İçeriğe geç

Kafese Konan Adam Kitap Alıntıları – Rollo May

Rollo May kitaplarından Kafese Konan Adam kitap alıntıları sizlerle…

Kafese Konan Adam Kitap Alıntıları

İnsan hayatı umutsuzluğun öbür yanında başlar
Biz başkalarında yaşarız onlar da bizde
Bana öyle geliyor ki yaşadığımız bu şizoid çağda herkes kelimenin olumsuz anlamıyla entelektüel olmaya çalışıyor ; yani, yaşamını konuşarak tüketmeye çabalıyor ve bu konuşmayı bilimsel ve rasyonel açıdan saygın kılabilirse başarılı olduğuna inanıyor .
İnsanın değerleri ne kadar olgunsa, değerlerinin birebir tatmin edilmesi onun için o kadar önemsizdir. Asıl tatmin ve emniyet bu değerlere sahip çıkmaktan geçer. Gerçek bir bilim adamı, din insanı veya sanatçının duyduğu emniyet ve güven, kendisini hakikat ve güzellik arayışına adadığını bilmesinden kaynaklanır, ona ulaşmaktan değil.
Mahsur kişi iletişimsizlikten yoksunken, özgürlük Kierkegaard’a göre sürekli iletişim halinde olmak tır.
Gerçek bir bilim adamı, din insanı veya sanatçının duyduğu emniyet ve güven, kendisini hakikat ve güzellik arayışına adadığını bilmesinden kaynaklanır, ona ulaşmaktan değil.
Anksiyete içsel çatışmanın bir işaretidir ve ortada bir çatışma olduğu müddetçe, bilincin üst seviyelerinde bir çözüme ulaşma olasılığı da vardır. Kierkegaad, Anksiyete en iyi öğretmendir der. Gereğince endişeli olmayı öğrenmiş olan kişi en önemli şeyi öğrenmiş demektir.
Kısacası biz seni yetmiş iki yıllığına bir Dante sirkine yolladık, sense geceni gündüzünü sokaklardaki eften püften performanslara harcadın.
“ hiçkimse anksiyeteden kaçamaz, çünkü hiçbir değer saldırılamaz değildir.”
Rollo May
İnsanı anlamaktaki asıl mesele, insanların atlarla, köpeklerle veya farelerle ne gibi ortak özellikleri olduğunu değil, onu insan yapan benzersiz şeylerin ne olduğunu bulmaktır.
Eğer psikolojiye giriş dersi okutuyorsam, öğrencilere Karl Marx’ın kitaplarını okuturdum. Marx’ın ekonomi felsefesini öğrensinler diye değil, irrasyonel ekonomik ve sosyal iktidarın temel anlamını görmüş olduğu için ve iktidarınızı edinme tarzınızın, seçtiğiniz rasyonel inançları (ideolojiyi) nasıl koşullandırdığını görmüş olduğu için Marx okuturdum. Böylece bilincimizin boyutlarını genişletmemiz ve iktidarın sosyal açıdan yıkıcı veçhelerini algılayıp anlamasını sağlayacak şekilde yeniden düzenlememiz ve kendi saldırganlık ve güç ihtiyaçlarımızı sosyal meselenin yapıcı çözümlerine kaydırmamız mümkün olacaktır.
Bu kederli günlerin yüküne katlanmak gerek.
Konuşacaksak eğer, hissettiklerimizi söyleyelim, gerekenleri değil.
Duygusal problemler için geliştirilen ilaçlar, organik hastalıklardaki mikrop ve virüsleri yok eden ilaçlardan çok farklı prensiplerle çalışır. Bu ilaçların çoğu duygusal durumların yarattığı acı veren etkileri engeller ana asıl neden üzerinde hiçbir etkiye sahip değildirler; organizmanın tepkilerini değiştirebilirler ama bu tepkilerin neden bozulduğu sorununa değer bir çözüm değildirler. Örneğin bir yatıştırıcı gece güzel bir uyku çekmenizi sağlar ama sizi uykusuz bırakan sorunun kendisiyle ilgili hiçbir şey yapamaz.
Psikolojik rahatsızlıklar için geliştirilen ilaçlar ve ruh halini değiştirmeye yönelik ve şimdi daha da etkili bir hale gelen ilaçlar yaygın bir şekilde kullanılacak olursa (ki önümüzdeki yıllarda durum mutlaka böyle olacak) ve kişilere problemlerini çözmeleri için eşit ölçüde başka yardımlar sunulmazsa, toplumumuzda, bugün olduğundan çok daha geniş çapta ve yeni tiplerde psikolojik ve psikosomatik bozuklukların ortaya çıktığına tanık olacağız.
Bir fikrin, dine aykırı olduğu gösterilerek susturulduğu zamanlarda teoloji tek ve en büyük hata kaynağıydı. Birinden gelen herhangi bir düşüncenin bilimsel olmadığı söylenerek itibarsızlaştırıldığı günümüzde ise eskiden teolojinin tekelinde olan güç bilime geçmiştir; dolayısıyla tek ve en büyük hata kaynağı olma sırası artık bilimdedir.
Anksiyete içsel çatışmanın bir işaretidir ve ortada bir çatışma olduğu müddetçe, bilincin üst seviyelerinde bir çözüme ulaşma olasılığı da vardır. Kierkegaad, Anksiyete en iyi öğretmendir der. Gereğince endişeli olmayı öğrenmiş olan kişi en önemli şeyi öğrenmiş demektir.
Dünya tarihi, özgürlük bilincinin ilerlemesinden başka bir şey değildir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Belki de bazı rüyalar eyleme davettir.
İnsanın değerleri ne kadar olgunsa, değerlerinin birebir tatmin edilmesi onun için o kadar önemsizdir. Asıl tatmin ve emniyet bu değerlere sahip çıkmaktan geçer.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Aslında nevrotik anksiyete, kişi, gelişimi esnasında yaşadığı krizde ve değerlerine tehdit geldiğinde hissettiği normal anksiyeteyle yüzleşemediğinde ortaya çıkar. Nevrotik anksiyete, daha önce yüzleşilmemiş normal anksiyetenin sonucudur.
Artık nevrotik anksiyeteyi normal olandan ayırabilmemiz gerek; zira normal anksiyete kavramı olmadan onun nevrotik formunu ayırt etmemiz mümkün değildir. Normal anksiyete, tehditle orantılı bir kaygıdır, işin içine baskılama girmez ve bilinçli seviyede yapıcı olarak yüzleşilebilir (ya da hedef durum değişirse, anksiyete de ortadan kalkar). Nevrotik anksiyete ise, tehditle orantısız bir tepkidir, baskılama ve diğer intrapsişik çatışmalar söz konusudur ve faaliyet ve farkındalığın önünü kapatma yoluyla yönetilir.
Ve ister dinle ister bilimle ilgili olsun, dogma, kişinin taze bilgiler ve yeni gelişmeler fırsatını kaçırma pahasına satın alınan geçici bir güvencedir. Dogma nevrotik anksiyeteye yol açar.
Peki kendisi de doğanın bir parçası olan insan doğasına ne oldu? Bunun cevabı şu: Cansız doğayı ölçmekte ve dizginlemekte muazzam başarı gösteren yöntemler, on dokuzuncu yüzyılda insan doğası üzerinde de uygulanmaya başlandı. Kendimizi ağırlığı tartılıp, ölçüleri alınan ve analiz edilen nesneler olarak algılar olduk. Bu durumda mecburen kendimizi de cansız doğa gibi gayrişahsi görmeye başladık. İnsan doğası; üzerinde iktidar kurulacak, manipüle ve istismar edilecek bir şey haline geldi. Tıpkı dağları istismar ederek çıkardığımız kömür, otomobillerimizin gövdelerine çaktığımız çelik gibi
Nietzsche, Jaspers ve diğer büyük varoluşçu düşünürler, kişi yaşamın kendisinden bile daha değerli olduğuna inandığı bir değeri bilinçli bir şekilde seçmedikçe fiziksel hayatın kendisinin de bütünüyle tatminkar ve anlamlı olmayacağına dikkat çekmişlerdir.
bazı insanlar başka bir değere teslim olmaktansa ölmeyi tercih ederler. Avrupa’daki diktatörlük dönemlerinde, psikolojik ve tinsel özgürlüğün ellerinden alınmasını ölümden daha büyük bir tehdit olarak gören kişiler olmuştur: Ya istiklal ya ölüm ille de nevrotik bir tavrın göstergesi ya da teatral bir tavır değildir.
şu da bir gerçektir ki, kişinin olgunluk seviyesi ne kadar düşükse, fiziksel tatmin tek başına o kadar büyük değer taşır ve bu tatmini ona kimin vereceği o kadar az fark eder. Öte yandan, kişi ne kadar ne kadar olgunsa ve farklılaşmışsa, şefkat ve öteki insanlarla kişisel ilişkisi gibi faktörler cinsellik deneyimini o kadar değerli kılar.
Sartre’a göre, insan gerçekliği, kendisini geçmişe dair varsayımlar denilen sebeplerle değil, peşinde olduğu hedeflerle tanımlar ve belirler.
İnsan hayatı umutsuzluğun öbür yanında başlar.
Kierkegaard nevroz için uygun bir terim kullanmış, mahsuriyet [shut-upness] demiştir. Mahsur kişi kendi kendisi ile mahsur kalmaz, kendisinden ve dahi diğerlerinden mahsur kalır. Bu kişilik çeşitli biçimlerde tezahür eden katılık, özgür olmama, içinde boşluk hissetme ve iç sıkıntısı gibi özellikler taşır.
Emniyet duygusuna hizmet etmesi için seksi kullanmanın, cinselliği gitgide gayrişahsi bir hale getiriyor olması anlaşılır bir durumdur. Gerçekten de, bu gayrişahsilik özelliği (kişinin herhangi bir taahhüt altına girmeden, fazla yakınlık duymadan cinsellik yaşaması) bu problemle ilgilenen araştırmacı ve yazarların en çok ilgilendiği noktadır. Gayrişahsiliğin etkisiyle duyarsız heyecan, yakınlık duymadan birleşme mümkün hale gelir; duygu yoksunluğu, tuhaf ve sapkın bir şekilde, tercih edilen bir hedef olur. İşte yıkıcı anksiyetyi oluşturan şey, kişinin benliğinin kişiler arası dünyayla ilişkisindeki tam da bu duygu eksikliğidir.
Kalıcı sevgili olmak (erken monogami de denir) ve pek çok öğrencinin erkenden evlenme eğilimi anksiyeteyi aşma amacına hizmet eder. Birliktelik geçici de olsa bir emniyet duygusu verir ve bir şeylere anlam kazandırır. Fakat birlikteliklerin içi kolayca boşalır ve sıkıcı bir hale gelir; özellikle bu kadar erken başlamış birlikteliklerde gençler kendilerine, kişi olarak ilgi çekici olmak yeteneklerini geliştirme şansı vermemiş olurlar. Seks, genellikle artık sözcükler bittiğinde yapılan bir şeydir. Böylece, sevgili olmak, gitgide rastgele ilişkilere doğru evrilir; kişisel ilişkinin yerini bedensel yakınlaşma alır. Kişi nin yokluğunun bıraktığı boşluk beden ile doldurulur. Seksi emniyet için kullanmanın ikinci sonucu erken evlilik ise, aynı şekilde, sıkıcı bir evlilikle geçecek bir gelecek olasılığına erkenden taahhüt vermenin getirdiği sinir bozucu bir boşluğa evrilir.
Psikoloji ve psikiyatrinin, insanlara doğrudan veya dolaylı olarak yardım etmeye yönelmedikçe, kendi malzemesini, bir diğer deyişle, kişileri tanıyamayacak olan iki bilim olduğunu ileri sürmek istiyorum.
Değişim ve tamamlanma dürtüsü ve hareketi, doğrudan doğruya hastanın kendi varlığından ve o varlığı tamamlama ihtiyacından gelir.
Kişinin kendi anlamı, başka birinin anlamından ödünç alındığı için anlamını kaybeder.
Elbette kültürümüzde ki yaygın anksiyetenin en belirgin nedenlerinden biri, neredeyse tüm sosyal değerlerin köklü bir değişim içine girdiği, bir dünyanın ölüp, yenisinin doğmak üzere olduğu bir çağda yaşıyor olmamızdır.
Mahsur kişi iletişimsizlikten yoksunken, özgürlük Kierkegaard’a göre sürekli iletişim halinde olmak tır.
Ne var ki özgürlük sadece yaşam sürekli irdelendiğinde ve insan araştırmalarının ne kadar ileri gidebileceğini dikte eden sansürlerin olmadığı yerlerde yaşar. İnsan yaşamı bu paradoksta ve bu ikilemin boynuzları üzerinde sürer. İrdeleme yaşamdır, irdeleme ölümdür. Her ikisidir ve her ikisi arasındaki gerilimdir.
Birey kendi önemini yitirdiğinde, bir apati duygusu yaşanır; bu duygu, bilinç halinin daralmasının bir dışavurumudur. Asıl tehlike bilincin teslimiyeti, yani toplumumuzun kendini rahatlatmak için ilaçlara güvenmesi ve sadece ihtiyaçlarını karşılamak için değil psikanaliz mekanizmaları biçimindeki makinelere yaslanması, böylece mutlu ve sevebilen bir insan olabileceğini ümit etmesi değil midir?
Yaşam süremiz uzadıkça, anlamlı geçirdiğimiz zaman süremiz azalmıştır.
Ne var ki özgürlük sadece yaşam sürekli irdelendiğinde ve insan araştırmalarının ne kadar ileri gidebileceğini dikte eden sansürlerin olmadığı yerlerde yaşar. İnsan yaşamı bu paradoksta ve bu ikilemin boynuzları üzerinde sürer. İrdeleme yaşamdır, irdeleme ölümdür. Her ikisidir ve her ikisi arasındaki gerilimdir.
İnsanlar sevgi, anksiyete, ümit ve kederle ilgili sorunlarına cevap bulmak cevap bulmak için psikolojiye başvururlar. Peki cevap olarak ne alırlar? Ya fena halde basitleştirilmiş ütopyalar, her şey teste tabii tutulabilirmiş gibi çeşitli test zımbırtıları ya da her yana birtakım sözcükler saçarak problemi çözen teknik kitaplar. Aşk atılıp yanına seks konmuştur, anksiyetenin yerini stres almıştır, ümit yanılsamaya, keder ise depresyona dönmüştür. Kültürümüzde psikoloji diye bir bilim olmadığına ve bu disiplinin ta en başından külliyen bir hata olduğuna inanan Gregory Bateson gibi ciddi ve düşünceli insanlarımız olmasına şaşmamalı.
Kitle kültürümüz, verilere yapılan vurgunun hakimiyetine girmiş bulunuyor ; verilere duyulan samimi hayranlıkla teoriye ilgi kayboluyor; buna mukabil hayal gücü, önseziler ve kurgular küçümseniyor. Teknik bizde bir saplantı haline geldi; Verilerin büyüsüne kapılmışız, bilgiye aşığız. Popüler romancılarımız, yarattıkları kuklaların tarihsel ve profesyonel geçmişlerini anlatmak zorunda, basın derebeylerimiz bize gündelik verilerimizi vererek milyonlar kazanıyor; akademisyenlerimiz, daha doğrusu, araştırma dairelerimiz, ölü doğmuş fikirlerin cesetlerini örtmek için verilerden piramitler dikiyorlar
Fakat yaşam süremiz uzadıkça, anlamlı geçirdiğimiz zaman süremiz azalmıştır.
Bizler dolduramayacağımız bir uzay ve zamanla değil, düşünceyle kendimizi yukarı kaldırırız. O halde iyi düşünmeye çalışalım- ahlakın ilkesi burada yatar
Pascal’ın “Yüreğin, aklın bihaber olduğu nedenleri vardır.” şeklindeki klasik cümlesi iki yüzyıl sonraki Freud ve psikanalistlerin gözünde,problemin hayranlık verici bir ifadesiydi.
İnsanı ve problemlerini anlama konusunda ilerleme kaydetmek istiyorsak, her şeyin somut ve gerçek olması gerektiği ya da sadece sayılabilen şeylerin hakiki olduğu yanılgısından kurtulmalıyız.
Yüz yüze gelme, her zaman potansiyel olarak yaratıcı bir deneyimdir; normalde bunun sonucunda bilinç genişler, benlik zenginleşir. Sahici bir yüz yüze gelişte her iki insan da, az da olsa, değişir.
Sorgulamak, benim dünya ile anlamlı bir ilişkide olduğuma işaret eder ve dolayısıyla bilincin net bir dışavurumudur.
Bana öyle geliyor ki, yaşadığımız bu şizoid çağda herkes kelimenin olumsuz anlamıyla entellektüel olmaya çalışıyor; yani, yaşamını konuşarak tüketmeye çabalıyor ve bu konuşmayı bilimsel ve rasyonel açıdan saygın kılabilirse başarılı olduğuna inanıyor.
Özgür olmak demek anksiyeteyle yüzleşmek ve onu taşımak demektir; anksiyeteden kaçmak, kişinin özgürlüğünden otomatik olarak vazgeçmesi demektir. Tarih boyunca demagoglar, insanları özgürlüklerinden vazgeçmeye zorlama yöntemi olarak anksiyeteden kurtarma yöntemini kullandılar. Sonuçta, anksiyeteden kurtulma umuduyla insanlar gerçek köleliği kabul ettiler.
Pascal’ın “Yüreğin, aklın bihaber olduğu nedenleri vardır.” şeklindeki klasik cümlesi iki yüzyıl sonraki Freud ve psikanalistlerin gözünde,problemin hayranlık verici bir ifadesiydi.
İnsanın değerleri ne kadar olgunsa, değerlerinin birebir tatmin edilmesi onun için o kadar önemsizdir. Asıl tatmin ve emniyet bu değerlere sahip çıkmaktan geçer. Gerçek bir bilim adamı, din insanı veya sanatçının duyduğu emniyet ve güven, kendisini hakikat ve güzellik arayışına adadığını bilmesinden kaynaklanır, ona ulaşmaktan değil.
“ düzgün bir şekilde anksiyete yaşamayı öğrenmiş kişi, en önemli şeyi öğrenmiş demektir.” Kierkegaard
Dikkat çekmek istediğim nokta, büyüme ve gelişme sürecinin tamamının anksiyete yaratan bir değer teslimi içermesidir; çünkü eski değerleri dönüştürerek daha kapsamlı değerler edinmeye başlarsınız. İçerdiği normal anksiyete ile büyüme ve gelişme, daha kapsamlı hedefler uğruna o andaki emniyetli ortamı bırakmayı içerir ve bu süreçteki son adım ölümdür. Bundan dolayıdır ki Paul Tilich The Courage to Be kitabında normal anksiyetenin, insanın “sonluluğu” ile eş anlamlı olduğunu etkili bir şekilde ifade etmiştir. Her insan bir gün öleceğini bilir ama zamanını bilmez; öz farkındalıkla bir gün ölümünün gerçekleşeceğinin bilincindedir. Sonluluk ve ölümle ilgili olan bu normal anksiyete, aslında ölüm onu yok etmeden önce bireyin önündeki ay ve yılları en iyi şekilde geçirmesini sağlayan en etkili teşviktir.
Konuşacaksak eğer, hissettiklerimizi söyleyelim, gerekenleri değil.
Hakikat, ancak, birey onu eylem içinde üretirse var olur.
Ben kendi seçimlerimim.
yapmak genelde, olmaktan daha kolaydır ve anksiyeteyi , daha çabuk yatıştırır.
“İnsan, neyin önem taşıdığını algılayabilir, insan anlamlar bulur.”
“Kelimesi kelimesine diyorum ki, ben bir etkide bulunmadıkça, potansiyelimi faaliyete geçirip var olmadıkça, kaçınılmaz olarak dış güçlerin pasif kurbanı olacak ve kendimi anlamsız hissedeceğim.”
Kelimesi kelimesine diyorum ki, ben bir etkide bulunmadıkça, potansiyelimi fiile geçirip var olamadıkça, kaçınılmaz olarak dış güçlerin pasif kurbanı olacak ve kendimi anlamsız hissedeceğim.
İnsan denen hayvan kanmış gibi numara yapma ve numara yaptığını kendine bile belli etmeme konusunda çok yeteneklidir.
“Trajik olan mesele, kişinin gerçeği ve kendisiyle ilgili hakikati görmesi meselesidir.”
“Biz başkalarında yaşarız onlar da bizde.”
Zamanimizda, başarılı olan insanlar gitgide daha cok -bu da kolektiflesmenin kaçınılmaz sonucudur- kurum insanlarindan çıkıyor. Bu insanlar, kendi önemlerinden vazgectigi zaman önem kazaniyorlar.
Kişi kurumda iyi çalışan birine, uyumlu bir ekip uyesi ne, bir kenara atilmamak veya kimse tarafindan ates edilmemek icin koruyucu bir astar taşıyan bir işçiye dönüşüyor. Bu noktalarda size sizin önemli olduğunuz söyleniyor ama bu önem, tam da kendi oneminizden vazgeçme pahasina satin alınmış bir önem
Teknolojinin sonunda kişinin sonunu getirecek olması, küçülen bilincimizin bıraktığı boşluğu doldurma işini görmek icin kullanilmasindandir.
Diğer taraftan, modern insanin karşı karşıya olduğu nihai zorluk, muazzam bir şekilde artan teknolojik gücünün yarattığı boşluğu doldurmak icin kendi bilincini genişletip derinlestirmeyi basarip basaramayacagidir.
Bana öyle geliyor ki hayatta kalmamiz, şu ya da bu savaşın sonuçlarına değil, asıl buna bağlıdır
Pascal’ın “Yüreğin, aklın bihaber olduğu nedenleri vardır.” şeklindeki klasik cümlesi iki yüzyıl sonraki Freud ve psikanalistlerin gözünde,problemin hayranlık verici bir ifadesiydi.
Kişinin değerleri, o değerlere gelen tehditten ne kadar güçlüyse, o kişi anksiyeteyi o ölçüde güçlü karşılar.
Birey kendi önemini yitirdiğinde bir apati duygusu yaşanır.
Anksiyete apatiye dönüşür ve kişi, kendi çevresine karşı artan bir şekilde nefret duyarak kendini yalıtır; bu durum, bireyin önemsizlik ve çaresizlik duygusunun artışıyla sonuçlanır.
İnsanın ikilemi,insanın aynı anda hem özne hem nesne olarak deneyimleme yeteneğinden kaynaklanan bir durumdur.
“Utangaçlık, yeni bir ilişkinin geliştirici bir yanı değil midir?”
“İnsan doğası; üzerinde iktidar kurulacak, manipüle ve istismar edilecek bir şey haline geldi.”
“İnsan, neyin önem taşıdığını algılayabilir, insan anlamlar bulur.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir