İmam Gazali kitaplarından İtikatta Orta Yol kitap alıntıları sizlerle…
İtikatta Orta Yol Kitap Alıntıları
Allah’ı tanımak ve onun huzurunun güzelliğini müşahede etmek kalbin sıfatıdır
Hamd Allah’adır ki; kullarının seçkinleri arasından hakka taraftar olan bir topluluğu ve Ehli sünnet’i seçti. Onları lütuf ve ihsan meziyetleriyle diğer fırkalardan ayırdı. onlara dinin hakikatlerini keşfetmelerini sağlayan Hidayet nurunu bahşetti. dillerini, mülhidlerin sapkınlıklarını susturan Akli deliller ile konuşur kıldı. gönüllerini şeytanın vesveselerinden arındırdı ve vicdanlarını doğru yoldan sapanların kışkırtmalarından temizledi.
Allah’ı tanımak ve onun huzurunun güzelliğini müşahede etmek kalbin sıfatıdır
Fazilet hususunda bir tercih hükmü ortaya koymak ise cahilce bir işe kalkışmak ve Allah’ın istemediği bir iş yapmaktır. Bu karanlığa taş atmaktır.
Bir efendinin kölesine ayakta kalma süresini açıklamadan Ayağa Kalk demesi mümkündür. Efendi faydalı olduğu müddetçe onun ayakta durması gerektiğini bilir. Köle ise mutlak olarak ayakta durmakla emrolunduğunu anlamaktadır. Efendisi ona oturmasını söylediğinde ise köle oturur. Bu durumda efendinin daha önce bilmediği, o an öğrendiği düşünülemez.
Keramet bir insanın duası ya da ihtiyacı anında Yüce Allah’ın alışılan düzeni bozmasıyla alakalıdır. Keramet meydan okumasız gösterilen bir fiildir. Meydan okumayla birlikte gerçekleştiğinde ise ona mucize deriz ve o meydan okuyan kimsenin doğruluğunu tasdik eder. Keramet fiilinin günahkarın elinde ortaya çıkması bile mümkündür.
Gerçek kelam ise Allah’ın zatında bulunan kelamdır. Şöyle ki; Falancanın ilmini işittim denildiğinde, onun ismine delalet eden kelamını işitmiş olursun.
İnsanların görünürdeki işlerine bakarak, Allah’ın yanındaki fazilet ve üstünlüklerini bilmek güçtür
Küfür , insanı helak eden bir zehir.
İman ise mesut eden bir ilaçtır
İman ise mesut eden bir ilaçtır
hayâl,ancak gözle görülen şeyleri tahayyül etmeye alışmış olup, bir şeyi ancak gördüğü şekilde düşünebilir.Gözle görülene uygun olmayan bir şeyi tahayyül etmesi imkansızdır
İnsanın tevazuunu gerektiren alçaklığına en büyük delil,topraktan yaratılmış olmasıdır. İnsan eşyanın en aşağısı olan toprağa, uzuvların en değerlisi olan yüzünü koymakla mükellef kılındı.Bu teklif, onun kalbinin yüzünün yere dokunması ile tevazuu hissetmesi içindir
Kim ahmaklara ilim öğretmeğe kalkışırsa, onu zayi etmiş olur; ilmi layık olanlara vermekten kaçınan ise, zulmetmiş olur.
Kendisine acizlik ve tutukluk arız olan akla nasıl güvenilir? Aklın adımlarının kısa sahasının ise, dar ve mahdut olduğu bilinmiyor mu? Akıl ve Şeriatı birleştirerek dağınıklığı yok edemeyen kimse, ne yazık ki kesin surette başarıya ulaşamaz
Gazzali kelam ilminin,insanın karşılaştığı inançla ilgili çeşitli güçlükleri çözmek hususunda yeterli bulunmadığını,binaenaleyh, kültürsüz kimselerin bu ilimle uğraşmamaları gerektiğini söylemiştir.Bir eserinde bu konuda daha da ileri giderek, bazı istisnalarla kelam ilminin öğrenilmesini haram saymıştır.Ona göre,kelam ilmini ancak zeki ve kültürlü olup,şüpheye düşenlerle, sağlam bir imana, derin bir bilgiye sahip olan ve başkalarını manevi yönden tedavi etmek amacını güden kimse öğrenebilir. Bu durumda olan bir kimsenin, bilmesinde büyük faydalar olduğu için ,kelam ilmini öğrenmesi zorunludur.Gazzali,yukarıda görüldüğü gibi ,bir eserinde kelam ilminin öğrenilmesini haram kılarken,diğer bir eserinde de ilimlerin en şereflisi olduğunu söylemiş ve onu övmüştür
İradenin şartı bilgi, bilginin şartı ise hayattır. Hepsi Yüce Allah’ın koyduğu kanuna göre devam eder. İlahi kudret zatı bakımından, karda soğukluğu yaratmaktan ve kara dokunan elde (soğukluk yerine) sıcaklığı yaratmaktan aciz değildir.
Örümcek tuhaf şekillerden oluşan ve yuvarlaklığı, kenarlarının birbirine eşitliği ve düzenindeki uyumluluk bakımından mühendisleri hayrete düşüren evler dokur. Arı ise evini altıgen olarak oluşturur. Bunun nedeni, altıgenin başka bir şekilde olmayan ve geometrik ilkelere delalet eden bir özellik nedeniyle öne çıkmasıdır. Yüce Allah arının evini inşa ederken altıgen şeklini seçmesini sağlamıştır. Arının bilmeden ve kaçınma kudreti olmadan, peteklerin üzerinde ve içinde Allah’ın taktiri ile bu işleri yaptığı ortadadır.
En üstün olan varlık ilahtır ve ilah, varlıkların en yücesi ve en üstünü olmaktan ibarettir. İlahların çokluğunu kabul etmiyoruz. Bu durumda diğer varlık, sınırlı ve eksik olacağından ilah olamaz. En yüce olan varlık ise tektir ve ilah olan da odur. Zira yücelik sıfatında birbirine eşit olan iki varlık bulunamaz. İlahların yardımlaşması durumunda yardım etmesi gereken varlık bu işi mecburen yapar, çünkü kudreti yoktur. Bir şeye güç yetiren kudret onun benzerine de güç yetirir. (Ortaklık muhakkak eksiklikten meydana gelir.) Mesele nasıl düşünülürse düşünülsün bundan bir kargaşa doğar. Yüce Allah’ın Yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı, bu ikisinde kargaşa ortaya çıkardı. (Enbiya 24) ayeti ile kastettiği hususta budur. Kur’an’ın bu beyanı üzerine ilave yapmaya gerek yoktur.
Hz.Musa Allah’ın bir yönde olmadığını nasıl bilmez? O Allah’ın görülmesinin imkansız olduğunu bilmiyormuydu? Peygamberleri bununla itham etmek açık bir inkardır. Şanı yüce olan Allah’ın cisim olduğunu söyleyen bir kimse ile putlara ve güneşe tapan kimse arasında bir fark yoktur. Sen peygamberin cahil olduğuna inanmakla, Mutezile’nin cahil olduğuna inanmak arasında özgürsün. Kendin için uygun olanı seç, hepsi bu! Tüm peygamberler kendilerine bildirilmedikçe gaybı bilemezler. Bu mesele de bu türden bir iştir. Yüce Allah’ın Beni göremeyeceksin sözü ise Hz.Musa’nın isteğinin kabul edilmemesidir. Hz.Musa Allah’ı o an görmek istemiştir. Bu konudaki ayetler Allah’ı görmenin imkansızlığına delil olamaz. Çünkü bu söz O’nu dünyada görme isteğine karşılık olarak verilmiş bir cevaptır.
Müminin kalbi, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Hz.Muhammed s.a.v. Bu söz cahile Allah’ın et, kemik ve sinirlerden oluşan, tırnakları ve parmak uçlarını içine alan iki uzvunun var olduğunu düşündürürken; alim için bu söz, benzetme yoluyla ifade edilen bir anlam taşır. O parmak ile kudretini isimlendirmiştir. Parmağın özü ruh ve gerçek manası dilediği gibi çevirebilme kudretine sahip olmasıdır. Dil konusunda aklı tam ve keskin görüşlü olan kimse, bu gibi meseleleri büyütmez ve bunların manasını açıkça kavrar.
Kâbe namazın kıblesi olduğu gibi sema da duanın kıblesidir.
Artık bir Rabbimizin var olup olmadığını bilmemiz gerekmektedir. Eğer varsa, elçiler gönderecek, teklif yapacak, yasak edecek ve emir verecek surette konuşması mümkün müdür? Konuşması mümkünse, itaat yahut isyan ettiğimiz zaman, bizi mükâfatlandırmaya veya cezalandırmaya kadir midir? Kadir ise, “ben size elçi olarak gönderildim” diyen bu şahıs sözünde doğru mudur ?
Nakil ve haberi taklit etmekle yetinen, düşünme ve araştırma metotlarını inkâr eden bir kimse için doğru yolu bulmak, nasıl kolay olabilir? Böyle bir kimse, Şeriatın mesnedinin, beşeriyetin önderinin (Peygamberin) sözünden ibaret olduğunu bilmez mi? Peygamberin haber verdiği hususlarda onu tasdik eden şey akıldır. Sırf akla uyup onunla yetinen, Şeriatın nuruyle görmeye çalışmayan ve aydınlanmayan nasıl doğru yolu bulabilir?
İnsanların görünürdeki işlerine bakarak, Allah’ın yanındaki fazilet ve üstünlüklerini bilmek güçtür. Bu gibi bir hüküm zandan ileri gitmez. Zann da bir ilim ifade etmediğine göre şeriat sahibinin fazilet ve üstünlük yönünden onları övmesindeki incelikten bir tercih hükmü çıkarmak, körü körüne hüküm üretmekten ve yüce Allah’ın bizi sorumlu kılmadığı bir şeye burnumuzu sokmaktan başka bir şey değildir.
Anlayamadığın bir mesele ile karşılaştığın zaman, “belki de bunun, benim anlayamadığım ve kavrayamadığım bir te’vili ve sebebi vardır” demelisin. Bil ki, şüphesiz burada sen, bir müslüman hakkında kötü zanda bulunmak, onu kötülemek ve dolayısiyle yalancı olmak veya onun hakkında hüsnü zanda bulunmak ve onu kötülemekten dilini tutmak durumundasın.
Din esas ve sultan koruyucudur. Esası, temeli bulunmayan bir bina yıkılmağa mahkûm olduğu gibi, koruyucusu bulunmayan bir şey de yok olmağa mahkûmdur. Binaenaleyh, akıllı olan bir kimse şu hususu kesinlikle kabul etmek zorundadır ki, insanlar, çeşitli sınıflarıyla, içinde bulundukları muhtelif durumlarıyla, arzularıyla ve birbirine aykırı görüşleriyle başbaşa bırakılsalardı ve aralarında görüşüne hürmet ve itaat edilen ve onları bir fikir etrafında toplayabilecek güçte bir kimse bulunmasaydı, şüphesiz hepsi de en son ferdine kadar helâk olurdu. Bu hastalığın ilacı ise, ancak bu dağınık ve birbirine aykırı fikirleri bir araya getirebilecek, çeşitli görüşlere sahip insanları bir fikir etrafında toplayabilecek güce, kudrete sahip ve kendisine itaat edilen bir sultanın varlığıdır. Bu da bize gösteriyor ki, dünya düzeni için sultanın varlığı ve din düzeni için dünya düzeni zorunlu olduğu gibi, Âhiret saadetini kazanmak için de din düzeni zorunludur. İşte Peygamberlerin kasdettikleri, arzuladıkları şey, kesin olarak budur. Böylece anlaşılmış olmaktadır ki, imamın varlığının vacip olması, Şeriatın, terkedilmesi imkânsız olan zorunluluklarından biridir.
Ben şuna eminim ki, bulunduğu topluluk içinde emniyette olan, vücudu sağlam ve günlük azığı bulunan kimseye, sanki bütün dünya olduğu gibi bahşedilmiştir Aksine bütün zamanlarını, nefsini zalimlerin kılıcından korumakla, azığını galiplerin ve kudretlilerin ağzından kapmaya çalışmakla geçiren bir kimsenin, kendisini ne zaman ilme ve amele vermesi mümkün olur? Oysa ilimle amel, Âhiret saadetinin en önemli iki unsurudur. Bu da gösteriyor ki, dünyanın düzeni, yani ihtiyaç ölçüleri, dinin nizamı, düzeni için şarttır.
Sırât’ın vasfında, onun kıl kadar ince olduğu konusunda söylenenler doğru değildir. Aksine Sırât, kıldan da incedir. Hattâ onun inceliği ile kılın inceliği arasında bir münasebet yoktur Zira bu, doğru yolun karşılığıdır. Doğru yol ise, birbirlerine aykırı tarafların gerçek ortasından ibarettir. İşte bunun için Yüce Allah, bu duayı Fâtiha Sûreinde açıklamış ve “bizi doğru yola sevket” demiştir Bu aykırılıkların ifrat ve tefrit tarafları vardır Doğru yol ise, her iki tarftan birine yönelmeyen ve bu iki tarafın arasında kalan tam ve gerçek ortadır. Bu da kıldan daha incedir
Her cüz, kül’den başka bir şey olmadığı gibi, ayniyle küllün kendisi de değildir. Meselâ, fıkıh insanın gayridir demek caiz olduğu halde, fakih’in gayridir demek caiz değildir. Zira insan fıkhın sıfatına delâlet eden bir şey değildir. Binaenaleyh, birisinden anlaşılan mâna, diğerinden anlaşılan mânadan ayrıdır anlamında, cevher ile kaim olan araz, cevherin gayridir denmesi gibi, sıfat da, kaim olduğu zatın gayridir demek caiz olur. Bu da ancak iki şartla caiz olur:
Birincisi: Şeriatın bunu menetmemesidir. Bu da Yüce Allah’a mahsustur. İkincisi: Başkası lâfzından, kendisine izafe edilen şey bulunmaksızın, varlığı mümkün olan şey anlaşılmamalıdır. Çünkü bundan, eğer bu mâna anlaşılırsa, Zeyd’in siyahlığı, Zeyd’den başkadır demek caiz olmaz. Zira siyahlık Zeyd olmadan mevcut değildir. İşte böylece, gerek mânanın, gerekse lâfzın ayrı ayrı oynadıkları roller meydana çıkmış oluyor. Binaenaleyh, açık olan hususlarda sözü daha fazla uzatmanın bir anlamı yoktur.
Birincisi: Şeriatın bunu menetmemesidir. Bu da Yüce Allah’a mahsustur. İkincisi: Başkası lâfzından, kendisine izafe edilen şey bulunmaksızın, varlığı mümkün olan şey anlaşılmamalıdır. Çünkü bundan, eğer bu mâna anlaşılırsa, Zeyd’in siyahlığı, Zeyd’den başkadır demek caiz olmaz. Zira siyahlık Zeyd olmadan mevcut değildir. İşte böylece, gerek mânanın, gerekse lâfzın ayrı ayrı oynadıkları roller meydana çıkmış oluyor. Binaenaleyh, açık olan hususlarda sözü daha fazla uzatmanın bir anlamı yoktur.
Mushafa hürmet etmede icma vardır; o kadar ki, temiz olmayanın ona temas etmesi bile haram kılınmıştır. Bu da, ancak, onda Yüce Allah’ın kelâmının mevcut olmasından ileri gelmektedir
Mushaf’a hürmet etmek vaciptir. Çünkü Mushaf’da Yüce Allah’ın sıfatlarına delâlet eden deliller vardır.
Mushaf’a hürmet etmek vaciptir. Çünkü Mushaf’da Yüce Allah’ın sıfatlarına delâlet eden deliller vardır.
Şöyle denirse: Allah üst yönde değilse, şeriatın ve (insan) tabiatının bir gereği olarak, dualarda ellerin ve yüzlerin göğe çevrilmesinin sebebi nedir? Ayrıca Peygamberin (s.a.s.) özgürlüğüne kavuşturmak istediği ve mü’min olduğunu kesin olarak bilmek istediği bir câriyeye “Allah nerede?” diye sormasının anlamı nedir? Bu soru üzerine cariye göğü işaret etmiş. Peygamberimiz de onun mü’min olduğunu söylemiştir. Birinci soruya cevap şudur: Şüphesiz bu söz, “Allah, evi olan Ka’be’de değilse, niçin onu haccediyor, ziyaret ediyor ve namazda ona yöneliyoruz? Allah yeryüzünde değilse, niçin secdede ahularımızı yere koyarak boyun eğiyoruz?” diyen kişinin sözüne benzer. Bu ise bir hezeyandır. Bilakis bu kimseye şöyle demek gerekir: Şeriatın namazda kulların Ka’be’ye dönerek namaz kılmasındaki amacı, onların tek bir yöne dönerek [ibadet yapmalarını] sağlamaktır. Şüphesiz bu, farklı yönlere dönüp durmaya nisbetle, huşuya ve kalb huzuruna daha yakındır. Sonra, yönelmenin imkânı bakımından tüm yönler birbirine eşit olduğunda, yüce Allah özel bir yeri, orayı yücelterek {ta’zim) ve saygınlık kazandırarak {teşrifi belirlemiş ve burayı kendine nisbet ederek şerefli kılmıştır. Böylece oraya dönenlere mükafat vermek amacıyla orayı şerefli kılmış, kalpleri oraya yöneltmiştir. Allah’ın evi namazın kıblesi olduğu gibi, gökyüzü de duanın kıblesidir.
Nakil ve haberi taklit etmekle yetinen, düşünme ve araştırma metotlarını inkâr eden bir kimse için doğru yolu bulmak, nasıl kolay olabilir? Böyle bir kimse, Şeriatın mesnedinin, beşeriyetin önderinin (Peygamberin) sözünden ibaret olduğunu bilmez mi? Peygamberin haber verdiği hususlarda onu tasdik eden şey akıldır. Sırf akla uyup onunla yetinen, Şeriatın nuruyle görmeye çalışmayan ve aydınlanmayan nasıl doğru yolu bulabilir?