İçeriğe geç

Kadılar Kitabı Kitap Alıntıları – İskender Pala

İskender Pala kitaplarından Kadılar Kitabı kitap alıntıları sizlerle…

Kadılar Kitabı Kitap Alıntıları

Zayıflar adaletinden korku duymasinlar.
Kadılık (hâkimlik) cehennemden bir hasır yeridir.
Ahibbâ şîve-i yağmada mbhut eyler âdâyı
Hudâ göstermesin âsâr-ı izmihlal bir yerde

Allah bir yerde çöküntü ve parçalanma belirtileri göstermeye görsün ; dostlar yağmalama yarışında düşmanları geride bırakır

Şimdi soru şu: Gerçekten de biz ahlak, gelenekler , vicdan hissi, dindarlık ve benzeri sebeplerle Adalet hissini bireylerin içine yerleştiren o eski anlayıştan sıyrılıp, mahkemelerinde kuyruklar oluşan anlaşmazlıklar ülkesine dönüşmeyi nasıl başarabildik?! Kaşlar hep çatık da gülümseyiş leri nerelerde unutup bıraktık?!
Dava konusu bir akçe bile olsa incir çekirdeğini de doldurmasa kadı davaya bakmak zorundaydı.
Ticari bir anlaşmazlık esnaf arasında halledilir, anlaşmazlığı esnaf loncasının seçimle işbaşına gelmiş kethüdası çözerdi. Elbette esnafın kethüda kararına itiraz ederek kadıya gitme hakkı vardı.
Vatandaş genelde asayişi ihlâl eden davranışlardan kaçınırdi. Sözgelimi, sokakta yüksek sesle konuşmak veya bağırmak kanun önünde suç olmaktan öte bir terbiye ve örf meselesi olarak anlaşılır, saygı kurumu her kademede işlerdi.
Osmanlı sisteminde okulları devlet değil, hayır kurumları ve özel teşebbüs kurar ve işletirdi. Devlete ait tek okul saraydaki Enderun idi ve burası da bir tür akademi gibi eğitim verir, mezunları da generallik, valilik gibi imtiyazlı görevlere getirilirdi.
Hep rüşvet ile eğlendiler devleti berbat
Bak şu alemâya, vükelâya vüzeraya

Mümkün değil ıslah-ı mefasitleri eyvah
Kahreylesin öyle süfeha zümresini Allah

Devleti rüşvet ile yerlere çalan şu bilginlere, vekillere ve bakanlara da bir bak hele! Eyvah ki bunların bozgunculuklarını düzeltmek mümkün görünmüyor Allah hepsini kahretsin!

Adldir asl-ı nizâm-ı âlem
Adlsiz saltanat olmaz muhkem.

Alemdeki düzenin aslı adalettir. Adaletsiz saltanat sağlam olmaz.

Kadı ola davacı ve muhzır dahi şahit
Ol mahkemenin hükmüne derler mi Adalet.

Kadı davacı mübaşir de şahit ise böyle bir mahkemenin hükmüne Adalet denilebilir mi?

Bulunmazsa Adalet milletin efradı beyninde
Geçer bir gün zemine, arşa çıksa paye-i devlet.

Vatandaşlar arasında adalet ve eşitlik kaybolunca, itibarı arşa çıkmış olsa da devlet bir gün yerin dibine geçer.

Allah bir yerde çöküntü ve parçalanma belirtileri göstermeye görsün; dostlar, yağmalama yarışında düşmanları geride bırakır.
Kimse idrak etmedi manasını davamızın,
Biz dahi hayranıyız dava-yı bi-manamızın.
Batıl hemişe batıl u merduddur veli
Müşkil budur ki suret-i haktan zuhur eder.

( Batıl her yerde kötü ve dışlanmıştır; ancak asıl zorluk, batılın doğru kılığında gelmesidir.)

Eskiler elifbada yer alan her harfin bir rakam karşılığı olduğunu düşünür ve buna göre söylenen bir ibare, tamlama yahut dizenin belli bir rakamsal toplamını bulurlardı. Ebcet hesabı denilen şey budur.
”Kadı ” kelimesi ile bab-ı rüşvet (rüşvet kapısı) tamlamasının ebced hesabıyla toplamları birbirine denk olup her ikisi de 911 eder. Gariptir ki hüsran kelimesinin de ebced toplamı 911’dir. Bunun için hadiste söylenmiştir: Kadı fi’l – cenne: Kadıyan fi’n-nar! Yani kadılardan biri cennete ikisi ateşe
Kadar-i mes’uliyyeti gurbette meyüs ol da gör,
Cevher’i hürriyeti bir kerre mahbüs ol da gör

Sorumluluk duygusunun ne olduğunu hele gurbetlerde karamsarlığa kapılınca anla. Özgürlüğün nasıl bir cevher olduğunu bir kere hapsi düşte gör!..

On yaşındayken İstanbul’a ayak bastım. Ülkenin en büyük şehrindeyim ve danışacak, sığınacak kimsem yoktu. Başkasının kâbusu olur ama benim için ucu nereye gideceği bilinmeyen bir macera
Zalim yine bir zulme giriftâr olur âhir
Elbette olur ev yıkanın hânesi vîrân

Zalim, bir gün gelir, ettiği zulme kendisi uğrar. Elbette ev yıkanın evi yıkılır.

Masraf artup azalınca îrâd
Nazm-ı âlem bulur elbette fesâd

Masraf artıp da gelir azalınca, dünyanın düzeni elbet bozulur.

“Küfr İle dünya durur zulm ile durmaz,”
Bulunmazsa adalet milletin efrâdı beyninde
Geçer bir gün zemine, arşa çıksa pâye-i devlet

Vatandaşlar arasında adalet ve eşitlik kaybolunca, itibarî Arşa çıkmış olsa da devlet bir gün yerin dibine geçer.

Ve herkesin içinde bastırılmış olsa da, derece derece bir suç işleme içgüdüsü vardır.
Suç, insan ruhunu aşk kadar, hatta bazen ondan da öte de etkisi altına alabilen bir vakıadır.
Kadılık mesleğinin bir ücret karşılığı iş gören devlet görevi konumuna gelmesi dünyada suç oranının artma ya yüz tuttuğu yakın Çağların bir uygulaması dır.
Mecelle’nin hakimler hakkındaki hükümlerinden bazıları şöyledir:

Madde:1792 – Hâkim fehîm (anlayışlı), müstakîm (dosdoğru), emîn (güvenilir), hakîm (hikmetle iş görür), mekîn (vakarlı, ağırbaşlı, saygın) ü metin (sözünden dönmez) olmalıdır.

Madde:1795 – Hâkim, meclisi muhakemede alış veriş ve mulatafa gibi mehabeti meclisi izale edecek ef’al ve harekâttan ictinab etmelidir.

Madde:1796 – Hâkim, iki hasımdan hiç birisinin hediyesini kabul etmez.

Madde:1797 – Hâkim, iki hasımdan hiçbirisinin ziyafetine gitmez.

Bazen ne kadar iyi top sürersen sür, topu sadece kendinde tutmaktan zarar gelir.
Kadr-i mes’uliyyeti, gurbette meyûs ol da gör,
Cevher-i hürriyeti bir kerre mahbûs ol da gör.

(Sorumluluk duygusunun ne olduğunu hele gurbetlerde karamsarlığa kapılınca anla. Özgürlüğün nasıl bir cevher olduğunu bir kere hapse düş de gör!..)

Halk bir kadıdan korktuğu kadar bir vezirden korkmaz; bir kadıya ihtiyaç duyduğu kadar bir vezire ihtiyaç duymaz.
Kadı, Osmanlı Devletinin siyasi olmayan gücüdür ve yürütme karşısında yargıyı temsil eder.
Ahibbâ şîve-i yağmâda mebhût eyler a’dâyı
Hudâ göstermesin âsâr-ı izmihlâl bir yerde.

(Allah bir yerde çöküntü ve parçalanma belirtileri göstermeye görsün; dostlar, yağmalama yarışında düşmanları geride bırakır.)

Bulunmazsa adalet milletin efrâdı beyninde
Geçer bir gün zemine, arşa çıksa pâye-i devlet

(Vatandaşlar arasında adalet ve eşitlik kaybolunca, itibarı arşa çıkmış olsa da devlet bir gün yerin dibine geçer.)

Bulunmazsa adalet milletin efrâdı beyninde
Geçer bir gün zemine, arşa çıksa pâye-i devlet

Vatandaşlar arasında adalet ve eşitlik kaybolunca, itibarı arşa çıkmış olsa da devlet bir gün yerin dibine geçer.

Zalim bir gün gelir, ettiği zulme kendisi uğrar. Elbette ev yıkanın evi yıkılır.
Vatandaşlar arasında adalet ve eşitlik kaybolunca, itibarı arşa çıkmış olsa da devlet bir gün yerin dibine geçer.
Cani geziyor dipdiri can vermede masum
Suç başkasınındır da niçin başkası mahkûm ?

Mehmet Akif

Bulunmazsa adalet milletin efradı beyninde
Geçer bir gün zeminine, arşa çıksa Paye-i devlet

yani diyor ki

Vatandaşlar arasında adalet ve eşitlik kaybolunca itibarı arşa çıkmış olsa da devlet bir gün yerin dibine geçer.

Ve herkesin içinde bastırılmış da olsa, derece derece bir suç işleme içgüdüsü vardır.
Aşırı itibar, her zaman ve zeminde bir mesleği içerden kemiren kurtların da artmasına zemin hazırlayan en önemli etkendir.
bir toplum için bozulma ve çökme önce hukukun yoldan sapmasıyla başlar
Vatandaşlar arasında adalet ve eşitlik kaybolunca, itibarı arşa çıkmış olsa da devlet bir gün yerin dibine geçer.
Bir zamanı sabit olan şeyin hilafına delil olmadıkça bekasiyle hükmolunur.
Beraatı zimmet asıldır
Zarar kadim olmaz.
Kadim kıdemi üzere terk olunur
Bir şeyin bulunduğu hal üzere kalması asıldır.
Cani geziyor dipdiri Can vermede masum
Suç başkasınındırda ne için başkası mahkum
Mehmet Akif Ersoy
Bu kanun maddeleri yaş deriye benzer şair, ne tarafa çekersen o tarafa gider
Eski zamanlarda tos vuran bir kadı yaşarmış. Külah
biçimine soktuğu bir kalpağa, yiğitlik alameti olan
koç boynuzlarından iki adedini taktırmış ve sanki
tolga gibi kullanmaya, mahkeme sırasında haksızlığını
gördüğü adamların üzerine hamle ederek tos vurmaya
başlamış. Zamanın hükümdarı bunu haber alınca kadıya
kızmış ve huzuruna çağırtmış. Konuşma sırasında kadı,
Efendimiz, demiş, lütfen bir gün mahkemeyi teşrif edip
kulunuzu izleyiniz. Eğer hak vermezseniz cezama
razıyım.

Hükümdar ertesi gün kadı’nın evine gitmiş ve duruşma
makamı olarak kullandığı salonun bitişiğindeki odadan
mahkemeyi dinlemeye başlamış.

Dava konusu, birinin diğerinden 100 altın lira alacağı
iddiası imiş. Kadı davalıya sormuş:

İddiaya ne diyorsun, borçlu musun?

Evet kadı hazretleri, doğrudur; bu ağaya 100 lira
borcum var. Yalnız bu parayı şimdilik ödeyecek
kudretim yok.

Davacı iyi kalpli bir adam olsa gerek kadı yüzüne
bakınca yumuşamış:

Ödesin de kadı efendi, nasıl öderse razıyım. İsterse
takside bağlasın.

Bu sefer kadı davalıya dönmüş:

Ayda on altın lira verebilir misin?

İmkanı yok, on altın veremem.

Beş altın?

Onu da veremem kadı hazretleri.

Peki bir altına ne dersin?

Davalı düşünmüş düşünmüş ve nihayet büyük bir
fedakarlık gibi şu teklifte bulunmuş: Kadı hazretleri
yılda üç kuruş verebilirim. Ancak alacaklıyı
hapsetmenizi isterim. Çünkü elime para geçince
alacaklımı bulamazsam belki harcayıveririm.

Perde arkasında bütün konuşmaları dinlemekte olan
hükümdar hiddetle kadıya seslenmiş:

Artık tos vuracak mısın; yoksa ben mi vurayım?!..

Fatih Sultan Mehmed Han; İstanbul’un fethinden sonra, vazifesini emrinin hilâfına yapan bir hıristiyan mimarın kolunu kestirmişti.

İstanbul kadısı Hızır Bey, Fatih’in en yakın arkadaşı ve dostu idi. Kendisini İstanbul kadılığına da Fatih tayin etmişti.

Eli kesilen hıristiyan mimar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fatih’i dâvâ etti. Fatih’e devlet silsile-i merâtibinde hitap tarzı; «es-Sultan İbnü’s-Sultan el-Gāzî Ebu’l-Feth Muhammed Hân-ı Sânî» iken Hızır Bey, Padişah’a, tebaadan herhangi bir insana karşı kullanılan hitapla; «Murad oğlu Mehmed, şu saatte mahkemeye gelin!» şeklinde celp gönderdi.

Fatih, murâfaa (duruşma) günü mütevâzı bir ferd-i millet gibi âlâyişsiz bir sûrette mahkemeye gitti. Maznun mahalline oturdu. Hızır Bey, yerini aldı. Ve muhakeme başladı.

Mahkemelerde hâkim adâlet tevzî ettiği için oturur; diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifade verirdi. Hızır Bey, Fatih’i oturur vaziyette görünce, O’na;

“–Şer‘-i şerif murâfaası üzresin, ayağa kalk!” diye ihtar etti.

Bu îkaz üzerine Fatih, ifade için ayağa kalktı. Kadı Hızır Bey; muhakeme neticesinde Fatih’i suçlu, hıristiyan mimarı mazlum buldu. Kısas âyetini okudu. Ve Fatih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi.

Hıristiyan mimar, bu muhteşem adâlet sahnesi karşısında duygulanarak gözyaşları içinde;

“Hakkımdan vazgeçiyor, diyet kabul ediyorum!..” dedi. Ayrıca Fatih de, şahsî malından kendisine bir ev bağışladı. Hıristiyan mimar;

“Dünyada böyle bir adâletin eşi yoktur. Ben bu andan itibaren müslümanım!” diyerek kelime-i şahâdet getirdi.

Fatih, Hızır Bey’e;

“–Benden değil de Allah’tan korktuğun için seni tebrik ederim!..” dedi.

Kalp terakkîsi ve duyguların değişmesi neticesinde, adâletin hükmü karşısında iki kıtaya hükmeden bir sultanın hâli;

«Dînin hükmü karşısında boynumuz kıldan ince!» ve;

«Şerîatin kestiği parmak acımaz!» tabirleri istikametindeydi.

Çünkü onlar muazzam bir mektep ve dergâh olan Osmanlı ailesinde en güzel şekilde terbiye görmüşlerdi

Tefecilerden biri bir gün Karakuşa gelir. Alacaklı olduğu fakirlerden biri için dava açar.Karakuş borçlu fakiri çağırtır.
-Niçin borcunu ödemiyorsun?
-Ödemek istiyorum, bir türlü ödeyemiyorum.
-Anlamadım niye?
-Çünkü ne zaman ödemek için evine gitsem, kendisini evde yok dedirtiyor.
-Sence niye böyle yapıyor?
-Maksadı biraz daha zaman geçsin de, ben daha fazla faiz ödeyeyim diye. Nitekim borcum on altındı şimdi on beş altın oldu.
Biraz düşünen Karakuş. Davacının tefeci olduğunu anlar, hemen hükmünü verir
-Alacaklıyı derhal hapsediniz.Borçlunun eline yine para geçer, ödemek için evine gider. Bu adam yine yok dedirtir. Oysa hapiste olursa, borçlu onu hapiste bulur, borcu daha fazla çoğalmadan borcunu öder
Karakuş tefeciye ve borçluya dönerek
-Bu çözüm ikiniz için de en hayırlısı…Sonunda biriniz hapisten, diğeriniz de borçtan kurtulmuş olur.
Titreyen tefeci:
-Aman efendim, merhamet! İçeride ne kadar kalacağım?
-Faiz olarak alacağın beş altın miktarı kadar
Karakuş bir gün hapishaneleri teftiş eder. Herkese suçunu sorar. Sekiz kişi hariç diğerleri masum olduklarını söylerler. Diğer sekiz kişiyse, suçlarını itiraf ederek:
-Biz suçluyuz! Cezamızı elbette çekeceğiz!Demişler
Bunun üzerine Karakuş zindancı başına:
-Şu sekiz suçluyu derhal sokağa atın ki burada kalan bunca masumun ahlâkını bozmasınlar
Karakuş yaptıracağı bir mimari eserle ilgili şöyle bir hüküm verir:
Bu yapının mimarı; asırlarca kalması gereken binanın sağlamlığı için istediği miktar parayı hazineden alabilir. Ve lâkin mimar, beş yıl müddetle, binanın bulunduğu şehirden çıkamaz. Ta ki yapıda bir çöküntü görüldüğü takdirde, dikkatsiz mimar kolayca yakalanıp, çöken duvarın altına diri diri gömüle..
Selahaddini Eyyubi mahkûmların cezalarını yarı yarıya affetmiş. Hapishane müdürünün kafası karışmış. Ayı, yılı belli olan mahkumların cezalarını yarı yarıya indirmiş ama, müebbet hapislerin cezalarını nasıl yarıya indireceğine bir türlü karar verememiş. Öyle ya ölünceye kadar tutuklu birinin, kaç yaşında öleceğini nasıl bileceksin de hapis cezasını yarıya indireceksin? Sorununu hükümdara iletmiş. Hükümdar da onu Karakuş’a havale etmiş.
Karakuş: düşündüğün şeye bak! Müebbet hapisleri bir gün serbest bırakır, bir gün hapsedersin!
Osmanlı döneminde, yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı varmış. Bir gün Karakuşi Kadı, bir fırının önünden geçerken, burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış, sahibini bekleyen nefis bir ördek duruyor. Karakuşi Kadı, fırıncıya ‘Ben bunu aldım’ demiş.
Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş.
Az sonra ördeğin sahibi gelmiş: ‘Hani bizim ördek?’ diye sormuş.
Fırıncı boynunu büküp ‘Uçtu’ deyince, iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarmış; korkusundan kaçmaya başlamış. Gayrimüslim vatandaş da peşinde koşuyor.
Duvardan atlarken, öteki taraftaki hamile bir kadının üstüne düşmez mi! Kadın oracıkta düşük yapmış; kocası da fırıncının peşine düşmüş. Fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış
Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler, hepsini yakalayarak Karakuşi Kadı’nın karşısına çıkarmışlar.
Ördeğin sahibi, ‘Bu adam ördeğimi hiç etti’ diye şikâyet etmiş.
Kadı, fırıncıya sormuş: ‘Ne yaptın bu adamın ördeğini?’
Fırıncı ‘Uçtu’ demiş.
Kadı, kara kaplı defterini açmış: ‘Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar ‘Uçar’ anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil’
diyerek fırıncının beraatına karar vermiş.
İyas’ın şu sözü de meşhur: “Kendi kusurunu bilmeyen kişi ahmaktır.” Onun kusurunun ne olduğu sorulunca da verdiği cevap şu: “Çok konuşkanım!”
İyas dermiş ki: “Ben insanlarla konuşurken aklımın yarısını, iki kişinin davasını görürken de aklımın tümünü kullanırım.”
İyas İbn-i Muaviye (Ö. 122/740), Tabiûn (sahabeden sonraki nesil) alimlerinden, zekâsı ve nükteleriyle dillere destan olmuş, dahî bir şahıstır. Emevîler döneminde Basra kadılığı yapmıştır.

Günün birinde iki kişi İyas’ın huzuruna gidip davalaşırlar. Davacı şahıs, yanındaki adamda emanet parası bulunduğunu iddia etmektedir. Fakat adam bunu inkâr eder, şahit de yoktur. Kadı İyas emanet sahibine der ki:

– Sen emanet parayı bu adama nerede teslim etmiştin?

– Bahçedeki bir ağacın yanında.

– Şimdi oraya gidip, o ağacın bir yaprağını getirebilir misin?

– Elbette getirebilirim.

Davacı adam ağacın yaprağını getirmek için dışarı giderken, davalı kişi de mahkeme salonunda oturup beklemeye başlar. İyas ise diğer kişilerin mahkeme davasıyla meşgul olurken, bir taraftan da bir kenarda bekleyen adamı süzmektedir.
Biraz sonra adamı yanına çağırarak sorar:

– Davacı arkadaşın şimdiye kadar o ağacın yanına ulaşmıştır değil mi?

– Hayır efendim, henüz oraya ulaşamamıştır.

Kadı İyas yerinden fırlar:

– İşte yakalandın ey hak ve hakikat düşmanı! Haydi adamın hakkını öde bakalım. Yoksa seni aleme ibret için cezalandırırım.

Biraz sonra davacı adam elinde ağaç yaprağıyla çıkıp gelir. Davalı da kendi ikrarıyla emanet parasının tümünü ona öder.

Böylece Kadı İyas, keskin zekâsıyla davayı kolayca halletmişti.

O devirlerde , seyahata çıkmayı planlayan insanlar yolculuğa çıkmadan önce para, altın vb. değerli eşyalarını o günkü şartlarda saklayabilecekleri yerleri olmadığı için güvendikleri insanlara emanet ederler, daha sonra seyahat dönüşü geri alırlardı.

Yine aynı şekilde seyahate çıkacak olan bir kişi yüz altınını güvenli olarak bildiği bir şahsa altınlarını emanet eder ve gider. Seyahatini tamamlayıp döndüğünde emaneti bıraktığı kişiye gider, emanet ettiği altınlarını ister, emaneti alan kişi almış olduğu altınları sahibine vermek istemez ve aralarında şu konuşmalar gerçekleşir:

“-Emanetimi almaya geldim”

“-Ne emaneti kardeşim? Ben senden emanet almadım!.”

“-Nasıl olur!? Şakayı bırak, altınlarımı ver de gideyim.”

“-Bana altınlarını emanet ettiğini dair gören, bilen şahidin var mı?”

“-Yok! Ama Allah (cc) şahidimdir.”…

Bu tartışmalar sürer gider, emaneti alan bir türlü altınları vermeyi kabul etmez. Altınlarından olan kişi ne yapacağını bilemez. Üzgün bir şekilde evine döner.
Yıllarca çalışarak helâlinden kazanıp biriktirmiş olduğu altınları elinden uçup gitmiştir.

Birkaç defa emanetini almaya gider, ısrarla altınlarını istemesine rağmen her seferinde kapıdan kovulur. Çaresizlik içerisinde Kadı İyaz’a gider ve derdini anlatır.

Hadiseyi iyice dinleyen Kadı efendi:

“-Altınları emanet ederken yanında şahidin var mıydı?”

“-Hayır efendim,yoktu!”

“-Sen yarın emaneti bıraktığın kişiye git ve altınlarını iste. Ama dikkat et! Bu gün değil yarın gideceksin”

“-Efendim. Kaç defa gittim vermedi yine vermez.”

“-Vermezsen,ben de Kadı’ya gider seni şikayet ederim de”

Kişi söylenenleri kabul eder ve gider. Kadı İyaz görevli personellerden birini çağırır şunları söyler:

“-Filanca kişinin (emaneti vermeyen kişi) evine git, ona şu söylediklerimi ilet;

-Kadı efendi uzun süreli bir seyahate çıkacak.Yanında bulunan çok miktardaki değerli eşyalarını gönül rahatlığı ile emanet edebileceği kişileri araştırdı. Neticede tek güvenilir insan olarak sizde karar kıldı. Emanetlerini size bırakacak.” de.

Görevli gider, söylenenleri aynen iletir. Tabi bizim ki (!) söylenenleri duyunca havaya girer, içinden; “Vay be!!! Ben neymişim de haberim yokmuş! kos koca Kadı efendi bunca insan dururken içlerinden güvenilir insan olarak beni seçmiş ha !.”

Mağdur olan kişi, Kadı’nın talimatı gereği bir gün sonra emanetini almaya gider:

“-Altınlarımı almaya geldim.”

“-Sen ne laftan anlamaz adamsın ya hu !? Kaç defa söyledim sana ! bana altın felan vermedin diye.!”

“-Madem öyle,ben de Kadı efendiye giderim seni şikayet ederim.”

“-E ee !! Şahidin yok ki, sana kim inanır. Kendini boşuna yorma ”

“-Olsun, ben olan biteni Kadı efendiye tek tek anlatırım.”

Bizim uyanık(!) düşünür;

Kadı efendi den gelecek olan yüklü miktardaki değerli eşya altın,gümüş , para’nın yanında yüz altının hesabımı olur. der. Kendi hakkında yapılacak en küçük şikayetin, Kadı’ın gözünde değerini düşüreceği için;

“-Tamam, tamam kabul ediyorum ben şaka yapmıştım. Al, tas tamam yüz altının, ama; bunun karşılığında bir isteğim olacak. Kadı Efendi’ye gitmeyeceksin ve olandan bitenden söz etmeyeceksin.”

“-Kadı efendiye gitmeme gerek kalmadı zaten. Benimde bir isteğim var; Kadı efendiyi görürsen, hürmetlerimi, selamımı ilet” der. Altınlarını alır mutlu bir şekilde evine döner.

Hz. Ömer (ra) zamanında Şam valisi olan Sad b. Ebi Vakkas bir cami yapımı esnasında camiye bitişik arsası olan Yahudi arsasını satmak istemez. Ancak Vali arsayı zorla kamulaştırır ve bedelini adama gönderir.
Yahudi tavsiye üzerine Medine’ye gelerek durumu Halifeye şikâyet eder. Hz. Ömer bir deri veya kemik parçasına bir şey yazarak bunu Valiye vermesini söyler. Hayal kırıklığına uğrayan adam bir şey çıkmayacağını düşünür, ama yine de Valiye gidip Hz. Ömer’in yazdığını uzatır. Vali çarpılmış gibi hemen Yahudinin arsasını iade eder.
Sebebini daha sonra şöyle izah eder:
İslâm’dan önce ben ve bugün halife olan Hz. Ömer İran taraflarına ticaret için gittik. Yanımıza 200 deve almıştık. İran’a vardık. Orada cirit oynayan gençleri seyrederken, birileri zorla elimizdeki develere el koydular. Çok kalabalık bir çete grubuydu, bir şey yapamadık. Elimizde para da kalmamıştı. Üzgün bir şekilde, geceleyeceğimiz bir eski han bulduk. Hanın sahibine de sıkıntımızı anlattık. Adam iyi biriydi. Bize yardım etti. Sonra gidip krala durumumuzu anlattık. Develerimizi iade etti ve bize ayrı ayrı kapılardan yarın şehri terk etmemizi söyledi.
Ertesi gün şehrin iki kapısında vezir ve kralın büyük oğlunun asıldığını gördük. Meğer bunlar bir çete kurup gasp ve talan yapıyorlarmış.
İşte getirdiğin pusulada Ömer bana bunu hatırlatıyor ve diyor ki: “Bilesin ki, ben Nuşirevan’dan daha az adil değilim.”
Aristidis’i bilir misiniz? Eski Roma’da hükümdârın ve senatonun kararlarına karşı çıkan bir adâlet savaşçısı.

Aristidis, kendisi hakkında senatoda yapılan sürgün oylamasını beklerken dışarı çıkar. Etrafta dolaşırken bir çiftçinin garip davranışı dikkatini çeker. Yanına yaklaşır. Doğru dürüst yazma bilmeyen çiftçi, elindeki kiremiti Aristidis’e uzatarak. “Buraya Aristidis yaz!” der.

Aristidis şaşırır:

“Niye? Sana kötü bir şey mi yaptı?”

“Hayır, kendisini hiç görmedim ama âdildir dedikleri için adını saklamak istedim.”

Aristidis, kendisini tanıtmaz; ismini kiremite yazıp uzatır.

Eskilerde kadı olmaktan kaçınırdı insanlar ve kadılık cehennemden bir hasır yiridür derlerdi ve kadılık görevinden kaçarlardı.
o dönemde herkes biliyordu ki, başkasının hakkını gasp edenin hakkı gasp olunur..
Şimdi soru şu: Gerçekten de biz, ahlâk, gelenekler, vicdan hissi, dindarlık vb. sebeplerle adalet hissini bireylerin içine yerleştirilen o eski anlayıştan sıyrılıp mahkemelerinde kuyruklar oluşan anlaşmazlıklar ülkesine dönüşmeyi nasıl başarabildik?!
Halk Bir kadıdan korktuğu kadar bir vezirden o, bir kadın ihtiyaç duyduğu kadar bir vezire ihtiyaç duymaz.
Bir kadı için mahkeme mekanı özenle girilen bir yer mesabesinde olmalıdır. Oraya giderken çok iyi ve temiz giyinmeli, görüntüsü hukukun ağır başlığına halel getirmemeli, davacı veya davalı ile selamlaşmak, görüşmek,hal hatır sormak gibi ilişkiler içinde olmamalı davaya konu olmayan hiçbir konuda onları kendisine muhatap almamalıdır.
Osmanlı’da kadılar olağan dışı haller dışında haftanın iki-üç gününde mahkeme kurulur ve bir tür pozitif ayrımcılık ile kadınlara ait davalar önce görülürdü.
kapalı kapılar ardında verilen her hukuk kararı şaibeli kabul edilir ve hükmüne uyulmaz.
kadı, mahkemeyi halka açık tutmak ve meşveret eylediği insanlar huzurunda görmek zorundadır.
Şair Yenişehirli Avni, ‘ e göre,

Ahidda şive-i yağmada mebhut eyler a’dayı
Hüda göstermesin asar-ı izmihlal bir yerde..

Allah bir yerde çöküntü ve parçalanma belirtileri göstermeye görsün, dostlar, yağmalama yarışında düşmanları geride bırakır.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir