İçeriğe geç

İspanya, Yaşasın Ölüm Kitap Alıntıları – Nikos Kazancakis

Nikos Kazancakis kitaplarından İspanya, Yaşasın Ölüm kitap alıntıları sizlerle…

İspanya, Yaşasın Ölüm Kitap Alıntıları

Donkişot olmak için yola çıkan pek çok insan evine, Sanço Panço olarak döndü
“lanetli ve kısır hayat, yalnız cimrilikle geçendir – harcamayan, tehlike peşinde gitmeyen, arzulamayan, sırf ılımlılıktan ve iyi geçinmekten ibaret sefil bir huzurdur”
insanları ayıran kavgalara lânet olsun! Savaşa lânet olsun! Lânet olsun..
Ve ağzından sık sık şu İspanyol çığlığı da dökülürdü: Y todo es nada!
Ve herşey bir hiçtir!
Yıkılmış malikanelerden birinin sökülmüş kapısında hala şu yazı duruyordu: Çingenelerin girmesi yasaktır! Ama ateş, top ateşi, savaş ve ölüm Çingene değildiler ve bu eve girdiler.
Ağlamayı hapset, seni boğsa da
ve unutma ki umutsuz, dul dünyanın
en büyük umudu sensin.
İnsanın içindeki görüntü insanca acılardan yavaş yavaş kurtulur. Geriye dünyayı yaratan o iki temiz, koparılamaz çizgi kalır: Birinin diğerini kovalamasıyla evren hareketlenir.
İnsan, haykırmadan yeryüzünün şarkısını nasıl
söyleyebilir?
Biz etten yapılmış hıçkırıklarız ve kimse sesimizi
duymaz.
Armağan umuduna ve ceza korkusuna dayanan ahlâk, insana da, Tanrı’ya da lâyık değildir, o ahlâksızlıktır!
Gülüşümüz, ağlamaktan daha
acıdır, çünkü tam onun katlandığı büyük ruha güldüğümüz anda, yalnız orta çaplı yargılamaların hak verdiği, çıkara dayanmayan büyük maceraların küçük düştüğü bu hayatın ne kadar çekilmez olduğunu derinden anlarız.
Bu yaratıcı soluk ne kadar dayanır? Sanki ruh,
yeryüzünün kanunlarına karşı imiş de, çabuk sö-
nermiş gibi, uzun zaman ayakta duramaz, tekrar
toprağa düşer, gerçek yurduna döner.
Hayat trajiktir. Filozofların ya da güzellik tutkunlarının teorileri için eğlence ya da oyun aracı değildir o. Mücadeledir. Ya yersin ya da seni yerler. Hayat, insan etini tatmış, onu çok lezzetli bulmuş, artık gözü doymayan bir dişi kaplandır. Köylerle şehirlere musallat olur, nerede bir insan bulursa yakalar. Kendisi için ondan lezzetli et yoktur.
Yalnızsın. Sadece bir adım peşinden, kanatlarına yapışmış olan Ecel gece gündüz
arkandan gelir. Hiçbir dostun yoktur.
Evet, rüya görüyorum, rüya görüyor ve iyiyi yapmak istiyorum. Çünkü iyi davranış, rüyada bile yok olmaz!
Elini taşın altına koymak, sorumluluk almak istiyor. Zaman ağırlık ve değer kazandı
Hayat bir rüya değil! Kalk ayağa! Doğrul!
Merdivenlerden aşağı düşüyoruz.
Bir gün atlar yerleşecek
meyhanelere. Hırslı karıncalar
tırmanacak sarı gökyüzüne.
Shakespeare’nin trajedilerinde olduğu gibi insanlar öyle, nedensiz öldürülüyor. Hayat pamuk ipliğine bağlı ve bilinçsiz, kör kader bu ipliği kurcalayıp duruyor. İsimler birbirine benzediği için; söylenmemiş bir sözü söylediklerini sandıkları için; başka birileri aynı elbiseleri giymiş oldukları için.
En korkunç olanın, en beklenmeyenin dışında kalan her şeye karşı önlem alan mal sahiplerinin çabaları karşısında insan gülümsüyor. Yıkılmış malikanelerden birinin sökülmüş kapısında hala şu yazı duruyordu: Çingenelerin girmesi yasaktır! Ama ateş, top ateşi, savaş ve ölüm Çingene değildirler ve bu eve girdiler.
Ruhun günlük, kaba unsurları -açlığı, korkuyu- nasıl işleyip de efsane haline getirdiğini öğrenmek için can atıyordum.
Sanki eski bir trajediden karakterler gibiydiler. Hareketsiz bir hayat, her zamanki konular; ölmeyen günlük rutin
Daha önce de seziyordum ama o gün yüreğim iyice silkindi, artık emindim: Hayat aşk ve ölümün ölümcül mücadelesidir; korku dolu, ümitsiz ve aslan yüreklileri çağıran bir Don Quijote serüvenidir.
Kişisel acı ile sevinç el ele genelleşir. Ve insan, erotik maceraların ardını daha iyi görmeye başlar.
İnsanın içindeki görüntü insanca acılardan yavaş yavaş kurtulur. Geriye dünyayı yaratan o iki temiz, koparılamaz çizgi kalır: Birinin diğerini kovalamasıyla evren hareketlenir.
Yüreğimi açacak olsalar, taş bir yolu umutsuz halde tırmanan bir tek adam bulurlar.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
İnsanlar günlük işlerinin ağırlığından kurtuluyor ve içlerinden erotik bir şarkı yükseliyor; öyle acı bir safra ki bu, gözyaşı dökmemek için, insandan nefret etmek gerekir.
Öyle anlar vardır ki, insanlara karşı duyduğu sevgi, insana eriyip yok olduğu hissini verecek kadar güçlüdür.
Bana bir milleti kalkındırma görevi verilse, işe kadın-erkek ilişkilerini düzenlemekle başlardım. Aile, toplum ve millet de o zaman kendi kendine kalkınmış olurdu.
Yolların, köylerin ve şehirlerin bir sesi vardır, konuşurlar. Bazen onları işitirim; derler ki: Burada ruh yoktur, çünkü bütün bu taşlara, topraklara ve kiremitlere amaç kazandırıp onları haklı kılacak bir sanat eseri yoktur.
Mütevazi şahsımın derinliğinde utangaç bir düalizm var -içgüdüden dolayı alttan hareket ediyor, sevgiyle yukarı bakıyorum, kendimse orta yerde kaldım. Korkunç bir durumdayım. Arkamda bıraktıklarım da, önümde olanlar da benim için dayanılmaz şeylerdir. Ortada olanlarsa, hepsinin en kötüleriymiş gibi gelir.
Aklın, Rönesans sırasında görüldüğü gibi, mümkün olduğu kadar çok şey anlamak; teoride ve pratikte mümkün olduğu kadar geniş bir çevreyi kapsamak konusunda zaptolunmaz bir hırsı vardır. Bu ilkbahar çağlarında insanlar çocukça bir sabırsızlık duyarlar. Verimli, ara sıra deha şimşeklerinin yağdığı bir kaos içinde yoğrulurlar.
Erkeklerin bir fikir, bir duygu, süslü bir ütopya peşinde aklını kaybetmeye hazır oldukları bir ülkede kadınlar, mantık ile dengenin o faydalı erdemlerini temsil ederler.
Yaratıcı benliğin etrafında gördüğü her şeyle hergün kurduğu işbirliği, devamlı ve esrarengiz bir iştir.
II. Felipe ırmağın üzerine muhteşem bir köprü yaptırdığı zaman birisi şöyle demişti: Şimdi köprüyü satıp su alalım!
Dionysos’un alacalı ipekler giymiş, bilezik ve yüzüklerle yüklü, gözleri sürmeli, tırnakları kınalı bir halde Doğu Hindistan’dan yola çıktığını söylerler. Yunanistan’a doğru yürümüş, yürümüştür; onun billur denizlerine yaklaştıkça üzerindeki giysileri bir bir çıkarmıştır. Bileziklerini denize atmış, boyanmayı, sürüp sürüştürmeyi bırakmıştır. Nihayet Elefsis Körfezi’ne varıp kutsal kıyıya ayak bastığında, çırılçıplaktır. Sarhoşluk tanrısı, güzellik tanrısı oluvermiştir. Sanatın da yolculuğu böyledir işte.
Muhakkak ki yüksek sanat zapt edilmiş ihtirastır; kaosun ortasındaki düzendir; neşeyle acıdaki sessizliktir. İnsanın kendin egemen olması, kendini ifade etmek kullandığı maddeye egemen olmasıdır. Aşırı güzelliklerin insanı baştan çıkarmaması, mekanı doldurmakla zamanı yendiğini aklından geçirmemesidir.
Gülüşümüz gözyaşımızdan daha acıdır.
Ruhun kanını terine karıştırdığı emeği de, dünyanın herhangi bir yerinde tekrar canlanabilecek evrensel bir çabadır ve mücadeleye devam eden her canda ölümsüz bir şekilde sürüp gider.
Her şey doyum, kuvvet ve hasrettir, hepsi ruh olabilir. Lanetli ve kısır hayat, yalnız cimrilikle geçendir -harcamayan, tehlike peşinde gitmeyen, arzulamayan, sırf ılımlılıktan ve iyi geçinmekten ibaret sefil bir huzurdur.
Tehlike karşısında en yararlı şey, insanın korkmamasıdır. Güçlerini ancak böylelikle ayakta tutabilir ve yıpranmamak için daha sağlam imkanlarla güreşir. Başka hiçbir usulün faydası yoktur.
Hayat trajiktir. Filozofların ya da güzellik tutkunlarının teorileri için eğlence ya da oyun aracı değildir o. Mücadeledir. Ya yersin ya da seni yerler. Hayat, insan etini tatmış, onu çok lezzetli bulmuş, artık gözü doymayan bir dişi kaplandır. Köylerle şehirlere musallat olur, nerede bir insan bulursa yakalar. Kendisi için ondan lezzetli et yoktur.
Evet, evet, rüya görüyorum, der. Rüya görüyor ve iyilik etmek istiyorum. Çünkü iyi davranış, rüyada bir o yok olmaz!
Ok topraktan fırladı, gökyüzüne doğru çıkıyor ve bir daha geri dönmek istemedi.
İspanyol ruhunun bir zirvesi, Yalnız içimizdeki arzu, gerçek ve canlıdır! diyor. Bu yan Don Quijote’dir!
İspanyol ruhunun öteki zirvesi -yani Sancho- ise, Yalnız görüp dokunduklarımız gerçek ve canlıdır! diye bağırıyor. Senin o söylediklerin palavradır, efendi.
Hak, özgürlük ve idealin yalnız kendi içinde olduğunu bilir. Gelgelelim şöyle düşünür: Acaba tek gerçek içimde var olan olmasın? Tek gerçek mi? Pratik fikirli insanın görüp dokunduklarının tümü bir yanılgı, hayal olmasın?
-Ya Don Quijote?
+Mühendis oldu.
-Ölümsüz değil mi o?
+Öyle. Ama değişir o. O zamanlar bir şövalyeydi. Eski değersiz kitapları okuyup paslı bir kılık kuşanıyor, bir berber leğenini miğfer olarak kafasına geçiriyor, kadidi çıkmış bir ata biniyor ve dünyayı kurtarmaya gidiyordu. Şimdiyse mühendistir. Politeknik okulunda okumuş, diploma almıştır; mesleğini yapar. Gördüğü yel değirmenlerini yerle bir eder-ancak dinamitle. Buharlı değirmenler inşa eder; yollar, köprüler, demiryolu istasyonları, havalimanları yapar. Moderndir artık. Buharlı trenlere, otomobillere, uçaklara biner. Uzun atı öldü, artık cennetin çöp sepetinde!
-Don Quijote akıllandı desene! Öyleyse artık ne değeri var?
+Şüphesiz artık seyredilecek bir şey değil. Kendisini görmeye gelen turistler parayı denize atıyor. Fakat ne İspanya bir tiyatro sahnesi ne de biz Ortaçağ kostümleri giymiş figüranlarız. Yaşayan, modern insanlarız. Onun için ruhumuz, yani Don Quijote de moderndir. Don Quijote kimdir? Geçmişe ait silahlarla -kalkanlarıyla, miğferleriyle- dünyayı kurtarmak üzere harekete geçen bir kahraman. İlk tüfek ve topların icat edildiği çağdır bu; ideallerin ve hayallerin iflas ettiği, ihtirasın, çıkarın ve yağmacılığın egemenlik kurduğu bir devirdir. Ama Don Qujiote artık akıllandı. İş bitirici oldu. Kalın çerçeveli Amerikan gözlüğü takıyor, rahat ayakkabılar ve yumuşak kolalı yakalar giyiyor. Makineye, somut maddeye, mutluluğa ve hızlı zevklere inanıyor. Politikaya karışıyor; halk özgürlüklerine öncelik ediyor. İşçinin dostu, barışsever ve biraz da sosyalist. Her şeyini idealleri için feda eder. İyi bir şey bu. Yoksa yine hiçbir yere uyum sağlayamayan kadim, baş belası serserinin teki olurdu.
+Ya Dulcinea?
-O da değişti. Hayal bulutlarından indi. Mütevazı köyünden çıktı, şimdi Madrid’de yaşıyor. Modern Don Quijote’yle evlendi, ev hanımı oldu. Yemek pişiriyor, kavga ediyor, çocuk yapıyor. Adını da değiştirdi.
İnsanın kendinden genç biriyle konuşması ne hoştur; onun, kendi gençliğinde sevdiği şeylere gülüp onlarla alay ettiğini görmesi! Hayatın beni geride bırakmak istediğini, artık benimle ilgilenmediğini, başka gençlere sıçradığını ve başka siyah saçlara tutunduğunu görmek ne hoş! Ama yenilmiyor, geri kalmıyorum, çünkü onlara kızmıyorum. Karşılarında içimi de çekmiyorum. Onlarla birlikte gülüp ıslık çalıyorum.
Zaman parçalarını bir araya getirdim: Yüzyıllar boyunca bu topraklardan geçip kanlarını birbirine karıştıran bütün ırklar önümden bir daha geçiyor-akıl, zamanın çarkını tutuyor da onu bir hareketle çeviriyormuş gibi.
Ah, bir köyü, bir dağı, bir taşı ilk defa görmenin sevinci! Bütün toprakların üzerinde, insanın bir ağacı yetiştirmek, bir kulübe dikmek, bir kadınla evlenmek ve kulübesini çocukla doldurmak için gösterdiği amansız, inatçı çabasını görmenin verdiği heyecan!
Bir sırt: düz, kemikli, gururlu. Arkasında bir soğan örgüsü, bir gitar asılı. Başka bir sırt Bir tane daha Bir tane daha. Yıpranmış işçi gömlekleri, ter, şarap ve sarımsak kokusu içinde: İnsan kokusu bu.
Kapusen keşişi hırladı: “ Tüm dünya suya gömülecek, çünkü hepimiz günahkârız!”
Ölü bir güvercin gibi kıvrılıp omuzlarına düştü.
Azıcık ışığın yanması için, karanlık güçlerin yüzyıllarca çatışması gerek. Umudun yaratılması için umutsuzluğun, acının ve haksızlığın yüzyıllarca hakim olması gerek. Başka yolu yok bunun. İyilerle narin ruhlar, hiddet ve nefret içinde mücadeleyi bırakır. Hayatı onlar yaratacak olsa, kendi insancıllıklarının ve mantıklarının ölçüsüne göre biçerlerdi. Ama hayatı sert ve çelişken, kederden, sabırdan ve inattan ibaret ruhlar yaratır. Bunun için de hayat gözyaşının, terin ve toprağın acı kokusunu taşır.
Öyle anlar vardır ki, insanlara karşı duyduğu sevgi, insana eriyip yok olduğu hissini verecek kadar güçlüdür.
Köleler arasında doğan Tanrı, yeraltı mezarlarının içinde tarla faresi gibi gizlendi. Köleler zamanla güçlendiler, özgürleştiler, yeraltı tünellerini terk ettiler ve sarayları ele geçirdiler. Tanrı da onlarla beraber güçlendi, karanlık zindanlardan çıktı, saraylarda ve kulelerde tahtını kurdu. Şu kocaman kiliseler Tanrı’nın gücünü değil, insanın gücünü, inancını, kibrini gösterir.
Shakespeare’in trajedilerinde olduğu gibi insanlar öyle, nedensiz öldürülüyor. Hayat pamuk ipliğine bağlı ve bilinçsiz, kör kader bu ipliği kurcalayıp duruyor. İsimler birbirine benzediği için; söylenmemiş bir sözü söylediğini sandıkları için; başka birileri aynı elbiseyi giymiş oldukları için.
Savaşın bütün sırrı körkütük sarhoş olmaktır. O zaman korku ortadan kalkar. Ölüm ve hayat birbirine aynı görünür. İnsanı çok tatlı bir yok etme ve yok olma özlemi sarar: Artık var olmama özlemi.
İnsanın şeytanca aklı karşısında hayranlık, dehşet ve dayanılmaz bir üzüntü içindeydim.
İnsanın ruhu zalim, unutkan bir güce sahiptir.
Sanki kadın, geleceğin ölüsüne, aşk adı verilen en çetin sevinci borçlu da bu ezeli borcu esirgeyecek yüzü yokmuş gibi.
İspanya’nın (ve onunla beraber bütün insanlığın) geçmekte olduğu kritik anda, kendimi savaşın her iki tarafının da kılıç darbelerine maruz kaldığım bir noktada buldum. Çetin ve acı bir iç mücadeleden sonra, bu yeri hür irademle seçtim
Daha önce de seziyordum ama o gün yüreğim iyice silkindi, artık emindim: Hayat aşk ve ölümün ölümcül mücadelesidir; korku dolu, ümitsiz ve aslan yüreklileri çağıran bir Don Quijote serüvenidir.
Ağırbaşlı bir neşe, hüzünlü bir sükunet duydum. Korkunç bir dövüşten sonra içimde insanla hayat, insanla Tanrı, Tanrı’yla ölüm birleşmişti.
Büyük buluşmanın kansız ve huzurlu bir şekilde gerçekleşeceğini sanıyor herkes. Tanrı ve insanı cinayet değil de sevgi birleştirecekmiş gibi.
Muhakkak ki yüksek sanat zapt edilmiş ihtirastır; kaosun ortasındaki düzendir; neşeyle acıdaki sessizliktir.
Tehlike karşısında en yararlı şey, insanın korkmamasıdır. Güçlerini ancak böylelikle ayakta tutabilir ve yıpranmamak için daha sağlam imkanlarla güreşir.
Amacıma ağır ağır yaklaşıyordum. İspanya benim yüreğime cesaret sözcükleri fısıldamıştı. ( ) Beş duyum güç kazanıyordu. Yalnızdım ve özgürdüm. Nostalji ruhumu yıpratmıyor, tutkuyla kanım tükenmiyordu. Ne mutluydum ne de mutsuz. Bu kalıplaşmış sözlerden uzaktaydım; tüm mutlulukları ve mutsuzlukları içinde barındıran, onları aşan ve mistik, ihtişamlı bir senteze ulaşan anların içindeydim.

Tanrıya yaklaşmakta olduğumu o zaman anladım.

Alevini söndürmemek için yüreğime bir şey demedim. Zihnin sefil itirazlarının kirletmediği bir an boyunca inanmasına izin verdim. Bütün heyecanını duymak istedim.
Yüreğimi açacak olsalar, taş bir yolu umutsuz halde tırmanan bir tek adam bulurlar.
Bütün asaletini ve sıcaklığını, gururun nefse düşkünlükle birleşmesine borçludur.
İnsanın hapsedilmiş ruhu nasıl bir çıkış yolu buluyor da, bir özgürlük sözünü söylemek için her engeli aşıyor!
Bir şimşeğin çakışı kadar kısa ömründe zavallı insana dünyanın renklerinin, seslerinin, kokularının ve tatlarının keyfini çıkaracak kadar rahat vermeyen huzursuz ve korkunç ilahlardan kurtuldu yüreğim.
”Hür bir insan hiçbir şeyi ölümden daha az düşünmez ve onun bilgeliği ölüm hakkında değil, hayat hakkında derin bir düşüncedir. ”
Başıma dokundum; hiçliğin arasında yüzen Nuh’un Gemisi gibiydi, sanki içine kurtulmak için bütün hayvanlar, kuşlar ve tanrılar doluşmuş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir