İçeriğe geç

İstanbul Gizemleri Kitap Alıntıları – Giovanni Scognamillo (Jean Gennaro)

Giovanni Scognamillo (Jean Gennaro) kitaplarından İstanbul Gizemleri kitap alıntıları sizlerle…

İstanbul Gizemleri Kitap Alıntıları

&“&”

Yedi: “Yedinin kutsal bir nitelik taşıdığı inancı Anadolu ile onun komşularıyla olan ilişkilerinde ortaya çıkıyor. Mısır, Sümer, Akad, İran, Hint, Hitit daha sonra Yunan, Roma uluslarının düşüncesinde yedinin ayrı bir önemi, bir kutsallığı vardır sayı olarak. Genellikle kutlu, uğurlu sayılır,” der İsmet Zeki Eyüboğlu.
Örneğin: Yedi kat gök, yedi kat yerin altı inançları; yedi yerden yamalı, yedi iklim, yedi deniz, yedi başlı yılan vb deyimleri gibi. Büyüsel işlemlere baktığımızda da yedi sayısı sık sık karşımıza çıkar:
-Muhabbet için yedi pâre kemik üzerine kazıp bir ite yedire..
-Muhabbet için, her kim ayın yedisinde yüz kere okuya, niyet eyleye…
-Sevdiğin kişinin saçından yedi kıl alasın, bu duayı yedi kere okuyasın…
-Muhabbet için, yedi tane tuz üzerine yedi “Tebbet” suresi okunur…

On bir: (iki kez dört artı üç, yani iki kez Tanrı’nın sayısı ile dünyanın sayısı) tartışmalı bir sayıdır ve genelde şansı ve gizli refahı simgeler. Hakimiyetin, gücün, cesaretin, mücadele ve başarının sayısı olarak bilinir."

Lamartine bir yorumda bulunur: “Doğa burasını dünyanın başkenti olmak için yaratmışa benziyor” diyerek
Cadılar, hortlayan ölülerdir,” diye açıklar Prof. Pertev Naili Boratav. “Onlar üzerine de pek çok hikâyeler anlatılır. Çokluk, kadınların cadı olduklarına inanılır; cadı-karı sözü bu inanıştan gelmeli
Ya sütun neyi simgeler?
Sütun hayat ağacıdır, bilgidir, gökyüzü ile yeryüzü arasında bağlantıdır, Tanrının gücünü belirtir, evrensel ve tinsel bir simgedir."
İstanbul, Roma gibi, yedi tepe üzerinde kurulu, çok eskilere dayanan bir merkez kenttir
Kentimizdeki eski bir halk inanışına göre dünya 70 bin ayağı olan bir sarı öküzün boynuzları arasında durmaktadır. Öküz yakuttan dört köşeli bir taşa basar, bu taş bir ateşin üzerinde durur ve bu ateş de Tanrı gücüne dayanır."
Boğaz ruhun arındığı, inanışların kanat gerdiği fakat, aynı zamanda, orduların çarpıştığı bir çeşit özel bölge gibidir: Rumeli Hisarı’ndan 700.000 kişilik ordusunun başında Kral Darius geçiyor, 1097’de Rumeli Hisarı’nda Haçlılar kamp kuruyor, kenti talan ederek. Sonunda 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarihin yeni bir dönemini açıyor
On bir: Tartışmalı bir sayıdır ve genelde şansı ve gizli refahı simgeler. Hakimiyetin, gücün, cesaretin, mücadele ve başarının sayısı olarak bilinir
Yerebatan Sarayı ile Kınalıada arasında uzanan bir tünelden söz etmektedir.
“Barbisius’un kızı Phidelia ile evlenen Byzas, efsaneye göre, denizler tanrısı Poseidon’un oğlundan başkası değildir.
Böylece Byzas’ın adını alan ilk Bizans (Byzantion) tanrısal ya da yarı tanrısal bir kimlik ve önem kazanmış oluyor..”
Fetih öncesi ve Fetih sonrası İstanbul’u terk eden Bizanslı bilginler beraberlerinde kaynak ve bilgi kaçırıyorlar.
Derler ki Emirgân’ın adı Kiparodes iken orada bir tapınak yükselirmiş üçlü bir tanrıça olan Hekate’ye adanmış. Emirgân ve büyücülüğün, cehennemin, uğursuz kavşakların üç yüzlü, eli meşaleli, peşinden uluyan köpekleri çeken, gece vakti kara bulutlar şeklinde gökyüzünde dolaşan ejderhaların tanrıçası Hekate!
Ya Emirgân? Emirgân’ın lânetli bir yer olduğunu, en azından antikler tarafından öyle sayıldığını kim düşünebilir ki?
1745’te Casanova, İstanbul’dadır, elçilikten elçiliğe ve konaktan konağa geçiyor, Hariciye Nazırlarından İsmail Efendi ile, Ali Bey ile, Venedik Büyükelçisi Francesco Venier ve Humbaracı Ahmet Paşa olarak bilinen Monsieur de Bonneval ile dostluklar kuruyor, Bailes ailesinin yanında kalıyor, aşk ve cinsellik konusunda konuşmalara, sohbetlere dalıyor.

İstanbul’a neden geliyor Canasova, sadece merakından dolayı mı?

Fransız araştırmacısı Jean-Louis Bernard’a bakılırsa gizemci kişiliğini o yıllarda oluşturmakta olan Casanova ya da kendine yakıştırdığı adla Seingalt Markisi, Doğu’yu görmüş ve Doğu’da yaşamış bir “magus,” bir “sihirbaz” kimliğine sahip olduğunu kanıtlayabilmek için İstanbul’a kadar uzanmayı uygun görüyor."

“Müslümanlar derler ki: Ayasofya, Muhammed peygamberin zamanında bir zelzeleden yıkılmış, tamire kalkıştıklarında kubbeyi bir türlü tutturamamışlar. Sonunda, Hızır’ın öğüdünü dinleyerek, peygamberin tükrüğü, Zemzem suyu ve Mekke toprağı ile karıştırılmış bir harç sayesinde kubbe yapılabiliyor. Evliya Çelebi’ye göre, tapınağın “Terleyen Direk” diye adlanan sütununun altında karılmış bu harç. Büyük kubbeden sarkan altından top kandili, bu mucizeye bir saygı anısı olarak Fatih astırmıştı
İşte karşımızda Ayasofya (Ayia Sofia) 921 yıl sürece bir kilise, 481 yıl boyunca bir cami ve bugün bir müze, bir kültür ve sanat merkezi. Hiç kuşkusuz Batı ve Doğu’yu bir araya getiren, sentezini yapan bir merkez, gizemleri ve efsaneleri, inanışları ve izleri ile.
Yıllar yılı vampir konusunu araştıranlar tarafından güvenilir " bir kaynak olarak bakılan ,seçkilerde yer alan yazıya göre Kazıklı Voyvoda soyundan olan Kont Alexander Cephesi Romanya’lı olup 1947 yılında kızıl saçlı eşi Olga ile birlikte Istanbula yerleşiyor…bir özel "kan bankası"kuruyor..
İstanbul’u sarıp sarmalayan efsanelere göre antik Kabataş’ta ya da Ajantion’da yunuslar bolca görünür, sesleri gün boyunca duyulurdu
Batılılar için Kızkulesi halen Leandros Kulesi olarak biliniyor, Venüs rahibesi sevgilisi Hero’ya ulaşabilmek için boğazı geçmeye kalkan ve boğulan genç Leander’ın anısı yüzünden.
Büyüsel ve gizemsel inanç ve inanışlar bir kentin, bir toplumun, bir kültürün geleneklerden kopamayan bir hayat şeklinin ayrılmaz ve parçalanmaz öğeleridir. Kaldı ki İstanbul, bazı görüşlere göre, bir kehanetler kentidir yani kendiliğinden büyülü bir kenttir kendi büyülerini oluşturan ya da başka, değişik ve çeşitli kaynaklardan edindiklerini kendine göre şekillendiren ve uyarlayan.
İstanbul eskiden beri Avrupa ve Asya’yı birleştiren büyülü (tılsımlı) ve adeta kutsal bir mühürdür. İstanbul muhakkak dünyanın en güzel yeridir.
Boğaz ruhun arındığı, inanışların kanat gerdiği fakat, aynı zamanda, orduların çarpıştığı bir çeşit özel bölge gibidir: Rumeli Hisarı’ndan 700.000 kişilik ordusunun başında Kral Darius geçiyor, 1097’de Rumeli Hisarı’nda Haçlılar kamp kuruyor, kenti talan ederek. Sonunda 1453’te Fatih Sultan Mehmet tarihin yeni bir dönemini açıyor.
Kodamanoğlu’ya göre Rumeli Hisarı’nın yedi burcu ile İstanbul’un yedi tepesi arasında bir bağlantı kurulduğunda: “yaklaşık 500 metre yükseklikten deniz tarafından bakıldığında Rumeli Hisarı’nın konumu, Osmanlıca bir tür el yazısı şekli olan Hattı Kûfi ile yazılmış Muhammed sözcüğü yazıyordu, bir başka açıdan bakıldığında ise bu kez Arapça Mehmet sözcüğü yazıyordu.”
On bir: Tartışmalı bir sayıdır ve genelde şansı ve gizli refahı simgeler. Hakimiyetin, gücün, cesaretin, mücadele ve başarının sayısı olarak bilinir
“..dört ölümsüzlüğün, dayanıklılığın, ısrarın, başarının ve umudun sayısı olarak da bilinir.”
İstanbul, Roma gibi, yedi tepe üzerinde kurulu, çok eskilere dayanan bir merkez kenttir.
Yerebatan Sarayı ile Kınalıada arasında uzanan bir tünelden söz etmektedir.
1930’lu yıllarda Çemberlitaş civarında yapılan bir arkeolojik kazı sonucu labirent şeklinde bazı dehlizlere rastlandığını, bu noktadan hareket edildiğinde Çemberlitaş’ın İstanbul’un altındaki dehlizlere açılan bir kapı, bir giriş hatta bir enerji noktası işlevini gördüğünü de eklemektedir..”
Fatih’te bir Kız Taşı veya Marcianus sütunu.
Bunun tepesinde de, Bizans döneminde bir heykel duruyordu: İmparator Marcianus’un oturmuş haliyle bir heykeli. Efsanelere göre problem çıkaran bir imparator heykeliydi bu, çünkü yakınlarından geçen kızların bakire olup olmadıklarını açık açık duyurmak gibi kötü bir huya sahipmiş.
Çemberlitaş ya da Constantin sütunu Bizans’ın merkezi ve de simgesi olarak bilinir ve sayılırdı çünkü, Bizans’ın Constantin tarafından fethinin (18 Eylül 324) ve kutsamasının ( 8 Kasım 324) bir işaretiydi.
Fetih’ten kalma bir başka efsaneye göre Fatih, Ayasofya’ya girdiğinde ayin yapmakta olan patrik duvarın içine girip kaybolmuştur.
Terleyen Direk (yahut Ağlayan Direk)te bulunan delik, Hızır’ın, kiliseyi camiye çevirmek isteyince, yapının yönünü kıbleye döndürmek için parmağını soktuğu delik imiş. Bu delikten sızan ıslaklığın türlü dertlere deva olacağı sanılır. Hızır’ın, Kadir gecesi Ayasofya’ya geldiğine, tam altıntop kandilin altında namaz kılanlar arasına katıldığına inanılır.”
“Müslümanlar derler ki: Ayasofya, Muhammed peygamberin zamanında bir zelzeleden yıkılmış, tamire kalkıştıklarında kubbeyi bir türlü tutturamamışlar. Sonunda, Hızır’ın öğüdünü dinleyerek, peygamberin tükrüğü, Zemzem suyu ve Mekke toprağı ile karıştırılmış bir harç sayesinde kubbe yapılabiliyor. Evliya Çelebi’ye göre, tapınağın “Terleyen Direk” diye adlanan sütununun altında karılmış bu harç. Büyük kubbeden sarkan altından top kandili, bu mucizeye bir saygı anısı olarak Fatih astırmıştı.
1833’de Ayasofya’yı camiyken ziyaret eden Prusya elçilik danışmanı M. Von Tietz, Hıristiyan inançlarına göre kutsal sayılan emanetleri bu şekilde değerlendirmektedir.
“Güney yönde bulunan üst galeride, çukur, kırmızı renkte bir mermer var. Bunun peygamberimiz İsa’nın beşiği olduğu söyleniyor. Bir de annesi tarafından İsa’nın yıkandığı kurna var. Bunların ikisi birlikte Kudüs’ten getirilmiş. Tapınağın kuzey yöndeki giriş kapısının soluna doğru bir sütun görülüyor. Buna “Terleyen Sütun” adı verilmiş. Sürekli olarak rutubetten ıslandığı için, buna el değdirmenin, her derde deva olacağı söyleniyorsa da cami avlularındaki insanların hali bunu kesinlikle yalanlamakta.”
Ya Emirgân? Emirgân’ın lânetli bir yer olduğunu, en azından antikler tarafından öyle sayıldığını kim düşünebilir ki?
İstanbul’u sarıp sarmalayan efsanelere göre antik Kabataş’ta ya da Ajantion’da yunuslar bolca görünür, sesleri gün boyunca duyulurdu.
Tarabya’nın hatırlanan eski adı Therapia oluyor, yani Şifa, ancak daha önceki adı ise Farmakeus’dur. Zehirleyen’dir. Efsanelere kulak verecek olursak ilk Tarabya’nın bu tür bir ad almasının nedeni de, Jason’a destek olduktan sonra peşine düşen, Medea’nın tüm sahil boyunca döktüğü zehirdir.
“İstinye’de gizemli özellikleri ve güçleri olan bir defne ağacı dikilirken Medea Tarabya’yı (Therapia’yı) kuruyor. Hangi Medeea bu? Hiç kuşkusuz büyücü Medea..”
..”bazı inanışlarda söz konusu olan defne ağacının içinde bir hayli değişken ve delişmen bir ruhun gizlendiği söyleniyor. Bazen bir çocuk kadar şakacı bir ruh, bir cinmiş bu, ısrarlı, tuttuğunu koparan, birinden hoşlandığında ondan hiç ayrılmayan, hep izleyen. Zaman oluyor ki, bu ruh ve cin, ısrarlı bağlılığı yüzünden, kâbusa dönüşüyor, bağlandığı insanları taciz ediyor. Sonuçta sabırlarını tüketiyor (çıldırtıyor) ya da kaçmalarına, kaybolmalarına (görünmez olmalarına) neden oluyor.”
Cadılar, hortlayan ölülerdir,” diye açıklar Prof. Pertev Naili Boratav. “Onlar üzerine de pek çok hikâyeler anlatılır. Çokluk, kadınların cadı olduklarına inanılır; cadı-karı sözü bu inanıştan gelmeli.
Değişik inançlara göre karga tanrıların habercisidir, kehanetlerde bulunur, yalnızlığın imgesidir ve aynı zamanda ölümün de habercisidir. Kargalar hep acı acı öter.
Costantin kayınpederi olan Maximus’u öldürtüyor, kayınbiraderi olan Licinius’u boğazlatıyor, oğlu Crispus’u ve yeğeni Lucinius’u katlettiriyor. Derken eşi olan İmparatoriçe Fausta’yı kaynar bir banyoda boğdurtuyor.
“Barbisius’un kızı Phidelia ile evlenen Byzas, efsaneye göre, denizler tanrısı Poseidon’un oğlundan başkası değildir.
Böylece Byzas’ın adını alan ilk Bizans (Byzantion) tanrısal ya da yarı tanrısal bir kimlik ve önem kazanmış oluyor..”
Bizans’ın en eski tarihçilerinden biri olan Hesychius’a göre Bizans öncesi ilk yerleşim yerlerinden biri de Sarayburnu’nda, bölgenin Kralı olan, Barbisius tarafından kuruluyor.
Lamartine bir yorumda bulunur: “Doğa burasını dünyanın başkenti olmak için yaratmışa benziyor” diyerek.
İstanbul’un bir farkı ve bir özelliği vardır, her zaman olmuştur. İstanbul bir kültür, medeniyet ve bunlardan oluşan bir inanışlar potasıdır. Doğu ve Batının değişmeyen bir buluşma, kaynaşma noktası, bir odak noktası ve ola ki “manyetik” bir alan.
İstanbul’un görülen ve görülmeyen gizemlerini salt gizemsel inanış ve geleneklerinde aramamak gerekiyor: İstanbul gibi bir kentin olaylar, çatışmalar, çalkalanmalar, aşamalarla dolu yaşamı geçmişinden ve geleceğinden kaynaklanan yankılar ve çağrışımlarla ve bu tür yaşam çizgisinin, mitosları ve efsaneleri ile birlikte, içerdiği her türlü sihir ve gizem zaten etrafımızı sarıyor, gözlerimizin önünde ve ellerimizin altında duruyor. Görmesini, bakmasını bilen görür ve bakar, aramasını bilen arar ve bulur."
Bizim “cin” dediğimize antik çağ bilgisi, Yunanca bir sözcükten hareket ederek “daimon-daemon” (tanrı, cin) ya da basit ve olumsuz bir anlamda, “demon” der.

Mısırlılar için cin kişinin ikiziydi, Yunanlılar için paralel bir “ben” (İstanbul’lu Hasan Poyraz Hoca’ya göre cinler âlemi tümden paralel bir evrendir). Sokrates’in cininden söz edilir, onu yöneten, ikinci kişiliğini oluşturan ve onunla konuşan. Önceki bölümlerden bildiğimiz “ölümsüz” Saint – Germain Kontunun cininden de söz edilir, ona unutulan, yitirilen bilimleri öğreten, simya ve kimya formüllerini açıklayan. Hatta ve hatta Napolyon’un bile bir cine sahip olduğu söyleniyor onu başarıdan başarıya götüren."

Evet, mistik insanlarız, bilim yönetmiyor bizi ya da yönetmeye yetmiyor, gizemli güçlere sığınmak zorunda kalıyoruz. Bununla övünenler büyük bir çoğunluk oluştururlar” der Melih Cevdet Anday."
Bazı Batılı araştırmacılarına göre, Gül-Haç örgütü Seyyid Abdülkadir Geylani’nin “Kadirilik” tarikatı ile bazı benzerlikler göstermektedir. Yine Batılı olan başkaca gizem tarihçilerinin yorumuna bakılırsa Gül-Haç’ın temelinde tasavvuf yatmaktadır."
Gizemcilik tarihinde tüm yollar ilkin Orta Asya’dan çıkıyor, bir kol Uzakdoğu’ya uzanıyor diğer kolu ise, sanki kaçınılmaz bir şekilde, Mısır’a varıyor oradan da Ortadoğu, Arap Yarımadası, Anadolu yolu ile Batı’ya. Gizemciliğin kesin yolunu ve kesin coğrafyasını çizmek, çizebilmek bugün bile pek kolay değildir, fakat hangi “güzergâhı” izlerseniz izleyin er veya geç Anadolu’ya oradan da İstanbul’a varmış olursunuz. Bu bir zorlama veya bir abartı değildir, “güzergâh”ın getirdiği bir kaçınılmazlıktır."
“Çingenelerin kutsal kitabı” denir Tarot’a. Kimine göre yüz yıllardan beri oluşan simgeleri ile toplumsal, kollektif bilinçdışını açıklıyor. Kimine göre de geçmişi, geleceği ve tüm zamanları öngören tek yol, tek anahtardır. Romaniler kadar Orta Çağ simyacılarını, 17’nci ve 18’nci yüzyıl gizemcilerini etkileyen “mistik” (tasavvufi) bir felsefenin görüntülemesidir. Simgesel adı ile Hermes’in ya da Tanrı Thoth’un kitabıdır evrensel bir yönteme açılan.
Şeytan, şeytanlar ve cehennem zebanileri hiç kuşkusuz, tek tanrılı büyük dinlerin bir buluşu değildir. Her inanç ve dinde şeytan, ona verilen ad ne olursa olsun, evrenin ve dünyanın kötü ruhu, Tanrının bir çeşit karşıtıdır. Ermiş Augustinus’un deyimiyle “Tanrının maymunu”dur.

Ruhbilimsel açıdan şeytan insanın ilkel, olumsuz, dengesiz, denetimden yoksun yanıdır. Ve insan içindeki ve dışındaki dengeyi tutturabilmek için iki ayrı kutbu Tanrının iyiliğini ve şeytanın kötülüğünü açıklamaya, anlamaya çalışıyor ve çalışmıştır, iki Ruhlu Adam Doktor Jekyl ve Bay Hyde’te olduğu gibi.

Karanlıklar Prensi adını alır bazen şeytan, İbranicede ise karşılığı düşman, karşı koyan idi. Asurlarda rüzgâr tanrılarından Pazuzu da bir şeytandır, Hintlilerde canavar Rerek bir şeytandır, Mısır’da Tanrı Seth de öyledir. Keldanlılarda ise şeytan tek değil, birçok çeşitleri oluyor, cinlere karışıyor.

Çeşitli adlar yakıştırıldı bu şeytana, örneğin; Hayvan Kara Atlı, Boynuzlu, Koca Keçi, Koca Zenci, Kara Adam, Küçük Usta, Yaşlı Centilmen, Tanrının Gölgesi, Yeryüzü Prensi vb. Bu ad bolluğu yanında Batı’nın Orta Çağ şeytan bilimcileri (Demonoglar) şeytanın etrafına cehennemi yöneten ve insanları tedirgin eden bir prense yakışır bir topluluk yarattılar: 7.405.920 alt dereceli şeytan gibi!."

-O.T.O yüzyılımızın başında Alman Kal Kellner tarafından kuruluyor; 1904’te “yüce bir giz”in koruyucusu olarak tanıtılıyor; 1912’de ise çağdaş gizemciliğin kara büyücüsü Aleister Crowley örgüte üye oluyor.
Özet olarak O.T.O’nun öğretisi “doğanın tüm gizlerini” açıklayan, cinsel sihire dayalı bir öğretidir. Örgütün üyeleri arasında, İmparator Crowley bir yana, Alman gizemcisi Theodor Reuss, İrlandalı siyaset adamı Sean MacBride, Bavyera Kralı I. Louis’nin dillere destan metresi Lola Montes’in kızı Landsfeld Kontesi, Dion Fortune adı ile bilinen gizem kuramcısı ve Kabalacı Violet Firth, İngiliz edebiyatının fantastik ustalarından Arthur Machen ve Osmanlı demiryolları hisselerinin satıcısı Glenstroe Kontu Mattheus MacGregor yer almaktaydılar."
Naziler’in Kara Güçlere inandıkları, Hitler’in kara büyüye başvurduğu söyleniyor. Neden olmasın! Gerek kendisi, gerekse çetesi az mı şeytanca şeyler yaptılar?

Kaldı ki, şeytan ve şeytanın simgelediği kıyıcı, acımasız ve lânetli güç gizemciliğin tarihinde her zaman hazır ve nazırdır."

Sebottendorf, İstanbul’da Asmalımescit’te, Tünel’de ‘Illuminati’ (aydınlatılmış) adının Türkçeleştirilmiş şekli olan Nuru Ziya Sokağı’nda, Kurtuluş’ta ve Pangaltı’da yaşadı. Zengin Levanten aileleriyle ve İstanbul’daki İsviçreli, Avusturyalı ve Alman aileleriyle beraber oldu. İşte ilk kez bu dönemde İstanbul’daki Alman Müslümanı Sebottendorf, kendisinin eski bir istihbarat subayı olduğunu ve halen de Nazi İstihbaratında görevli olduğunu bazı yakınlarına açıkladı.

İstanbul’da Müslüman çevrelerde “gizli Müslüman” diye bilinen Sebottendorf, 2’nci Dünya Savaşının sonunda Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim oluşundan birkaç gün sonra Suriye Pasajı’na yakın bir evde önce gizli belgelerini yaktı sonra da beylik tabancasını şakağına dayayıp tettiğine dokundu."

20’li yılların başında Türkiye’ye sığınan çoğu Beyaz Ruslar gibi Gurdjieff de Beyoğlu’na, Pera’ya yerleşir ve özellikle derviş tekkelerini ziyaret eder, Galata Köprüsü’nde gezinir, köprüden dalan çocukları izler, bir Rum’dan dalış dersleri alır. İlkin Haliç’e dalar sonraysa, atılan paraların peşinde Galata Köprüsü’nden. Bir hayli zor günler geçirdiği anlaşılan Georges İvanovich Gurdjieff günün birinde, tespihini denizden çıkardığı Üsküdar’lı bir Paşa (N…Paşa) ve oğlu Ekim Bey ile tanışır, Paşanın konağında konuk olur. Kitabında uzun uzun anlattığı bu “olağanüstü” Ekim Bey ile birlikte Gurdjieff, İran’da Derviş Sarıoğlu’nu ziyaret eder, öğretilerinden yararlanır.
Üsküdar’lı Paşanın oğlu Ekim Bey ise, zamanla, durugörü ve ispiritizma yetenekleri sayesinde büyük bir ün kazanır ve yüce bir sihirbaz diye sayılır."
Agarta (veya Agarti) konusunu, Saint-Yves d’Alveydre’den sonra, eski Fransız Başkonsoloslarından Jacoliot (Hindistan’da Kutsal Kitap/La Bible dans l’nde), Helena Petrovna Blavatsky (Gizli Öğreti/The Secret Doctrine; Çıplak İsis/İsis Unveiled) ve İslam dinini seçtikten sonra Abdülvahid Yahya adı ile tanınan Fransız yazar ve düşünürü Rene Guenon (Dünyanın Kralı/Le Roi du Monde) ele alıyorlar.
Guenon’a göre, binlerce yıl önce yer alan bir felâket Gobi Çölü’ndeki uygarlığı silip
süpürüyor. Buradaki Ruhsal Efendiler ya da “Dış Akılların Oğulları” dıştan gelen bir bilginin izleyicileri Himalaya’nın altında bulunan mağaralara ve gizli dehlizlere sığınırlar. Zamanla bunlar ikiye ayrılırlar, bir kısmı Agarta’ya yerleşir diğer kısmı ise Shamballah’a. Agarta ya da Agarti, “sağ el yolunu” izleyenlerin, dünya işlerine karışmayıp derin düşünce (tefekkür) içinde yaşayanların, Shamballah ise “sol el yolu”nun taraftarlarının şiddet yanlısı merkezleri oluyorlar.
Agarta ile ilgili en şaşırtıcı bilgiler, Kızıl Ordudan kaçarak Moğolistan’ı aşıp Çin’e sığınan Polonyalı Ferdinand Ossendowsky’nin 1924’te yayımlanan “Hayvanlar, İnsanlar ve Tanrılar” (Betes, Hommes et Dieux) adlı kitabında yer alıyor.
Ossendowsky’ye anlatılanlara göre bundan altı bin yıl önce ermişin biri, kabilesiyle birlikte bir mağaraya sığınır ve antik bilgi ve bilimi korumak amacıyla Agarta’yı kurar. O günden beri Agarta’yı doğanın tüm güçlerini bilen, tüm insanların ruhunu okuyabilen ve yazgı kitabına sahip olan dünyanın kralı yönetiyor ve sekiz yüz milyon kişiye emrediyor."
1745’te Casanova, İstanbul’dadır, elçilikten elçiliğe ve konaktan konağa geçiyor, Hariciye Nazırlarından İsmail Efendi ile, Ali Bey ile, Venedik Büyükelçisi Francesco Venier ve Humbaracı Ahmet Paşa olarak bilinen Monsieur de Bonneval ile dostluklar kuruyor, Bailes ailesinin yanında kalıyor, aşk ve cinsellik konusunda konuşmalara, sohbetlere dalıyor.

İstanbul’a neden geliyor Canasova, sadece merakından dolayı mı?

Fransız araştırmacısı Jean-Louis Bernard’a bakılırsa gizemci kişiliğini o yıllarda oluşturmakta olan Casanova ya da kendine yakıştırdığı adla Seingalt Markisi, Doğu’yu görmüş ve Doğu’da yaşamış bir “magus,” bir “sihirbaz” kimliğine sahip olduğunu kanıtlayabilmek için İstanbul’a kadar uzanmayı uygun görüyor."

“Sizden ayrılıyorum,” der kont. “İstanbul’da beni bekliyorlar. Oradan İngiltere’ye gideceğim, bir yüzyıl sonra kullanacağınız iki icat üzerinde çalışacağım. Bunlar, tren ve buharlı gemidir. Himalaya Dağları’na çekilip istirahat edeceğim bir süre. 85 yıl sonra yeniden ortaya çıkacağım.”
Goethe’nin ölümsüzleştirdiği yaşlı, ihtiraslı, gençliğini ve eski gücünü arayan, bir yönü ile destansal ve bir diğer yönü ile gerçek, Doktor Faust’un bile İstanbul ile bir bağlantısı olduğu söyleniliyor her ne kadar (bilindiği kadarıyla)
Tanrı bilimden mezun Johannes Faust bedensel olarak İstanbul’a ayak basmış değilse bile.

İstanbul’da görünmüyor Faust ama, Paracelsus adı ile ünlenen Theophrastus Bombastus ve arkadaşı Heinrich Cornelius Agrippa ile birlikte, 1510 yılında Prag kentine geliyor, kentin ünlü üniversitesine yazılıyor gizemciliği, gizli ilim ve sanatları öğrenmek amacıyla. Bu üç candan arkadaş resmen felsefe öğrencileridir. Ama, tüm güçleri ve hırsları ile, Prag’ın kitaplıklarında bol sayıda bulunabilen Keldanlı, İranlı, Arap metinlerini karıştırıyorlar, Yakın ve Ortadoğu’nun gizemli öğretilerini araştırıyorlar. Üniversitenin öğretmediklerini ise, kentin kenar mahallelerinde, “üstatlar”dan öğreniyorlar: sihirli sözcükleri, büyücülüğü, bakıcılığı, durugörüyü ve tılsımları.

Ve Faust, Leipzig’li dostu Doktor Jonas Victor’a yazdığı bir mektupta, sekiz gün süren “astral” ya da beden dışı bir yolculuğunu uzun uzun anlatıyor. Asya’yı, Afrika’yı, Avrupa’yı dolaşıyor, böylece, Doktor Faust ve yolculuğunun ikinci gününde Türkiye’ye varıyor ve İstanbul’u inceliyor.

Faust, İstanbul’a bedensel olarak gelmiyor ancak, aldığı öğretinin ve sahip olduğu bilginin bir sonucu olarak, beden dışı yolculuğunda İstanbul’u incelemeden yapamıyor!

Ve kehanet dediğimizde ve kâhinlerin “en yücesi” sayılan Nostradamus’a ya da 16’ncı yüzyılın Michel de Nostre – Dame’a baktığımızda İstanbul az mı karşımıza çıkıyor?

“Önceki tekelcilerin danışmanları,
Fatihler kandırılmış, Melite’den,
Rodos, İstanbul, zıtlar karşılaşacak,
Yer gerekecek, takipçilerden kaçanlara.”

“Büyük bir örtü, Adriyatik denizi dışından, İstanbul yakınında büyük bir teşebbüs, Düşmanlar kayıpta, dostlar olacak,
Üçüncü karışıklık yapacak, sap üstünde”

“Borazan sahte, onu saklamak çılgınlık, İstanbul’da yasal bir değişim olacak
Mısırlı taklitçi, zayıf ve çözülmüş,
Yasa, kural değişecek para, kazanç.”

Yedi: “Yedinin kutsal bir nitelik taşıdığı inancı Anadolu ile onun komşularıyla olan ilişkilerinde ortaya çıkıyor. Mısır, Sümer, Akad, İran, Hint, Hitit daha sonra Yunan, Roma uluslarının düşüncesinde yedinin ayrı bir önemi, bir kutsallığı vardır sayı olarak. Genellikle kutlu, uğurlu sayılır,” der İsmet Zeki Eyüboğlu.
Örneğin: Yedi kat gök, yedi kat yerin altı inançları; yedi yerden yamalı, yedi iklim, yedi deniz, yedi başlı yılan vb deyimleri gibi. Büyüsel işlemlere baktığımızda da yedi sayısı sık sık karşımıza çıkar:
-Muhabbet için yedi pâre kemik üzerine kazıp bir ite yedire..
-Muhabbet için, her kim ayın yedisinde yüz kere okuya, niyet eyleye…
-Sevdiğin kişinin saçından yedi kıl alasın, bu duayı yedi kere okuyasın…
-Muhabbet için, yedi tane tuz üzerine yedi “Tebbet” suresi okunur…

On bir: (iki kez dört artı üç, yani iki kez Tanrı’nın sayısı ile dünyanın sayısı) tartışmalı bir sayıdır ve genelde şansı ve gizli refahı simgeler. Hakimiyetin, gücün, cesaretin, mücadele ve başarının sayısı olarak bilinir."

Yedi tepede değişik tarihlerde inşa edilen yedi ibadet yeri, iki saray, gizemlerle donatılmış bir sütun ve eski bir ermişe adanmış bir sarnıç. Başka bir deyimle bir dizi güçsel mekânlar, tapınaklar, inanış kaynakları. Ya da bir dizi güç kaynağı.

Sayıların üzerinde biraz duralım: Tepelerin ve ibadet yerlerinin sayısı (yedi), geriye kalanları topladığımızda elde ettiğimiz sayı dörttür, yedi ile dört ise eşittir on bir.

Bu üç sayı (dört, yedi, on bir) üzerinde durup bunların, çeşitli inanış ve kültürlerdeki, değer ve anlamlarını sıralayalım:

– Dört: Yunan felsefecisi ve matematikçisi Fisagoras’a göre bu sayının anlamı “doğruluk” ve “adalet” ve “dünya”dır;
Türk mitolojisine baktığımızda: Göktürklerde dört yönü temsil eden dört Tanrı buluruz; Şamanların hırkalarında dört adet çıngırak vardır; Abakan Türkleri’nin kutsal törenleri dört kutsal kayın ağacının yanında yapılırdı; ilk kez cennetten çıkma olan atın dört gözü vardı. Başka kaynakları incelediğimizde: Gizemsel inançlara göre dört tanrıyı, dolayısıyla en üstün yüceliği, simgeleyen sayıdır ve ilginçtir ki, bazı dinlerde Tanrı’nın adı da dört harften oluşmaktadır, örneğin:
Latincede Deus
Mısır’da Amun
Sümer’de Jabe
Asur’da Adad
İran’da Sire
Tatarlarda İtga
Yahudilerde Yhvh.

İhvan-ı Safa’nın “Risaleler”inde ise dört aşağıda olduğu gibi değerlendirilir:
“Tanrı, tabiattaki her şeyi dört gurup halinde yarattı. Mesela sıcaklık ve soğukluk, kuruluk ve nemlilikten oluşan dört fiziki özellik; ateş, hava su ve toprak’tan meydana gelen dört unsur; kan, balgam, sarı ve karasafradan oluşan dört salgı; dört mevsim… dört esas yön… dört rüzgâr.. takım yıldızlara göre tayin edilen dört yön, metaller, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan oluşan dört ürün.” Bundan başka dört ölümsüzlüğün, dayanıklılığın, ısrarın, başarının ve umudun sayısı olarak da bilinir."

İstanbul, bazı görüşlere göre, bir kehanetler kentidir yani kendiliğinden büyülü bir kenttir kendi büyülerini oluşturan ya da başka, değişik ve çeşitli kaynaklardan edindiklerini kendine göre şekillendiren ve uyarlayan.

İstanbul, Roma gibi, yedi tepe üzerinde kurulu, çok eskilere dayanan bir merkez kenttir. Denilecek ki, merkez kentin yedi tepe üzerine kurulmuş olması bir gizem değil de jeolojik ve topografik bir özelliktir. Öyledir de biz, bir başlangıç olarak bu tepeleri bir sıralayalım, anımsatalım:
1. Sarayburnu Tepesi
2. Nuruosmaniye Tepesi
3. Beyazıt Tepesi
4. Fatih Tepesi
5. Sultanselim Tepesi
6. Edirnekapı Tepesi
7. Davutpaşa Tepesi

Sıraladıktan sonra da bu tepelerde bulunan bazı yerleri de saptayalım, eski ile bağlantılar kurarak:
1. Sarayburnu Tepesi – Topkapı Sarayı ve Ayasofya
2. Nuruosmaniye Tepesi – Nuruosmaniye Camisi ve Çemberlitaş,
3. Beyazıt Tepesi – Beyazıt ve Süleymaniye Camileri,
4. Fatih Tepesi – Fatih Camisi
5. Sultanselim Tepesi – Sultan Selim Camisi
6. Edirnekapı Tepesi – Tekfur Sarayı, Kariye Camisi
7. Davutpaşa Tepesi – Çukurbostan Sarnıcı (Ermiş Mocius Sarnıcı)

İstanbul’un alınışı” adlı kroniğinin yazarı, Dördüncü Haçlı Seferlerine katılan Fransız soylusu Robert de Clery, Bizans İstanbul’unda gördüğü kutsal emanetleri büyük bir heyecan ve saf bir inançla sayıyor; gerçek Çarmıh’ın insan büyüklüğündeki iki parçası, İsa’nın böğrüne saplanan mızrağın demiri (yüzyıllar sonra bu demire Adolf Hitler sahip çıkacak ve onu inandığı ırksal kuramların bir simgesi, bir güç kaynağı olarak görecektir), ellerine ve ayaklarına mıhlanan çivilerden ikisi, kanından bir miktar (kristal şişe içinde), Meryem Ana’nın giysisi, Vaftizci Yahya’nın başı vb.

Bu tür inanışlar var olunca Bizans kentinin, Fetih’in arifesinde, Alphonse de Lamartine’in naklettiği türden mucizevi heyecanlar ve inanışlarla dolup taşması doğal gibi karşılanmalıdır:
“Osmanlılar ertesi gün İmparator ve Ispartalılar’ın bütün çabalarına rağmen Aya Romanos Kapısı’nı zorlayacaklar ve oradan kente giderek Hipodrom’a kadar ilerleyeceklerdir. Ancak tam o sırada göklerden bir melek inecek, Osmanlıları kentten, Avrupa’dan hatta Asya’dan kovarak İran’ın bir ucuna kadar sürecek ve kutsal kılıcı sütunlardan birinin dibinde oturan bir ihtiyara verecektir. Böylece İstanbul yeniden dünyanın kraliçesi olacaktır."

Bir Haliç’i düşünün, eskilerin Altın Boynuz gibi bildikleri, adlarındaki Haliç’i ve halen taranmayan, araştırılmayan derinlikleri. Batan gemilerden ve hiç kuşkusuz, gizli, suların altında kalmış definelerden söz ediliyor. Nerede, nasıl ve ne zaman?
Ve neden Altın Boynuz?
Gizemsel inançlara göre boynuzlu atın, mitologyada Likorn olarak bilinen altın boynuzu bir antendir, evrensel (kozmik) bir anten ve bu anteni sayesinde kutsal at Likorn’un evrenin tanrısal merkezi ile bağlı olduğu düşünülmektedir. Moğol inanışları da ata evrensel bir öz tanımakta, tek boynuzlu atın telepatik bir bağlantı kurduğu görüşüne dayanmaktadır.
Yoksa Altın Boynuz adı civarlarda yaşayan atlı Şitler (Scythes)den ve onların boynuza verdikleri, mitoslara bağlı değerden mi kaynaklanıyor?
Batılılar için Kızkulesi halen Leandros Kulesi olarak biliniyor, Venüs rahibesi sevgilisi Hero’ya ulaşabilmek için boğazı geçmeye kalkan ve boğulan genç Leander’ın anısı yüzünden.

İstanbul inanışları ise kaderinde yılan tarafından ısırılıp zehirinden ölecek olan, bir sultanın kızından söz ediyor. Kızının hayatını kurtarmak umudu ile sultan genç, güzel kızını sularla sarılı o kuleye kapatıyor fakat kötü yazgıyı yenemiyor, çünkü bir üzüm sepetine gizlenen bir yılan, sonuçta, genç kızı ısırıyor."

Bir gizli hazine öyküsü Cerrahpaşa Hastanesi’nin kuruluşu hakkında anlatılır.
“Mirasçısı olmayan çok zengin bir adam ölüm döşeğinde, komşusu fakir bir balıkçıya vasiyetini söylemiş. konağının bodrumunda hazinesi saklıdır ve orayı olağanüstü varlıklar beklemektedir; hazineye, Mısır’da oturan ünlü Cerrah’tan başka kimse girmeyecektir. Balıkçı birçok maceralardan sonra Mısır’daki Cerrah’ı bulur, İstanbul’a getirir. Cerrah, padişaha damat olur ve bugün onun adı
ile anılan büyük hastahaneyi kurar."
Hem unutmayalım ki, antiklerin Galata’sı mitoslarda yeri olan bir bölgeydi. İlk Galata’ya da Sykae (sika=incir) incirleriyle ünlenmişti ancak, Strabon, Dionisios vb tarihçilere bakılırsa, mitologyanın tanrılarına, tanrıçalarına Eros, Venüs ve Diana’ya, tapınakları ile ilişkili, bir bölge ve cinselliğe dayalı gizemli ayinlerin, kutlamaların bir merkezi.

Galata’nın yüzyıllar sonrası, meyhaneleri, eğlence yerleri ve hayat kadınları ile zevk ve “sefahat” bölgesini oluşturması belki de bu antik inanışların, halen ortalarda esen “havası”ndan kaynaklanmıştır."

Bizans inanışlarına göre Constantin sütunun temelinde Truva’dan gelme Tanrıça Palas Atina’nın tahtadan yapılmş heykelini, Nuh Peygamber’in asasını, Hz. Musa’nın sular fışkırttırdığı taşı, Hz. İsa’nın ekmekler dağıttığı günden kalan yedi ekmeğin kırıntılarını gömdürmüş ve temeli kendi eli ile kapatmıştı. Çemberlitaş’ın tepesinde yükselen ve Apollo’ya benzetilen Constantin’in heykelinde de İsa’nın haçından (çarmıhından) bir parça bulunduğuna dair inanışlar da vardı.

1105 yılında heykel kopan bir fırtınada, birkaç kişiyi de ezerek yıkılıyor sonraki yıllarda, İmparator I. Manuel Commenos’un döneminde, sütun tamir ediliyor ve 1779’da I. Abdulhamit’in emri ile çemberler yenileniyor. "

Terleyen Sütun” veya “Terleyen Direk” ya da “Ağlayan Direk” konusunda Pertevu Naili Boratav’dan aşağıdaki bilgileri aktarıyoruz: “Müslümanlar derler ki: Ayasofya, Muhammed peygamberin zamanında bir zelzeleden yıkılmış, tamire kalkıştıklarında kubbeyi bir türlü tutturamamışlar. Sonunda, Hızır’ın öğüdünü dinleyerek, peygamberin tükrüğü, Zemzem suyu ve Mekke toprağı ile karıştırılmış bir harç sayesinde kubbe yapılabiliyor. Evliya Çelebi’ye göre, tapınağın “Terleyen Direk” diye adlanan sütununun altında karılmış bu harç. Büyük kubbeden sarkan altından top kandili, bu mucizeye bir saygı anısı olarak Fatih astırmıştı. Terleyen Direk (yahut Ağlayan Direk)te bulunan delik, Hızır’ın, kiliseyi camiye çevirmek isteyince, yapının yönünü kıbleye döndürmek için parmağını soktuğu delik imiş. Bu delikten sızan ıslaklığın türlü dertlere deva olacağı sanılır. Hızır’ın, Kadir gecesi Ayasofya’ya geldiğine, tam altıntop kandilin altında namaz kılanlar arasına katıldığına inanılır.”
İşte karşımızda Ayasofya (Ayia Sofia) 921 yıl sürece bir kilise, 481 yıl boyunca bir cami ve bugün bir müze, bir kültür ve sanat merkezi. Hiç kuşkusuz Batı ve Doğu’yu bir araya getiren, sentezini yapan bir merkez, gizemleri ve efsaneleri, inanışları ve izleri ile. Gezegenimizin kutuplaşma (polarite) haritasında önemli bir nokta."
Emirgân’ın lânetli bir yer olduğunu, en azından antikler tarafından öyle sayıldığını kim düşünebilir ki?

Derler ki Emirgân’ın adı Kiparodes iken orada bir tapınak yükselirmiş üçlü bir tanrıça olan Hekate’ye adanmış.

Emirgân ve büyücülüğün, cehennemin, uğursuz kavşakların üç yüzlü, eli meşaleli, peşinden uluyan köpekleri çeken, gece vakti kara bulutlar şeklinde gökyüzünde dolaşan ejderhaların tanrıçası Hekate!"

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir