Mustafa Çiftci kitaplarından Kalfa Uykusu kitap alıntıları sizlerle…
Kalfa Uykusu Kitap Alıntıları
&“&”
Insan kendini insanda tanıyor, karşılaşmalarda en çok kendini beller insan.
Heves etmek bir hayat işaretidir
Edebiyatın ölü sanat olduğunu öne sürenler derler ki kimse kimseyi okumuyor. Bu ülkede üç bin şair varken şiir kitapları bin tane bile satmaz. “Şairler bile şiir okumuyor.” Demeye getirirler.
Bu ülkede üç bin şiir varken şiir kitapları bin tane bile satmaz. Şairler bile şiir okumuyor demeye getirirler."
Tolstoy, Maradona Sevilir gibi Sevilmez
Bazı okurlar bir yazarı kendilerine siper ederler. Mesela, “Tolstoy okurum başka da yazar tanımam,” diyen biri çok büyük ihtimalle tembelliğini Tolstoy ile kapatmaktadır. “Nasıl yani?” derseniz; Tolstoy’un eser sayısı bellidir. Dön dolaş aynı eserleri mi okuyorsun? Veya Tolstoy’da ne buldun ki bırakmıyorsun? Bize söyle biz de istifade edelim, değil mi? Ama işte bu da bir okur kurnazlığıdır. Bir yazara sarıl başka yazarlara tenezzül etme. Okur tilkiyse biz de kuyruğuyuz affedersiniz. Bu kadarcık hileyi sezemeyeceksek yuf olsun bize. Bir yazara hayran olmak çok başka bir şeydir. O yazarın külliyatını okursun, yazara ilham olmuş yerlere gidersin veya oraları anlatan gezi yazıları okursun. Yazarın beslendiği kaynakları gözden geçirirsin. Yani o yazara emek verirsin. Yazar seni besler sen de o yazardan aldığın ilham ile başka yazarlara açılırsın. Bunlar bizim memleketimizde az bulunur işlerdendir. Bizde işler nasıl yürür? Bir yazarın en fazla iki eserini okursun. Üç eserini karıştırırsın. Bir de popüler dergilerin hediye ettiği posterden odana asarsan senden iyisi yok. Gerçi evli olanlar evde sağa sola poster yapıştırma devrini çoktan atlattıkları için en fazla, hayranlık duydukları yazarların resimleri olan defterler alabilirler kendilerine… Geçenlerde bir arkadaş şöyle övünüyordu: “Benim Sait Faikçi olduğumu herkes bilir.” Bu durum övünülecek bir şey midir? Evet, bir yazara olan hayranlığınızla bilinmek ne devlet. Ama ben biliyorum ki bu arkadaş en son on sene evvel Sait Faik okumuştur. Deseniz ki yahu madem Sait Faikçisin bize bir hikâyesini anlat da biz de faydalanalım. Anlatamaz. Ama bahanesi hazırdır. “Sait Faik’in hikâyeleri anlatılmaz. Okumak lazımdır,” der. Bazen futbola meraklı olanlar bir oyuncuyu pek sever de onun maçlarını seyrederek keyif alır. Hatta oyuncunun formasını falan bulabilirse kendini şanslı sayar. Mesela rahmetli Maradona’nın böylesi hayranları vardı. Kendisinin dünya çapında bir şöhreti olduğu için bu durum anlaşılır. Dünyada her tip insan var. Her tipin de bir sevme şekli var. Bu anlaşılır bir durum. Bazıları da kendileriyle uzaktan yakından alakası olmayan takımları tutar. Lise dönemimden hatırlıyorum Real Madrid taraftarı bir arkadaş vardı. Adını bile zor söylediği takımı neden tuttuğunu kimse bilemiyordu. Ama kabul edelim bu tavrı ona farklı bir hava veriyordu. Real Madrid yerine Siirt Köy Hizmetleri’ni tutsaydı bu kadar havalı olur muydu? Bütün bu tarafgirliği tasvip etmesem de anlıyorum. Fakat yazara duyulan hayranlık başka bir şeydir. Mesela biz de Tolstoy okuyoruz. Ancak bunu bir reklam vasıtasına çevirmiyoruz. “Ben Tolstoycuyum,” diye bir laf hiç çıkmadı benden. Bir de bu tarafgirliği abartıp sevdiğin yazar üzerinden karakter tarifi yapanlar oluyormuş. Ben de bu karakter tahlili yapanları hiç anlamam. Yani bu karakter böyle ottan çöpten şeylerden anlaşılıyorsa o zaman hiç sırlı bir tarafı yok. En ufak şey bizim karakterimiz hakkında bilgi veriyorsa o zaman bu karakter kamuoyuna açık ortada bir şeydir, değil mi? Konumuzu dağıtmayalım. Kitap okumayıp da kitap sevenlerin bir örneğini bir seyahatimiz esnasında görmüştüm. Gezdiğimiz yerin adını burada zikredip hedef göstermiş olmayayım. Ama şirin ülkemizin sahil kesiminden bir yöresindeydik. “Turist gelsin de canımı yesin,” diyen yerel yönetimlerin gaza getirmesiyle yumurtayı bile boyayıp turistik eşyaya çeviren bir yöremizdi. Yerli turist her yerde gariban oluyor. Bu yöremizde de bizim yüzümüze bakan pek olmadı. Biz de, “Memleketimize döviz girsin de biz kendi vatanımızda mahzun olmaya razıyız,” diyerek boynu bükük vaziyette gezdik. Her köşe hediyelik eşya, incik boncuk dolu olduğundan pek bizi açmadı ama o dükkânlar içinde bir de kitapçı gördük. Aman ne nimet. Hemen daldım içeri. Şekerci dükkânına düşmüş yaramaz sıpalar kadar şenlendim. Kitapçı gezmenin bir adabı vardır fakat mevzumuz bu değil… Ben âdet töre dinlemeden müthiş bir oburlukla kitapçıyı gezdim. Büyük bir dükkândı ve raflar tıka basa doluydu. Kitapçı gibi değil de bir kitap kurdunun odası gibiydi. Edebiyat, tarih, sosyal bilimler ne ararsan vardı. Dükkân sahibi ile konuşmaya başladım. Adam uzunca babayiğit biriydi. Gözünde yakın gözlüğü elinde bir şeylerle uğraşıyor. Hem işini yapıyor hem laf veriyor. “Bu dükkânı genişleteceğim. Üst kat evimdir, oradan buraya biraz daha katkı yapacağım,” diyor. Öyle söyleyince ben coştum. “Bir kitapsever bulduk, haydi hayırlısı,” dedim. Gezmeye devam ettim. Dükkân sakindi. Kimsenin kitapçıya gönül düşürdüğü yoktu. Ben de tenhalığı ganimet bilip sordum. “Üstadım siz neler okursunuz acaba?” Ben zannediyorum ki bu açılış sorusuyla bir kitap sohbetinin içine düşeceğiz. Heyecanla cevabını beklerken adam kestirip attı. “Ben kitap okumam,” dedi. Nasıl şaşırdım anlatamam.
Bazı okurlar bir yazarı kendilerine siper ederler. Mesela, “Tolstoy okurum başka da yazar tanımam,” diyen biri çok büyük ihtimalle tembelliğini Tolstoy ile kapatmaktadır. “Nasıl yani?” derseniz; Tolstoy’un eser sayısı bellidir. Dön dolaş aynı eserleri mi okuyorsun? Veya Tolstoy’da ne buldun ki bırakmıyorsun? Bize söyle biz de istifade edelim, değil mi? Ama işte bu da bir okur kurnazlığıdır. Bir yazara sarıl başka yazarlara tenezzül etme. Okur tilkiyse biz de kuyruğuyuz affedersiniz. Bu kadarcık hileyi sezemeyeceksek yuf olsun bize. Bir yazara hayran olmak çok başka bir şeydir. O yazarın külliyatını okursun, yazara ilham olmuş yerlere gidersin veya oraları anlatan gezi yazıları okursun. Yazarın beslendiği kaynakları gözden geçirirsin. Yani o yazara emek verirsin. Yazar seni besler sen de o yazardan aldığın ilham ile başka yazarlara açılırsın. Bunlar bizim memleketimizde az bulunur işlerdendir. Bizde işler nasıl yürür? Bir yazarın en fazla iki eserini okursun. Üç eserini karıştırırsın. Bir de popüler dergilerin hediye ettiği posterden odana asarsan senden iyisi yok. Gerçi evli olanlar evde sağa sola poster yapıştırma devrini çoktan atlattıkları için en fazla, hayranlık duydukları yazarların resimleri olan defterler alabilirler kendilerine… Geçenlerde bir arkadaş şöyle övünüyordu: “Benim Sait Faikçi olduğumu herkes bilir.” Bu durum övünülecek bir şey midir? Evet, bir yazara olan hayranlığınızla bilinmek ne devlet. Ama ben biliyorum ki bu arkadaş en son on sene evvel Sait Faik okumuştur. Deseniz ki yahu madem Sait Faikçisin bize bir hikâyesini anlat da biz de faydalanalım. Anlatamaz. Ama bahanesi hazırdır. “Sait Faik’in hikâyeleri anlatılmaz. Okumak lazımdır,” der. Bazen futbola meraklı olanlar bir oyuncuyu pek sever de onun maçlarını seyrederek keyif alır. Hatta oyuncunun formasını falan bulabilirse kendini şanslı sayar. Mesela rahmetli Maradona’nın böylesi hayranları vardı. Kendisinin dünya çapında bir şöhreti olduğu için bu durum anlaşılır. Dünyada her tip insan var. Her tipin de bir sevme şekli var. Bu anlaşılır bir durum. Bazıları da kendileriyle uzaktan yakından alakası olmayan takımları tutar. Lise dönemimden hatırlıyorum Real Madrid taraftarı bir arkadaş vardı. Adını bile zor söylediği takımı neden tuttuğunu kimse bilemiyordu. Ama kabul edelim bu tavrı ona farklı bir hava veriyordu. Real Madrid yerine Siirt Köy Hizmetleri’ni tutsaydı bu kadar havalı olur muydu? Bütün bu tarafgirliği tasvip etmesem de anlıyorum. Fakat yazara duyulan hayranlık başka bir şeydir. Mesela biz de Tolstoy okuyoruz. Ancak bunu bir reklam vasıtasına çevirmiyoruz. “Ben Tolstoycuyum,” diye bir laf hiç çıkmadı benden. Bir de bu tarafgirliği abartıp sevdiğin yazar üzerinden karakter tarifi yapanlar oluyormuş. Ben de bu karakter tahlili yapanları hiç anlamam. Yani bu karakter böyle ottan çöpten şeylerden anlaşılıyorsa o zaman hiç sırlı bir tarafı yok. En ufak şey bizim karakterimiz hakkında bilgi veriyorsa o zaman bu karakter kamuoyuna açık ortada bir şeydir, değil mi? Konumuzu dağıtmayalım. Kitap okumayıp da kitap sevenlerin bir örneğini bir seyahatimiz esnasında görmüştüm. Gezdiğimiz yerin adını burada zikredip hedef göstermiş olmayayım. Ama şirin ülkemizin sahil kesiminden bir yöresindeydik. “Turist gelsin de canımı yesin,” diyen yerel yönetimlerin gaza getirmesiyle yumurtayı bile boyayıp turistik eşyaya çeviren bir yöremizdi. Yerli turist her yerde gariban oluyor. Bu yöremizde de bizim yüzümüze bakan pek olmadı. Biz de, “Memleketimize döviz girsin de biz kendi vatanımızda mahzun olmaya razıyız,” diyerek boynu bükük vaziyette gezdik. Her köşe hediyelik eşya, incik boncuk dolu olduğundan pek bizi açmadı ama o dükkânlar içinde bir de kitapçı gördük. Aman ne nimet. Hemen daldım içeri. Şekerci dükkânına düşmüş yaramaz sıpalar kadar şenlendim. Kitapçı gezmenin bir adabı vardır fakat mevzumuz bu değil… Ben âdet töre dinlemeden müthiş bir oburlukla kitapçıyı gezdim. Büyük bir dükkândı ve raflar tıka basa doluydu. Kitapçı gibi değil de bir kitap kurdunun odası gibiydi. Edebiyat, tarih, sosyal bilimler ne ararsan vardı. Dükkân sahibi ile konuşmaya başladım. Adam uzunca babayiğit biriydi. Gözünde yakın gözlüğü elinde bir şeylerle uğraşıyor. Hem işini yapıyor hem laf veriyor. “Bu dükkânı genişleteceğim. Üst kat evimdir, oradan buraya biraz daha katkı yapacağım,” diyor. Öyle söyleyince ben coştum. “Bir kitapsever bulduk, haydi hayırlısı,” dedim. Gezmeye devam ettim. Dükkân sakindi. Kimsenin kitapçıya gönül düşürdüğü yoktu. Ben de tenhalığı ganimet bilip sordum. “Üstadım siz neler okursunuz acaba?” Ben zannediyorum ki bu açılış sorusuyla bir kitap sohbetinin içine düşeceğiz. Heyecanla cevabını beklerken adam kestirip attı. “Ben kitap okumam,” dedi. Nasıl şaşırdım anlatamam.
…. iştahla yerse yavan ekmek bile yarar adama dedi… Bir kimse iştahla bir şey yaparsa o iş mayalanıyor, bereketleniyor, derinleşiyor.
Bildiğim bir şey var ki heves etmek bir hayat işaretidir.
Bazı okurlar bir yazarı kendilerine siper ederler. Mesela, “Tolstoy okurum başka da yazar tanımam,” diyen biri çok büyük ihtimalle tembelliğini Tolstoy ile kapatmaktadır. "
Kabul etmek lazım edebiyatın da magazini var. Fakat Türkiye’de bu magazin biraz kan tadı veriyor."
Bir rüzgâr esti say. Bozkırın düzünden bir yel esti, beni uçurdu say.
Kafamız çalışmadığından ya da çocuklarımız tembel olduğundan değil, biz şeytan taslamaktan tavaf etmeye vakit bulamayan bir ülke oldugumuz için çocuklarımız sayılar altında ezilmeye devam edecek.
Edebiyatın ölü sanat olduğunu öne sürenler derler ki kimse kimseyi okumuyor. Bu ülkede üç bin şair varken şiir kitapları bin tane bile satmaz. “Şairler bile şiir okumuyor.” Demeye getirirler.