Lev Tolstoy kitaplarından İtiraflarım (Cep Boy) kitap alıntıları sizlerle…
İtiraflarım (Cep Boy) Kitap Alıntıları
Sumsky süvarileri kendilerini dünyanın en iyisi olarak görür ve Mızraklı süvari askerleri kendilerini aynı şekilde dünyanın en iyisi olarak görürler. Her türden farklı inanca mensup en seçkin din insanları bana hakikate kendilerinin sahip olduğuna, diğerlerinin yanıldığına ve onlar için tek yapabilecekleri şeyin dua etmek olduğuna inanmaları dışında başka bir şey anlatmadılar.
İnançlarıyla çelişsen hayatlar yaşayan insanların şahit olduğu inançların beni nasıl ittiğini ve bana nasıl anlamsız gözüktüğünü ve de inançlarına uygun yaşayan insanları gördüğümde bunların bana nasıl cazip ve mantıklı geldiğini hatırladıkça, o zaman bu inançlardan nasıl uzaklaştığımı ve anlamsız bulduğumu, şimdiyse nasıl yakınlaştığımı ve çok anlamlı bulduğumu anlıyordum. Hata yaptığımı ve nedenini anladım. Hatayı daha çok, yanlış düşündüğümden ziyade, kötü bir yaşam sürdüğüm için yapmıştım.
Daxili ölümcül xəstəliyə tutulmuş insanla baş verən bir vəziyyət alındı.Əvvəlcə nasazlığın, xəstə əhəmiyyət vermədiyi, cuzi əlamətləri üzə çıxır, sonra
bu əlamətlər tez-tez təklrar olunurlar və zaman baxımından ayrılmaz bir iztiraba
birləşirlər. Iztirab artır və xəstə gözünü açıb-yumunca artıq dərk edir ki, nasazlıq
kimi qəbul etdiyi hal, onun üçün həyatda ən mühüm, ən əhəmiyyətli olan bir
şeydir, bu – ölümdür.
düşünme uğraşları sonunda vardığım sonuç, hayatımın aslında hiçbir anlamı olmayışıydı.
yaşamın bize oynanan kötü bir şaka olduğunu bildiği halde yaşamaya, yemek yemeye, konuşmaya ve hatta kitap yazmaya devam etmekti.
yaşamın kötü ve aptalca olduğunu anlayarak kendimi öldürmek yoluyla yaşama son vermekti.
Tərəqqiyə uyğun olaraq yaşamaq
cavabını verməyim, qayıqda dalğalar və külək ilə aparılan insanın, onun üçün ən
vacib və yeganə: ”Hara üzmək ?” – sualına, onun, cavab vermək əvəzinə: “ Bizi
harassa aparır ”, – deməyinə bənzəyir.
Durumum korkunçtu. Biliyordum ki, akla dayalı bilgi yolunda hayatı inkardan başka bir şey bulamayacaktım. Ve bu ikincisi, hayatın inkarından daha az mümkündü. Akla dayalı bilgiden çıkan sonuç şuydu: Hayat bir beladır ve insanlar bunu bilirler. Yaşamamak, insanların elindedir ama onlar yine de yaşadılar ve yaşıyorlar. Ben kendim de hayatın anlam sız bir şey, bir bela olduğunu çok bildiğim halde, yaşadım. İnançtan çıkan sonuç şuydu: Hayatın anlamını kavramak için, kendimi akıldan kurtarmalıyım, hani bu anlam olmadan var olmayan akıldan.
herkesin Süleyman gibi bin tane karısının ve saraylarının olamayacağını, bin karısı olan her bir kişi için bir tane karısı olmayan bin kişi olduğunu, her bir saray için onu alnından terler dökülerek inşa etmek zorunda olan bin kişi olduğunu ve beni bugün Süleyman yapan şansın yarın Süleyman’ın kölesi yapabileceğini unutturabilmektedir.
”Acı çekme, yıpranma, yaşlılık ve ölümün kaçınılmaz olduğunu bilmeden yaşamak mümkün değildir; kendimizi hayattan ve tüm yaşam imkanlarından kurtarmalıyız. ” der Buda
Hayatın anlamını anlayamazsın , o yüzden düşünme , sadece yaşamaya bak .
Hayatın anlamını anlayamazsın , o yüzden düşünme , sadece yaşamaya bak!
Büyüdüğümü değil kuruduğumu hissediyordum.
Bütün insanlar yalan içinde yaşıyor.
Bedenin sahip olduğu hayat büyük bir kötülük ve yalandan ibarettir. Ve bu yüzden bu hayatın ortadan kaldırılması bir lütuftur ve bizim arzu etmemiz gereken bir şeydir der Sokrates
Hiçliğin hiçliği der Süleyman Hiçliğin hiçliği, her şey bir hiçtir İnsanın güneşin altında tüm o çalışmalarından elde ettiği kazancı ne? Bir nesil gider, yerine diğer nesil gelir. Ancak dünya sonsuza dek var olmaya devam eder, geçmişte ne varsa gelecekte de o olur; geçmişte ne yapıldıysa gelecekte de o yapılmaya devam eder ve güneşin altında yeni bir şey yoktur. Bakın işte bu yeni, denilebilecek bir şey var mıdır? Hayır, çoktan eskidi bile.
Gerçek sandığımız evren, tüm o güneş ve samanyoluna rağmen bir hiçtir.
İnsan beyni günde elli binden daha fazla düşünce üretmek zorunda olmasına rağmen piyasada niçin bu kadar aptal var?Çünkü beynin sana günde elli binden fazla düşünce üretmek zorundasın demiş ama aynı düşünceyi tekrar tekrar üretmek yasaktır dememiş!
İradenin olmadığı yerde evren de yoktur. Gözlerimizin önündeki tek şey hiçliktir.
Hayattan korkuyordum, ölmekte zorlanıyordum, yine de ölümden bir şeyler bekliyordum
Bugün, eskiden olduğu gibi, kişinin hayatına, davranışlarına bakıp o kişinin inançlı olup olmadığını söyleyebilmek mümkün değil.
Ne istediğimi kendimde bilmiyordum; hayattan korkuyordum, hayattan kaçıp uzaklaşmak istiyordum, ama genede hayattan bir şeyler bekliyordum.
Akla dayalı bilgi beni,hayatın şacma bir şey olduğunu kabule götürmüştü.Hayatım duraklamış ve ben onu yok etme isteğine kapılmıştım.İnsanlara bakıyordum,bütün insanlığa bakıyordum ve görüyordum ki,insanlar yaşıyorlardı ve hayatın anlamını bildiklerini iddia eddiyorlardı.Kendime bakıyordum ben hayatın anlamını anladığım sürece yaşıyordum.Öbür insanlara olduğu gibi, bana da hayatın anlamını ve yaşama imkanını inanç vermişti.
“ Sonunda insanın içine işleyen en büyük bilgeliğin, inancın verdiği cevaplarda saklı olduğunu, cevapları mantık temelinde reddetmeye hakkım olmadığını fark ettim.”
“ Eğer bir kişi yaşıyorsa, yaşamak için inandığı bir şeyler vardır, zira bu olmadan yaşayamaz İnanç olmadan yaşamak mümkün değildir.”
“ Bir inancın verdiği cevaplar ne olursa olsun, her biri bir sonu bulunan insan hayatına sonsuz bir anlam, acının, yoksunluğun, ölümün yok edemeyeceği bir cevap veriyordu. Bu yüzden hayatın anlamı, yaşama imkanı sadece inançta bulunabilirdi.”
“Hayatı anlayabilmek için öncelikle hayatın kötü ve anlamsız olmadığını kabul etmek, sonra da onu anlayacak mantıksal yetkinliğe sahip olmak gerekiyordu.”
Gördüm ki, ben yalnızca Tanrı’ya inanınca yaşıyordum. Eskiden olduğu gibi, şimdi de öyleydi; Tanrı’yı düşüneyim yetiyordu; canlanıveriyordum. Onu unuttuğum, ona inanmadıgım zaman hayat da yok oluyordu.
Ve ne geçti elime? Insanlar beni alkışladılar ya!
İnanç, insan hayatının anlamının öğrenilmesidir. O sayede insanın kendini yok etmeyip yaşadığı şeydir. İnanç hayatın gücüdür. İnsan yaşıyorsa, bir şeylere de inanıyordur. Eğer ona bir şeylerin yaşamayı emrettiğine inanmasa, o zaman yaşayamaz.
Bizim en büyük arzumuz mümkün olduğu kadar çok para ve üne kavuşmaktı.
Doğmamış olana ne mutlu!
Maddi hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüzden maddi hayatın yok edilmesi, bir mutluluktur ve biz bunu dilemeliyiz.
Benim görevim, insanlığın idealini öğrenmek ve bunların gerçekleşmesine katkıda bulunmaktır.
Anladım ki, sanat, hayatın bir süsüdür, yaşamaya bağlanmaktır.
Büyüdüğümü değil kuruduğumu hissediyordum.
Var olan her insan, dünyaya Tanrı’nın iradesiyle gelmiştir. Tanrı bizi öyle bir şekilde yaratmıştır ki her insan kendi ruhunu kurtulabilir veya yok edebilir. İnsanın hayattaki görevi, ruhunu kurtarmaktır. Ruhumuzu kurtarmak için Tanrı’nın istediği şekilde yaşamalıyız. Tanrı’nın istediği şekilde yaşayabilmek için de hayatın dünyevi zevklerinden vazgeçmeliyiz; çalışmalıyız, acı çekmeliyiz, iyi kalpli, alçak gönüllü olmalıyız.
Benim için hayatın daha araştırmadığım ve bana kurtuluş ümidi veren bir yani daha vardı: Aile hayatı.
Her şey yolunda gidiyor gibi görünüyordu ama bende kafaca pek sağlıklı olmadığım gibi bir his vardı ve bu böyle uzun süre devam edemezdi.
Ancak hayatın sarhoşluğuna kapılmışsa yaşayabilir insan. Ayılır ayılmaz, bunun yalnızca bir yanılma, hem de aptalca bir yanılma olduğunu görür. Mesele bu ya ! Komik ya da esprili bir yanı bile yok; sırf acımasızca ve aptalca.
Hayatın içimde durma noktasına gelip gelip tekrar bir canlılık kazandığı o yüzlerce an geldi aklıma. Sadece tanrıya inandığım anlarda yaşamış olduğumu hatırladım. Bu geçmişte nasılsa bugün de öyleydi. Yaşamak için tanrının varlığının farkında olmaya ihtiyaç duyuyordum. Onu unutmaya ya da onu inkar etmeye göreyim, ölüyordum
Bunları aşağı yukarı üç yıl önce yazmıştım. şimdi bu bölümü baskıda gözden geçirip onları yaşarken, beni harekete geçiren duygu ve düşünceleri hatırlarken, bir rüya gördüm. bu rüya, başımdan geçenlere dair anlattığım ne varsa her şeyi özlü bir biçimde anlattı bana. bu yüzden şöyle düşünüyorum: beni anlamış olanlara bu rüyanın anlatılması, bu sayfalarda anlatılmış olan her şeyi tazeleyecek, açıklayacak ve özetleyecektir. işte şöyleydi rüyam: kendimi yatakta yatar gördüm. ne rahat, ne de rahatsızlık duyuyordum. sırt üstü yatıyordum. ama sonra: acaba yatarken kendimi rahatsız hissediyor muyum? diye düşünmeye başladım. kah öyle hissettim ki, bacaklarım rahatsız duruyor, kah yatak çok kısa, kah bana uygun büyüklükte. içimde bir şeyler rahatsız. bacaklarımı hareket ettiremiyorum ve o anda düşünmeye başlıyorum, nerede ve nasıl? diye, ki bu şimdiye kadar hiç aklıma gelmemişti. yatağımı inceleyince bir de ne göreyim, yatak kenarlarına tutturulmuş, örgülü çapraz kolonlarda yatmıyor muyum. ayaklarım başka bir kolonda, dizlerim başka bir kolonda, bacaklarım rahat etmiyor. bilmiyorum nasıl, bu kolonların itilebileceğinden haberdarım. bir tekmeyle ayaklarımın altındaki en dip kolonu itiyorum ve daha iyi olacağını düşünüyorum. ama fazla uzağa itmişim, bacaklarımla tekrar yakalamak istiyorum, ama hareketle dizlerimin altındaki öteki kolon da kayıyor ve bacaklarım aşağı sarkıyor. düzgün yatmak için bütün vücudumu hareket ettiriyorum ve eminim, bu güçlük duymadan başarılacak bir iş. ama bu hareketle altımdaki öteki kolonlar da kayıyor ve görüyorum ki, hepsini bozmuşum. bütün alt kısmım aşağı kayıyor ve sarkıyor, ayaklarım yere değmiyor. sadece sırtımın üst kısmıyla kendimi tutuyorum ve rahatsız oluyorum, hatta katlanılmaz derecede rahatsız. o zamana kadar hiç aklıma gelmemiş olan bir soru, şimdi aklıma geliyor. kendime soruyorum: ben neredeyim ve neyin üzerinde yatıyorum? ve çevreme bakıyorum, her şeyden önce de bedenimin sarktığı -ve hissediyorum- biraz sonra düşeceği yere bakıyorum. aşağıya bakıyorum ki, ne göreyim. çok yüksek bir kule ya da tepeye benzer bir yükseklikte değilim yalnız, hiç tasavvur edemeyeceğim yükseklikte bir yerdeyim.
doğru dürüst söyleyemiyorum bile, aşağılarda o üstünde yüzdüğüm ve beni çeken dipsiz uçurumda neler görüyorum. kalbim sıkışıyor ve bir titremedir tutuyor beni. aşağıya bakmak korkunç bir şey. hissediyorum ki aşağıya bakınca son kolondan kayacağım ve işim bitmiş olacak. bakmıyorum aşağıya. ama bakmamak da daha kötü. çünkü son kolondan koptuğum anda, halimin ne olacağını düşünüyorum. ve hissediyorum ki, korkudan nasıl da son dayanağı kaybediyor ve yatarak yavaş yavaş durmadan derine kayıyorum. bir saniye sonra, işte düşeceğim. o zaman aklıma şu fikir geliyor: bu gerçek olamaz, bu bir rüyadır! uyanmaya çalışıyorum, olmuyor. ne yapmalı, ne yapmalı? diye soruyorum kendi kendime. ve yukarı bakıyorum. yukarıda da yine bir uçurum var. bu gökteki uçuruma bakıyorum ve aşağıdaki uçurumu unutmaya çalışıyorum. aşağıdaki sonsuzluk beni itiyor ve bana dayanak veriyor. daha önceki gibi, altımda henüz uçuruma kaymamış kolonlarda asılıyım. asılı olduğumu biliyorum, ama yalnız yukarı bakıyorum ve korkum bitiyor. o zaman rüyada olduğu gibi, bir ses duyuluyor: buna dikkat et! işte bu! ve ben durmadan yukarıdaki sonsuzluğa bakıyorum ve rahatladığımı hissediyorum. olup biten her şeyi hatırlamaya başlıyorum: bacaklarımı nasıl hareket ettirdiğimi, nasıl kaydığımı, nasıl korktuğumu ve yukarı bakarak nasıl kendimi korkmaktan kurtardığımı hatırlıyorum. ve kendi kendime soruyorum: evet, ya şimdi, hala aynı durumda mı yatıyorum? ve bakışlarımla bütün bedenimle, bu tutunduğum dayanağın bilincinde oluyorum. ve görüyorum ki artık öyle askıda değilim ve düşmüyorum, tersine sapasağlam tutunuyorum. nasıl tutunuyorum? diye soruyorum kendi kendime. bakınıyorum, çevreme bakıyorum ve altımda, vücudumun orta yerinde bir kolon var ve ben yukarı bakarken beni tutan da yalnızca bu. o zaman rüyalarda hep olduğu gibi, bu tutunduğum şeyin mekanizması bana son derece doğal, anlaşılır ve açık görünüyor, gerçeklikte bu mekanizmanın hiçbir anlamı olmadığı halde. hatta rüyamda şaşırıyorum, bunu daha önce niye kavramadım? diye. o anda ortaya çıkıyor ki, başucumda bir sütun var bu sütunun sağlamlığına hiç şüphe yok, her ne kadar bu ince sütunun üzerinde yükseldiği bir taban yoksa da. bu sütuna sonra hem yapay, hem basit bir ilmek bağlanmış, eğer insan vücudunun ortası bu ilmeğe rastlayacak şekilde yatar da yukarı kalkarsa, düşmek söz konusu olmuyor. bütün bunları anladım ve ben sevince ve rahata erdim. sanki biri bana sesleniyordu: bak ve aklında tut! ve gözlerimi açtım.
Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı yırtıcı hayvanları anlatan o şark masallarını kim bilmez ki. seyyah, yırtıcı bir hayvandan kurtulmak için, susuz bir kuyuya atar kendini. orada, kuyunun dibinde bir ejderha görür, onu yutmak için ağzını açmıştır. yırtıcı hayvan tarafından parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen, ama ejderha tarafından da yutulmamak için aşağıya atlayamayan bu zavallı, kuyunun duvar taşları arasında yetişen bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur.
elleri uyuşur ve az sonra, kendisini her iki tarafta bekleyen felaketin kucağına düşeceğini hisseder, ama hala sımsıkı yapışıp durmaktadır dala. o sırada biri kara biri beyaz iki farenin, onun tutunduğu dalın çevresinde dolaşıp dalı kemirmekte olduklarını görür. birkaç dakikası vardır, çalı kopacak ve o da canavarın ağzının ortasına düşecektir. seyyah bunu görür ve kurtulma şansının olmadığını bilir. ama havada debelendiği sürece, çevresine bakınmaktadır. çalının yapraklarında bal damlaları görür, dilini uzatıp bunları yalamaya koyulur.
işte ben de aynen öyleyim, ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini, beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim halde, hayatın dallarına tutunuyorum ve bu azaba niye düştüğümü bir türlü aklım almıyor ve şimdiye kadar bana teselli vermiş olan balı emmeyi deniyorum . ama bal bana tat vermez oldu artık; beyaz ve siyah fareler, gece gündüz tutunduğum dalı kemirmekteler
Sevdiğin insanları kaybetmeye alıştığın zaman, hayatı önemsememeye başlıyorsun.
Ve yine kurudu hayatımın pınarı.
İnsan kendi ruhunu kurtarabilir de yok edebilir de.
İnsanlar karanlığa tutunur, ışıktan kaçarlar, çünkü eylemleri kötüdür onların. Sürekli kötülük yapar, ışıktan nefret eder ve kötü eylemleri yüzünden azar işiteceği korkusuyla ışığa yanaşmaz.
Hiçbir şey hiçbir şeydir ve ben bunun ötesine geçemem.
Tüm insanlık sanki hayatlarının anlamını anlamış gibi, aslında hiç de anlamadan, yaşamış ve yaşamaya devam ediyordu, fakat bende diyorum ki bu hayat anlamsız ve ben yaşayamam.
Ne kadar bilgili isen o kadar da kederlisindir ve bilgisini artıran kederini de artırır.
İradenin olmadığı yerde evren de yoktur. Gözlerimizin önündeki tek şey hiçliktir. Ancak bu yok oluşa doğru gidişe karşı koyan tek şey doğamızdır, yaşama isteğimizdir.
Bilginin her bir basamağı onları gerçeğe yaklaştırır. Ve gerçek ise ölümün ta kendisidir.
Ne istediğimi kendim bile bilmiyordum. Hayattan korkuyordum; ondan kurtulmaya çalışıyordum, fakat hâlâ hayata dair bir umudum da vardı.
Hayat ve mutluluk aldatmacası, acı, ölüm ve tamamen yok oluş dışında başka hiçbir şey yokmuş gibiydi.
…bütün deliler gibi, ben de benden başka herkesi deli sayıyordum.
Bütün ruhumla iyi bir insan olmayı arzuluyordum.
Bütün ruhumla iyi bir insan olmayı arzuluyordum.
Oysa akıl, doğruluk dürüstlük, yufka yüreklilik ve ahlâklılık çoğunlukla kendini inançsız ilân eden insanlarda görülüyor.
Ben zaten kaybolmuş bir adamdım.
Kimim ben? Sonsuzluğun bir parçası
Ben nasıl geldiysem bu dünyaya,onlar da öyle geldiler; onlar da ya bir yalanın içinde yaşamaya devam edecekler ya da korkunç gerçeği görmek zorunda kalacaklar.
Hayatın anlamını anlayamazsın,o yüzden düşünme,sadece yaşamaya bak!
Hiçbir şey bir erkeğin kişiliğini iyi aile terbiyesi almış bir kadınla kuracağı yakınlık kadar geliştiremez.
Ancak hayatın sarhoşluğuna kapılmışsa yaşayabilir insan.
İnsanın kendisini aldatmasının bir faydası yok! Her şey boş. En mutlu kişi henüz doğmamış olandır.
Kalbime şöyle diyordum; “Git şimdi seni mutlulukla sınayacağım, eğlenmene bak.”Ve ne göreyim bu da boş değil miymiş.
Ve bilgisini artıran kederini de artırır.
Geçmişte olduğu gibi, bugün de ortadoksluk inancını benimsediğini söyleyen kimselere en fazla, kendini çok önemli sayan acımasız ve ruhsuz insanlar arasında rastlanır. Halbuki akıl, dürüstlük, yumuşak kalplilik ve ahlaklılık, en çok kendini inançsız ilan eden insanlarda görülüyor.
Bilgisini artıran kederini de artırır.
Bilimin ısrarla keşfetmeye çalıştığı şeyin ne olduğunu biliyorum, ama bilimin izlediği yolda hayatın anlamına ilişkin soruya cevap yok.
“İnancın verdiği cevaplar, istediği kadar mantıksız ve muazzam olsunlar, her cevaba ölümlünün ölümsüzle ilişkisini sokmak meziyetine sahiptir.
Bilge kişi, hayatı boyunca ölümü arar, bu yüzden de ölüm ona korkunç değildir.
Bak ve aklında tut! Ve gözlerimi açtım.
Bütün insanlar hakikatin bilgisine sahiptiler, yoksa başka türlü yaşayamazlardı.
Beni iten inanç öğretilerinin açıklamasında bana hep yakın gelen hakikatlere birçok yararsız ve mantıksız şeyler karşılaştırmaları meselesi değildi. Bu insanların yaşam biçimlerinin tıpkı benim gibi olmasıydı ve bu durum beni onlardan itiyor ve uzaklaştırıryordu. Tek farkla ki, onların hayatları inanç ilkelerinde gösterdikleri esaslarına (öğretilerine) gösterdikleri ilkelere uymuyordu. Şunu açıkça görüyordum ki onlar da tıpkı benim gibi tek hayat anlamına sahip olmaları açısından bir yanılgı içerisindeydiler. Ömür elverdiği sürece yaşamak ve elin ulaştığı şeyi almak, tek düşündükleri buydu. Bunu çok iyi öğrenmiştim. Çünkü, eğer sahip olmakla feragat, acı ve ölüm korkusunu yok edecek bir zihniyetleri olsaydı, bunlardan korkmazlardı. Ve yaşıyorlardı işte, bizim çevrenin dindarları, aynı benim gibi, refah ve bolluk içinde. İşlerini büyütmeye ya da ellerinde tutmaya çalışıyorlar, feragatten, acıdan, ölümden korkuyorlar ve aynı benim gibi, öteki inançsızlar gibi yaşıyorlardı. İsteklerini doyurarak, inançsızlardan daha kötü değilse bile, onlar kadar kötü yaşıyorlardı.