İçeriğe geç

İvan İlyiç’in Ölümü Kitap Alıntıları – Lev Nikolayeviç Tolstoy

Lev Nikolayeviç Tolstoy’un kitaplarından İvan İlyiç’in Ölümü Kitap Alıntıları sizlerle.

İvan İlyiç’in Ölümü Kitap Alıntıları

Belki de sürdürdüğüm yaşam, sürdürmem gereken yaşam değildir?
Yaşadığın ve yaşamakta olduğun her şey yalan. Senden hayatı da ölümü de gizleyen koca bir yalanı yaşadın sen.
Gözlerine bir bak, içinde hayat kalmamış.
Hepimiz ölüp gideceğiz. Ne diye yardım etmekten yüksünelim.
Ya gerçekten bütün hayatım yanlışsa?
Tepeye tırmandığımı zannederken aslında bayır aşağı koşmak. Tam böyleydi durum..
Yakında hepinizi kendimden kurtaracağım.
Nasılsa hepimiz öleceğiz. Elimiz ayağımız tutarken niye çalışmayalım?
Acı ve ölüm… İyi ama niçin?
Her başarısızlık onu umutsuzluğa düşüyordu.
Tepeye tırmandığımı zannederken aslında bayır aşağı koşmak. Tam böyleydi durum. İnsanların gözünde giderek yükselirken, aynı anda hayat da benden o kadar eksiliyor, ayaklarımın altında çekilip gidiyordu. Madem öyle, ölmeye hazır ol!
Olamaz. Hayat o kadar anlamsız ve korkunç olamaz! Yoksa olabilir mi?
Ne mi istiyorum? Acı çekmemek. Yaşamak.
İşte ben de uçuyorum…
Bir zamanlar ışık vardı, oysa şimdi karanlık…
Kimin umurunda ölen benim onlar değil.
Ölmekte olduğumu benden başka herkes görüyor.
Yaşam ayaklarımın altından kayıp giderken, herkes beni yukarı çıkıyorum sanıyormuş…
Yıllar ilerledikçe ağırlık omuzlarına daha çok biniyordu. Meğer başarılı bir yolda yürüdüğünü sandığı hâlde başarısızlığa doğru dört nala koşuyormuş da haberi yokmuş.
Hayat gitgide artan acılar demek; artan bir hızla en dibe, en korkunç acılara doğru uçmak demekti. “İşte ben de uçuyorum…”
Üç gün boyunca gece gündüz acılar içinde kıvranmak, sonra da ölüm… Bu her an benim de başıma gelebilir…
Ölüm! Evet, ölüm! Hiçbiri bilmiyor, bilmek de istemiyor, acımıyor bile. Vur patlasın çal oynasın! Umurlarında değil, oysa onlar da ölecek. Ne aptalca. Önce ben öleceğim, onlar daha sonra, ama onların da başına aynı şey gelecek. Oysa onlar gülüp eğleniyor. Aşağılık yaratıklar!
…evliliğin hayatta birtakım kolaylıklar sağlamakla birlikte, aslında çok karmaşık ve sorunlarla dolu ağır bir iş olduğu sonucuna vardı.
İvan İlyiç’i en çok yaralayan yalandı.
Üstelik bu zehir azalmak şöyle dursun gitgide tüm varlığını ele geçiriyordu.
İvan ilyaç’ın ölümünü duyan herkeste bir rahatlama, “ölen ben değilim ki bir başkası duygusu uyandı”.
Akıl almaz bir şey! Acılar, ölüm… Neden?
Acıların zaman içinde gitgide artması gibi, hayat da bütün olarak hep daha kötüye gidiyor.
Yaşam ve…ölüm! Yaşıyordum, bir yaşamım vardı, ama şimdi usulca elimden kayıyor ve ben onu tutamıyordum.
Tam kıyısındayım artık uçurumun.
Aslında her şey, gerçekte o kadar zengin olmadıkları halde zenginlere benzemek isteyen, bu yüzden de ancak birbirlerine benzeyebilen insanlarınki gibiydi…
Çevresini saran yalan ağı öyle karışıp birbirine dolaşmıştı ki içinden kurtulana aşk olsun!
Geri geri giden trende insanın ileri gittiğini sanması, neden sonra asıl yönün farkına varması gibiydi durum..
Hep aynı şey… Günler, geceler hep aynı.. Ah bir an önce bitse!
…buralar öyle yerlerdir ki, böylesi koltuklara ulaşabilen insanların ellerinden doğru dürüst bir iş gelmeyeceği açıkça görülmesine karşın uzun hizmet geçmişleri ve sahip oldukları unvanlar düşünülerek bunların işlerine son verilmez, böylece hem gerçekte olmayan, yalnızca onlar için icat edilmiş hayalî makamlara sahip olurlar, hiç de hayâli olmayan bir maaşa konarlar.
“gaius bir insandır. insanlar ölümlüdür. o halde gaius da ölümlüdür.”
ilyiç bu örneği sadece gaius için doğru buluyordu. fakat kendisi için asla. gaius sıradan bir insan olduğu için bu hüküm doğruydu. fakat ilyiç, gaius olmadığı gibi sıradan bir insan da değildi. o herkesten farklı, apayrı bir varlıktı. ilyiç; annesi, babası, arabacısı, dadısı, mürebbiyesi, kardeşleri, oyuncaklarıyla; çocukluğunun, ergenliğinin, gençliğinin sevinç, keder ve heyecanlarıyla vanya idi.
gaius, vanya’nın çok sevdiği çizgili lastik topunun kokusunu bilir miydi? gaius’un annesinin elbisesi, onun annesinin ipek elbisesi gibi güzel miydi? hukuk okulunda börek yüzünden baş kaldıran gaius muydu? o da vanya gibi aşık olmuş muydu? onun gibi dava yürütebilir miydi?
Üç gün korkunç acılar çekmek ve ölmek. Bütün bunlar her an benim başıma da gelebilir, diye düşündü ve bir an korktu. Fakat oracıkta, bunun İvan İlyiç’e olduğu, illa onun da başına gelmesinin gerekmediği ve gelmeyeceği; hem böyle yaparak kendisini kasvete düşürdüğü, Şvarts’ın yüzünden anlaşıldığı gibi bunları düşünmemesi gerektiğine yönelik sıradan bir düşünce imdadına yetişti nasıl olduğunu bilmediği bir şekilde. Böyle düşününce sakinleşti ve ölüm sanki sadece İvan İlyiç’e özgü, istisnai bir şeymiş gibi, ölümü hakkında uzun uzadıya sorular sormaya başladı merakla.
Sabah mıydı, akşam mıydı; Cuma mıydı, Pazar mıydı?… Hangi gün, hangi vakit olursa olsun, ne fark ederdi ki? Bir dakikacık dinmeyen öldürücü ağrılar; umutsuzca süren, gene de sönmemiş yaşama isteği; biricik gerçek olan, şu gittikçe yaklaşan korkunç, iğrenç ölüm ve çevresini saran yalan… Bu durumda haftanın, günün, vaktin değeri mi olurdu?
Acıların zaman içinde gitgide artması gibi, hayat da bütün olarak hep daha kötüye gidiyor” diye düşündü. Çok gerilerde, hayatinin başlangıç dönemlerindeki aydınlık nokta gitgide kararıyordu. Hayat gitgide artan acılar demek; artan bir hızla en dibe, en korkunç acılara doğru uçmak demekti. “İste ben de uçuyorum…
…Sonra sabah yine yataktan kalkması, giyinip adliyeye gitmesi, konuşması, yazması, bir yere gitmeyecekse, günün her biri işkenceye dönüşmüş yirmi dört saatinin geri kalanını evde geçirmesi gerekiyordu. Böylece, yok olmanın eşiğinde, yanında onu anlayacak, ona acıyacak tek insan olmadan yaşamak zorundaydı.
bunun anlamı neydi? Niçin?.. Olamazdı! Hayatın bu kadar anlamsız, bu derece çirkin olması imkansızdı. Gerçekten bu kadar çirkin ve anlamsızsa neden ölmeliydi, hem de ıstırap içinde?.. Başka bir şey vardı bunda…
birdenbire aklına : “belki de gerektirdiği gibi yaşamıyordum ben?” diye geldi.
Çocuk gibi hüngür hüngür ağlamaya başladı. Zavallılığına, korkunç yalnızlığına, insanların, Tanrı’nın acımasızlığına, belki de Tanrı’nın yokluğuna ağlıyordu… “Bütün bunları niçin yaptın? Niçin beni buraya getirdin? Ben ne yaptım da bana bu acıları çektiriyorsun?…”
Evlilik… öylesine beklenmedik, öylesine hayal kırıklığıydı ki… Karısının ağız kokusu, o şehvetli haller, yapmacıklık ! O ruhsuz işi, para hırsı, bir on, yirmi yıl hep aynı şey… Gitgide artan bir ruhsuzluk! “Tepeye tırmandığımı zannederken aslında bayır aşağı koşmak.
Körbağırsakmış, böbrekmiş… bunlarla hiç ilgisi yok! Yaşam ve ölüm! İşte o kadar! Yaşıyordum… bir yaşamım vardı, ama şimdi usulca elimden kayıyor ve ben onu tutamıyorum. Evet. Ne diye kendimi aldatayım? Benden başka herkes bilmiyor mu ölmekte olduğumu sanki.
O zaman bu düşüncenin yerine, sırayla başka düşünceler çağırıyor, bunlarla bir dayanak noktası bulmayı umuyordu… Ölüm fikrini örten eski şekline dönmek istiyordu. İşin tuhafı, önceleri ölümü ondan gizleyen şeyler şimdi aynı etkiyi yapmıyordu.
İvan İlyiç’ i üzen bir şey daha vardı. O da kimsenin ona yeterince acımamasıydı. Çektiği onca acıdan sonra biri ona hasta bir çocuğa acır gibi acısın istiyordu. Çocuklar gibi sevsinlerdi onu, avutsunlar, okşasınlar, başında oturup ağlasınlardı…
Kiesewetter’in Mantık kitabındaki ”Gaius insandır, insanlar ölümlüdür, o zaman Gaius da ölümlüdür.” şeklindeki tasım örneği ona ömrü boyunca doğru gelmişti, ama hep Gaius bağlamında; kendisiyle hiç ilintisi olmadan.
Hayatında ilk olarak sadece can sıkıntısı değil, derin bir hüzün duydu. Hayatını böyle sürdüremeyeceğini , kesin olarak bir şeyler yapmak gerektiğini anladı.
Bu ölüm tanıdığı biri ölen her insanda olduğu gibi, onlarda da gizli bir sevinç yarattı; çünkü ölen kendileri değil, bir başkasıydı.