William Chittick kitaplarından İslamın Vizyonu kitap alıntıları sizlerle…
İslamın Vizyonu Kitap Alıntıları
Tarihin anlamını tartışmak insan olmanın ne anlama geldiğini tartışmaktır.
Müslümanlar genel olarak hilâfet müessesesinin -toplumun siyasî yönetimi- birinci/yedinci yüzyılda Emevîlerle birlikte hanedanlığa dönüşür dönüşmez çöküşe geçtiğini kabul ederler. İlk dört halifeye geleneksel olarak el-hulefâü’r-râşidun, doğru ir şâdda bulunan halifeler veya belki de daha iyi bir çeviriyle, ah lâkî bütünlüğe sahip halifeler denir. İslâm’ın siyasî talihi Emevi ve Abbâsîlerle açıldı; ama hem toplum yöneticilerinin, hem de toplumun ahlâkî bütünlüğü gerilemeye yüz tuttu. Yüzyıllardır sayısız samimi dindar kişiler, İslâm’ın bu çöküşüne işaret etmiş ve ısrarla toplumun ıslaha ihtiyacı olduğunu anlatmışlardır. Yakın zamanlara kadar, İslâm’ın islâhı (reform), anlatmakta oldu ğumuz dünya görüşünü andıran bir çerçeve içinde tasavvur edilmekteydi.
Barış, uyum ve denge haber olmuyor.
Reformist İslâm, genellikle, İslâmî öğretilerin modern bilim ve teknoloji ile bağdaşabilecek boyutlarına başvurur. Bu, reformcuların rasyonaliteye ağırlık verdikleri, ve hayâl ve mükâşefenin değerini düşürmeye çalıştıkları anlamına gelmektedir. Bu grubun savunmacı bir niteliğe sahip eserleri, bunların İngilizce uyarlamaları on dokuzuncu yüzyılda Hindistan’da görünmeye başladı, ve bıkmadan, yorulmadan İslâm’ın ne kadar rasyonel, ne kadar bilime uygun, insancı ve uygarlaştırıcı olduğunu anlatmaya çalışan bir bakış açısıyla yazılmaya devam etti. Kısaca, bu kişilerin vermek istediği mesaj şu idi: Modern bilimin bütün programı Kur’ânî öğretilerin sadece mantıkî bir gelişmesidir. İnsanî değerler düzeyinde, Birleşmiş Milletler beratı olsa olsa Kur’ân ve Hadis’ten bir intihaldir. Müslümanlar, dış etkiler ve iç çöküntü yüzünden, Kur’ânî öğretilerin gerçek amacını göremez hale gelmişlerdir-yani, teknolojik ilerleme ve demokratik toplumu (yine, BM tarzında tanımlanmış)- ve sonuç olarak, Batı İslâmî doğumla kazanılan hak anlayışını almış ve onunla iş görmüştür. Şimdi İslâm’a düşen kendi mirasını geri istemektir. (Buradaki karikatürden biraz itham edilebiliriz, ama fazla değil.)
Bu şekilde düşünmenin açık sonucu, İslâm ülkelerindeki iktidar elitlerinin -ki bunlar çok çeşitli nedenlerle, Batı kalıpların da eğitim almış olan kimselerdir- Batı’ya yetişme peşinde koşmuş olmalarıdır. Hatta bugün bile, İslâmî devrimciler, bilim ve teknolojiye inancı yitirmemişlerdir: Onlar siyâsî iktidara sahip olmanın kitleler üzerinde teknolojik kontrole sahip olmayı gerektirdiğini çok iyi biliyorlar, ve teknolojik güçle ilgili iddialarını, Kur’ân ve Hadis’e müracaat da içinde olmak üzere, ellerindeki herhangi bir araçla haklı çıkarmaya çalışıyorlar.
Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında, İslâm ülkelerinde Batılı bir eğitim almış bir aydın sınıf ortaya çıkmaya başladı, ve giderek daha çok etki ve nüfuz sahibi oldu. Modern ideoloji ve varsayımlara aşina olan bu Müslümanlar, İslâm dünyasının durumu konusunda çok çeşitli tavırlar aldılar. Batı usûlü bir eğitim almış olanların çoğunun ilk tepkisi, Batılı güçlerin siyâsî hakimi yetleri karşısında muazzam bir aşağılık duygusu oldu; bu tahakküm, şüphesiz, teknolojinin gücünden kaynaklanıyordu. Müslümanlar sömürgeci güçlerin tahakkümünden kurtulmak istediler, ve modern eğitim almış sınıfa mümkün görünen tek yol, siyâsî güç kazanmak için modern bilim ve teknolojiyi öğrenmekten geçiyordu. Çok sayıda Müslüman, geleneksel İslâm’ın bu amacın önünde bir engel olmaktan başka bir şey olmadığı duygusuna kapıldı, ve bu yüzden bunlar iki temel yol benimsediler: Dini terk etmek, ve onu reforme etmek.
Kavramlaştırmak yorumlamaktır.
Tarihçiler kendileri için üst üste yığılmış yorum örtüleri altındaki gerçek olayı açığa çıkarmak gibi takdire şayan bir gaye belirlerler; ama bu bize onların sadece kendi yorumlarını takdim ettikleri anlamına gelir: Kavramlaştırmak yorumlamaktır.
Bir anlam bulduğumuzda, bunu, anlamlı olmanın ne olduğu konusunda önceden kabul edilmiş fikirlere dayanarak öyle yaparız; aksi halde birbiriyle bağlantısız bir malumât karmaşasıyla baş başa kalırız.
( )bizim kim olduğumuz çok karmaşık bir biçimde tecessümümüzle bağlantılı olduğu gibi, tecessümümüz de içinden çıkılmaz bir şekilde, yaptığımız şeyle bağlantılıdır.
Müslümanların çok büyük bir kesimi için, sevgi her zaman İslâm’ın can suyu olmuştur. Onların görüşüne göre, aşkın diriltici ruhu olmazsa -İslâm’ın üçüncü boyutu- din kurur, tamtakır hale gelir, ve biz de davranışa ilişkin ince ayrıntılar üzerindeki kısır çekişmelerle, veya iman konularıyla ilgi doğmatik çizgiyi gözetmeyen bir kimseye karşı dalaşma ve cedel boyutunu geçmeyen saldırılarla baş başa kalırız.
Güzel bir çevre insanlara nefsin kendi nitelikleri için model olarak iş görebilecek bir ahenk, denge, itidal ve neşe duygusu verir.
( )ve sevginin de zamana bağlı ya da gelip geçici olanla tatmin olması asla mümkün değildir
Kur’ânî mesaj, daha önce de gördüğümüz gibi, emirler, yasaklar ve teolojik bildirilerle sınırlı değildir. Aksine, onun asli mesajlarından biri insanların güzeli tanıması ve güzel olanı yapmasıdır. Bu sadece ahlâkî bir güzellik değil, aynı zamanda görsel ve işitsel de olan bir güzelliktir. Davranış güzel olmalı, yazı güzel olmalı, söz güzel olmalıdır.
İyi şiirin ritmik gücü, okuru fiilen onu sesli söylemeye ya da tilâvete zorlar. Olsa olsa sadece kendi dillerinin güzel olduğu duygusunu yitirmiş olan insanlar, klasik şiirleri tarafından harekete getirilmez.
İslâm’ın görsel sanatlarda tasvirci gelenekten uzak durması Hıristiyan, Hindu ve Budist medeniyetlerin sanat gelenekleriyle kesin bir tezat teşkil eder. Bu üç büyük medeniyet resim ve heykeltraşlıktaki beşerî sûret tasvirini büyük sanat formları olarak geliştirmişir. Bu üç geleneğin üçünde de, asıl dürtü Gerçek’i beşerî tecessümü içinde tasvir etmek olmuştur.
İslâmî sanat, ilâhî güzelliği insanlara o güzelliği bu dünyadan koparmak sûretiyle hatırlatır; yani, tasvirî sanatların temsile koyulduğu şeylerden kopararak.
Tevhid’i ifade etmek için, artistik formların -ki bunlar mahiyetleri gereği hayalîdir, dolayısıyla teşbih’le ilişkilidir-soyut, soğuk, uzak ve belirsiz niteliklerin temsilleriyle desteklenmeleri gerekir.
Gözlemcilerin çoğu İslâmî sanatın soyut mahiyette olduğuna işaret eder; yani, İslâmî sanat nesneleri değil, fakat daha çok fikirleri temsile yönelir.
İslâm sanatıyla ilk kez karşılaşan Batılıları çarpan şey, genel olarak naturalizm ve representasyonalizmin nisbî yokluğu, ve heykelciliğin hiç bulunmamasıdır.
İslam’da üç ana sanat, ritmik tilavet ve şiir, hat sanatı ve mimaridir.
Otobiyografi İslâmî edebiyatta nisbeten ender karşılaşılan bir türdür, ve mevcut çok az sayıdaki eser de, özellikle dinî kategorilere dayanmadan, yazarın dürtü ve niyetlerini nadiren tahlil eder.
İslâm insanların ne yapmaları gerektiğini söyler bize ve iman yaptıkları şeyi yapmanın niçin gerekli olduğu konusunda bir anlayış sağlar onlara; ama bu alanlardan hiçbiri insanın dürtü ve psikolojik niteliklerini onun eylem ve anlayışı ile uyumlu hale getirmenin nasıl mümkün olacağı konusuyla ilgilenmez. Bu konu, insanî nefsin ideal nitelikleri olarak ihsân ve ilgili kavramlar üzerinde yoğunlaşanların ilgi alanıdır.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
( )sûfî yazarlar şiiri çok iyi kullanmış ve ondan yararlanmışlardır. Arapça, Farsça, Türkçe ve diğer İslâmî dillerin en büyük şairlerinden birçoğu sûfî idi. Onlar şiirlerini Allah’ın her yerde hâzır olduğunu kutlamak için kullanmışlardır. Buna karşılık, tanınmış hiçbir fakih, filozof ya da mütekellim, hiçbir zaman birinci sınıf bir şair olmamıştır. Başlı başına bu durum, gerçekliğe ilişkin müşâhedelerini ifade etmede sûfîlerin başarısı konusunda çok şeyler söylemektedir; şiirin bütün İslâm dünyasında diğer edebiyat türlerine her zaman çok büyük bir fark atan en popüler edebî form olageldiğini hatırladığımızda, bunun ne kadar yerinde olduğu görülecektir.
Belli bir yazara ne gibi bir ünvan verilmesi gerektiğine karar vermek zaman zaman güç olmaktadır: O bir sûfî mi, yoksa mütekellim mi, veya bir filozof mu, ya da her üçü birden mi?
Gazâlî bu tasnif güçlüğü çekme konusunda iyi bir örnektir. Yazılarının birçoğunda, o Eş’arî kelâmının bir üstadı olarak görünür, başka yazılarında kelâm’a karşı kıyasıya eleştirici kesilir, ve daha başka bazılarında ise tamamen sûfî bir tavır takınır. O aynı zamanda felsefede de iyi yetişmiş biridir, ve Latin Batı onu filozof Algazel olarak tanımıştır.
Mütekellimûn ile filozofların paylaştıkları şey, aklın rolünün takdiri idi. Kuramsal olarak, çoğu kelâmcı vahyi aklın üstüne koydu; ama uygulamada, onların birçoğu Kur’ân’ın rasyonel araştırmanın yasalarına teslim edilmesi konusunda ısrar ettiler. Ama filozoflar, hem teoride, hem de uygulamada, aklı değerlerin en üstüne yerleştirdiler.
Hayale yaslanan anlama en açık bir biçimde şiir, müzik ve genel olarak sanatta kendini gösterir. Bizim farklılık gördüğümüz yerde, sanatçılar ve şairler bağlantılar ve benzerlikler görürler.
İnsanî davranış düzeyinde, bilginin bu bölük pörçük hale gelmesi, toplumda insanların birbiriyle çelişen gayeler uğrunda çalışmalarını intac eder. Toplumsal doku dağılmaya yüz tutar, ve gittikçe daha çok sayıda alt gruplar ortaya çıkmaya başlar. Her bir grup, kendi birliğini koruyabilmek için daha da dar idealleri seçmek durumunda kalır.
Eskiden küçük olarak düşünülen bilgi alanları, bizzat daha küçük parçalara ayrılmakta ve tutarlılığı kaybetmektedir. Bilimsel ve akademik düzeyde, bu durum uzmanlık alanlarının sayısının durmadan artmasına yolaçmaktadır. Her bir disiplin kendi uzmanlık alanını oluşturmakta, ama farklı alanlardaki uzmanlar büsbütün farklı bir dil kullanmakta ve birbiriyle iletişim kurmayı imkânsız görmektedirler.
Tüm bu biriktirilmiş ve biriktirilmekte olan bilimsel enformasyonun birbiriyle nasıl bir bağlantı içinde olduğunu muhtemelen kimse görememektedir.
Tanrı’nın uzaklığı üzerinde münhasıran ısrarlı olmak, Tanrı’ya dayanarak düşünmenin imkânsız olduğu bir noktaya götürür; ancak, bir Tanrı -mutlak merkez, Bir, Gerçek- kavramı olmazsa, evrenin nasıl birlik ve bütünlük oluşturduğunu görmenin de hiçbir yolu kalmaz. Sonuç, insanın düşünce ve davranışlarının giderek darmadağın ve uyumsuz bir durum alması olur.
Akıl, nitelikleri, kendilerinde zahir oldukları şeylerden soyutlar ve, teolojik durumda, onları çok uzaklardaki Tanrı’ya atfeder (places). Bunun su katılmamış sonucu ayrılık, farklılık, uzaklık ve tenzîh’tir.
İslâm felsefesi, Kelâm’la aynı doğrultuda gelişti. Her iki yaklaşım da terminolojilerinin epeyce bir kısmı, ve rasyonel araştırmaya verdikleri önemli rol konusunda Yunan mirasına borçludur. Fakat Kelâmcılar şeref payesini Kur’ân’a ve İslâm itikadına ilişkin kendi anlayışlarına verdikleri halde, filozoflar bu payeyi akla ve Yunan entelektüel mirasına verirler.
Sözgelimi, erkeklerle kadınlar arasındaki farklılıklar yalnız yeniden üretici biyoloji (reproductive biology)’ye mi aittir, yoksa bunlar entelektüel yetenekleri de içine alıyor mu? Veya, başka bir alanda, cinsel yönelim doğuştan mı, yoksa toplumsal olarak mı inşa edilir? Birçok insan şu veya bu tutuma ikna olmuş durumdadır; ve inandıkları doğrultuda ateşli birer savunmacı kesilmeleri teolojik tutkuların modern entelektüellere yabancı olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Aslında, insanî varoluşla ilgili temel konular hakkında, pratik içerim ve uzantıları bulunmayan hükümler ortaya koymak mümkün değildir. Bugün bu durum bin yıl önce olduğundan hiç de daha az doğru değildir; ama insanlar, çağdaş kanıtların daha önceki teolojik kavgalar gibi ve aynı çizgide devam ettiğinin genellikle farkında değiller.
Kelâm’ın her türlü cevabı sağladığını söylemek istemiyoruz; tam tersine. Eğer o her sorunun cevabını vermiş olsaydı, İslâm nazarî tasavvuf ve felsefenin gelişmesine tanık olmazdı. Bununla birlikte, Kelâm, çok büyük sayıda insan için cevap ortaya koymuş ve, Kelâm’ın sağladığı bu rasyonel destekten dolayı, onlar kendilerini Allah’a ve Kur’ân’a bütünüyle teslim edebilmişlerdir; başka türlü söyleyecek olursak, imanları muhkem hale getirilmiştir.
Hz. Peygamber buyurucu ve hükmedici bir tarzda (with authority), ama aynı zamanda da tevazu, iz’an ve ihtiramla konuşur. Onun sözleri Kur’ân’ın âyetlerinden çok daha açıklayıcı/açımlayıcı bir özelliktedir. Hz. Peygamber ayrıntılara girmeye yönelir, ve zıtlıkları açık bir şekilde ortaya koymak için aynı cümleleri ya da aynı yapıları tekrar etmekten zevk alır. Hz. Peygamber’in sözleri somut ve gerçekçi, duyulara hitap eden bir özelliğe sahiptir. O, günlük dilde kullanılan kelimeler dışında herhangi bir söz veya deyiş kullanmaz.
İnsan, Kur’ân ve Hadis’in üslûblarına bir kez aşinalık kazanınca, bunları birbirine karıştırmak imkânsız hale gelir.
Unutmayalım ki Hıristiyanlık, Yunan felsefesinin en önde gelen entelektüel bir güç olduğu bir bölgede doğup gelişmişti. Ta ilk günden itibaren, Hıristiyanlar Grek filozoflarına ait fikirlerin birçoğuna karşı tartışmacı bir tavır takınmışlardı; ancak, felsefeyi tartışmak için, ister istemez felsefenin aletlerini kullanmak durumunda kaldılar. Yüzyıllardır felsefi konuları tartışmakta olan insanlarla konuşmak için, Hıristiyanlar mantıkî ve felsefî kavga ve çekişmelerin zorunlu olarak bütün inceliklerini öğrendiler.
Kelâmın İslâm medeniyetinde önemli bir rol oynadığı doğrudur; ancak, bu terimin İngilizceye genellikle theology şeklinde tercüme edilmesi olgusu, bizi, Kelâm’ın İslâm’daki rolünün, teolojinin Hıristiyanlıktaki rolüne benzediği kanaatine götürmemelidir. İslâm için en başta önem arz eden şey Kelâm değil, Şerîat’tır. Günlük ibadetlerini aksatmayan alabildiğine büyük bir çoğunluk, Kelâm’la ilgili olarak hiçbir şey bilmez; buna karşılık, bunların hepsinin Şerîat’a belli derecede bir aşinalıkları vardır. İnsan Kelâm olmadan da iyi bir Müslüman olabilir; ama Şerîat olmadan herhangi türden bir Müslüman olmak mümkün değildir.
Dikkat çekici bir şekilde, Kur’ân’ın cennete atıfta bulunmak için kullandığı en yaygın kelime bahçe’dir, ve Kur’ân mütercimlerinin çoğu bu kelimeyi cennet diye çevirir. Zaten, İngilizce paradise kelimesi de, bahçe anlamında, eski Farsçadan gelme bir kelimedir.
Ey gül, niçin gülmeyesin? Kurtuldun ayrılıktan! Ey bulut, niçin ağlamayasın? Ayrıldın dosttan!
Ey gül, güzelleştir çimenliği ve gül, çünkü hep görmek için
Aylardır gizlenmek durumunda kaldın dikenler arasında.
Hiç kimse yarın hayatta olacağına kesin gözüyle bakamaz.
Sağlığımızın yerinde olduğu anlarda dahi, hayat zayıf ve güvenilmezdir.
İnsan hayatı gayr-i safi ve karışımlı bir hayattır; öyle ki, hastalık ya da zihnî kaygılar sırasında, ölümden bile kötü gelebilir.
( )genel bir kural olarak, insanların aşırı derecede bencil ve bugünden sonrasını düşünme konusunda vurdumduymaz olmalarıdır. Onlara, uzun vadede kârlı çıkacakları ne kadar söylenirse söylensin, hiç önemli değildir; onlar şu anda sahip olduklarından fedakârlık etmeye hazır değildirler.
Tabiatı, insanlık tarihinde görülmemiş ölçüde tehlikeli bir harabeye çevirmeye alışmış olan bazılarımız, ilerideki torunlarımızın hatırı için çok değerli hayat tarzımızdan hiçbir şeyde fedakârlık etmeye hazır değiliz.
Bilim adamları, kirlenmenin gezegenimizi tahrip ettiği konusunda istedikleri kadar uyarıda bulunabilirler; ama çoğu kimse bunu başka birilerinin sorunu olarak görür.
O günün Arapları hafızalarına öylesine güveniyorlar ve önemli gördükleri her şeyi ezberlemeye öylesine alışmışlardı ki onların çoğu metni kâğıda geçirmeyi akıllarından bile geçirmedi. Hz. Peygamber’in ölümünden sonra henüz birkaç yıl bile geçmeden, İslâm’ın çevresi öyle hızlı bir şekilde değişiyordu ki insanlar metnin bir kısmının kayıp ya da tahrif olabileceği endişesine kapıldılar. Bu bakımdan, ümmetin önderi, yazılı nüshaların düzene sokulmasını emretti ve resmî bir metin olarak hizmet görmesi için çeşitli yerlere gönderdi.
İki İranlı alim dini tartışıyorlar. Biri ötekine, Son tahlilde, der, cennete kim gidecek? Mizahî yönüyle çok iyi tanınan bir şair olan öteki, Bak, der, bu çok basit. İslâm’dan başka tüm dinler bâtıldır; dolayısıyla onları düşünmemize gerek yok. Geriye İslâm kalıyor. Ama Müslümanların da bir kısmı Şîî, bir kısmı Sünni’dir, ve hepimiz biliyoruz ki Sünnîler doğru yoldan ayrılmışlar, dolayısıyla cehenneme atılacaklardır. Geriye Şiiler kalıyor. Ancak, Şiiler arasında da sıradan insanlar ve ulemâ var. Herkes biliyor ki sıradan insanlar Allah ve din konusunda umursamaz bir tutum içindedir, dolayısıyla cehennemde yanacaklardır. Geriye ulemâ kalıyor. Ama. ulema da sıradan insanlara üstünlük taslamak için ulemâ olmuştur. Geriye ikimiz kalıyoruz; ancak, senin hakkında emin değilim.
Bu tür bir akıl yürütme tanıdık gelmiyor mu? Çağdaşlarımızdan birçoğunun, bunlar ister Müslüman, ister Hıristiyan, Yahudi, alim, bilim adamı, siyasetçi veya başka birileri olsun, böyle düşündüklerini söylemek belki de çılgınca bir yanlış değil.
İslâm’ın -başta Yahudilik ve Hıristiyanlık olmak üzere- öteki dinlere ilişkin görüşünü özet halinde vermek için şunları söyleyebiliriz: Birçok Müslüman, Kur’ân’ı okumalarında öteki dinleri eleştiren kısımlara vurgu yapmayı ve öteki dinleri öven âyetleri göz ardı etmeyi veya te’vil etmeyi tercih ederler. Kur’ân’daki belli bazı âyetlerin dinî dışlayıcılık lehinde güçlü bir durum ortaya koyduğunu inkâr etmek mümkün değildir. Ancak, çok sayıda âyet de, öteki dinlere karşı açıklık lehinde çok geniş bir yer ayırr. Müslümanların bu konuda takındıkları tavır, büyük ölçüde Allah’ın hakikatine ilişkin anlayışlarına dayanır. Allah’ın rahmetinin gazabını aştığını ve O’nun hidayeti peşinde olmaya çalışan herkesi kuşattığını düşünenler için Allah’ın bütün dinlerdeki hi dayetini görmek kolaydır. Buna karşılık, Allah’ın emirler yağdıran ve bunlara -hiç sorgu sual etmeden- uyulmasını bekleyen cebbâr ve biraz intikamcı bir melik olduğu görüşünde olanlar, kurtulmuşlara yalnız kendilerinin (kendi dinî cemaatlerinin, siyâsî partilerinin) dahil olduğunu düşünmekte çok daha rahat olabilirler.
Dışlayıcı hakikat iddialarına karşı bazan en iyi yaklaşım sadece gülüp geçmek ve İşi Allah’a havale emektir.
Kur’ân, İncil’i çoğul olarak değil, tekil olarak zikreder. O, tekrar tekrar, tıpkı Hz. Muhammed’e Kur’an verildiği gibi, Allah’ın Rasûlü İsâ’ya da mesajı olarak İncil verildiğini ifade eder. Bu bakımdan, Müslümanlar dört tane İncil olduğunu işitir işitmez hemen kuşkuya kapılırlar. İnsanî ve kutsal metinlere ait unsurların rolleri konusundaki bu bakış açısı farklılığı, Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında sonu gelmez yanlış anlamalara yolaçar.
Doğrudan doğruya Kur’ân’ın metnine dayanarak, ne İslâm’ın hakikat konusunda hususi haklari haiz bulunduğunu iddia edebiliriz, ne de öteki dinlerin birtakım değişiklikler yapılmadan geçerli olduğunu. Tam tersine, tüm peygamberler Allah’tan olan hakikatle gelmişlerdir; ama onların takipçileri peygamberlerin getirdiği öğretileri her zaman gözetmemişlerdir. Bu bakımdan, Kur’ân, ilk dönem İslâm toplumunun temas halinde olduğu iki dinin, yani Yahudilik ve Hıristiyanlığın müntesiblerini sık sık eleştirir. O, çok sayıda Yahudi ve Hıristiyanın, Allah’ın onlara gönderdiği mesaja uygun bir hayat yaşamadıklarıni iddia eder; ki bu husus tarih boyunca Yahudi ve Hıristiyan reformcular tarafından sürekli üzerinde durulan bir konu olmuştur.
Kusurlar ötekilere ait olmalıdır, dolayısıyla sorun ne olursa olsun, kabahat hasım tarafa yıkılmalıdır. Bu tutum, bütün dünyada yaygındır.
( ) genel olarak söyleyecek olursak, siyasî tutumlar dinî terimlerle ortaya konur, dolayısıyla öteki ülkelerin siyasetlerine muhalefet öteki dinlerin eleştirisi formuna bürünebilir.
Her rasûlün, gönderildiği topluma özgü, ve ayrıntıda öteki mesajlardan farklı olan bir mesajla geldiği düşüncesi İslâmî şuura kök salmış bir durumdadır, ve bu, İslâmî metinlerde âdet olarak büyük rasullere verilen ünvanlarda da yansıtılır. Her bir ünvan, rasûlün, onu öteki rasullerden ayırt eden özel vasfına delâlet eder.
Çok sayıda büyük Müslüman âlim, Allah’ın Âdem’i yarattığı iki elinin, tüm ilâhî sıfatların sûretinde yaratılmış olan insanların var edilmesinde işe karışmış olan iki tür temel ilâhî sıfata işaret ettiğini ileri sürmüşlerdir. Bu iki tür sıfat ise, şüphesiz, cemâl ve celâl veya rahmet ve gazab ya da teşbîh ve tenzîh isimleridir.
Hidayetin Allah’a atfedilmesi köklü problemler ortaya çıkarır. Geleneksel İslâmi öğretimde, bu problemler normal olarak çetin ancak çok ileri düzeydeki bilgi araştırıcılarına bırakılır. İnsanların çoğu, iyi ve merhametli olduğu söylenen bir Tanrı’nın nasıl olup da insanları dalâlete düşürebileceğini anlamakta güçlüklerle karşılaşırlar( )Hidayet ve dalâlet meselesiyle bağlantısı bulunan konuları önyargısız bir şekilde anlamak için, Allah’ı, salt kendi doğru-yanlış ölçütlerimizle değerlendirme yoluna giden alışılmış eğilimleri bir kenara bırakmakta yarar vardır; ki bunlar normal olarak zamanın ruhuyla tanımlanan ölçütlerdir.İnsanların Allah hakkındaki fikirlerine ilişkin temel İslâmî görüş sade bir şekilde şöyle ifad edilebilir: Biz Allah’ı kendi ışığımızla değerlendiremeyiz; zira Allah kendi münezzehliği ve bambaşkalığı içinde bizim anlama kabiliyetlerimizin sonsuzca ötesindedir. Bunun yerine, bi zim, Allah’ın kıstaslarıyla değerlendirilmek durumunda olduğumuzu kabul etmemiz gerekir; çünkü O bütün âlemin Yaratan’ı ve Rabbidir. Müslümanlara göre, Allah’ın insanlar için koyduğu kıstaslar önce Kur’ân’da, sonra da Hadis’te bulunur.
Bununla birlikte, Allah’ın münezzehliğinin tam olarak anlamayı engellediğini ifade etmekle esrarengizliğe sığınmıyoruz, ve sadece Müslümanların sorgulamadan kabul etmeleri gerektiğini söylüyoruz. Anlama peşinde olmak güzel bir şeydir; yeter ki kendi sınırlarınızı bilin, ve yeter ki cevap için doğru kaynaklara gidin. Evlere kapılarından girin (2:189)
Eğer hakikatin bilincinde olma yoluyla gelen hayatı kazanmamışlarsa, cehalet ölümü içinde kalacaklardır.
Eğer âhenk ve itidalden türeyen serinletici ve yatıştırıcı barışı kazanmamışlarsa, dengesizlik ve eşitsizlikten türeyen yakıcı çözülmenin içine düşeceklerdir.
Herkes kendinden sorumludur. Ne Allah, ne peygamberler, ve ne de başka bir kimse onların eylemleri için sorumluluk yüklenir.( )Her ne kadar insanın özgür seçimi çok gerçek ve insanlar için nihaî bir önemi haiz olsa da, son tahlil de, her bir bireye neyin takdir edildiğini belirleyen Hakk’ın bizzat kendisidir.
O’nun, kendilerinin çok önemli olduklarını sanan bu toz zerrelerine hiç ihtiyacı yoktur.
Kur’ân, dalâleti açıkça bizzat Allah’a atfeder. Sadece beş âyette dalâleti doğrudan doğruya Şeytan’a atfeder; ama otuzdan fazla âyette saptırma fiilinin öznesi olarak Allah’ı gösterir.( )Dalâletin bu şekilde Allah’a atfedilmesini yorumlama konusunda, Allah açısından neyin uygun, neyin uygun olmadığına ilişkin fikirlerini korumak için, Müslüman mütekellimler sürekli sıkıntı içinde olagelmişlerdir. Açıkça, onlar insanların şüpheleri karşısında Allah’ın savunulması gerektiği hissi içindeydiler, veya belki de Allah’ın tam da söylediği şeyi kasdetmediği duygusunu taşıyorlardı; zira O’nun sözleri kendi ahlâk anlayışlarına ters düşüyordu. Ama klasik döneme ait çok sayıda düşünür, Kur’ân’ın söylediğini olduğu gibi kabul etmekte hiçbir sıkıntı hissetmemişlerdir. Hatta onlar Dalâlete Düşüren (el-Mudill)’in Hidayete Erdiren (el-Hâdî) gibi, Allah’ın bir ismi olduğu sonucunu bile çıkarmışlardır. Şüphesiz bu konu hassas kelâmî meseleler ortaya çıkarmaktadır( )
Kur’an’ın Şeytan’a, Allah’ın düşmanı olduğunu ima etmekle birlikte -zira kâfirlere Allah’ın düşmanları’ der- asla Allah’ın düşmanı olarak atıfta bu lunmamış olması oldukça anlamlıdır. Ama Kur’ân, Şeytan’a, kolaylıkla Allah’ın düşmanı diyebilirdi; zira Kur’ân ona sık sık ‘insanların düşmanı’ der. Bu durum, Kur’ân’ın, daha önce tartıştığı mız bir hususa işaret etmekte olduğunu akla getirmektedir. Her ne kadar İblis Allah’a itaatsizlik etmiş olsa da, iyi ile kötü arasındaki seçimi mümkün hale getirmek sûretiyle o hâlâ Allah’ın işini yapmaktadır.
Gerçi görüşler değişik olsa da, genellikle aşağıdaki ayırımlar yapılmaktadır: Allah tarafından mesaj almak için seçilmiş olan herkes nebîdir. Peygamberler arasında nisbeten küçük bir sayı din kurmak için seçilmiştir, ki işte bunlara rasûl denir. Rasûllerin, mesajları sözlü ya da yazılı metinler halinde korunmak üze re yeteri kadar ayrıntılı olan nebîler olduğu da söylenmiştir. Nebiler rasuller tarafından kurulmuş olan dinleri yorumlayarak biraz değiştirirler (modify) veya yeni bir şekil verirler (reform), ya da onların kutsal metinlerinin anlamını açıklarlar. Sözgelimi, Hz. İbrahim bir rasûl olduğu halde, Hz. İshâk, İsmail, Ya’kûb ve Yusuf rasûl değil, nebî idiler. İlk nebî ve rasûl Hz. Âdem’di, sonun cusu ise Hz. Muhammed’dir. İleride göreceğimiz gibi, ilk peygamberle son peygamber arasındaki ayniyet İslâmî görüş açısın dan son derece önemlidir.
Kur’ân sık sık insanların iyi ve kötü hakkındaki yargılarında yanılmış olabileceklerine işaret eder.
İmtihan sadece kötülük, elem ve acı çekmeyi içermez. Nimetler ve zevkler de imtihandır.
Özgürlük madalyonunun öteki yüzü pekâlâ bir kölelik olabilir. Sizin için iyi olan bir başkası için kötü olabilir. Sizin özgürlüğünüz bir başkasının köleliği olabilir, veya hatta sizin kendi köleliğiniz bile olabilir. İyi vakit geçirmek için özgürlüğü arzu ederken, iş talebi uğruna kendilerini köle kılan insanlara bakalım.
Modern toplumda biz özgürlük hakkında oldukça fazla düşünürüz ve onu hayatta değerli bir gaye olarak görürüz. Şüphesiz iki temel özgürlük tarzı vardır: Bir şeyden özgür olmak ve bir şey için özgür olmak.” Biz baskılardan özgür olmak isteriz, ve konuşmak ve hoşumuza giden şeyler için özgür olmak isteriz. İnsanî iş ve ilişkilerde, bu iki tür özgürlük sık sık birbiriyle çelişir. Mesela, biz bir tüketim maddeleri zenginliği neşesi için özgürlük kazanırken, dünyanın sömürü ve ekolojik tahribatın sonuçlarından acı çekecek olan öteki parçalarındaki insanlar için korkunç bir baskı ortaya çıkarabiliriz.
Her hâlükarda, insanî özgürlüğün, herkesin kabul ve teslim edeceği gibi, devâsâ sınırlamaları vardır. İnsanlar kendi doğum yerlerini, ebeveynlerini, ırklarını, kültürlerini, ana dillerini, temel fiziksel özelliklerini vs. seçemezler. Tüm bunlar verilir. Fakat bu verilenler bağlamında seçimler bâki kalır. Bu seçimlerin gerçek olduğu yere kadar insanlar özgürdür.
Özgür irade ve önceden takdir konusunda bir hususa daha işaret etmek gerekiyor: İnsanlar, Allah’a mutlak güç atfetme konusunda söz konusu olan çelişkileri eleştirirken, onların niyetlerinin ne olduğunu akılda tutmak önem arzetmektedir; başka bir ifade ile, insanların niçin itiraz ettiklerini sormak zorundayız. Niyet genellikle, basit bir biçimde, Tanrı ya da nebevî hidayet fikrinin herhangi bir anlamı olduğunu düşünmenin aptalca veya sadedil bir tutum olduğuna insanları ikna etmektir.
Modern bir jargon kullanacak olursak, insanlar önceden takdir fikrine karşı tepki gösterirlerken, genellikle şüphe hermenötiği tarafından motive edilmektedirler. Karşı çıkanlar en kötü olanı varsaymaktadırlar. Onlara göre, gerçek konu güçtür. Onlar, gerçekte olan şeyin, belli bazı kimselerin kendi güçlerini korumak ve başkalarını kendilerine bağımlı kılmak için dinî öğretileri manipule etmeleri olduğunu düşünmektedirler.
Peki, biz özgür müyüz? Cevap, Evet ve hayır dır.