İçeriğe geç

Kafka-Boyun Eğmeyen Hayalperest Kitap Alıntıları – Michael Löwy

Michael Löwy kitaplarından Kafka-Boyun Eğmeyen Hayalperest kitap alıntıları sizlerle…

Kafka-Boyun Eğmeyen Hayalperest Kitap Alıntıları

Bu aynı anti-militarist duygular Kafka’nın kimi edebi fragmanlarında da görülür. Örneğin şu kısa anlatıda: “İki asker gelip beni yakaladı. Kendimi savundum ama beni sıkı sıkıya tutuyorlardı. Beni efendilerinin önüne götürdüler, bir subay. Üniforması nasıl da alacalı bulacalıydı! ‘Benden ne istiyorsunuz? Ben bir sivilim’ dedim. Subay güldü ve ‘Sen bir sivilsin ama bu seni yakalamamıza engel değil. Ordu her şeyi kendi elinde tutar (Das Militär hat Gewalt über alles).’”
Kafka’nın romanlarında ortaya serilen “Kafkaesk” evren, Adorno ile Horkheimer’in eleştirel analizini yaptıkları aynı Aydınlanmanın Diyalektiği’nden kaynaklanmaktadır: Modern Batı uygarlığında rasyonelliğin tersine dönüşümü.
“Kafkaesk” sıfatının gücü öyledir ki, bizzat bürokrasi kavramını topyekun fanilerin gözünde çaresizce kirletmiştir. 1969 yılında Almanya’da yayımlanan bir Örgütlenme Sözlüğü şunu üzülerek saptamaktadır: “ ‘Bürokrasi’ sözcüğü birçok insanda hafif bir rahatsızlığa yol açmaktadır. Kavram, geçirimsizlik ve kaygılandırıcı yabancılık (unheimlichkeit) anlamında Kafkaesk çağrışımları fazlasıyla peşinden sürüklemektedir.”
Sonuç olarak, Kafka, terimin alışıldık anlamıyla “gerçekçi” bir yazar olmaktan çok daha fazlasıdır. Eserlerinde gösterdiği şey yalnızca “nesnel gerçeklik” değil, daha önemli bir şeydir: öznel bir deneyim, “aygıtlar”la karşı karşıya kalan bireylerin deneyimidir. Kafka’nın romanları mağlupların bakış açısından yazılmıştır, bürokratik makinenin “rasyonel” ve “kişisellikten sıyrılmış” çarklıları arasında öğütülenlerin bakış açısındandır. Walter Benjamin’den aktarırsak, Kafka’nın eserleri modern hukuk ve devlet iktidarının fazlasıyla teskin edici imgesini ters yönde çiziktirir.
“Kafkaesk” kelimesinin anlamı üzerine en iyi tartışmalardan biri Çek yazar Milan Kundera’nın 1986’da yayımlanan bir denemesinde bulunur. Kundera’ya göre bu terim “başka hiçbir kelimenin kavrama imkânı tanımadığı ve ne politika biliminin ne sosyolojinin ne psikolojinin bize anahtar sağladığı” durumları belirtir. Bellibaşlı özellikleri şunlardır: 1) Bireylerin ne kaçabilecekleri ne de anlayabilecekleri, labirent biçiminde devasa ve biricik bir kurumdan ibaret bir dünya. 2) Bu Kafkaesk dünyada bürokratik dosya asıl gerçekliği oluştururken, insanların fiziksel varlığı bu dosyadaki bir fişin gölgesinden başka bir şey değildir. 3) Sanıklar neyle suçlandıklarını bilmediklerinden, “kendi kendini suçlama” makinesi çalıştırılır.
“Kafkaesk” sözcüğünün gündelik dile girmesinde hiç tesadüf yoktur: Toplum bilimlerinin görmezden gelmeye çalıştıkları ama yerine koyacak makul bir kavramlarının da olmadığı gerçekliğin bir yanını belirtmektedir: sıradan insanlar tarafından yaşandığı haliyle bürokratik şeyleşmenin saçmalığı ve baskısı. Aslında sosyoloji ya da hukuksal bilimsel genellikle bürokratik ve yasal makineyi, “işlevsel” ya da “işlevsiz” niteliği üzerinde, “araçsal rasyonelliği” üzerinde durarak “içerden” ya da devletin veya sermayenin seçkinlerine kıyasla incelemekle sınırlanmışlardır.
Romanın bazı kişilikleri sıfat biçiminde gündelik dile girdi: Rüzgâr değirmenlerine musallat olan kimiler “Don Kişotvari”dirler, fazla tereddüt geçiren bir başkası Hamletvari”dir. Daha ender olarak da yazar adı anılır: Cehennemi bir sahne için “Dantevari”, hakikati bozan bir dil için “Orwelci.” Franz Kafka’nın durumu da böyledir: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çoğu dilde onun eserlerinden esinlenen yeni bir sıfat oluştu: Fransızcada kafkaïen, Almancada kafkaesk, İngilizcede kafkaesque, Portekizcede kafkiano. 1936 yılında “kusursuz Kafka durumu”ndan ilk söz eden Malcolm Lowry’dir, ama sıfat 1947 yılında, “çıkışsız Kafkaesk kâbus (a kafkaesque nightmare of blind alleys)”tan söz eden New Yorker dergisindeki bir makalede ortaya çıkar.
Kafka’nın “negatifliği”nden şikayet edenlere cevap olarak hiç tereddütsüz şunu belirtir: “Yazar çözüm ileri sürmek zorunda değildir. Onun soru işaretleri, genellikle içerik bakımından ünlem işaretlerinden daha zengindir ve kalın harflerle basılmıştır.
Brod, Şato’nun birinci baskısına ünlü önsözünde (1934) şunu yazmakta tereddüt göstermez: “Kafka’nın girme hakkını elde edemediği, hatta gerektiği gibi yaklaşamadığı bu ‘Şato’, tamı tamına teologların verdiği anlamda ‘Lütuf’tur, insanların yazgılarını yöneten Tanrı idaresidir (“Köy”)… Dava ve Şato, Kabala’ya göre Tanrısallığın kendini bize sunduğu iki biçimi –Adalet ve Lütuf– göstermektedir.” Şato’daki yüksek şahsiyetleri son derece tiksindirici bir açıdan ortaya koyan roman bölümleri bile (Sortini’nin Amalia’ya müstehcen mektubu) Brod tarafından “ahlakın kategorileri ile dinin kategorilerinin çakışmadığı”nın kanıtı olarak yorumlanmıştır.
Das Schloss, Kafka tamamlanmamış bütün romanları gibi, tuhaf ve muammalı bir edebi belgedir, şaşkınlık uyandırır; çeşitli, çelişik ve uyumsuz yorumlara esin kaynağı olmuştur. Dava gibi bu eser de dinsel ve teolojik çok sayıda okumanın konusu olmuştur. Bu eserin dinsel boyutuna dair en etkin “pozitif” okuma Max Brod’unkidir.
Hukuk prosedürünün labirentlerinde dolaşmanın sonunda Josef K. infaz edilir. Tevekkülün ikinci ve sonuncu ânı budur: Görmüş olduğumuz gibi, cellatlarına direnmek yerine, onların iğrenç işlerine “hatır sayarak” teslim olur ve sonunda “bir köpek gibi” ölür. Efsanedeki taşralı adam özellikle bir köpek gibi tanımlanmış değildir, ama onun tavrının değersizleştirilmesi bu imgeyi büyük ölçüde esinlemektedir: konuşmaz homurdanır; bekçiye değil, kürk yakasındaki pirelere hitap eder.
Kafka, geleneksel yasakları aşarak kendi yollarında gitme cesaretini göstermiş kişilere olan hayranlığını asla gizlemedi. E. Minze’ye yazdığı ve Kasım 1920 tarihli bir mektupta 1915 efsanesinin bir yorumuna benzeyen bir bölüm bulunur: Yazar, kız arkadaşına Lily Braun’un Bir Sosyalistin Anıları’nı okumasını tavsiye eder. Hayranlık uyandıran bu kadın “sınıfının ahlakından çok çekmiştir (böyle bir ahlak her koşulda yalancıdır, bilincin karanlığı yine de bunun ötesinde başlar), ama savaşçı bir melek gibi mücadele ederek kendi yolunu açmıştır.” Taşralı adam, Kanunun korkunç bekçi meleklerinin tehdidi karşısında yılarak dünyanın yalancı düzenine boyun eğerken, sosyalist kadın kendi sınıfının (burjuvazi) yalancı ahlakını reddeder ve “savaşçı bir melek gibi mücadele ederek” ileri gitmeye cesaret gösterir.
Başka deyişle, taşralı adam gözünün korkutulmasına ses çıkarmadı: onun içeri girmesini engelleyen şey güç değil, korkudur, kendine güven yokluğudur, otoriteye sahte itaattir, boyun eğmiş pasifliktir. Eğer kaybetmişse, “kendi kişisel kanununu, tiranlığı bekçinin kişiliğinde temsil bulan kolektif tabuların üzerine çıkarmaya cesaret edemediği içindir.” Bazı açılardan, kapı bekçisi aşırı-güçlü bir baba imgesidir ve oğlun kendi bağımsız yaşamına girmesini engeller. İnsanın Kanuna ve yaşama doğru engeli aşamamasındaki derin neden, korku, tereddüt ve cesaret yokluğudur. Girme hakkı için yalvaran kişinin kaygısı –Angst–, kapıcıya yolu kesme gücünü özellikle veren şeydir.
Taşralı Adam başarısız kaldı çünkü iznin olmadığı bu kapıdan geçerek Kanuna götüren yolu tutmak istemedi.
Kafkaesk “özgürlük dini” ve dinsel otorite eleştirisi en saf ifadesini Kanun Önünde adlı allak bullak edici meselde bulur. Bu esrarengiz ve büyüleyici metnin yüzyıl boyunca yol açtığı sayısız ekolden yorumlama arasında bana en akla yatkın geleni, Kanun bekçisini, –Yakup gibi taşralı adam da kendisini onun karşısında eli kolu bağlı bulur– akıl sır ermez tanrısal adaletin temsilcisi olarak değil, Josef K.’nın sözünü ettiği yalan üzerinde temellenen bu Weltordnung olarak gören yorumdur. Bu yöndeki ilk yorumcu her daim dostu olan Felix Weltsch’den başkası değildir.
“Gerçek ve korkunç yollar özgürlük ile kölelik arasında kesişir, bir sonraki parkur için rehber yoktur, geride kalmış yol ise anında yok olmuştur.”
Kahramanın masumca yakalandığı sinsi bürokratik makinenin işleyişine, suçluluk duygusunun yol açtığı içsel bir gelişim eşlik eder […]. Kahramanın iç gelişimi ve makinenin işleyişi son sahnede, infaz sahnesinde birleşir. Burada K. kendisinin götürülmesine ve öldürülmesine, direnmeden, hatta karşı bile çıkmadan imkân tanır.”
Hipotez ilginç ve akla yatkındır. Tek sorun, Dava’nın bu etkileyici son bölümünde –roman yazılmaya başlanır başlanmaz kaleme alınmış altı, yedi sayfa–, Josef K.’nın kendini suçlu kabul ettiğini belirten hiçbir şey yoktur. Bu yoğun ve muammalı sayfalarda suçluluk duygusu sorunundan hiç söz edilmez. Yalnızca şu bilinir ki, K., adımlarını iki celadın ritmine uydurduktan sonra, kendini kurban etmeyi kendi “görevi” olarak kabul etmektedir. Bu sahnede, 1914 Ağustos’unda neşe ve coşkuyla cepheye doğru ilerleyen, vatanları uğruna canlarını feda etmek için sabırsızlanan askerlerin gönüllü köleliğine bir yeraltı referansı göremez miyiz? Yalnızca şunu hatırlayalım ki, Franz Kafka –1909-1912 yıllarında Vilem Körber anti-militarist kulübünün halk toplantılarına katılmıştır– Dava’yı Ağustos 1914’te, Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasından ancak birkaç gün sonra kaleme almaya başladı…
Josef K.’nın ilk tepkisi direniş, (bireysel) isyandır: teşhir eder, protesto eder ve kendisini yargılama iddiasındaki kurumu küçümseyişini, alay ve ironiyle ortaya koyar. Tehlikeyi de küçümseme eğilimindedir. Yardım talep ettiği kişiler ona boyun eğmesini öğütler: “Bu mahkemeye karşı mücadele imkânı yok, itiraf etmek zorundayız. Bir dahaki sefere itiraflarda bulunun,” diye açıklar ona avukatın hizmetçisi Leni. Avukatın kendisi ise, K.’yı yalnızca “koşullar ne olursa olsun boyun eğmesi (abzufinden)” ve kımıldamaması konusunda uyarır: “Sakın dikkat çekme! Yanlış anlaşılacak gibi olsa bile sakin dur!”
“Gerçekçi” olsun ya da olmasın, Kafka, kendisinden önce –ve muhtemelen sonra– kimsenin yapmadığı bir şeyi, modern devletin hukuk makinesinin işleyişini kurbanlarının bakış açısından ortaya koymayı başardı.
Josef K. Mahkemeye karşı mücadelesini tek başına sürdürür –belki de yenilgisinin nedenlerinden biri budur– ama bu “adalet”in tek kurbanının kendisi olmadığının bilincindedir: “çok sayıda insana karşı” aynı şekilde davranılır. Mahkemeyi ziyareti sırasında, dilenciler gibi davranan, aşağılanmış, korku içinde başka sanıklarla karşılaşır.
Romanın dramatik sonucu dikkate alındığında, cellada yapılan bu gönderme anlamlıdır: kahramanın, mahkemeyi tehlikeli biçimde küçümsemesine rağmen uzgörüşlü olduğunu gösterir; ayrıca, Titorelli ile konuşması sırasında Josef K. hukuk kurumuna ilişkin değersiz görüşünü şöyle özetler: “Tüm mahkemenin yerini bir cellat tutabilir.”
Bu “dava”da kanun genellikle ortada görünmez. Bilinmeyen, tanınması imkânsız, hatta varolmayan bir şeydir. Kanunun yokluğu, bireyler üzerinde hayat ve ölüm iktidarına sahip olan güçlü bir yasal örgütlenmenin varlığı –hatta her yerde varlığı– tarafından ödünlenir. Romanın en güçlü anlarından birinde, Josef K. bu örgütü öfkeyle teşhir eder:
“Yalnızca yoz muhafızlar, aptal müfettişler kullanmakla kalmayan […] dahası yüksek bir yargıç kurulu ile yüce bir yargı kurulunu da besleyen bir örgüt; yanında da vazgeçilmez bir mübaşir, tutanak kâtibi, jandarma ve diğer yardımcılar, hatta cellatlar korteji; kelime beni korkutmuyor. Pek bu geniş örgütlenmenin anlamı nedir beyler? Masum insanları tutuklatmak ve onlara karşı deli saçması davalar açmak…”
Josef K. bir sabah erken saatte tutuklanır, bir iftira kurbanı olduğu bellidir. Bu sav anti-semitik davalara dolaylı bir referans olarak yorumlanabilir, ama iftira sorunsalı romanda sürdürülmez.
Ve romanın kehânet niteliği etkileyicidir; kâhince hayalgücüyle, totaliter devletlerin adaletini belirttiği sanılır. Bertolt Brecht 1937’de bu saptamayı ilk yapan kişiydi: “Burjuva demokrasileri en derinlerinde faşist diktatörlüğü taşıyorlardı ve Kafka temerküz kamplarını, her türden yasal güvencenin yokluğunu, devlet aygıtının mutlak özerkliğini muhteşem bir hayalgücüyle betimlemişti.” Aynı akıl yürütme Stalin’in SSCB’si için de mutatis mutandis geçerli değil midir?
“Hüküm”ü (1912) ele alalım. Kafka’nın edebi üretiminde bir dönemeç ve belli başlı eserlerinin kaleme alınmasında bir çıkış noktası oluşturan bu kısa anlatıda Kafka yalnızca baba otoritesini ortaya koyar. Genç bir tacir olan Georg Bendemann yaşlı babasını ziyaret eder ve baba da, uydurma gerekçelerle –oğlunun Rusya’ya gitmiş bir dost karşısında sözde dikkatsizliği– onu boğularak ölüme mahkûm eder. Bu son derece acımasız hikâye, kahramanın bütünüyle ve hiç direnmeden otoriter hükme boyun eğdiği (kendini nehre atar) ender yazılardan biridir. Bu hikâyenin gerilimi şöyle özetlenebilir: Baba zorbalığından kaçamayız, ama onun emirlerine körcesine itaat etmek bir intihar biçimidir…
Kafka söylem üretmez, kişiler ve durumlar yaratır ve eserinde duygular, tavırlar, bir Stimmung ifade eder. Edebiyatın sembolik dünyası ideolojilerin söylemsel dünyasına indirgenemez; edebi eser, felsefi ya da politik doktrinler gibi soyut kavramsal sistem değil, kişilerin ve şeylerin somut hayali evreni’dir.
Kafka üzerine yorumlar, sürekli büyümekte olan bir belge yığını halinde, hem karmakarışık dilleri nedeniyle hem de sonsuz açıdan ele alma teşebbüsüyle zaman içerisinde bir Babil kulesi biçimini ve havasını almıştır.
Kafka’ya dair hâlâ yeni bir şey söylenebilir mi? Bu kitabın bu konuda bir iddiası vardır. Gerçekten de bence Kafka’nın eserinin büyüleyici itaatsizlik gücünü açıklamak için farklı bir gözle bakmanın vakti gelmiştir.
Kafka tamamen mekanikleşmenin felaketiyle kapitalizmi sıkı sıkıya birleştirmektedir. Janouch’a göre bir sohbet sırasında şunu ifade etmiştir: Fabrikalar paranın kârını artırmaya yönelik organlardır. Bizim bu olaydaki rolümüz tabiyettir. En önemlisi para ve makinedir. İnsan varlığı, sermaye artışına hizmet eden demode bir aygıttan başkası değildir, tarihin bir kalıntısıdır, bilimin gözünde yetersiz kalan kapasitesinin yerini çok kısa süre içinde kusursuz bir biçimde düşünen otomatlar alacaktır.”

Gustav Janouch

İster gerçekçi” olsun ister olmasin, Kafka’nın eseri, toplumsal kurumlar karşısındaki sürekli mesafe tutumundan dolayı, edebiyatın kutsallikdışı aydınlatma -bu deyim Walter Benjamin’indir- gücünün en çarpıcı örneklerinden biridir. Bu nedenle André Breton Kafka’yı -gerçeküstücülerin Rimbaud’dan ödünç aldığı anlamda terimin şiirsel anlamıyla- bu yüzyılın en büyük kâhini” olarak kabul ediyordu: Görünmezi soruşturmak ve duyulmazı işitmek” gücüne sahip kişi
Kafka , bütün adaletsizliğe uğrayanlar adına , bütünüyle adil bir dünya istemektedir ; ve tasvir ettiği dünyaya karşı çıkmaktadır.Bu aşırı talebin gerçekleşmesi karşısında elbette kuşkudadır. Ama yine de hedeflenmesi gereken amaç olarak onu öne koymaktadır.
Kafka’nın yazıları yönelimsizliğin ve umutsuzluğun düşünülmemiş ifadeleri değildir ; incelikli olarak ifade edilmiş iktidar eleştirileridir , ağırbaşlı ama provoke edici bir tarzdadırlar , okurların eleştirel bir yönelim edinmesine imkan tanırlar.Kafka’nın yönteminin pek kısıtlayıcı olmayan karakteri , sonuçta onun provoke edici niyeti karşısında bizi körleştirmemelidir
Kafka’ya Parti politikasına pek yeteneği olmayan metafizik anarşist olarak göndermede bulunur. Bu tanım tamamen akla yatkın görünmektedir.
Brod kendi otobiyografisinde bunu belirtir : Benim tersime Kafka doğası gereği kapalı bir insandı ve ruhunu kimseye , bana bile açmazdı ; önemli şeyleri kimi zaman kendisine sakladığını gayet iyi biliyordum.
Kafka’nın sessizliği üzerinde durur : Tanıdığım kadarıyla Kafka bu anarşist örgütlerden hiçbirine mensup değildi , ama onlara karşı toplumsal sorunlara duyarlı ve açık bir insanın güçlü sempatisini hissediyordu. Bununla birlikte , bu toplantılara duyduğu ilgiye rağmen (sürekli geldiği dikkate alındığında) asla tartışmalarda söz almıyordu.
Kağıttan zincirler imgesi ikili anlam taşıyor olabilir : Hem resmi belgeleriyle bireyleri köleleştiren bürokratik sistemin baskıcı niteliğini ortaya koyar , hem de eğer insan kurtulmak isterse kolaylıkla yırtılabilen bu zincirlerin geçici karakterini ortaya koyar
Politik kelimesi aslında hiç uygun düşmez. Kafka’yı ilgilendiren şey , genellikle politik terimiyle ifade edilen şeyin , yani politik partilerin , seçimlerin , kurumların , anayasal rejimlerin binlerce fersah uzağındadır. Eleştirel terimi belki de daha uygundur.
Kafka’nın yalnızca edebiyat için yaşadığı aşikardır. Edebiyat onun takıntısı , varlık nedeni ve cankurtaran simidiydi. Düşkün bir dünyaya cevabıdır edebiyat.
Sözlüklere ve ansiklopedilere girmiş olan bu terimi tarif etmek güç değildir: “Baskıcı atmosfer”e (Robert); “kişisellikten çıkmış uğursuz güçlerin insanlararası ilişkileri denetlediği” “kâbus gibi bir dünya”ya (Twentieth Century Words, Oxford, 1999); “esrarengiz, kaygılandırıcı (unheimlich) ve tehditkâr” (Duden) bir duruma; “yönünü şaşırmış bireyin kaybolduğu” labirent biçiminde “bürokratik ve totaliter, dolambaçlı yöntemlerle birlikte, saçma ve şizofrenik olarak rasyonel bir örgütlenme”ye (Penguin Encyclopedia, 2003) gönderme yapar.
Direnmeden her şeye boyun eğen kişi sonunda “bir köpek” olur: insan sürekli köpek muamelesi görürse, “sonunda gerçekten köpek olduğunu düşünmeye başlar.
Köpek, Kafka’nın birçok romanında, gönüllü köleliğin, hiyerarşik üstlerinin ayakları dibine yatıp efendilerinin sesine körcesine itaat edenlerin davranışının alegorik figürüdür.

Örneğin Dava’da avukat Huld “mahkeme
karşısında tamamen köpeksi bir aşağılık tavır sergiler.” Aşağı hiyerarşik mertebedeki tüccar Block, Huld’un karşısında diz çöker ve iğrenç bir köle tavrı sergiler: “O bir müşteri değil, avukatın köpeğiydi. Eğer avukat ona bir yuvaya girer gibi yatağın altına girip havlamasını söylese sevinçle yapardı.” Oysa, romanın son bölümünde Josef K.’nın tavrı kökten değişir. Direniş gösterme yönünde kısa bir kararsızlığın ardından –“daha öteye gitmeyeceğim”–, komşusu Bayan Bürstner’in esrarengiz bir şekilde uzaktan belirmesiyle birlikte, her türlü direnişin nafile olduğu sonucunu çıkartır ve
cellatlarına yaltaklanır, yani onların hedefleriyle “kusursuz uyum” içinde davranır. Yalnızca kaderine boyun eğmekle kalmaz, cezalandırılmasında aktif işbirliğine de hazır görünmektedir. “Görev”i olarak –yani silahı eline almak ve kendi infazını gerçekleştirmek–
kabul ettiği şeyi yerine getirememesi gücü yetmediğindendir. Bununla birlikte, cellatlar bıçağı kalbine saplarken, ruhunu teslim etmeden önce şunları söylemeyi başarır: “Bir köpek gibi.” Ve romanın son cümlesi bir yorumdur: “Sanki bunun utancının kendisinden sonra da yaşaması gerekiyordu.” Hangi utanç? Kuşkusuz ki “bir köpek gibi”, yani boyun eğerek, (terime Étienne de La Boétie’nin verdiği anlamda) gönüllü kölelik durumunda ölmenin utancı.

Karel Kosik Kafka’nın dünyasını “ürküntü verici ve saçma bir labirent” olarak algılar; burada insanlar, “bürokratik makine ağları, aygıtlar, şeyleşmiş yaratıklar içine alınmıştır.” Nihayet, Adorno da Praglı yazarın eserlerinin ana temasını, kendi başına sonsuza dek yinelenen ve en modern tezahürü bürokratik denetim olan kör bir şiddet üzerinde temellenen
tahakküm kurucu rasyonellik (Herrschaftlichen Rationalität) olarak niteler.
Kuşkusuz ki, mevcut haliyle bürokrasi yok edici bir makine değildir, ama Kafka, Janouch’la söyleşilerinde, bürokratı bir cellatla karşılaştırmakta tereddüt etmez: “Cellat, günümüzde, soylu bir memur değildir; kamu işlevinin pragmatik ruhu ona iyi bir maaş sağlar. Sonuç olarak, her namuslu memurun içinde niçin bir cellat uyuyor olmasın? […] Onlar [memurlar] canlı ve dönüşebilen varlıkları ele alıp onları ölü ve en ufak dönüşüme müsait olmayan arşiv sicil kayıtları haline getirirler.”
Elias Canetti’nin gayet iyi gözlemlediği gibi, “Kafka daha baştan beri aşağılananlardan yanadır, […] temellerini güce dayandırarak yükselen her şeyden tiksinir…” Günlük’ün
birçok bölümü emekçilere olan sempatisine tanıktır; özellikle ailesine ait olan fabrikasındaki işçilerin durumunu tarif edişinde bu görülür. “Dayanılmaz bir pislik” ortamında çalışan, “aktarma kayışlarının ve makinelerin bitmek bilmez gürültüsünün” serseme çevirdiği, “en gülünç güce teslim edilmiş” emekçilere “insan” muamelesi yapılmaz: “onlara selam verilmez, onlara çarpıldığında özür dilenmez.”
Elias Canetti’nin gayet iyi gözlemlediği gibi: “Bütün şairler arasında en büyük iktidar uzmanı Kafka’dır. O, iktidarı bütün veçheleriyle yaşamış ve şekillendirmiştir.”

Peki söz konusu olan hangi iktidardır?

Aydınlatıcı bir yorum getiren Adorno
Kafka’nın edebiyat eserinin “büyük ölçüde, sınırsız bir iktidara tepkiden kaynaklandığını” belirtmektedir.

..

Bu saygın iktidarlardan ilki elbette ki baba Hermann Kafka’dır. Babama Mektup (1919) denen ve yazarın kişiliğini anlamak için temel anahtarlardan biri olan bu etkileyici belgede Franz, Hermann’ın “despotik karakter”inden
şikayet eder ve onu defalarca “zorba”yla ve “otokrat”la karşılaştırır ve “seninle aramızda sürekli asılı duran ve yargıcının da sen olduğunu ileri sürdüğün korkunç mahkeme”den şikayet eder.

 27 Ocak 1904’te dostu Oscar Pollak’a yazdığı bir mektupta, edebiyatın rolüne dair kavrayışını şöyle açıklıyordu:

Bir kitap ancak “kafatasımıza inip bizi uyandıran bir yumruk […], içimizdeki camdan denizi parçalayan bir balta” ise önem taşır .

Bu sistemin baskıcı gücünü belirtmek için Kafka çarpıcı bir imge icat etmiştir:

“İşkence çeken insanlığın zincirleri büro kâğıtlarındandır.”

– (…) Hakikat ve korkunç yollar, hürriyet ile esaret arasında kesişir, bir sonraki parkur için rehber yoktur, geride kalmış yol ise ânında yok olmuştur
“Onun eserinin üslubu aşırı solun üslubudur; onu ebedi insana indirgemek, ona konformist biçimde ihanet etmek olur.”
Bizzat kendimin yaratmadığı her bağ, benliğimin parçalarına karşı olsa, değersizdir, yürümemi engeller, bu bağlardan nefret ederim ya da nefret etmeye çok yakın bir his içindeyimdir.”
Baba despotizminden ve “kadınların ve çocukların ikiyüzlü itaatinden” oluşan– “ev içi köleliğe” isyanı, onu mevcut durumu eleştirmeye ve “nihilist” olmaya, yani çar otokrasisinin ve köleliğin yeminli düşmanı olmaya yöneltti.
“İlerlemeye inanmak, bir ilerlemenin daha önce vuku bulduğuna inanmak demek değildir. Bu bir inanç (Glauben) olamaz.”
Kapitalizm yukardan aşağıya ve aşağıdan yukarıya giden bir bağımlılık sistemidir. Her şey birbirine bağlıdır, her şey zincirlidir. Kapitalizm dünyanın ve ruhun bir halidir.”
Örneğin kapitalizmi hiyerarşik bir tahakküm sistemi olarak görüşü ve sistemin otoriter karakteri üzerinde ısrarla duruşu anarşizme yakındır.
“Tanıdığım kadarıyla Kafka bu anarşist örgütlerden hiçbirine mensup değildi, ama onlara karşı toplumsal sorunlara duyarlı ve açık bir insanın güçlü sempatisini hissediyordu. Bununla birlikte, bu toplantılara duyduğu ilgiye rağmen (sürekli geldiği dikkate alındığında) asla tartışmalarda söz almıyordu.”
“İnsanlar Rusya’da kusursuzca adil bir dünya inşa etmeye çalışıyorlar. Dinsel bir hikâye bu.”
Uyudum uyandım,
Uyudum uyandım
Kepaze bir yaşam!
Kafka’nın kahramanlarının muzdarip olduğu dünyevi rahatsızlık, özellikle, tanrısal bir zorunluluğu temsil etmek için tanrılaştırılmaları, kendini beğenmişlikleridir. Kafka kendine hedef olarak, korkunç yapısının konturlarını abarttığı bu dünyayı imha etmeyi koyar.
Kafka, bu dünyaya karşı açtığı davaya yalnızca babasını katmakla kalmamış, diğer tüm babaları ve otorite figürlerini de katmıştır.
Kafka, daha baştan beri aşağılananlardan yanadır
Gerçekten de, Franz, babanın imparatorluğundan mümkün olduğunca uzakta, edebiyat dünyasında bir sığınak bulmayı başarmıştı.
Elias Canetti’nin gayet iyi gözlemdiği gibi: Bütün şairler arasında en büyük iktidar uzmanı Kafka’dır. O, iktidarı bütün veçheleriyle yaşamış ve şekillendirmiştir.
Kafka’nın romanlarının kozu yazı olarak yazı değildir, birey ile dünya arasındaki ilişkidir.
Kafka’nın yalnızca edebiyat için yaşadığı aşikârdır: Edebiyat onun takıntısı, varlık nedeni ve cankurtaran simidiydi. Düşkün bir dünyaya cevabıdır edebiyat.
Artur Holitscher in 1912 de yayınlanan kitabında Taylorculuğun iğneleyici bir eleştirisi mevcuttur: ”Kitlesel üretimin sonucu olan çalışmanın uzmanlaşması emekçiyi makinenin ölü bir parçasına , şaşmaz bir otomatizmle işleyen bir çark yada levyeye giderek daha fazla indirger ”
Adaletin ve özgürlüğün olmadıgı bir dünyada çıplak güç ve keyfi iktidar paylaşımsız hüküm sürer
Direnmeden her şeye boyun eğen kişi sonunda ”bir köpek ” olur: insan sürekli köpek muamelesi görürse der irlandalı deklase Robinson ”sonunda gerçekten köpek oldugunu düşünmeye başlar ”
Kafka bu dünyaya karşı açtıgı davaya yalnızca babasını katmakla kalmamış tüm diger babaları ve bütün otorite figürlerinide katmıştır
Adorno kafkanın edebiyat eserinin ”büyük ölçüde, sınırsız bir iktidara tepkiden kaynaklandıgını belirtir ”
Kafka bir ”anarşist ” değildi elbette ama romantik ve liberter kökenli anti otoritarizm onun bütün romanesk eserini baba otoritesinden ve kişisel otoriteden idari ve anonim otoriteye götüren iktidarın büyüyen evrenselleşme ve soyutlama hareketi içinde kat eder.
Theodor adorno kafka için ”onun eserlerinin üslubu aşırı solun üslubudur onu edebi insana indirgemek ona konformist biçimde ihanet etmek olur ”
Önce olmuş herşeyi boş olaran gösteren devrimci tinsel hareketler haklıdır, çünkü henüz hiçbir şey olmuş degildir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir