre yaklaşıyor gibi değillerdi. Az sonra aniden başka sesler de gelmeye başladı. Ruslar kazma ve küreklerle toprağı kazmaya başlamışlardı.

“Kahretsin! Ruslar burnumuzun dibinde toplarını mevzilendiriyor.”

Makineli tüfek konusunda mümkün olan en becerikli halime ulaşmıştım. Birliğime verebileceğim en iyi hizmetin makineli tüfek nişancısı olmak olduğunu düşünüyordum. Bunun yanında ağır makineli tüfeğim olmadan kendimi çıplak hissettiğim gerçeğini de saklamayacağım. Muharebeler çetindi ve ben hayatta kalma becerimi Tanrı’nın yardımına ve daima güvendiğim güçlü bir silahla teçhiz edilme gerçeğine borçluydum. Bunun yanında övünç duyduğum bir mesele vardı: Schwadron bünyesinde Eylül 1943 tarihinden beri ciddi bir yara almadan görevini sürdüren ve yaşanan onca çarpışmada elde edilen başarılara katkı yapabilen tek “makineli tüfek nişancısı” Fritz Hamann’la birlikte bendim.
Köyde Sovyet askerlerinin kendi halkına yapmış olduğu vahşi muamelenin izlerini görebiliyorduk. Tanrı’nın belası savaş, kadınları ve çocukları da içine çekmişti!
Eğer kendi ülkesinin askerleri onların köyüne girmişse bu onların ölüm fermanı oluyordu. Almanların hâkimiyeti altında yaşayanlara karşı duyulan nefret hayvani bir acımasızlık boyutuna ulaşmıştı. İntikam zehri bedenlerine öyle bir işlemişti ki artık kendi insanlarını bile öldürmeden duramıyorlardı. Bir de kalkıp propaganda broşürlerinde eğer teslim olursak bizlere, yani düşmanlarına, çok iyi davranılacağını söylüyorlardı!
Artçı birliğe yetişmemize neredeyse yüz metre kalmıştı. Öte yandan kimsenin bizimle ilgilendiği yoktu. Zaten neden ilgilensinlerdi ki? Herkesin derdi kendine yetiyordu. Bir kişinin arkada kalması ve ölmesi ne fark ederdi? Ancak nalları öyle kolay kolay dikmeyecektim – hayır henüz zamanı gelmemişti! Dişlerimi sıkıp kendimi bir kere daha yollara vurdum. Cehennemin en harlı ateşi bundan daha kötü olamazdı herhalde. Bir yandan da kan damlaları süzülene kadar dudaklarımı ısırdım. Ancak neden sonra acı öylesine dehşetli bir hâl aldı ki kendimi kaderime terk etmeye karar verdim. Tamamen tükenmiştim ve irade gücüm yerle yeksan olmuştu. Bir adım daha atmayacak, bir metre daha ilerlemeyecektim. Kendimi inleyerek çamurun içine bıraktım. Otto ise yola devam etmemi sağlamaya çalışıyordu. Rusların attığı naralardan attı, bana uyuz köpek diye hakaret etti ve başka birkaç yöntem daha denedi. Tepki vermiyordum. Ruhum parçalara ayrılmıştı. Çektiğim acı beni her adımda tüketmişti.

Buraya kadar, Otto! Artık dayanacak takatim kalmadı! Ne olursa olsun burada kalıyorum. dedim ve inleyerek devam ettim, “Ne olacaksa olsun, umurumda değil. Ruslar geldiğinde beni elimde tabancamla bulacaklar. Ama sen acele et, Otto, diğerlerine yetişebilirsin.
Otto’nun öfkeden kan beynine sıçramıştı. “Saçma sapan konuşmayı kes!

Çamur deryasından geçerken postallar ayağımı o kadar vurdu ve derimi öyle bir yüzdü ki yol boyunca acı içinde yürümek zorunda kaldım ve hatta kimi zaman adımımı dahi atacak güç bulamadım. Yanımda bir tek Otto kalmıştı. Onun da ayakları su toplamıştı ancak idare edebileceğini söyledi.

Ruslar arkamızdan kovalamaya başladığında derisi yüzülmüş bu ayaklarla nasıl koşabileceğimi kara kara düşünüyordum. Durduğum anda dehşetli acılar çekiyordum. İşin ucunda ölüm korkusu olunca insanın nelere sabredebileceğini böylelikle anlamış oldum. Gündüzleri ayaklarım yüzünden cehennem azabı çekiyor geceleri ise yaklaşan Sovyet askerlerinin bağırışlarıyla neredeyse ölümü andıran bir uykudan kan ter içinde uyanıyordum.

Cephe hattında bir süre geçirdikten sonra artık Fuhrer, Volk und Vaterland için savasmiyordunuz. Bu ülküler artık çok geride kalmıştı. Artık kimse nasyonal sosyalizm ve benzeri siyasi meseleler hakkında konuşmuyordu esas hedef hayatta kalmak ve cephe hattındaki silah arkadaşlarımızın hayatta kalabilmesine yardımcı olabilmekti.
Kriegsverlängerungsräte ya da Schmalspuroffizieren askerleri Ordu’nun idari yöneticileriydi. Kendilerini ısmarlama üniformalarında yer alan dar apoletlerden tanırdık. Bunlar Reich’ın en fiyakalı askerleriydi. Ordu’nun elindeki en iyi malzemeler bu kişilerin kontrolü altındaydı. Sıradan bir askerin daha önce görmediği türden ikmal malzemelerini kontrol ederlerdi. Bu çokbilmiş ve burnu havada idareciler, ricat sürecinin çalkantılı zamanlarında peşimizden gelen Sovyet birliklerinin pençesinden kaçmaya çalışan öfkeli, aç ve bitap askerlere ağzına kadar dolu ikmal depolarının kapılarını açmayı reddetiklerinde pek çok kere öldürüldüler ya da ortadan kaldırıldılar. Çoktan geri kademeye gitmiş olan üstlerinin verdiği emirleri insanlara tebliğ ederler ve depoları güvenceye alıp Sovyet Ordusu’nun eline geçmemeleri için havaya uçuracaklarını ya da ateşe vereceklerini söylerlerdi.
Kendisine hiçbir surette Almanlara teslim olmamaları gerektiği öğretilmiş çünkü bizler esir aldıklarımızı öldürmeden önce parçalara ayırmakla meşhurmuşuz

En umutsuz durumlarda dahi Rus askerlerin sergilediği inanılmaz direniş hiç şüphesiz bu korkudan ileri geliyordu. Ancak aynı durum bizim için de geçerliydi. Alman askerlere yapılan zulmü görmüştüm ve benzer bir muameleye maruz kalma korkusu, muharebe meydanında hayatını kaybetme korkusundan daha güçlüydü.

Bedenim boydan boya yaprak gibi titriyor, çoktan üzerimize doğru koşmaya başlamış olan Sovyet askerlerini görüyordum. Ancak tetiğe asılmamla makineli tüfeğin gürlemeye başlaması bir oldu! Mühimmat kemeri yağ gibi kayıp giderken tüm bedenimi tarif edilmez bir rahatlama hissi kapladı. Hemen önümüzdeki düşman askerleri sinekler gibi yere iniyordu. Franz Kramer de diğer mühimmat sandıklarının kapaklarını açmış ve bir an bile ara vermememiz için makineli tüfeğe kemerleri iki eliyle yerleştiriyordu.

Nicedir makineli tüfeğin arkasında durur ve bu mekanik ölüm meleğinin bünyesinde tezahür eden gücü içimde hissederdim ancak daha önce şu anda hissettiğim rahatlama duygusuna benzer bir duyguyu hiç hissetmemiştim. Düşmanlarımızın düşüp öldüğünü ve yaralarından akan kanı görüyor, acınası çığlıklarını işitiyordum ancak inanın bana içimde onlara karşı en küçük bir acıma ya da üzülme duygusu yoktu. Vücudum bir tür delilik hali içindeydi. Az önce yaşadığım çaresizliğin ve çılgınlığa varan dehşetin intikamını alıyordum. Josef Spittka’nın, tanksavar topu mürettebatının ve toprağa düşen diğerlerinin de intikamıydı bu.

İntikam ve misilleme! İntikam için yapılan kışkırtıcı bir çağrı! Savaşı idare eden tüm liderlerin askerlerinden beklediği de bu değil mi? Yalnızca kalpleri misilleme hırsı, nefret ve acımasızlıkla dolu olan askerler savaşları kazanabilir ve sıradan askerler ancak bu sayede ünlü birer şahsa dönüşebilir. Korkunun; nefrete, öfkeye ve intikam yeminine dönüşmesi gerekir. Savaşma azmi ancak bu sayede elde edilebilir ve ancak bu sayede kahramanlara yakışan madalyalarla taltif olunabilir

Her soluk alıp verişimizde sakallarımızın arasında küçük buz saçakları oluşuyordu.
Bir noktada Rus askerlerin ölü bedenleri birbiri üstünde öyle bir yığılmıştı ki yolumuzda güç bela ilerleyebildik. Zavallı hergeleler; çoğu en az bizim kadar genç görünüyordu. Bu adamlar bizim düşmanımızdı ve bizi öldürmek istiyorlardı. Sessiz ve kıpırtısız yüzlerine baktığımda artık kimseye zarar veremeyeceklerini düşündüm. Tıpkı gerimizdeki karla kaplı bozkır boyunca uzanan silah arkadaşlarımız gibi. Aralarındaki tek fark üniformalarıydı. Bir de bizimkilerden farklı olarak bu askerlerin Dnyeprovka’daki mezarlarının başına dikilecek bir haçları olmayacaktı.
Sıhhiye hızlı hızlı başını salladı. “Karnından vurulmuş.
Fritz yarasına bastırırken, “Kanın mideme dolduğunu hissediyorum,” dedi.
Onu cesaretlendirmeye çalışıp yarasını dikeceğimize dair bir şeyler geveledim.” Ardından elimi eliyle buluşturup, “Şimdilik görüşmek üzere, Fritz,” dedim. “Çok vaktimiz yok. Ama herifi nasıl da hakladın!”

Kafasını sallayıp gülümsemeye çalıştı.

İşte Fritz benim hayatımı böyle kurtarmıştı. Başka bir zaman başkası kurtaracaktı. Bir başka zaman da ben birinin hayatını kurtaracaktım. Cephenin olayı buydu.

Tanklarımızın da desteğiyle iyi bir ilerleme kat etmiştik. Sağ kanadımızdaki takımlar Rus siperlerine el bombası göndermeye başlamıştı bile. Bunun üzerine ben de makineli tüfeğime dopdolu bir şarjör yerleştirdim ve diğerleriyle birlikte Rus siperlerini basmak üzere bulunduğum yerden fırladım. Ruslar şaşırmış ve disiplinden kopmuş vaziyetteydi. Bazıları silahlarını bile almadan siperlerinden çıkıp geriye doğru koşmaya başladı. Ancak siperlerdeki iki makineli tüfek nişancısının elleri hâlâ tetikteydi. Tam sürat koşar vaziyette şarjörümü ikisinin üzerine boşaltıp öldürdüm onları. Ardından sipere doğru koşmaya devam ettim ancak tam sipere varmak üzereyken buz tutmuş zemin yüzünden kayıp siperin içine paldır küldür düştüm.

Kendimi toparlayıp gözümü açtığımda pırıl pırıl parlayan bir süngünün sivri ucuyla burun buruna olduğumu gördüm. Sağ elimdeki makineli tüfeğimle birlikte yavaşça ayağa kalkmak üzereydim. O saniyede de Rus askeri süngüsüyle beni deşmek üzereydi ancak neyse ki bir makineli tabancadan çıkan mermiler adamın iki büklüm devrilmesine sebep oldu. Fritz Koschinski siperin hemen kenarında elinde makineli tabancasıyla duruyordu. Tam sipere atlayacaktı ki o da iki büklüm olup bulunduğu yere çöküp kaldı.

Vücudumun alt kısmına alacağım bir isabetin beni öldürmeyeceğini düşünerek çalılığın olduğu noktaya kadar yüz üstü sürünerek gitmeye karar verdim. Ancak daha sonra kararımdan cayıp omzumda makineli tüfeğimle yeniden koşmaya başladım. Yardımcımla beraber çalılığa ulaşana kadar koştuğum süre sanki bin yıl sürmüştü. En sonunda ulaştık ve eğreti de olsa bir şeyin arkasına geçebildik.

Geride bıraktığımız alanın altı üstüne gelmişti. Yaralanıp koşamayacak durumda olan askerler inim inim inliyordu. Hepsi onlarca ölü bedenin arasında ve kan gölünün ortasında kalmıştı. Gerimde ve on adımdan daha az bir mesefade Willi Krause’yi gördüm. Kan gölünün içinde yatıyordu. Ölmüştü. Sırtında hâlâ Fritz Hamann’la birlikte kullandıkları makineli tüfek vardı. Hemen yakınımda Dreyer’in grubundan bir Panzergrenadier vardı. Kafasından kanlar akarken makineli tüfek ayaklığına ulaşmaya çalışıyordu. Ulaşamadı. Gözlerimin önünde makineli tüfek atışlarının hedefi oldu ve kalbura dönen bedeni olduğu yerde yığılıp kaldı.

Ciğerimizi en çok parçalayan ve içimizi öfkeyle dolduran olay ise yaralı vaziyette uzanan ve yarası bizzat Unteroffizier Faber tarafından sarılan Bolşevik bir subayın çok sevdiğimiz Faber’i tabancayla sırtından vurması oldu. Bu durum, Rytschov yakınlarındaki köprübaşında Unteroffizier Schwarz’ın yaptığı ve benim gayriinsani olduğunu düşündüğüm durumları hatırlamama neden oldu. Ancak bu kez uzun uzadıya vicdan muhasebesi yapmama gerek kalmadı çünkü hafif piyade takımından bir Wachtmeister makineli tabancasıyla şerefsizi gebertti. Tanrı esirgesin, öfkemin Schwarz gibi birine dönüşmeme sebep olacak yoğun bir nefrete dönüşmesinden korkuyorum.
Tanklarımız harekete geçti. Sağdan ilerleyen iki tank diğerlerinden ayrılmış, geniş çukura doğru ilerliyordu. Diğer tankların aksine kalın namlularını aşağı doğru indirmiş olduklarını fark ettim.

Fritz Koschinski bunun sebebini biliyordu. “Alev makineleri!” diye haykırdı. Sesi öyle yüksek tondan çıkmıştı ki hepimize ulaştı.

Tankların alev makineleri hakkında bir şeyler duymuştum ve duyduklarım aklıma gelince tüylerim diken diken oldu. On an çukurdaki askerlerden biri olmayı gerçekten istemezdim. Deli herif öttürüp durduğu düdüğünü muhtemelen korkudan yutacaktı. O çukurdan düşman piyadesinin sağ çıkması imkânsızdı. “Rus askerlerin kölevari itaatkârlığı, şu kaçınılmaz durumda bile insanî duygularını yitirmiş bir üstü öldürmekten kendilerini alıkoymalarına sebep olacak seviyede mi acaba? diye düşündüm.

Alev makineleri çukura inip gözden kaybolmadan önce namlularından püsküren alev hüzmesini gördük. Önüne ne çıkarsa yakıp un ufak ediyordu. Derin çukuru bir panik havası sarmıştı ve çığlıkları işitebiliyor, yükselen simsiyah dumanla birlikte yanmış insan eti ve kıyafetinin inanılmaz derecedeki kötü kokusunu duyabiliyorduk. Askerlerden bazıları yürüyen birer alev topu gibi çığlık çığlığa çukurdan çıkıp etrafta koşturuyordu. Panikten kendilerini kaybetmiş halde bizi bile geçip kendilerini yerlere atıyorlar ve yuvarlanmaya çalışıyorlardı. Çoğu kendini kurtarmak için akarsuya atladı ancak sıcaklık öyle yüksekti ki bulunduğumuz noktadan biz bile hissedebiliyorduk.

Böyle bir durumda elbette ölmeyi yeğlerdim. Sovyetler tarafından esir alınmak mi? Kaldırabileceğim bir şey değildi bu.
Şoktan kaskatı kesilmiş halde üzerimizden geçip sarmal şekilde gökyüzüne yükselen ve ardından motoru durdurup sert bir şekilde üzerimize doğru pike yapan çift kanatlı Rus uçağını izliyorduk. Bu herif kafayı mı yemişti?

Az sonra pilot kafasını kokpitten sarkıtarak kuvvetli bir sesle “Ruski? Germanski?” diye bağırdı.

Sesimiz, soluğumuz kesilmişti. Duyulmamış şeydi doğrusu! Herif üzerinden uçtuğu askerlerin kim olduğunu bilmiyor, bir de üstüne külüstür uçağını bu kadar alçaktan uçuruyordu. Eğer voltasını alıp derhal orayı terk etse başına hiçbir şey gelmeyecekti çünkü ağzımız açık alık alık bakarken kimse şoku atlatıp da ateş edemedi. Ancak pilot tatmin olmayıp geri döndü. Kalın gözlükleri, ölgün güneş ışığı ve açıkça kimsenin ona ateş etmemesi yüzünden üzerinden uçtuğu askerleri Rus sanmış olmalı. Sağ tarafa doğru keskin bir dönüş yaptıktan sonra üzerimize doğru yatay bir şekilde ilerlemeye başladı. Ancak bu sefer yaylım ateşiyle karşılandı. Mermiler uçağın ince yüzeyini delip motora isabet edince uçak yaklaşık 10 metre yükseklikten adeta bir taş gibi mısır tarlasına düşüp kısa sürede alev aldı.

Bizimkiler derhal uçağın yanına gidip adamı çıkardılar. İlk başta şarhoş Kazaklar gibi lanet okuyan pilot, metal çerçeveli gözlüklerini çıkarıp bizim “Germanski” olduğumuzu gördü ve bunun üzerine iyice keyfi kaçtı. Akabinde ise yaptığı aptalca hataya katıla katıla güldü.

Grommel’in akıbetini tekrar sordum. Zannımca Grommel de ölenler arasındaydı.

Warias kafasını eğip gözlerini kapattı. “Peki, ne zaman ve nasıl oldu?” diye devam ettim.

“Sen yaralandıktan birkaç gün sonra Nishne Tschirskaya yakınlarında

Grommel’in mahzun gözleri ve soluk yüzü gözümün önünde geldi. Düşmana bir türlü ateş edememişti. En sonunda ateş etmeye başladığında da gözlerini sımsıkı kapatmıştı. Neden böyle davrandığını artık hiçbir zaman bilemeyecektim.

Aklımı okuyan Warias uzanıp kolumu tuttu ve “Evet,” dedi, “Olayı ben de hatırlıyorum. Ancak ölmeden birkaç saat önce bana dini inançları gereği insanlara ateş edemeyeceğini söyledi. Ona göre Tanrı’nın huzurunda tüm insanlar kardeşmiş.”

“Ancak asla bir korkak değildi”.

Köyümün sokaklarında dolaşırken kimsenin bana aldırış etmediğini fark ettim
Yalnızca birkaç tanıdık, cephe hattı görevinin nasıl bir şey olduğunu sordu. Onlara vaziyeti anlattığımda merakları artsa da kimse bana inanmadı. Gerçekler onları manen çökertirdi; çünkü onların her gün Ordu raporlarından duydukları Alman askerleri, daima ileri atılan kahramanlar askerlerdi! Eğer toprağa düşüyorlarsa bu, ya taarruz ya da savunma sırasında olmalıydı. Geri çekilmelerini gerektiren taktiksel sebepler yoksa onların bildiği bu askerler bir karış toprağı bile düşmana terk etmezdi. Kanıt da oradaydı işte: Stalingrad!
Swina yüksek sesle dua etmeye başladı. Ben de dua ederek sinirlerimi gevşetmenin iyi olacağını düşündüm ancak çocukluğumdan beri dua etmemiştim. O zamanlar da gençliğime güveniyor ve daha ulvi bir kudretin yardımına ihtiyaç duymayacak kadar güçlü hissediyordum. Ancak ölümle burun buruna gelmek ve hayatımdan endişe etmek o unutulmuş kelimelerin tekrar zihnime üşüşmesine neden oldu. Ben; Swina ve diğerleri gibi yüksek sesle etmedim duamı. Hatta dudaklarım bile kıpırdamıyordu. Ciddi bir yara almamamız ve korkunç bir şekilde can vermememiz için Tanrı’ya sessizce yakardım.
Üstümüzdeki toprak sanki deprem oluyormuş gibi sarsıldı. Kafamı toparlamam gerekiyordu. Sinirlerim gerilmisti. Hayatımda hiç bu kadar dehşete kapilacagim aklıma gelmezdi. Hiçbir şey yapamıyorduk – hiçbir şey. Tek çare dışarı çıkıp koşmaktı. Ama nereye? Tek avantajımız ölümün burada daha hızlı olmasıydı. Tanrı aşkına, Ordu ajans bültenlerinde sürekli görkemli ve muzaffer Alman ilerleyisinden dem vuruluyordu ancak burada, Stslingrad’da bunlardan eser yoktu. Gördüğüm tek şey yıkıntıların arasında fareler gibi saklandigimiz ve canımızı kurtarmak için carpistigimizdi. Ancak Rusların üstünlüğü karşısında başka ne yapabilirdik ki?
Sıhhiyeci onun işini hallettikten sonra yanıma geldi ve ben de acı hissettiğim yeri ona gösterdim. Tam diz kapağımın altında bezelye büyüklüğünde bir delik vardı. Çok acıdığı söylenemezdi. Hatta bacağımı rahatlıkla oynatabiliyordum ancak neredeyse siyaha çalan koyu kırmızı bir kan kaval kemiğimden aşağı doğru sızıyordu.

Sıhhiyeci, ilaç emiştirilmiş bezi yaralı noktaya bastırıp sardıktan sonra neredeyse özür diler gibi “Tüh, kıl payı kaçırmışsın, dedi ve omuz silkti.
Ne demek istediğini anlamıştım. Ne yazık ki yaramın eve gönderilmemi gerektirecek kadar ciddi olmadığını söylemeye çalışıyordu.

Kimileri kasıtlı olarak kendi bacaklarına ya da kollarına ateş ediyordu. Barut ya da ateş yanığı olmaması için de namlunun ucuna bolca ekmek sıkıştırıyorlardı. Bunlar elbette askerî mahkemeye çıkarılıyor ve büyük ihtimalle de infaz ediliyordu. Mesela bir Obergefreiter kasıtlı olarak her iki ayağının donmasına izin verdiği iddiasıyla askerî mahkemeye çıkarılacaktı. Sıhhiyecilerin yanına götürülmeden önce bize bir Rus taarruzunun ardından ancak ölü taklidi yaparak kurtulduğunu söyledi. Düşman tarafından fark edilmemek için bütün geceyi bir kar yığınına gömülü halde geçirmiş. Bizim taraftan bir başka muharebe grubu ertesi sabah karşı taarruza kalkıp adamı kurtardığında iki ayağının da buz kalıbına döndüğünü görmüşler. Ne yazık ki bu muharebe grubunda onu tanıyan ve durumun aslında kasten yapılmış bir şey olmadığına şahitlik edecek kimse yokmuş.
Koştum. Sadece koştum. Ölülerin ve yaralıların üzerinden atliyor, patlamaları duyuyor ve karın kan kırmızı renge bürünüyor olduğunun bilincinde olarak sadece koşuyordum.
Kurat’ı ve yanındaki diğer nöbetçiyi ise avcı çukurunun yanında kendi kanlarının oluşturduğu donmuş birikintinin içinde bulduk. Ruslar tarafından katledilmişlerdi ve botları ve tüfekleri alınmıştı. Mızıkasıyla bizi uyarabilmesinden anladığımız kadariyla Kurat hemen öldürülmemişti. Hak ettikleri cenaze törenini gerçekleştirebilmek için iki ölü bedeni geri bölgeye taşırken mizikasının hâlâ Kurat’ın elinde durduğunu gördüm. Kurat hayatımızı kurtarmıştı. Eğer bizi uyarmayı başaramamış olsaydı düşman bizi gafil avlayacak ve hepimizi kıyımdan geçirekti.
Eğitim kampında sürekli surette nasıl hizmet edeceğimizi, düşmanı öldürmek için silahlarımızı nasıl kullanacağımızı söyleyip dururlardı ve bizler de Führer, Volk und Vaterland (Führer, Miller ve Vatan) uğruna savaşmaktan ve gerekirse bu uğurda canlarımızı hiçe saymaktan gurur duyardık. Ne var ki kimse bize, öldürülmeden önce nelere katlanmak zorunda kalacağımızı söylememişti. Ya da ölümün her zaman aniden gelmeyeceğini de söylememişlerdi. Ölmenin de pek çok çeşidi vardı. Burada bulunduğumuz birkaç gün içinde yaralıların korkunç çığlıklarına sabretmek zorunda kalmıştık. Buz tutmuş zeminde uzanmış halde ölmek korkunç bir şey olmalıydı. Zihinimizi dehşetli düşünceler kaplıyordu.
Ve işte başlıyordu! Eğilmiş vaziyetteki ilk silüetler sislerin arasından çıkarak üstümüze doğru gelmeye başladılar. Herkes ateş emrini bekliyordu. Yanımda dürbün olmadığı için hayıflandım çünkü tuhaf bir şeyler vardı; anlayamadığım bir şeyler oluyordu.

Birilerinin, Bunlar bizimkiler! diye bağırdığını duydum. Ateş etmeyin!

Ardından Döring, Eğin başlarınızı! Herkes eğilsin!” diye haykırdı.

Söyleneni yaptık ve gelenleri izlemeye devam ettik. Nereden geliyordu bunlar? Üniformaları ve çelik miğferleri pek bir yeni görünüyordu. Bir saniye sonra Meinhard’ın makineli tüfeği kükremeye başladı ve birilerinin bağırdığını duydum: “Rus bunlar! Bizim üniformalarımızı giymişler!

Elimizde silahlarımızla içimiz kıpır kıpır vaziyette beklemeye koyulduk. Kimse neyle karşılaşılacağını bilmiyordu. Şu anlar muharebeden önceki en kötü anlardır. Vücudunuzun her parçası heyecanı doruklarda yaşar. Dakikalar saate, saatler asra dönüşür
Peki, tank ne yapıyordu? Bizi görmüştü; taretini bize doğru döndürdükten sonra namlusunu doğruca bize bakacak şekilde indirdi. Hemen hemen 50 metre kadar ilerideydi. Orada öylece durup ateş etmeye devam etmem için aklımı yitirmiş olmam gerekiyordu. Makineli tüfeğimi yerinden söküp diğerleriyle birlikte kendimi siperin içine gizledim. Tankın gönderdiği top birkaç metre arkamızda infilak etti ve şarapnel parçaları etrafa saçıldı.

“Bu sefer şansımız yaver gitti ancak bir dahaki sefere işimiz iş! diye seslendi Weichert. Ensemden sırtıma doğru buz gibi bir ürperme hissettim.

O anda Swina muazzam bir heyecanla içimize su serpen cümleyi kurdu: “Tank imha edildi!”

Kafamızı kaldırıp baktığımızda tankın Rachel’ın kenarında bir paleti parçalanmış vaziyette sarktığını gördük. Arka tarafından kısa ve siyah duman bulutları yükseliyordu.

Birilerinin, “İstihkâmcılar canavarı boşluklu imla hakkıyla hakladı! diye bağırdığını işittim.

İstihkâm birliğindeki askerlere duyduğumuz derin minnetle birlikte boğazımızda düğümlenen nefesimizi koyuverdik. Daha sonra Unteroffizier der Pioniere bana bu işin çok kolay bir şekilde halledildiğini söyledi. T-34, Rachel in dibindeki askerleri fark etmemiş ve arkasını onlara çevirmiş vaziyette pozisyon almıştı. Onlar da el bombalarından yaptıkları malzemeyi paletlerin altına kolayca yerleştirmişlerdi.

Her iki taraf da canları pahasına savaşıyordu ve dolayısıyla her iki taraf da meşum bir kararlılık ve aşırı tepki örnekleri sergiliyordu. Bu da, “sen bana yaparsan ben de sana yaparım! söylemi çerçevesinde intikam ve misilleme dürtülerini tetikliyordu. Tanrı yenik düşen tarafın yardımcısı olsun.
Ardından yanımdan geçip bir başka ölü askere yöneldi. Uzanmış yatan cesedin karnına oldukça sert bir tekme savurdu ve ardından öfkeyle homurdandı: “Bak, bu da yaşıyor!” Silahının namlusunu doğrudan askerin alnına dayayıp tetiği çekti. Hâlihazırda ölü olduğunu düşündüğüm asker merminin etkisiyle sarsıldı.

Daha fazla dayanamayıp “Madem ölü değiller neden esir almiyoruz!” diye sordum ters ters.

Kara kuru astsubay iğrenir gibi bana baktı ve ardından, “O zaman ölü rolü yapıp yapmadıklarını kontrol edip bir zahmet ayağa kaldıriver!” diye hırladı. “Bu domuzlar hayatta olduklarını fark etmeyeceğiz zannediyorlar ve gerimizden gelip işimizi bitiriyorlar. Bizzat şahit oldum!

Ne cevap verebilirdim ki? Hâlâ muharebe alanlarında olup biten şeylerle ilgili tecrübesiz sayılırdım. Ancak işimi garantiye almak için bile olsa ne durumda olursam olayım silahsız hiçbir askere ateş etmezdim. Bunun yanında benim korkunç ve aşağı bulduğum şey Unteroffizier için kendi güvenliğimizi sağlayacak bir önlem olarak görülüyordu.

Ardından, “Ya onlar ya da biz!” diye bitirdi sözlerini.

Düşman, makineli tüfeğin bulunduğu noktayı tespit etmiş olacak ki kafamızın üzerinde mermiler uçuşmaya ve arkamızdaki toprak sete saplanmaya başladı. O anda Petsch’in ses tellerini yırtarcasına bağırdığını işittim. Eliyle kanlar boşanan kulağını tutarak siperin içine devrildi. Onun bu durumunu gören Siedel hemen onunla ilgilenmeye başladı.

Fırsat bu fırsattı! Derhal makinelinin başına geçerek tipkı bana öğrettikleri gibi dikkatli bir şekilde nişan aldım ve kısa aralıklarla ateş etmeye başladım. İlerlemekte olan Sovyet piyade yığınının üzerine ateş ediyordum. Grommel yanıma geldi ve mühimmat kemerini tutarak makineliyi beslemeye yardım etmeye başladı. İyi nişan alıyordum. Kahverengi silüetlerden bazılarının yere devrildiğini görüyordum. Dalga dalga gelen yığın bir anlığına durdu ancak ardından eğilir vaziyette adım adım yeniden üzerimize gelmeye başladı.

Zihnim tamamen boşalmıştı. Gördüğüm tek şey doğrudan üzerimize gelen düşman yığınıydı. Yeniden tetiğe asıldım. Korku çevremde kol geziyordu. Giderek ilerleyen, beni ve çevremdekileri öldürmek isteyen yıkımın elçileri kahverengi yığınların sebep olduğu korku Namlunun aşırı ısınmasından dolayı silah tutukluk yapmaya başlamış ve ben namluyu saniyeler içinde değiştirirken sıcak metalin elimi közlediğinin bile farkına varmamıştım.

Winter okkalı bir küfür savurdu. “Ne zaman gelsek bir yerlerde oluyorsun. Bir gün kazara malzemeleri direk Ivan’ın (Rusların) kucağına bırakacağız.

“Olmamış bir şey değil,” diye yanıtladı Domscheid. “Dün gece 74’üncü Piyade Tümeni’nden dört kişi ellerinde yiyecek ve mühimmatla Ivan’ın arasına girmiş. Sabahki karşı taarruz sırasında boş bakraçları bulduk ancak adamlardan eser yoktu.”

Uzaklarda şimşeğin kükremesini duyabiliyor, gökyüzünün kızıla boyandığını görebiliyorduk. İşte Stalingrad oradaydı! Peki, şu anda içimizdeki heyecan geçen haftaya göre nasıldı? Gerçekleştirmek zorunda kaldığımız cebri yürüyüş yüzünden kesinlikle körelmişti ve isteğin ve coşkunun buralarda kısa ömürlü olduğunu fark etmiştik. Gerçekler çok farklıydı. İçimizde pek de güzel duygular uyanmamıştı.
İnsanlar vahşiliği ve gaddarlığı görüyor; kanları donuyor ve gördükleri şeyleri kendi aralarında tartışıyorlar. Ancak gene de gördükleri fotoğraflar kolayca unutulmaya mahkûm. Yalnızca o zamanın insanları zihinlerinin derinliklerindeki trajedinin yoğun etkisini yaşıyor.
Her asker birlikler hâlinde çarpışır ama günün sonunda sadece kendine güvenmek zorunda kalırdı. Çevrelerindeki toprak hallaç pamuğu gibi etrafa dağılırken ve pırıl pırıl parlayan sıcak şarapneller ya da vızıldayarak uçuşan mermiler alabilecekleri bir can ararken askerler, ölümün buz gibi dokunuşunu enselerinde hissederlerdi. Düşmanlarının paramparça olmuş ölü bedenleri öbek öbek önlerine yığılırdı; yaralıların iç parçalayıcı çığlıkları ölmek üzere olanların güçlükle duyulan çağrılarına karışır, ölmek üzere olanlar toprağa iyiden iyiye gömülürken bu çığlıklar askerlerin ruhuna dokunur ve kâbuslarında onları takip ederdi.
Ölmediğimiz her gün güzel sayılırdı.
Nicedir makineli tüfeğin arkasında durur ve bu mekanik ölüm meleğinin bünyesinde tezahür eden gücü içimde hissederdim ancak daha önce şu anda hiss etdiğim rahatlama duygusuna benzer bir duyguyu hiç hissetmemişdim.
Körpecik bedenini silah arkadaşlarına siper eden bir başka asker daha
Kader korkunç bir canavardı ve eline geçirdiğini kolay kolay bırakmıyordu.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir