İçeriğe geç

Jacques Lacan Kitap Alıntıları – Sean Homer

Sean Homer kitaplarından Jacques Lacan kitap alıntıları sizlerle…

Jacques Lacan Kitap Alıntıları

Herhangi bir ilişkide yaptığımız, ya ötekini arzuladığımızı düşündüğümüz şeye dönüştürmektir ya da kendimizi, ötekinin arzuladığını düşündüğümüz şeye dönüştürmektir, fakat bu, hiçbir zaman ötekinin arzusunun kesin haritası olamamaktadır.
Ayna evresi, aşağı yukarı 6 ila 18 aylık dönemde ortaya çıkar ve Freud’un birincil narsisizm evresine tekabül eder. Bu evre, insan gelişiminin, öznenin kendi imgesine ve kendi bedenine âşık olup da başkalarına yönelik sevginin üzerinden atladığı evresidir (bkz. Thurschwell, 2000: 5. Bölüm). 6 ile 18 ay aralığındaki bebek, aynadaki (bu, düz anlamıyla ele alınmamalı, herhangi bir yansıtıcı yüzey, örneğin annenin yüzü olarak düşünülmelidir) kendi imgesini tanımaya başlamakta ve buna genellikle bir tür haz eşlik etmektedir. Çocuk kendi imgesinin çekimine kapılmakta ve onu denetim altına almak ve onunla oynamak istemektedir. Çocuk ilk başta kendi imgesiyle gerçekliği birbirine karıştırsa da çok geçmeden söz konusu imgenin, kendisiyle aynı niteliklere sahip olduğunu fark etmekte ve sonunda bu imgenin, kendisinin imgesi, kendisinin bir yansıması olduğunu kabullenmektedir.

Çocuk, kendi bedeninin bütünsel bir forma sahip olduğunun ayırtına, ilk olarak, kendi imgesini aynada görmek yoluyla ayna evresindeyken varmaktadır.

Saussure’ün dil teorisinden çıkarılacak üç temel ders vardır:

1. Dil, bilinçten önce gelir; konuşan varlıklar olarak bizler, dilin içine doğarız.
2. Dil, gerçekliği yansıtmaz; aksine bir insan kendi deneyimini, verili bir dil sisteminin sınırları içinde üretir ve o dil sistemi, o kimsenin deneyiminin doğasını, bir dereceye kadar koşullar.
3. Dil, içinde tekil bir anlamın konumlandırılabileceği mutlak ve sabit bir sistem değil; diferansiyel ilişkilerin bir düzenidir.

Freud’a göre bilinçdışı, varoluşumuzun bizden kaçan ve üzerinde hiçbir denetime sahip olamadığımız parçasıydı, fakat aynı zamanda düşünce ve arzularımızı yöneten de oydu. Öbür taraftan Lacan’a göre ise bilinçdışı göstergesel malzemeden oluşur. Bilinçdışı, denetimimizin dışında kalan bir anlamlama sürecidir; biz dili konuşmayız, aksine bizim aracılığımızla konuşan dildir. Bu anlamda Lacan bilinçdışını Öteki’nin söylemi olarak tarif eder. Büyük Öteki dildir, simgesel düzendir.
Freud’a göre uygarlığın, dinin, ahlakın ve sanatın kökenini Oedipus Kompleksi damgalamıştır.
Totem ve Tabu’da, Freud, ensest yasağının bütün ardıl toplumsal yasaların temeli olduğunu ileri sürüyordu. Bir başka deyişle, bütün insan öznelerin en kökten arzusu ensest arzusuydu ve ensestin yasaklanması, bütün toplumların yönetim ilkesini sunuyordu.
Freud’a göre bilinçdışı esas olarak tasarım’dır; çocukluğun ilk dönemlerine ilişkin deneyimlerin ve travmaların hafıza izlerinden oluşur.
Kısacası, gerçek var değildir, çünkü varoluş düşüncenin ve dilin bir ürünüdür ve gerçek dilden önce gelir. Gerçek, “simgeleştirmeye mutlak bir biçimde direnendir.”
Aşık olmak hakkında biraz düşünülürse, Lacan’ın ne kastettiğini anlamak kolaylaşacaktır. İlk aşık olduğumuz zaman diğer insanı idealize eder ve birlikteyken mükemmel hissederiz. Bu aşık olmanın imgesel boyutudur. Bir de bir çift olmanın ve bir başka eksik özneyle ilişki içinde olmanın simgesel boyutu söz konusudur. Fakat daha fazlası da vardır; yeni partneriniz güzel, akıllı, eğlenceli, müthiş bir dansçı olabilir, fakat herkes böyle olabilir. O halde yeni partnerinizi özel kılan nedir? Onda yakalanması zor, anlaması zor, fazladan bir şey vardır ve bu şeyi kavrayamaz ya da eklemleyemezsiniz, ama orada olduğunu bilirsiniz. Onu sevmenizin nedeni budur. Bu, objet a’dır ( )
Kristeva’nın feminizm ve kadınlar hakkındaki görüşleri, neredeyse Lacan’ınkiler kadar şoke edicidir. Birinin bir kadın olduğuna inanmak” diye yazar Kristeva, neredeyse, birinin bir erkek olduğuna inanmak kadar saçma ve bilmesinlerci bir tutumdur (aktaran Moi, 1985: 63). Kristeva’ya göre bir kimse bir kadın olamaz, çünkü kadın toplumsal bir inşadır. Kristeva, kadın”ı, tasarımın dışında olan; hakkında konuşulamaz olan biçiminde tanımlar.
Gerçekten de günümüzdeki psikoterapistlerin pek çoğu, aileler içinde, insanlar arasında ve hepsinden de önce cinsler arasında uyum ve dengenin gerçekleştirilmesi arzusu tarafından yönlendirilmektedir. Lacan’a göre bu, tehlikeli bir fantezidir ve psikanalizin rolü, uyumlu bir ilişkinin temelde nasıl da imkânsız olduğunu açığa çıkarmaktır. Tam olarak, Öteki ile farklı ilişkiler tarafından tanımlanan erillik ve dişilliğin tamamlayıcı-olmayan yapılarından ötürü, cinsel ilişki diye bir şey söz konusu olamaz. Herhangi bir ilişkide yaptığımız, ya ötekini arzuladığımızı düşündüğümüz şeye dönüştürmek ya da kendimizi, ötekinin arzuladığını düşündüğümüz şeye dönüştürmektir, fakat bu, hiçbir zaman ötekinin arzusunun kesin haritası olamamaktadır. Başka bir ifadeyle, eril ve dişil öznelerin büyük sorunu, partnerlerinin, onlarda ilişkili olduğu şeyle ilişkili olmamalarıdır (Salecl, 2002: 93). Bir anlamda, ötekinde hedeflediğimiz her şeyi iskalarız ve arzumuz doyurulmamış olarak kalır. Lacan’ın dediği gibi, hiçbir zaman Bir olamayız.
Freud, ömrünün sonuna kadar, dişil cinsellik bilmecesi karşısında sersemlemiş bir halde kalmıştır. Dişilliği karanlık kıta olarak tanımlamış ve Kadınlar ne ister? sorusunu asla bir çözüme kavuşturamamıştır.
Eril ya da entelektüel uğraşlarla hemhal olmayı amaçlayan kadınlar, kendileriyle meslektaş ve iş ortağı olmak istedikleri erkeklerde korku ve kaygının yükselmesine sebep olmaktadırlar. Bu nedenle, “erilliği arzulayan kadınlar, erkeklerin kaygısını ve onlardan gelmesinden korkulan cezayı savuşturmak için, bir kadınsılık maskesi takınıyor olabilirler
Istırap ve acımızı, dilin içine yerleştirmeye, simgeleştirmeye ne kadar çalışırsak çalışalım, daima bir şeyler kalır. Başka bir deyişle, dil aracılığıyla dönüştürülmesi imkânı bulunmayan bir tortu her zaman vardır. Bu fazlalık, Lacan’ın deyişiyle bu X gerçek’tir.
Objet a, özneler olarak bizim, hayatlarımızda bir şeylerin eksik ya da kayıp olduğuna ilişkin sürekli duygumuzdur. Sürekli olarak tatmin, bilgi, mülkiyet, sevgi arayışındayızdır ve bu hedefleri gerçekleştirdiğimizde de hep, arzusunu duyduğumuz başka şeyler kalır; kesin olarak yerini belirtemiyoruz, fakat hep orada olduğunu biliyoruz. Varlığımızın çekirdeğinde yer alan ve sürekli doldurmaya çalıştığımız boşluk ya da dipsiz uçurum olarak Lacancı gerçek’i kavramak yolundaki bir anlam çerçevesi de budur. Objet a, hem boşluk ve gedik, hem de simgesel gerçekliğimizdeki o boşluğu geçici olarak doldurmak için gelen her türlü nesnedir.
Jouissance, Lacan’da oldukça karmaşık bir kavramdır ve diğer dillere doğrudan tercüme edilebilir bir terim değildir. Genellikle zevk biçiminde tercüme edilmektedir; fakat göreceğimiz üzere, zevk ile acının bir karışımını, ya da daha kesin söylenirse, acıdaki zevki içerir. Jouissance, hastaların kendi hastalıklarından ya da semptomlarından zevk aldıklan paradoksal durumu ifade eder. Fransızcada terimin cinsel çağrışımları da vardır ve cinsel zevkle birleşiktir. Fakat Lacan jouissance’a örnek olarak dinsel ya da mistik esriklik (ecstatic) deneyimini verir.
Özneler olarak biz, doymak bilmez arzular tarafından dürtülürüz. Arzularımızı gerçekleştirme arayışına girdiğimizde de kaçınılmaz olarak hayal kırıklığına uğrarız – gerçekleştirdiğimiz tatmin hiçbir zaman tam olarak yeterli olmaz; her zaman biraz daha fazlasının olduğu, ıskaladığımız bir şeylerin kaldığı ve elde edebileceğimiz biraz daha fazla bir şeylerin bulunduğu duygusunu yaşarız. Bizi, deneyimlediğimiz eksik zevkin ötesinde doyurup tatmin edecek olan biraz daha fazla bir şeyler ; işte jouissance budur. Onun ne olduğunu bilmeyiz, fakat orada olması gerektiğini farz ederiz, çünkü daima tatminsizlik içindeyizdir.
Psikanalizin bize öğrettiği şey, arzularımızın daima ayrılmaz bir biçimde başkalarının arzularına bağlı olduğudur. İlk etapta bunlar ebeveynlerimizin arzularıdır – çünkü ebeveynler, başarılı ve tatminkâr bir hayata ilişkin bütün umut ve isteklerini yeni doğmuş çocuklarına yüklerler, fakat ayrıca kendi doyurulmamış rüyalarını ve büyük amaçlarını da çocuğa yüklerler. Ötekilerin bu bilinçdışı arzu ve istekleri, bizim içimize dil -söylem- aracılığıyla akar ve bu nedenle arzu her zaman dil tarafından biçimlendirilir. Arzularımızı yalnızca sahip olduğumuz dil aracılığıyla ifade edebiliriz ve o dili de başkaları aracılığıyla öğrenmek zorundayızdır.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Saussure, içimizde, söylediklerimize hükmeden bir yapının varlığını açığa çıkarmıştı; Lacan için bu yapı bilinçdışı olandır. Bilinçdışı, dil aracılığıyla oluşur ve bilinçdışına hükmeden, dilin kurallarıdır.
Ben, özü itibariyle, bir çatışma ve uyuşmazlık bölgesi; sürekli bir mücadelenin yeridir.
( ) sinemanın röntgenci niteliğini tesis eden şey, görülen nesnenin, kendisinin görülmekte olduğuna ilişkin farkındalığındaki eksikliktir. Film seyircileri, esas itibariyle, kendilerinin röntgenci olduklarını bilmeyen röntgencilerdir.
Freud’a göre, bilinçdışı, zamanı ya da çelişkiyi tanımayan bir dünyadır; bastırılmış isteklerin ve fantezilerin dünyasıdır ve bu dünyanın bir sentaksı ya da grameri yoktur. O halde bilinçdışı istekler ve arzular hakkında aktüel bir biçimde nasıl konuşabiliriz? Bilinçdışı arzu hakkında konuşmak, onu bilincin alanına çekmektir ve bilinçdışı, tanımı itibarıyla bilinçten çıkarılmış ve bilince tekrar çağrılamaz olandır. Bir başka ifadeyle, bilinçdışı, dilden çıkarılmış olandır. Bu paradoksal durum, analisti ve teorisyeni bir tür ikileme sürükler: Bilinçdışı istek ve arzuları dile taşımazsak, onlar hakkında nasıl konuşabiliriz? Freud’a göre bilinçdışının işlerini kaygılarımız ve fobilerimiz aracılığıyla yakalayabiliriz; ayrıca bilinçdışının etkilerini rüyalarımız, şakalarımız, dil sürçmeleri ve sanat yapıtları aracılığıyla da yakalayabiliriz. Bir başka deyişle, bilinçdışının işlerini, bilinçli zihnimizin istenmeyen düşünce ve arzuları bastırma konusunda uyanıklığının ve etkinliğinin en az olduğu zamanlarda yakalarız.
Psikanaliz neyin mantıksal, neyin rasyonel ve neyin bilinçli olduğuyla ilgilenmez; aksine mantıkdışı, irrasyonel ve bilinçdışı olanla ilgilidir. Psikanaliz, düşünce ve davranışın rasyonel ve bilinçli bir biçimde muhasebesi yapılamayan boyutlarını araştırır.
Bilinçdışı ve insan arzusu, tasarımlarımızın içine işler ve kültürümüzün tam kalbinde, daimi bir istikrarsızlık ve aksama durumu yaratır. Lacancı psikanalizin güncelliği ve değeri, bu uzamı açık tutmasında ve birlikli, uyumlu, çatışmasız bir özne ya da topluma ilişkin ideolojik kapanımı reddetmesinde ve kendisini kültürel metinler aracılığıyla gösteren arzunun dışlaşma biçimlerini analiz etmesinde yatmaktadır.
Herhangi bir ilişkide yaptığımız, ya ötekini arzuladığımızı düşündüğümüz şeye dönüştürmek ya da kendimizi, ötekinin arzuladığını düşündüğümüz şeye dönüşmektir, fakat bu, hiçbir zaman ötekinin arzusunun kesin haritası olamamaktadır. Başka bir ifadeyle eril ve dişil öznelerin büyük sorunu, partnerlerinin, onlarda ilişkili olduğu şeyle ilişkili olmamalarıdır (Salecl, 2002: 93).
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Hem erkekler hem de kadınlar fallik jouissance’ı ya da Öteki jouissance’ı deneyimleyebilirler ve bir kişinin eril mi yoksa dişil mi bir yapıya sahip olduğunu belirleyen şey, deneyimlediği jouissance tipidir. Fakat Lacan’a göre erkekler ile kadınlar arasında hayati önemde bir fark vardır: Erkekler jouissance tiplerinden birini ya da diğerini deneyimleyebilirken kadınlar her iki jouissance’ı da deneyimleyebilirler (bkz. Fink, 2002: 40-41). Lacan’a göre, esas mesele, kadınların erkeklerle ilişkili olarak negatif bir biçimde tanımlanmaları -bir kadın bir erkek değildir ve bu nedenle erkeğe sahip olduğu bir şeyden, penisten yoksundur- değildir. Daha ziyade, kadın, erkekten daha fazlasına -bir jouissance fazlasına- erişim olanağına sahiptir.
Söz, simgesel düzenle ilişkilidir ve bu nedenle de falliktir.
Eril bir yapı, Ötekini bir objet a’ya dönüştürmekle ve nesnenin arzumuzu tam olarak tatmin edeceğini düşünme yanılsamasıyla nitelenir. Fakat burada şunu hatırda tutmak önemlidir: Fallik jouissance yalnızca erkeklerin onu deneyimleyebilir olması anlamında eril değildir; fallik jouissance’ı hem erkekler hem de kadınlar deneyimler ve başarısızlık tarafından nitelendiği için fallik olarak tanımlanır.
Fallik jouissance, bizi boşa çıkaran, hayal kırıklığına uğratan jouissance’tır. Başarısızlığa karşı direnci yoktur ve temelde partnerinizi her zaman ıskalar (Fink, 2002: 37).
Lacan’ın olgunluk döneminde, dürtü, gittikçe artan bir biçimde istisna ve sınırla birleştiriliyordu; öznenin salt simgesel tarafından belirlenmediği anlamına gelen ve gösterenin özne üzerindeki sınırlarını işaretleyen kavram dürtüdür.
Cinsel ayrım doğaya da kültüre de indirgenemez, aksine bu ikisinin kesişim noktasında ortaya çıkar. Bu, cinsel kimliğin doğal (biyolojik) ve kültürel (göstergesel) unsurların bir toplamı olduğu anlamına değil, daha ziyade, bunların birliğinden artakalan şey olduğu anlamına gelir. Lacan’ın burada söylemek istediği şey, ister simgesel söz konusu olsun ister özne, bütün yapıların zorunlu olarak tamamlanmamış olduğu: geride hep olumsal bir öğenin, kuralın bir istisnasının kaldığıdır.
Kadının bütün-olmadığını söylemek, onun bir biçimde tamamlanmamış ve erkeğin sahip olduğu bir şeylerden yoksun olduğunu söylemek değil, daha ziyade onun bütün olarak kuşatılamadığını söylemektir; Bir kadın, bir erkekle aynı biçimde bölünmüş değildir; yabancılaşmış olsa da bütünüyle simgesel düzene tabi değildir (Fink, 1995: 107).
Arzulayan özneler olarak varlığa gelebilmek için, jouissance’ımızın bütüncül tatmininin imkansızlığını kabullenmeye zorlanırız. Kastrasyon, fallusun, göstereni olduğu temel kayba işaret eder.
Fallus, eksiğin gösterenidir. Fallus, temelde imgesel bir nesne -annenin arzusunu doyuracağı varsayılan bir nesne- olarak işlev görür. Ardından arzunun doyurulamaz olduğunun ve fallusun da bir nesne olarak erişimin ötesinde bulunduğunun kabulü aracılığıyla simgesel bir işlev görür.
erillik ve dişillik, anatomik olarak verili şeyler değil, bir gösteren olarak fallusla ilişkileri aracılığıyla tanımlanan özne konumlarıdır.
Freud’un önündeki sorun, kız çocuğunun bir aşk nesnesi olarak babadan vazgeçmesi ve annesiyle yeniden özdeşleşmesi gerekliliğinin nedenini ortaya koyamıyor oluşuydu.
Lacan’a göre kastrasyon, birinin penisinin değil, jouissance’ının kesilmesini ve eksikliğin tanınmasını içeren simgesel bir süreçtir. Bu eksikliği tasarımlayabilmek için öznenin iki mümkün alternatifi -fallusa sahip olma ya da fallus olma (Adams, 1966b)- bulunmaktadır. Lacan’a göre erillik, fallusa sahip pozuna girme ya da ona sahipmiş gibi yapmayı içerirken, dişillik, fallus olmanın maskeli balo’sunu içermektedir.
gerçek, ölüm dürtüsüyle ve insan varoluşunun nihai ve hakkında konuşulamaz sınırı olarak jouissance ile birleşmiştir. Jouissance arzunun karşıtıdır -arzumuzun başarısızlığı nedeniyle deneyimlediğimiz hayal kırıklığıdır- ve özne, kendisini, bu imkansız senaryo içinde, fantezi ve objet petit a aracılığıyla ayakta tutar.
Victor Burgin’in işaret ettiği gibi, travma sözcüğü, yara için kullanılan Grekçe sözcükten türemiştir ve Latincedeki eşdeğeri punctum dur (1986: 86). Başka bir ifadeyle, Barthes’ın, bize batan, bizi yaralayan ve fotoğrafın studium’unun bozulmasına yol açan ayrıntısı, uçup giden anlık bakış ya da objet petit a olarak gerçek’le karşılaşmadır.
Lacan, ölüm dürtüsünü tekrarlama ile birleştirme konusunda Freud’u takip etti, fakat ölüme doğru yönelişimizin ölüm tarafından gerçekleştirilmediğini ileri sürdü. Yaşamı arzuya götüren şey kayıp tır, fakat Ellie Ragland-Sullivan’ın belirttiği gibi, insanlar, simgeselin aşinalığından çıkıp gerçek’in travmasının ve boşluğunun içine düşmekten ziyade, ne kadar acı verici olursa olsun, her türlü deneyime razı olmaktadırlar (1995: 94).
Objet a, özneler olarak bizim, hayatlarımızda bir şeylerin eksik ya da kayıp olduğuna göre ilişkin sürekli duygumuzdur. Sürekli olarak tatmin, bilgi, mülkiyet, sevgi arayışındayızdır ve bu hedefleri gerçekleştirdiğimizde de hep, arzusunu duyduğumuz başka şeyler kalır; kesin olarak yerini belirtemiyoruz, fakat hep orada olduğunu biliyoruz. Varlığımızın çekirdeğinde yer alan ve sürekli doldurmaya çalıştığımız boşluk ya da dipsiz uçurum olarak Lacancı gerçek’i kavramak yolundaki bir anlam çerçevesi de budur. Objet a, hem boşluk ve gedik, hem de simgesel gerçekliğimizdeki o boşluğu geçici olarak doldurmak için gelen her türlü nesnedir. Burada hatırda tutulması gereken önemli nokta, objet a’nın nesnenin kendisi değil, eksikliği gizleme işlevi oluşudur.
Özne ile Öteki arasındaki kopuş aracılığıyla çocuğun arzusu ile annenin arzusu arasında bir boşluk açılır. Arzunun hareketini ve objet petit a’nın gelişini başlatan, bu boşluktur. Fantezi aracılığıyla, özne, Öteki ile birlik olduğuna ilişkin yanılsamayı ayakta tutma ve kendisinin bölünmesini inkar etme girişiminde bulunur. Öteki’nin arzusu daima özneyi aşsa ya da ondan kaçsa da, her şeye rağmen öznenin yeniden ele geçirebileceği ve böylelikle kendisini ayakta tutup doğrulayabileceği bir şeyler kalır. Kalan bu şey objet a’dır.
Kendisini bulmak yönünde arzu yaratan kökensel Şey’in kaybına karşıt olarak, das Ding, simgeselin ve öznelliğin çekirdeğindeki boşluğu doldurma arzusudur.
Das Ding, gösterilenin ötesindedir -yani kendinde haliyle bilinemez. Simgeleştirmenin ötesindeki bir şeydir ve bu nedenle gerçek’le ilişkilidir, ya da Lacan’ın deyişiyle dilsiz gerçekliği içindeki şey’dir (1992 [1986]: 55]. Das Ding, sürekli olarak yeniden bulunması gereken kayıp bir nesnedir, ama paradoksal bir biçimde, ilk etapta asla orada olmamıştır ki kaybolsun. (1992 [1986]: 97); arzunun hareket ettirici nedenidir ve sadece retrospektif bir biçimde oluşturulabilir. Das Ding, nesnel olarak konuşulursa, hiçbir şey değildir; o yalnızca kendisini oluşturan arzuyla ilişkili bir şeydir.
Lacan’ın Freudyen travma kavramına eklediği şey, travmanın, simgeleştirilemez olarak kaldığı sürece gerçek ve öznenin tam kalbindeki kalıcı çıkık olduğu fikridir. Travma deneyimi, ayrıca, gerçek’in hiçbir zaman simgesel ve toplumsal gerçeklik tarafından tam olarak soğurulaşamayacağını açığa çıkarır. Istırap ve acımızı, dilin içine yerleştirmeye, simgeleştirmeye ne kadar çalışırsak çalışalım daima bir şeyler kalır. Başka bir deyişle, dil aracılığıyla dönüştürülme imkanı bulunmayan bir tortu her zaman vardır. Bu fazlalıkla, Lacan’ın deyişiyle bu X gerçek’tir.
Travma fikri, anlamlama sürecinde belirli bir ketleme ya da aşırı bağlılık olduğunu içerimler. Travma, simgeleştirmenin hareketini durdurur ve özneyi, gelişimin daha erken bir evresinde sabitler.
gerçek var değildir, çünkü varoluş düşüncenin ve dilin bir ürünüdür ve gerçek dilden önce gelir. Gerçek, simgeleştirmeye mutlak bir biçimde direnendir.
Klinik bir bakış açısından, gerçek, daima, açlık gibi bir gereksinim formunda kendi yerine dönen kaba simgesel-öncesi gerçekliktir. Böylelikle gerçek, simgeleştirmeden önceki bedenle oldukça yakın bir ilişki içindedir, fakat burada, gerçek’in açlığı yatıştıran nesne değil, açlığı dürten gereksinim olduğunu hatırdan çıkarmamak önemlidir. Bir çocuk açlık hissettiğinde, bu açlık memeden ya da şişeden beslenme yoluyla geçici olarak yatıştırılabilir, fakat meme ve şişe açlığın nesneleri’dir ve Lacancı psikanalizde bu nesneler imgeseldir, çünkü çocuğun talebini bütüncül olarak yatıştırmazlar. Gerçek, bu gereksinimin köklendiği yer’dir ve onu simgeleştirmeye ilişkin herhangi bir yöntemimizin bulunmaması anlamında simgesel-öncesidir.
dürtünün kaynağı, bir organda ya da bedenin bir bölümünde meydana gelen ve uyarıcısı, zihinsel yaşamda bir güdü tarafından temsil edilen bedensel bir süreçtir (1984c [1915]: 119). Kısacası dürtü, bedende köklenen ve psişe de tasarım olarak kendi ifadesini bulma arayışında olan bir şeydir.
Lacancı özne, iki hareket aracılığıyla oluşur: İlki, dil aracılığıyla, yabancılaşma sürecine ve ikincisi de arzunun ayrılmasına tekabül eder. Fakat Lacan, öznenin belirdiği noktayı hiçbir zaman kesin olarak göstermez; çünkü özne hiçbir zaman olduğu haliyle belirmez. Lacancı psikanalizde öznenin kalıcılığı ya da ısrarı söz konusu değildir. Lacan, özneye, her zaman gelmek üzere ya da az evvel geldi biçiminde gönderim yapar; hep ya çok erkendir ya da çok geç. Zaman içinde, öznenin istikrarlı ve bütün bir varlık olarak nihayet ortaya çıktığının söylenebileceği bir an yoktur. Özne, zamandaki belirli bir andan ziyade, sürekli bir özneleşme süreci -yabancılaşma ve ayrılma- aracılığıyla sadece uçucu bir biçimde ortaya çıkar.
Ayrılma iki eksikliğin rastlaşmasını ya da üst üste binmesini içerir: Öznedeki eksiklik veya Öteki’ndeki eksiklik. Bu iki eksiklik arasındaki karşılıklı etkileşim, öznenin oluşumunu belirleyecektir. Bu nedenle ayrılma, kesin olarak, öznenin şu soruyu formüle edebildiği noktada belirir: Öteki’nin arzusunda ben neyim? Böylelikle özne, kendisini Öteki’nin arzusundan ayırt edebilir. Öteki’nin arzusu, daima, özneyi aşar ya da ondan kaçarken, her şeye karşın, ele geçirilebileceği ve böylelikle kendisini, arzulayan bir özne veya bir arzu varlığı olarak varlıkta (Fink, 1995: 61) tutabileceği bir şeyler kalır. Kalan bu şey objet petit a’dır, arzunun nesne-nedenidir (bkz. 5. Bölüm).
Öznenin kendi arzusu, Öteki’nin arzusuyla kalıba dökülürken, Öteki kendi simgesel himayesini özneye bahşeder:

Çocuğun, ötekinin arzusunda, esas olarak deşifre-edilemez olarak kalan şeyi -Lacan, bunu X, değişken ya da (daha iyisi) bilinmeyen olarak adlandırmıştır- yakalama girişiminde çocuğun kendi arzusu temellenmiştir; Öteki’nin arzusu, çocuğun arzusunun nedeni olarak işlev görmeye başlamaktadır (Fink, 1995: 59).

Bilinçdışı, gösteren ile gösterilen arasındaki boşluk’ta, simgesel düzen içinde, gösterilenin gösterenin altına kayması ve anlamın sabitlenmesinin başarısızlığa uğraması aracılığıyla varlığa gelir (bkz. 2. Bölüm). Kısacası, bilinçdışı, gösteren ve şifresinin çözülmesini gerektiren bir şeydir.
Lacancı bilinçdışı, birey-aşırı bir simgesel düzenin özne üzerindeki etkisidir.
Bilinçdışı diye yazar Lacan, kendi kopuş deneyimi içinde, algı ile bilinç arasında, dünyevi olmayan böylesi bir mekanda, Freud’un bir başka sahne adını verdiği yerde anlaşılmalıdır (1979 [1973]: 56).
Lacan, eğer Freud’un bilinçdışı kavramını ciddiye alacaksak, Descartes’ın formülünü tersine çevirmemiz gerektiğini ileri sürer: Kuşku duyduğum gerçeği sayesinde eminim ki ben düşünüyorum (1979 [1973]: 35). Bilinç kesinliği sürekli olarak bir başka şey tarafından desteklenmektedir: Kuşku tarafından, bilinmez ya da bilinemez olan tarafından veya Freud’un bilinçdışı olarak işaret edeceği şey tarafından. Lacan’a göre, bu nedenle, Freud’dan sonra kesin olarak bilebileceğimiz tek şey, bilinçdışının öznesinin kendisini dışlaştıırdığı kesinliğe ulaşmadan önce düşünmekte olduğudur (1979 [1973]: 37). Bu anlamda bilinçdışı ön-ontolojiktir; o bir varoluş sorunu, varlık yada varlık-olmayan sorunu değil, daha ziyade gerçekleşmemiş olana, Kartezyen kuşkunun bilinmeyenine ilişkin bir sorundur. Fakat bilinçdışının öylece bir kuşku edimi olmadığı konusunda net olmak zorundayız; çünkü bu, zaten mevcut olan bir özneyi varsayar. Bilinçdışı, kuşkunun ötesinde bulunan bilinmeyendir.
Süperego, jouissance buyruğudur – Zevk al! (1998 [1975]: 3) Bu nedenle süperego aynı anda hem yasa hem de yasanın öz-yıkımı ya da yasanın altını oyan şeydir. Süperego, yasanın -kamusal ya da toplumsal yasanın- başarısız olduğu yerde ortaya çıkar ve bu başarısızlık noktasında, yasa, Zizek’in ifadeleriyle, yasadışı bir haz içinde dayanak arayışına (Zizek, 1994: 54) zorlanır. Süperego, bir anlamda, kamusal yasanın diyalektik karşıtıdır; Zizek’in müstehcen gececil yasa -kamusal yasaya daima zorunlu olarak eşlik eden şu karanlık alt taraf- olarak adlandırdığı şeydir. Psikanalize göre, bir öznenin, yasa ile onu ihlal etme arzusu arasındaki gerilimden sakınmasının herhangi bir yolu yoktur ve bu da kendisini suçluluk olarak dışarı vurur.
yasa, dışarıda tutmak istediği şeyin üzerine kurulmuştur, ya da yine başka türlü ifade edilirse, yasayı delme ve ihlal etme arzusu, bizzat yasanın varoluşunun önkoşuludur.
Çocuğun, annenin arzuladığı şey olma arzusunun üzerine bir yasak düştüğünde, anne, çocuk için reddedilmiş olur (Rose, 1996a: 61). Bu nedenle fallus daima bir başka yere aittir; anne/çocuk ikilisini bozar ve simgesel mübadelenin düzenini başlatır. Bu anlamda fallus hem imgesel hem de simgeseldir. Annenin arzusunu doyuracağı varsayılan nesneyi temsil ettiği için imgesel; arzunun doyurulamaz olduğunun kabulünü temsil ettiği içinde simgeseldir. İmgesel çifti ayırarak, fallus öznenin kendisinin temel bölünmesini yeniden-yasalaştıran bölünme uğrağını [varlıktaki eksiklik] temsil eder (Rose, 1996a: 63). Yokluk içindeki mevcudiyet ve görünür bir değer olarak fallus, bir dolandırıcıdır.
Fallus, arzu ile anlamlama arasında hayati bir bağ sağlar. Simgeleştirme sürecini yönlendiren şey arzudur. Fallus, arzunun, kaybettiğimiz ve sürekli arayışında olduğumuz, fakat aslında ilk etapta hiç sahip olmadığımız nihai nesnesidir.
Kastrasyon, kız çocuklarının durumunda olduğu gibi, zaten kaybedilmiş ya da erkek çocuklarının durumunda olduğu gibi, ileride kaybedilecek bir penisin korkusu değildir; aksine, annenin, fallsu olunabileceğine ilişkin düşünceyi terketme yönündeki simgesel süreçtir.
Lacan, Oedipus Kompleksi’nin bir ikame öğesi içerdiğini belirtir (bir gösteren bir başka gösterenle, yani annenin arzusu Babanın-Adıyla ikame edilmektedir). Anlamlama süreci, bu ilk ikame edimiyle başlar ve çocuk, bir eksiklik öznesi olarak simgesel düzene girer. Lacan’ın simgeleştirme sürecinin kendisini fallik olarak nitelemesinin nedeni budur. Fallusun, bilinçdışının merkezi ve örgütleyici göstereni olarak kurulması, Babanın-Adı aracılığıyla gerçekleşir. Fallus kökensel kayıptır; fakat yalnızca, ona, ilk etapta hiç kimse sahip olmadığı sürece. Bu nedenle fallus diğer gösterenler gibi değildir; o eksikliğin gösterenidir ve bir şey, bir nesne ya da bedensel bir organ olarak mevcut değildir.
Çocuğun, annenin arzusunun nesnesi olabilmek için sahip olunması gereken şey olarak tahayyül ettiği şey imgesel fallustur ve annenin arzusu genellikle babaya yönelmiş olduğu için, babanın fallusa sahip olduğu varsayılır. Annenin arzusunu doyurma çabası aracılığıyla, çocuk, annesini kaybetmiş olduğunu farz ettiği nesneyle özdeşleşir ve annesi için o nesne halini almaya girişir. Fallus, çocuğun zihninde, kaybolmuş ve telafi edilebilir bir gerçek nesneyle birleştirilmiş olması anlamında imgeseldir. Lacan’a göre Oedipus Kompleksi bu imgesel falusla özdeşleşmeyi bırakma ve onun bir gösteren olduğunu, ilk etapta da aslında hiç orada olmamış olduğunu onaylama sürecini içerir. Bu nedenle Freud’un kastrasyon adını verdiği şey, çocuğun, kendisini, bir şeylerini -fallus- yitirmiş olarak tanımasını içeren simgesel bir süreçtir. Lacan’a göre kastrasyon, erkek çocukların sadece, fallusa gerçekte asla sahip olamayacaklarını kabullenmek yoluyla simgesel olarak sahip olabileceklerini kabullenmelerine karşılık, kız çocuklarının da anneleriyle fallik özdeşleşmeyi bir kere bıraktıktan sonra bir fallusa sahip olmadıklarını kabullenme sürecini içerir ( .). Oedipus Kompleksi’nin Lacan’daki işlevi budur.
Özne, sürekli bir tekrarlama süreci aracılığıyla, gösteren tarafından yakalanmış ve bir anlamlama zinciri içine yerleştirilmiştir. Bu tam olarak, bilinçdışının, insanın gösteren tarafından iskan edilmesi anlamına geldiğini söylememiz anlamında, bilinçdışının etkisi ve sonucudur diye yazmaktadır Lacan (1988c [1956]: 48). Özne, anlamlama zincirinin dışında mevcut (exist) değildir; aksine onun içinde olmaya diretir (insist).
Simgeler bir kere belirdikten sonra, insan öznelliği ile bilinçdışı da dahil her şey, bu simgeler ve simgeselin yasası uyarınca düzenlenir ve yapılanır. Freud’a göre bilinçdışı, varoluşumuzun bizden kaçan ve üzerinde hiçbir denetime sahip olamadığımız parçasıydı, fakat aynı zamanda düşünce ve arzularımızı yöneten de oydu. Öbür taraftan Lacan’a göre ise bilinçdışı göstergesel malzemeden oluşur. Bilinçdışı, denetimimizin dışında kalan bir anlamlama sürecidir; biz dili konuşmayız, aksine bizim aracılığımızla konuşan dildir. Bu anlamda Lacan bilinçdışını Öteki’nin söylemi olarak tarif eder. Büyük Öteki dildir, simgesel düzendir. Bu öteki hiçbir zaman bir öznenin içinde asimile edilemez. O, herşeye karşın, bilinçdışımızın çekirdeğini oluşturan radikal ötekiliktir.
Yer değiştirme ise anlamın bir göstergeden bir başkasına aktarıldığı bir süreçtir.
Yoğunlaşma, bir rüyadaki iki ya da daha fazla gösterge veya imgenin, birleşik bir imge oluşturmak üzere bir araya gelmesidir.
Metafor, bir sözcüğün ya da ifadenin, doğrudan bir münasebet olmaksızın bir başka şeyi tarif etmek üzere kullanılmasıdır. Öbür taraftan metonomi ise bir terimin, genellikle birleşik olduğu bir başka şeye uygulanan bir şey için kullanılmasıdır.
Saussure, içimizde, söylediklerimize hükmeden bir yapının varlığını açığa çıkarmıştı; Lacan için bu yapı bilinçdışı olandır. Bilinçdışı, dil aracılığıyla oluşur ve bilinçdışına hükmeden, dilin kurallarıdır. Bunun, kendisi aracılığıyla gerçekleştiği mekanizmanın tam olarak ne olduğunu ortaya koyan Roman Jakobson olmuştur.
Bir gösterinin gönderimde bulunduğu şey, ikisi arasında daima bir bariyer olduğu için, gösterilen değil, bir başka gösterendir. Kısaca söylenirse, neredeyse sonsuz bir anlamlama zinciri içinde, bir gösterenin bizi gönderdiği şey bir başka gösteren ve onun gönderdiği şey de yine bir başka gösterendir. Örneğin belirli bir sözcüğün ya da kavramın anlamını tarif etmeye çalıştığımızda, bu işi yalnızca başka sözcüklerle yapabiliriz ve kesintisiz bir göstergeler üretme sürecine yakalanırız.
Saussere’ün dil teorisinden çıkarılacak üç temel ders vardır:

1. Dil, bilinçten önce gelir; konuşan varlıklar olarak bizler, dilin içine doğarız.
2. Dil, gerçekliği yansıtmaz; aksine bir insan kendi deneyimini, verili bir dil sisteminin sınırları içinde üretir ve o dil sistemi, o kimsenin deneyiminin doğasını bir dereceye kadar koşullar.
3. Dil, içinde tekil bir anlamının konumlandırılabileceği mutlak ve sabit bir sistem değil; diferansiyel ilişkilerin bir düzenidir.

Dil, göstergelerin karmaşık bir ağı olarak mevcuttur. Verili bir gösterge, kendine özgü bir değer ya da anlam dolayısıyla değil, bir baştan bir başa anlamlama sistemi içindeki göreli konumu ve bu sistem içindeki bütün diğer göstergelerle arasındaki ayrım aracılığıyla tarif edilip belirlenir. Bir gösterge, bizi, gerçek maddi dünya içindeki belirli bir nesneye göndermez; bilakis, kendisi de bir başka göstergeye gönderen bir başka göstergeye gönderir ve bu böyle gider.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir