İçeriğe geç

Kafamdaki Fillerin Hepsi Mavi Kitap Alıntıları – Murat Gülen

Murat Gülen kitaplarından Kafamdaki Fillerin Hepsi Mavi kitap alıntıları sizlerle…

Kafamdaki Fillerin Hepsi Mavi Kitap Alıntıları

İnsanlar gökyüzü cennetinden bir elma ağacının dalını incitmenin cezasını, yeryüzü cehenneminde birbirlerini inciterek ödüyorlardı.
Ne için yaşayacağım diye sorma sakın, acın için bekle, düşün için savaş şimdi.
Anlamak, sevmenin başlangıcıydı.
Hiç dilek dilemeye gerek duymayacağımız ,kinden ve hırstan arındırılmış bir dünya ne güzel bir dünya olurdu
İnsanlar gökyüzü cennetinden bir elma ağacının dalını incitmenin cezasını, yeryüzü cehenneminde birbirlerini inciterek ödüyorlardı
Lâkin fark edemiyordu, yukarı çıkartmak kadar alaşağı etmenin de kendi ellerinde olduğunu
Her varlık bir ayet, her yokluk bir düştü
Yaşlı bir ağaç gibiydik nitekim. Dallarımıza kuşlar konarken, köklerimizi solucanlar kemiriyordu
Tüm çağların en tehlikeli bulaşıcı hastalığı, insanın yaşanılan çağa ayak uydurmasıydı
Çocuk yaşında insan, kapı pervazlarına tutunarak birkaç santim yükselişine sevinirdi de biraz büyüyüp tutunacak bir gerçek bulamayınca uçurumlara sürükleneceğini bilemezdi
Yaşlı bir ağaç gibiydik nitekim.Dallarımıza kuşlar konarken köklerimizi solucanlar kemiriyordu!
Aşk; duyguların provakasyonuydu!
Evren, Tanrı’nın lunaparkı olmalı
Yıldızlar, Tanrı’nın misketleri
Dünya, Tanrı’nın karamsarlığı olmalı
İnsan, Tanrı’nın yarası
Aşk, Tanrı’nın merhemi
Aşk, Tanrı’nın merhameti..
Hayat ağacına kurduğumuz en büyük salıncaktı yalnızlığımız, sallandıysak mutlaka birileri biri arkamızdan itmişti.
Bir odadaki pisliği temizlemek için süpürge gerekir, bir elbisedeki pisliği temizlemek için deterjan, bir tabaktaki pisliği temizlemek için su gerekir, bir yoldaki pisliği temizlemek için makine. Bir kağıt, bir kalem ve bir de düşlerimle dünyadaki bütün pislikleri temizleyebilirim
Yaşlı bir ağaç gibiydi nitekim. Dallarımıza kuşlar konarken, köklerimizi solucanlar kemiriyordu..
Havva cennetten elmayı Adem için kopararak günahla beraber aşkı da bulmuştu. Belki de bu yüzden insan, o andan sonra tüm günahlarını da aşkı için yaşayacaktı.
Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Herkes Kafka ile Milena’nın aşkını bilir. Buna karşın çok az kişi Kafka’nın pespaye bir otel odasında kalp yetmezliğinden, Milena’nın ise Nazi kampında böbrek yetmezliğinden öldüğünü bilir. Ölüm hikayelerini ilk okuduğumda, herşeyi bir kenara bırakarak, ikisini de ortaklaştıran ‘yetmezlik’ üzerine yapmıştım tespitimi. Belki de aşk budur. Belki de aşk bir ‘an yetmezligi’dir. Belki de aşk bir ‘yetemezlik endişesi’, bir ‘yetinemezlik arzusu’dur.
Küçük prens kitabıyla çıkmıştı kızın karşısına. Bak. demişti. Bu prens küçük bir dünya yarattı kendine, sen de benim kitabım, büyük dünyam ol.
On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Çürüyen dişlerini görmüştü de dünya, çürüyen düşlerini hâlâ göremiyordu
Hayat ağacına kurduğumuz en büyük salıncaktı yalnızlığımız, sallandıysak mutlaka birileri bizi arkamızdan itmişti.
Dünya adeta ikinci taş devri ile karşı karşıyaydı. îlkinde eşyalar taştandı, İkincisinde ise kalpler
Dünyayı dar etmişlerdi yarin bir ahına, acıları buyur etmişlerdi düş dergâhına.
Çünkü erkekliğin bir deliğe girip çıkmak olduğunu lisede arkadaşlarından öğrenmişti. Bu günümüzün de en büyük yanılgısıydı. Öyle ya, nasıl olsa ilk seks deneyimimizle hayat arasında büyük benzerlikler vardı. Erkek hayattan zevk alarak “erkek” olurken, kadın hayattan acı çekerek “kadın” oluyordu.
Kitap okuyan insan anlayışlı insandır. Çünkü tüm yaşamları kitaplarda görmüş, kendini oradaki kahramanların yerine koymuştur. Kitap okuyan insan zeki insandır, çünkü olağanüstü tüm varsayımların izini sürerek yaşanması muhtemel tüm olaylara şahit olmuştur. Kitap okuyan insan güzel insandır, gözleri okumaktan güzelleşmiştir örneğin. Kitap okuyan insan herhangi bir savaştan nasıl galip çıkacağını da bilir, çünkü her sayfada bir savaştan galip çıkmıştır. Hayatın her döneminde büyük bir avantaj sağlar kitap okumak. Sert vücutlarımız sarktığında özgüvenimizi kitaplardan sarkan harfler kaldıracaktır ayağa. Yaşlandığımızda parfüm kokusu artık hoşumuza gitmeyecek, işte o anlarda yine en güzel kokuyu kitap verecek insana. Şimdi soruyorum sana
Evet, hayat bir sınavdı ve insanlar kolay sorulardan başlamayı tercih ettiler. Biz zor sorulardık, insanlar bizi çözmeyi sonlara bırakmak istediler. Evet, sona geldiklerinde de ne yazık ki bize, zamanları yetmedi.
Hayatını soyut şeyler üzerine kuran insanlar, somut şeylerin üzerine kuran insanlar tarafından yönetiliyordu.
Çocuk yaşında insan, kapı pervazlarına tutunarak birkaç santim yükselişine sevinirdi de biraz büyüyüp tutunacak bir gerçek bulamayınca uçurumlara sürükleneceğini bilemezdi.
Doğanın verdiği milyarlarca şeyin içinde, insan hayatı kâğıtlara bakıyordu.
Yaşlı bir ağaç gibiydik nitekim. Dallarımıza kuşlar konarken, köklerimizi solucanlar kemiriyordu.
Düşlerin cennetinde, gerçeklerin canı cehenneme
Yalnızlığı kanıksamak deliliğin başlangıcıydı
Bir kağıt bir kalem ve bir de düşlerimle dünyadaki bütün pislikleri temizleyebilirim.
Saçlarına yorgun harfler bulaşmış kadınları sevmeliydi şairler,tarayıp o saçları şiir yapmalıydılar o kadınları
En çok sevdiğim çiçektir papatya

Neden

Tıpkı papatyalar gibi insanlar beni de istedikleri cevabı alamayınca buruşturup bir kenara fırlattılar

Her insan bir ülkeydi aslında, zira herkes kendi pişmanlıklar sınırında döner dururdu.
Hayatı olduğu gibi kabullenmeyen kişi, hiçbir zaman olmak istediği yerde olamazdı.
Ölüler yaralarıyla, yalnızlar düşleriyle gömülmüştü.
köleliğin başladığı gün zaten kıyamet kopmuştu.
İnsanlar böyleydi. İnsanlar Nötre Dame’ın da kamburunu görmüştü, gözlerini değil. İnsanlar Raskolnikov’un yoksulluğunu görmüştü, vicdanını değil. İnsanlar Kayranın tembelliğini görmüştü, endişelerini değil. İnsanlar Henry Chanaski’nin ayyaşlığını görmüştü, deliliğini değil. İnsanlar Aylak Adam’ın isyanını görmüştü, varoluşunu değil. İnsanlar her zaman yerli yerinde olanları görmüştü, tutunamayanları değil. Ölüler yaralarıyla, yalnızlar düşleriyle gömülmüştü.
Efendilerin bitmediği bu dünyada herkes kendi kölesini bitirme uğraşıyla büyüyordu. Tıpkı kan emici sülüklerin emdiği kan kadar bedenini büyütmesi gibi, efendiler de ezdiği köle kadar büyük mezarlara sahip oluyordu.
Okul, özgürlüğün tünelini kazmaya başladığımız ilk tımarhaneydi.
Çocuk yaşında insan, kapı pervazlarına tutunarak birkaç santim yükselişine sevinirdi de biraz büyüyüp tutunacak bir gerçek bulamayınca uçurumlara sürükleneceğini bilemezdi.
Dallarımıza kuşlar konarken, köklerimizi solucanlar kemiriyordu.
Bebeğin günler sonra dünyada birçok şeye sıkacağı dişlerinin etleri belirginleşmeye başlamıştı. Birçok insanın yüzsüzleştiği dünyada kullanması için, yüzü de o sıralar belirginleşmişti.
ekmeğini taştan çıkarıyor denilen şey, patronların taş kalbi olsa gerekti.
İnsan anlatamadığı her şeyin kölesidir.Bu yüzden
Sait Faik yalnızlığının,
Peyami Safa deliliğinin,
Nazım Hikmet sevdalarının,
Oğuz Atay düşlerinin,
Yusuf Atılgan endişelerinin,
Sabahattin Ali merhametinin,
Didem Madak hislerinin,
Cahit Sıtkı yaşama arzusunun,
Atilla İlhan ışığının,
Turgut Uyar gökyüzünün,
Cemal Süreya ise kuşların kölesi olmuştur. Hayat, duvarları anlatamadıklarımızla örülü tımarhanenin penceresinden dünyayı seyredişimizdir.
insan anlatamadığı her şeyin kölesidir.bu yüzden
Sait Faik yalnızlığının,
Peyami Safa deliliğinin,
Nazım Hikmet sevdalarının,
Oğuz Atay düşlerinin,
Yusuf Atılgan endişelerinin,
Sabahattin Ali merhametinin,
Didem Madak hislerinin,
Cahit Sıtkı yaşama arzusunun,
Atilla İlhan ışığının,
Turgut Uyar gökyüzünün,
Cemal Süreya ise kuşların kölesi olmuştur. hayat, duvarları anlatamadıklarımızla örülü tımarhanenin penceresinden dünyayı seyredişimizdir.
Yaşadığımız hayatta en büyük mutluluk hatasını kabul edip ,pişmanlığını anlatan insanlar görmemizdi.Onlar ki vicdan sahipleriydi ama her şeye sahip olmak isteyen insanlar nedense vicdanı pek önemsemiyordu.
Seviyorlardı belki ama anlamıyorlardı. Ateşi bulan insanın itibarı aşkı bulan insana kadardı, aşkı bulan insanın itibarı da parayı bulan insana kadar.
Seviyorlardı belki ama anlamıyorlardı. Ateşi bulan insanın itibarı aşkı bulan insana kadardı, aşkı bulan insanın itibarı da parayı bulan insana kadar.
Çünkü özgürlüğü kısıtlayanlar için kısıtladıklarının hiç bir önemi yoktu..ne de olsa dışarısı yüzlerce,binlerce,milyonlarca köleyle doluydu.
Günaydın kelimesi, sevgiliyle hayatı her gün yeniden doğurabilmektir. Ben seni betimliyorum şimdi güneşe, senden haberi olmalı onun.”
İnsan anlatamadığı her şeyin kölesidir. Bu yüzden Sait Faik yalnızlığının, Peyami Safa deliliğinin, Nazım Hikmet sevdalarının, Oğuz Atay düşlerinin, Yusuf Atılgan endişelerinin, Sabahattin Ali merhametinin, Didem Madak hislerinin, Cahit Sıtkı yaşama arzusunun, Attila İlhan ışığının, Turgut Uyar gökyüzünün, Cemal Süreya ise kuşların kölesi olmuştur. Hayat, duvarları anlatamadıklarımızla örülü tımarhanenin penceresinden dünyayı seyredişimizdir.
Erkekliğin doğurtmak ,kadınlığın da doğurmak ile anıldığı bir toplumdan başka ne beklenirdi ki?
“Sözde yaşam barındıran tek gezegen bizimkisi, ama dünya yaşamdan daha çok ölümle anılıyor,”
Dünyayı dar etmişlerdi yarın bir ahına acıları buyur etmişlerdi düş dergahına
Gidenler neyse de, kalana, o gidişten önce her şey mükemmel görünürdü. Gidenler, her şey o kadar derli toplu iken gitmişlerdi ki, insanın onlardan sonra oluşan dağınıklığı hep bu yüzdendi, însanın düzeni hep son, kaosu hep başlangıç bilişi bu yüzdendi. Tanrı bile büyük yıkımlarla dolu kaosun ardından gelen kıyamete “diriliş” ve “ayağa kalkış” dememiş miydi? Tanrı da delirenlerden yana değil miydi?
Kuşlar kadar Özgür olabilmek için önce en yükseğe bakmak gerekir di
Hiç doğmamışların arasındaki ilk yarışımızı kazanıp ana rahmine düştüğümüz an,işte o an Aslında bir çok şeyi kaybetmişiz..
Sevmek, Tanrı’nın Ruhumuza sunduğu bahar iklimiydi.Bu yüzden umutsuz cümlelerimizde Gizli gizli çiçekler yetişirdi.
Anlamak,sevmenin başlangıcıydı.
Asıl yoksulluk elini cebine attığında paranın olmaması değil, elini çıkardığında tutacak bir elin olmamasıdır..
Anlamak, sevmenin başlangıcıydı.
Pişmanlığından soyunmadığı sürece kirliliğin her zaman baki kalacağını biliyordu.
Hiç dilek dilemeye gerek duymayacağımız ,kinden ve hırstan arındırılmış bir dünya ne güzel bir dünya olurdu
Kadınlığı Virginia Woolf’tan öğrenmiş birine ‘Ben iyi bir erkeğim,’ demenin bir anlamı yoktur, aynı şekilde erkekliği Charles Dickens’ten öğrenmiş birine ‘Ben iyi bir kadınım,’ demek gibi. Vicdanı Dostoyevski’den öğrenmiş birine ‘Ben hatasızım,’ demek ne kadar anlamsızdır değil mi? Çünkü hata yapsan da affedeceğini bilen birine bu söylenmez. Tanrıyı ‘Onu sizin bencilliğiniz öldürdü,’ diyen Nietzsche’den öğrenmiş birine ‘Ben inananlardanım,’ demek pek de inandırıcı olmaz, aynı şekilde deliliği Fou-cault’dan öğrenmiş birine ‘Ben daha deliyim,’ demenin pek delice olmadığı gibi. En önemlisi de, yalnızlığı Kafka’dan öğrenmiş birine, ‘Ben gidiyorum,’ desen ne olur hocam?
Orhan Veli öykülerindeki vapura binip, Sait Faik öykülerindeki adaya gitmek seninle. Orhan Veli’nin cigarasından yakıp, Hayyam’ın şarabını yudumlamak seninle. Kulak verip Veysel’in sazına, Özdemir Asaf’ın papatyalarını koklamak seninle. Yaşar Kemal’in puslu dağına bakıp, Hazerfen gibi uçmayı düşlemek seninle. Edip Cansever’in karanfilli yollarından geçip, Turgut Uyarın göğe bakma durağına varmak seninle. Ve inceldikten sonra Süreya gibi, Nazım’ın hasretiyle kavuşmak seninle.
İnsan anlatamadığı her şeyin kölesidir. Bu yüzden Sait Faik yalnızlığının, Peyami Safa deliliğinin, Nazım Hikmet sevdalarının, Oğuz Atay düşlerinin, Yusuf Atılgan endişelerinin, Sabahattin Ali merhametinin, Didem Madak hislerinin, Cahit Sıtkı yaşama arzusunun, Attila İlhan ışığının, Turgut Uyar gökyüzünün, Cemal Süreya ise kuşların kölesi olmuştur. Hayat, duvarları anlatamadıklarımızla örülü tımarhanenin penceresinden dünyayı seyredişimizdir.
Edebiyat Virginia Woolf’un ceplerini taşla doldurarak Ouse nehrine bıraktığı bedenidir. Sylvia Plath’in fırına sokup boğduğu dünyaya ağır’ gelen kafasıdır. Tolstoy’un çok sevdiği tren garında donarak ölürken, üç gün sonra bulunan yırtık ayakkabısıdır. Ömrün ortasına “35 yaş” şiiri yazıp 46’sında ölen Cahit Sıtkı’nın kederi, İstanbul’u gözleri kapalı dinlerken, belediye çukurunu görmeyip düşerek ölen Orhan Veli’nin kaderidir. Edebiyat, keyif almak için, yoksunluktan bihaber yapılamaz.
İnsan kendini anlamak için felsefeyi, kendini anlatmak için edebiyatı buldu. Kendini sağlama almak için matematiği, kendini göstermek için fiziği buldu. Kendini yaşatmak için bilimi, kendini tanımlamak için coğrafyayı buldu. Ancak ne olduysa oldu ve birden hasreti bulup, kendini unuttu. Çünkü bu duyguya ne şiirler ne anlamlar ne toplamlar ne ispatlar ne şehirler ne de gerçekler yetebildi.
Dünyanın ağırlığı ölülerimizi gömdüğümüz için değil anılarımızı gömemediğimiz için artıyor hocam. Bu yüzden basmaya çalıştığımız her gerçeklik içine çöküyor.

Farkında mısınız bilmem ama insan nüfusu arttıkça, insan nesli tükeniyor. Dünyayı insan değil, insansızlık ağırlaştırıyor hocam .

Delilik, gerçeğin dibinde oturup düşlerin demini yudumlamaktı.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir