İçeriğe geç

İslam’ın Krizi Kitap Alıntıları – Bernard Lewis

Bernard Lewis kitaplarından İslam’ın Krizi kitap alıntıları sizlerle…

İslam’ın Krizi Kitap Alıntıları

Neyin yanlış olduğuna ilişkin yeni bir açıklamaya ve yanlışı doğru yapmak için yeni bir stratejiye acil ve artan bir ihtiyaç vardı. İkisi de dinsel duygu ve kimlikte bulundu.
İslam’ın ilk dört halifesinden üçü öldürüldü; İkincisi cinnet geçiren bir Hıristiyan köle tarafından, üçüncü ve dördüncüsü ise kendilerini Allah’ın emrini yerine getiren infazcılar olarak gören sofu Müslüman asiler tarafından öldürülmüştür.
Ayetullah Humeyni’nin 14 Şubat 1989 yılında Şeytan Ayetleri adlı romanı nedeniyle Salman Rüşdi aleyhine verdiği meşhur fetvasında dünyanın azimkar tüm Müslümanları. İslam’a, Peygamberine ve Kuran’a karşı tasarlanmış, basılmış ve dağıtılmış bu kitabın yazarının ve ayrıca içeriğini bilerek onu yayımlayanların kanı helaldir. Bütün azimkar Müslümanları onları cezalandırmaya çağırıyorum, ki kimse bir daha İslam’ın kutsallarına küfür edemesin. Bu yolda ölen herkes cennetliktir. demiştir.
Genel olarak söyleyecek olursak Müslüman fundamentalistler günümüzde Müslüman dünyasının sorunlarının yetersiz modernleşme değil, onlara göre sahici îslami değerlere bir ihanet olan aşırı modernleşmeden kaynaklandığını düşünenlerdir.
Vahabiler, güçlerinin yettiği her yerde inançlarını tam bir şiddet ve acımasızlıkla hayata geçirdiler; türbeleri tahrip ettiler, putperestlik dedikleri her şeyi ve kutsal yerleri dağıttılar ve kendi koydukları îslami arılık ve sahicilik standartlarını karşılamayı başaramayan çok sayıda insanı, kadın çocuk demeden öldürdüler.
Vahabiler kuşkusuz, Sünni olsun Şii olsun, kendilerininki dışında, her türlü İslam mezhebi ya da tarikatine şiddetle karşıydılar.
Arap entelektüellerinden oluşan bir komitenin hazırlayıp Birleşmiş Milletler bünyesinde sunduğu 2002 yılı Arap insani Gelişme Düzeyi raporu da çarpıcı zıtlıkları ortaya çıkarıyor. Arap dünyası yılda 330 kitap çeviriyor, bu sayı Yunanistan’ın üçte biri kadardır.
Kitap satışları çok daha vahim bir tabloyu gösterir. Yirmi yedi ülkeyi kapsayan, ABD’yle başlayıp Vietnam’la sona eren listede tek bir Müslüman ülke yoktur.
her şey sadece görünüşten ibaret değil.
çoğu Müslüman ülkede din büyük bir politik faktördür; ve iç politikada bölgesel ve uluslararası meselelerde olduğundan daha önemlidir.
Ayetullah Humeyni bir keresinde İslam politik değilse, hiçbir şey değildir diyordu.
Avrupali tarihçilerin antik medeniyetin (Yunan ve Roma) çöküşüyle modern medeniyetin (Rönesans) yükselişi arasındaki bir karanlık çağ olarak gördükleri bu dönemde, İslam büyük ve güçlü krallıklarıyla, zengin ve çeşitli endüstri ve ticaretiyle, orijinal ve yaratıcı bilim ve yazınıyla dünyanın önde giden medeniyetiydi.
Suudi devleti, Usame bin Ladin ve yandaşları tarafından kabul edilen İslam hukuku anlayışına göre, Müslüman olmayan birinin kutsal toprağa ayak basması bile büyük bir suçtur.
Türk denen halkın yaşadığı ve Türkçe denen bir dilin konuşulduğu ülkeyi anlatan Türkiye adı ülkeleri etnik adlarla belirleyen bildiğimiz Avrupalı tarzına uygun görünmektedir. Ancak orta çağlardan beri Avrupa’da kullanılmakta olan bu ad 1923’te Cumhuriyet’in ilanına kadar Türkiye’de kabul görmemiştir.
Eğer fundamentalistlerin hesabı doğru çıkar ve savaşlarını kazanırlarsa, dünyayı, özellikle de İslam’ı benimseyen parçalarını, karanlık bir gelecek bekliyor demektir.
Birçok Arap ve Müslüman Dünya Ticaret Merkezi’ne karşı yapılan saldırı karşısında şaşkınlık yaşamış ve acımasızlığın, zalimliğin boyutlarından dehşete düşmüştür; bu insanlar aynı zamanda bunun onlar adına ve inançları adına yapılmış olmasından dolayı da utanç ve öfke duymuştur. Tamamı değilse bile Müslümanların çoğunun tepkisi buydu.
Bütün bunların anlamı şuydu: Bu insanlar demokratik bir toplum kurmaktan acizdir ve insani değerlerle ilgilenmedikleri gibi, kapasiteleri de yoktur. Onlar her halükarda kokuşmuş despotlar tarafından yönetilecektir .
Demokrasilerin kurulması çok zor olduğu gibi yıkılması da çok zordur.
Kuran’daki Şeytan ne emperyalist ne de sömürücüdür; O bir ayartıcı, insanların kalplerine kötülük aşılayan bir yoldan çıkarıcıdır.
Ateist, materyalist anlayışın arkasında bir Yahudi [Marx]; hayvani cinsellik
anlayışının arkasında bir Yahudi [Freud]; ailenin yıkılması ve toplumdaki kutsal bağların çözülmesi arkasında bir Yahudi [Durkheim] vardır.
Yirminci yüzyıl başlarında, Türkiye ve İran ve o tarihte işgal etmeye değmeyen Afganistan gibi bazı uzak ülkeler istikrarsız bağımsızlıklarını korumakla birlikte, neredeyse tüm İslam dünyası Avrupalı Britanya, Fransa, Rusya ve Hollanda imparatorlukları tarafından ilhak edilmişti.
Emperyalizm Ortadoğulular için önemli bir meseledir ve Batı karşısında yürütülen İslamcı bir davadır. Onlar için emperyalizm sözcüğü özel bir anlam taşır.
Bir mürtet ya da hain, Müslüman’ın gözünde, kafirden çok daha kötüdür. Kafir henüz nuru görmemiştir ve her zaman sonunda görme umudu vardır.
İslam’ın Krizi sözcüğü tanık anlamına gelen Yunanca martys’ten gelir ve Musevi-Hıristiyan kullanımda inancını inkâr etmektense işkenceye ve ölüme hazır olmayı anlatır.
Çoğu Hıristiyan ülkenin artık Hıristiyan olmamasına karşılık, çoğu Müslüman ülke hâlâ köklü bir biçimde Müslüman’dır.
Hz. Muhammed hayattayken muzaffer olmuş ve bir muktedir ve bir fatih olarak ölmüştü.
Zaten terörizm için çok insana gerek yoktur.
Kur’an savaştan olduğu kadar barıştan da bahseder.
Yabancı müdahale ekonomik olarak kaldığı ve ödüller her türlü sıkıntıyı dağıtmaya fazlasıyla yettiği sürece, yabancı mevcudiyetine katlanılabilirdi. Ama yakın tarihte işin rengi değişti. Petrol fiyatlarının düşmesi ve nüfusun ve giderlerin artışıyla, ödül artık yetmiyor; sıkıntılar giderek fazlalaşıyor ve yüksek sesle dile getiriliyor. Müdahale de ekonomik faaliyetlerle sınırlı olmaktan çıktı.
Ortadoğuluların tarih bilinci okullarda hocalar ve medya tarafından beslenmektedir ve her ne kadar yanlı ve tutarsız olursa olsun -ki aslında genelde öyledir- canlıdır ve güçlü bir uyum sergilemektedir.
Gerçekten de, Hz. Ömer’in Araplara soyunuzu bilin ve kendilerine kim oldukları sorulduğunda, ‘ben şu yerdenim’ diye yanıt veren köylüler gibi olmayın dediği söylenir.
Batı dünyasının Ortadoğu ve İslam konularında önde gelen düşünürlerinden olan Bernard Lewis eleştiri oklarını Batı’ya yöneltmekten de geri durmuyor ve Türkiye’ye bu krizden çıkışta önemli bir misyon biçiyor.
Savaşlar -İkinci Dünya Savaşı ve ardından Soğuk Savaş- sürdükçe ve Batı’da Amerika’nın liderliği belirginlik kazandıkça, Amerika’nın payına da daha çok nefret düşüyordu.
birincisi, Amerikalılar Ortadoğu ülkelerinde kukla yönetimler kurmak ya da olanları sağlamlaştırmak için hem kuvvet kullanmaya hem de komplolar tezgahlamaya istekliydi; İkincisi de, bu kuklalar kendi halklarının ciddi saldırılarına maruz kaldığında Amerikalılar arkalarında durmuyor, onları hemen terk ediyordu. Birincisi nefret, İkincisi de küçümseme duygusu uyandırdı; bu tehlikeli bir bileşimdi
Amerika’da kiliseler, diyordu, müşteri kapmak ya da daha fazla adını duyurmak için birbiriyle yarışan ve müşteri ya da izleyici çekmek için mağaza ve tiyatrolarla aynı yöntemleri kullanan işyerleri gibi çalışıyordu.
Kuran’daki Şeytan ne emperyalist ne de sömürücüdür; O bir ayartıcı, insanların kalplerine kötülük aşılayan bir yoldan çıkarıcıdır
İslam’ın temel metinlerinden hiçbiri terörizme ya da cinayete onay vermez. Hiçbir metin -benim bildiğim kadarıyla- savaşla ilgisiz kişilerin rastgele katliamını konu bile etmez.
.Bu Müslümanların öğrenmesi gereken ikinci acı dersti: Bir Batılı güç gelebilir, işgal edebilir ve istediği gibi yönetebilirdi, üstüne üstlük onu da ancak bir başka Batılı güç kovabilirdi.
Kölecilik Suudi Arabistan’da ancak 1962’de kaldırılabildi ve kadınların esareti bu ülkede olduğu gibi devam ediyor.
Hıristiyanlık ve İslam dinsel olarak belirlenmiş iki medeniyettir ve bu medeniyetler farkları yüzünden değil, benzerlikleri yüzünden çatışmaya girmiştir.
Ama Kilise den bahseder gibi Cami den bahsedemezsiniz; o devletten ayrı kendi hiyerarşisi ve kanunları olan bir kurumdur.
Kuran savaştan olduğu kadar barıştan da bahseder.
Allah’ın Arabistan yarımadasını var ettiği, ardından çöllerini yarattığı ve etrafını denizlerle çevirdiği günden beri, bu ülkenin başına, toprağına üşüşerek, meyvelerini yiyerek ve, doğasını tahrip ederek çekirgeler gibi yayılan bu Haçlı sürüleri kadar büyük bir felaket gelmedi; ve bu, ulusların bir çorba kasesi çevresinde itişip kakışarak Müslümanlarla kavgaya tutuştuğu bir zamanda oluyor.”
Birçok inancın izleyicileri şu ya da bu zaman din adına tek tek ya da toplu olarak cinayet işlemiştir.
Amerikalılar Ortadoğu ülkelerinde kukla yönetimler kurmak ya da olanları sağlamlaştırmak için hem kuvvet kullanmaya hem de komplolar tezgahlamaya istekliydi; İkincisi de, bu kuklalar kendi halklarının ciddi saldırılarına maruz kaldığında Amerikalılar arkalarında durmuyor, onları hemen terk ediyordu. Birincisi nefret, İkincisi de küçümseme duygusu uyandırdı; bu tehlikeli bir bileşimdi.
Eğer fundamentalistlerin hesabı doğru çıkar ve savaşlarını kazanırlarsa, dünyayı, özellikle de İslam’ı benimseyen parçalarını, karanlık bir gelecek bekliyor demektir.
İslam Konferansı Örgütü içindeki elli yedi üyeden yalnızca biri, Türkiye Cumhuriyeti, uzun bir süreden beri demokratik kurumlan işletmekte, zor ve süre giden sorunlara rağmen liberal bir ekonomiyle özgür bir toplum ve politik düzen kurma yolunda ilerlemektedir.
Onların nefreti ne korkuyla dizginlenebilir ne de saygıyla dindirilebilir.
Birincisi, İslam’ı benimsemek; İkincisi, baskıya, yalana, ahlaksızlığa ve namussuzluğa son vermek ; üçüncüsü, Amerika’nın ilkesiz ya da görgüsüz bir millet olduğunu anlamak ve kabul etmek; dördüncüsü, Filistin’de İsrail’i, Keşmir’de Hindistan’ı, Çeçenlere karşı Rusları ve güney Filipinlerde Müslümanlara karşı Manila hükümetini desteklemeye son vermek; beşincisi, bavullarınızı toplayıp topraklarımızı terk etmek. Bu Amerika’nın kendi iyiliği için yapılmış bir tavsiyeydi ve hemen ardından sizi kefenler içinde geri postalamaya zorlamayın bizi deniyordu. Altıncısı,
ülkelerimizdeki yoz liderlerden desteğinizi çekin. Politikamıza ve eğitim yöntemimize karışmayın. Bizi ya kendi halimize bırakın ya da New York ve Washington’da bekleyin; yedincisi, Müslümanlarla tahakküm, hırsızlık ve işgal yerine karşılıklı çıkarlar ve yararlar temelinde ilişki kurun.
Holocaust konusunda Arap medyasında üç tutum sık sık yan yana görülebilir: Asla böyle bir şey olmadı; bu mesele çok abartıldı; Yahudiler bunu zaten hak etmişti. Bu son nokta konusunda, bazı çok hevesli yazarlar Hitler’e işini bitirmediği için sitemde bile bulunur.
Peygamber dedi ki, Her kim kendini bir bıçakla öldürür Cehennem ateşinde bu bıçakla işkenceye uğrayacaktır. Yine Peygamber dedi ki, Kim kendini asarsa Cehennem’de de asılacak, kendini hançerleyen Cehennemde de kendini hançerleyecektir Kim kendini bir uçurumdan atar ve öldürürse ebediyen Cehennem ateşine atılacaktır. Kim zehir içerek kendini öldürürse, Cehennemde de ebediyen elinde zehirle dolaşacak ve onu içecektir Kim kendini hangi yolla öldürürse Cehennemde de o yolla azap çekecektir Bu dünyada kendini nasıl öldürmüşse Ahiret gününde de aynı şekilde eziyet görecektir.
Yeni tür, kelimenin gerçek anlamıyla, intihar eylemine, 1982’den bu yana Lübnan ve İsrail’de bu tür eylemler yapan Hamas ve Hizbullah benzeri dini örgütler öncülük ettiği söylenebilir. Bu eylemler 1980’li ve 1990’lı yıllar boyunca sürmüş ve Güneydoğu Türkiye, Mısır, Hindistan ve SriLanka’da yankı bulmuştu. Eldeki bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla bu görevler için seçilen adaylar bazı istisnalar dışında erkek, genç ve yoksul ve genellikle mülteci kamplarından gelmedir. Onları iki türlü ödül beklemektedir: öteki dünyada en ince detayına kadar anlatılan cennet bahçeleri; bu dünyada aileleri için destek ve yardım. Dikkate değer bir yenilik, 1996-1999 yılları arasında Kürt teröristler ve 2002 Ocak’ından bu yana Filistinliler örneklerinde görüldüğü gibi, kadın intihar bombacılarının kullanılmasıdır
Genelde fundamentalistler için, İsrail’le hiçbir barış ve uzlaşma kabul
edilemez; verilecek her taviz gerçek son çözüm -İsrail devletinin yıkılması ve Filistin topraklarını gerçek sahiplerine, yani Müslüman Filistinlilere verilmesi ve işgalcilerin kovulması-yolunda bir adım olabilir ancak.
Medyadaki başarılarına rağmen FKÖ önemli olan yerde yani Filistin’de ciddi bir sonuç elde edemedi. Filistin hariç bütün Arap ülkelerinde milliyetçiler amaçlarına erişti yani yabancı güçler yenilgiye uğratıldı, yöneticileri bu toprakları terk etti ve kendi ulusal liderleri yönetiminde ulusal egemenliklerini kurdular.
1970’lerin ve 1980’lerin teröristleri İslam için değil, Arap ya da Filistin ulusal davası için savaştıklarını açıkça ilan ediyordu
Teröristlerin asli amacı düşmanı askeri olarak yenmek ya da zayıflatmak değil, adını duyurmak ve korku salmaktır; yani psikolojik zaferdir. Aynı türden terörizm Almanya, İtalya, İspanya ve İrlanda başta olmak üzere bazı Avrupa devletlerinde de hayat buldu. Bu gruplar içinde en başarılı ve en uzun ömürlü olan Filistin Kurtuluş Örgütü’dür.
On birinci yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar önce İran ve ardından Suriye’de etkili olan, Haşhaşiler [assassins] olarak bilinen Müslüman mezhebinin üyeleri muhtemelen, daha sonra kendilerinden kalkılarak bu ad verilecek olan suikast eylemini bir sistem ve bir ideoloji haline ilk getiren insanlar olmuştur.
İslam hukuku ve geleneği hiç tartışmasız bir biçimde Müslüman
yöneticiye itaat etmeyi görev addeder.
Birçok inancın izleyicileri şu ya da bu zaman din adına tek tek ya da toplu olarak cinayet işlemiştir. Doğu dinlerindeki bu hareketlerden türeyen iki sözcük İngilizce’ye de girmiştir: Hindistan’dan thug ve Ortadoğu’dan assassin; bunların ikisi de ibadet biçimleri inançlarının düşmanı olduğunu düşündükleri kişileri öldürmek olan fanatik dini mezhep adıdır.
Çoğu Müslüman fundamentalist değildir ve çoğu fundamentalist de terörist değildir ama günümüz teröristlerinin çoğu Müslüman’dır ve Müslüman olmaktan gurur duyar.
Genel olarak söyleyecek olursak Müslüman fundamentalistler günümüzde Müslüman dünyasının sorunlarının yetersiz modernleşme değil, onlara göre sahici îslami değerlere bir ihanet olan aşırı modernleşmeden kaynaklandığını düşünenlerdir. Onlar için çare gerçek İslam’a bir dönüştür; bu çerçevede Batı’dan alınan bütün yasaların ve öteki toplumsal düzenlerin ortadan kaldırılması ve İslam’ın Kutsal Hukuku olan şeriatın ülkelerin geçerli hukuku haline getirilmesidir.
Militan İslamcı radikalizm yeni bir olgu değildir. On dokuzuncu yüzyılda Batı etkisi duyulmaya başladığından beri, kendini dini terimlerle ifade eden birçok militan muhalefet hareket ortaya çıkmıştır. Şimdiye kadar bunların hepsi başarısız oldu. Bu hareketler bazen kolay ve görece kansız bir biçimde yenilerek ve bastırılarak başarısız oldular ama bu örneklerde de şehitlik mertebesine erişerek bir tür başarı kazandılar. Bunlar bazen de iktidara geçerek ve ardından hiçbir somut çözüm getiremedikleri büyük
ekonomik ve toplumsal sorunlar karşısında ezilerek başarısız oldular. Genellikle iktidarı ele geçirenler de zaman içinde iktidardan uzaklaştırdıkları selefleri kadar baskıcı ve umursamaz hale geldiler.
Kuran’ın harfi harfine kutsal oluşu ve yanlışlanamazlığı İslam’ın temel dogmasıdır; bazıları buna kuşkuyla bakabilir ama kimse karşı gelemez.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında Şeyh Abdül Aziz îbn Suud (1880’de doğmuş, 1902-1953 tarihleri arasında tahtta kalmıştır) bir yanda OsmanlIlar ve öte yanda yayılmakta olan Britanya güçleri arasındaki
mücadeleyi çok iyi kullandı. Aralık 1915’te. Kral Britanya ile bir anlaşma imzaladı; anlaşmaya göre hem bağımsız kalacak hem de eğer saldırıya uğrarsa desteklenecekti. Savaşın bitişi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihe karışmasıyla bu aşama da sona eriyor ve Kral Britanya ile baş başa kalıyordu. Kral bu yeni duruma da çok çabuk ayak uydurdu ve takip eden
yıllarda topraklarını genişletmeyi başardı.
Bu manzara ışığında, birçok Müslüman’ın modernleşmenin başarısızlığından söz etmesi ve toplumlarının içine düştüğü hastalığa farklı teşhisler koymaları ve buna uygun olarak da farklı reçeteler yazmaları hiç de şaşırtıcı değildir. Bazıları için çözüm, Ortadoğu’yu modern ve modernleşen dünyayla aynı çizgiye taşıyacak daha çok ve daha iyi bir modernleşmedir. Başkaları için ise, modernliğin kendisi bir sorundur ve bütün bu dertlerin kaynağıdır.
İşleyen tek Avrupalı model, amacına ulaşma anlamında tek parti diktatörlüğüdür.
Birçok İslam ülkesi şu ya da bu demokratik kurumu işletmektedir. Bazılarında, Türkiye ve İran örneklerinde olduğu gibi, bunlar yenilikçi yerli
reformcular tarafından kurulurken, birçok Arap ülkesinde olduğu gibi, diğer bazılarında bu kurumları kuran ve ayrıldıktan sonra bırakan emperyalist güçler olmuştur. Türkiye hariç, ortaya çıkan manzara tam bir başarısızlık
örneğidir.
Dünya Bankası verilerine göre, 2000 yılında Fas’tan Bengladeş’e, Müslüman
ülkelerin ortalama yıllık geliri dünya ortalamasının ancak yarısıdır ve 1990’larda Ürdün, Suriye ve Lübnan’ın -yani İsrail’in üç Arap komşusunun- toplam GSMH’ları tek başına İsrail’den oldukça azdır. Kişi başına hesap edildiğinde rakamlar daha da kötüdür. BM istatistiklerine göre, İsrail’in kişi başına GSMH’sı Lübnan ve Suriye’nin üç buçuk katı, Ürdün’ün on iki katı ve Mısır’ın on üç buçuk katıdır.
Yurt içi GSMH listesinde en iyi durumdaki ülke 64 milyon nüfusuyla, her ikisi de beşer milyon nüfusu olan Avusturya ve Danimarka arasında, yirmi üçüncü sıradaki Türkiye’dir, İkincisi 212 milyon nüfusu olan, 4,5 milyonluk
Norveç’in ardından gelen Endonezya’dır ve bu ülkeyi 21 milyonluk Suudi Arabistan takip eder.
Ortadoğu’daki düşük üretkenlik ve yüksek doğurganlık, hızla büyüyen işsiz, eğitimsiz ve umutsuz genç bir nüfusla, istikrarsız bir bileşim oluşturuyor.
Neredeyse bütün İslam dünyası yoksulluk ve zulüm koşullarında yaşıyor. Bu sorunların ikisi de, dikkatleri özellikle başka yerlere çekmek isteyenler tarafından, ABD’ye fatura ediliyor; ilkin, şimdilerde küreselleşme
maskesi altında işleyen Amerika’nın ekonomik hâkimiyeti ve sömürüsü yüzünden ve İkincisi de Amerika’nın kendi çıkarına hizmet eden Müslüman despotlar denen liderlere verdiği destek yüzünden.
İslamcılar için, halkın iradesini temsil eden demokrasi iktidara giden bir yoldur ama bu dönüşü olmayan tek yönlü bir yoldur; O’nun seçilmiş temsilcileri tarafından uygulanan Allah’ın hâkimiyetine kimse karşı çıkamaz. Seçim politikaları da klasik olarak şöyle özetlenmektedir: Tek adam (erkekler içinden), tek oy, bir kereliğine.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir