İçeriğe geç

İslamın Bugünkü Meseleleri Kitap Alıntıları – Erol Güngör

Erol Güngör kitaplarından İslamın Bugünkü Meseleleri kitap alıntıları sizlerle…

İslamın Bugünkü Meseleleri Kitap Alıntıları

Müslümanların şikayet ettikleri kaba materyalist,yani insanın manevi ihtiyaçlarını hesaba katmayan veya ihmal eden bir medeni hayat bütün dünyada şikayet konusudur.Bu sıkıntılara cevap verebilecek bir hayat nizamı bulabilmek için çok gayretler sarfedilmektedir.Bütün bu gayretlerin hedefi insandır;insanı bütünüyle alıp ön plana çıkaracak ve bütün diğer şeyleri onun hizmetine verecek bir nizam aranıyor.İslamiyet’in gayesi de budur.Üstelik İslam böyle bir ideale hizmet edebilmek için kendini düzeltmek veya değiştirmek mecburiyetinde değildir.Onun özünde insan vardır.İnsan,İslam’a göre,Allah’ın halifesidir.Kur’an’da defalarca,Allah’ın herşeyi insanın istifadesi için yarattığı bildirilmektedir.Bu türlü bir insan anlayışı başka herhangi bir doktirinde mevcut değildir ve böyle bir kıymet sistemi dünyanın bütün teorilerinden daha üstündür.

Fakat eğer İslam dünyasının yeniden yücelmesi mümkün olacaksa bunun kaynağını siyasi gelişmelerde değil,tefekkür sahasında aramalıyız.Siyasi kudret başka bırtakım gelişmeler için müsait bir zemin yaratma potansiyeline sahiptir;ama siyaset üzerinde yoğunlaşan çabalar insanları birleştirebildiği gibi onların birbirinden uzaklaşmaları,aralarına husumet girmesi için de pek müsaittir.

Bu demektir ki İslam davasının asıl yükü fikir adamlarının omuzlarına yükleniyor.Müslüman aydınlar ve din adamları,alimler,mütefekkirler,sanatkarlar bu sorumluluğun şuuruna ermek zorundadırlar.Medeniyetleri politikacılar yaratmaz;medeniyet alimlerle sanatkarların işidir.Yeni bir İslam medeniyeti de elbette ilim,fikir ve sanat eseri yaradanların omuzlarında yükselecektir.Eğer onların gayretleriyle Müslümanlar arasında bir silkinme ve kalkınma olursa,siyasi hedefler kendiliğinden ele geçecektir.
Bu gayeye ulaşabilmek için İslam aydınlarının kendilerini yıpratan,enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekşmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları,günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı,köklü çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor.Herhalde bu davaya en büyük kötülüğü yapanlar,onu günlük siyaset kavgalarına taraflardan biri halinde sokmaya kalkanlardır.Siyasi parti farklılaşmaları Batı cemiyetindeki sınıf çatışmalarının eseri olarak doğmuştur ve her siyasi parti ister istemez şu veya bu zümrenin sözcüsü olmak,onların menfaatlarını birinci planda tutmak zorundadır.

Daha başta bir gerçeği kabul edersek karşımızdaki problemi iyi anlayabiliriz.Müslümanların modern hayattan yaptıkları şikayetlerin hemen hepsi Batıda’da hıristiyan din adamları tarafından yapılıyor;yani bizim karşımızdaki problemler onların başında da vardır,üstelik onlar değişmenin ıztırabını bizden daha çok duyuyorlar.Muhakkak ki Batı’da kilisenin tesiri,bizde dinin tesirinden daha fazladır,ama orada da uzun yıllardan beri meydana gelen sosyal değişmeler kilisenin gücünü büyük ölçüde azaltmıştır.Avrupadaki değişme bizdekinden daha fazla ve daha yaygın olduğu için,oradaki durumun daha çok şikayet konusu olması beklenir.Her iki tarafta da dinin tesir gücünün azalması,dinin tesir sahasının daralması ile ilgili bir hadisedir.
İslam bir hayat nizamıdır,onu hayattan çeken insan İslam’a hizmet değil,belki bilmeden ihanet etmiş olur.
Modern içtihatlar yapılmasına en büyük engellerden biri,klasik din tahsili görmüş ”ulema ” zümresi ile onların geleneğini takip eden kitledir.
İslamiyet’İN Batı medeniyeti karşısındaki durumunu tahlil edenler çok defa Tonybee’nin Civilization on Trial (Medeniyetin Yargılanması) adlı eserinde ”İslam,Batı ve İstikbal ” adlı denemesideki bir tasniften hareket ederler.Tonybee’ye göre Batı’nın ezici tesiri İslam dünyasında iki tipin doğmasına yol açmıştır.Bunlardan biri ”zealot ” denilen tiptir ki, dış baskı karşısında bir çeşit arkaizme sığınır;değişmeye mukavemet (karşı koyma) eder,kendi medeniyetinin üstünlüğünü iddia eder ve bu medeniyetin baskılar karşısında kozmopolit bir tavır takınır;kendi eski medeniyetini büsbütün bir yana bırakır;tıpkı güç durumda kaldığı bir zaman kendi geleneksel silahını terkederek hasmının silahı ve taktiğini kullanmayı deneyen bir savaşçı gibidir.Zealot tipi daha ziyade İslam ülkelerinin Batı ile teması az olan ücra köşelerinde görülür;büyük yolların kavşaklarında -İstanbul,Kahire gibi- ise daha çok herodian tipe rastlanır.Nitekim Suudi Arabistan’ın Vehhabileri ve Kuzey Afrika’nın Sünusileri zealot’tur.Kavalalı Mehmet Ali,İkinci Mahmud birer herodian’dır.
Zealot kafasını kuma gömen bir devekuşu gibi mazide teselli bulmaya çalışır,herodian’ın gözü istikbaldedir.Zealot insiyaklarıyla,herodian aklıyla hareket eder.Fakat bütün elverişli görüntüsüne rağmen herodian tavrın da çok tehlikeli birşey olduğunu unutmamalıyız:Bu,suyu geçerken at değiştirmeye benzer.Mitralyöze mızrakla hücüm eden zealot kadar işte böyle akıntı içinde at değiştiren herodian da tehlikeli bir oyun oynamaktadır.Herodian tavır bilhassa iki noktada zayıftır:Birincisi,yaratıcı değil sadece taklitçi olur,ikincisi de onun getirdiği kurtuluş sadece herodian tavrı temsil edenler içindir,büyük çoğunluk bu taklit medeniyetinin pasif üyesi olmayı bile ümit edemez.Fakat istikbal ne birinin ne öbürünün olacaktır.Zealot,eğer hala ortada kalmışsa,sönmüş bir medeniyetin fosili haline gelecek,herodian ise yaşayan medeniyetin maskarası olacaktır.
ama din hürriyeti sadece camilerde namaz kılma ve evlerde oruç tutma hürriyetinden ibaret görülüyor.
Tonybee’nin dediği gibi,insanlığın binlerce yıllık medeniyet tarihinde bugünkü teknolojik medeniyet yoktu,yarın da pekala olmayabilir.Şu halde evrensel hakikati temsil ettiğine inanılan bir dini bu türlü geçici,beşeri intibak sistemleriyle eşdeğerli tutmak dinin yüceliğini veya kıymetini isbat etmekten ziyade,birtakım dünyevi sistemleri din mertebesine yüceltmek manasına gelir.
”Caminin dışında ” ki kimselerin ”içeridekiler ” hakkında tavsiyelerde bulunmaları gerçekten garip görünüyor.
Araplar nasıl Türk devrini bir sömürge devleti olarak görüyorlarsa,Türkiye’de Araplarla bir arada olduğumuz günlere karşı düşmanlık,modernist aydın tabakanın en belirgin özelliklerinden biri olmuştur.Türkiye’de bu yönde yapılan şiddetli propagandanın tesiriyle,bugün bazı aydınlarımız arasında Arapların bizi dil ve din yoluyla ‘Türklüğümüzden ayırdıkları’ şeklinde bir kanaat yerleşmiştir.Bir yandan batılılaşma hasreti,bir taraftan ilk cumhuriyet idarecilerinin 1.Dünya Savaşındaki bazı Arap liderlerinin ihanetinden duymuş oldukları dehşet,özellikle okumuş tabaka arasında Arapları sevimsiz hale getirmiş bulunuyor.
Günümüzde ‘İslam’ın uyanışı’ denen hadise İslam ülkelerinin iktisadi veya askeri bir kuvvet olarak dünya sahnesine çıkmasını değil,bu ülkelerde İslam’a alternatif olarak ortaya çıkmış ideolojilerin başarsızlıkla sahneden silinmesini işaret etmektedir.İslam ülkelerinde batılı ideolojiler veya onlardan alınan ilhamla kurulmuş yarı yerli-yarı yabancı sistemler çökmüştür.
Aslında İslam’da halifeliğin hiçbir zaman dini meselelerde Papa otoritesine benzer bir otorite ile teçhiz edildiğinden de bahsedilemezdi.

İlk dört halifeden sonra Emevi ailesinin devlet idaresine geçmeleriyle birlikte devlet reisi veya halifelerin dini otorite olarak bir kıymeti kalmadı.Emevi hükümdarları Müslümanların devlet başkanı olarak ‘Emirü’l mü’minin’ sıfatını kullanıyorlar,otoritelerinin kaynağını ise İslamın ‘Sizden olan emir sahiplerine itaat edin’ hükmünden çıkarıyorlardı.
Halifelik bir aile mirası haline gelmekle birlikte,dış görünüşte daha önceki hukuki ‘seçim’ usulü uygulanıyor,İslam cemaatının ileri gelenlerinin ‘biat’ etmesiyle bu icap yerine getirilmiş oluyordu.

Abbasi hükümdarları ile birlikte devlet başkanları yine ‘halife’ ve ‘Emirü’l mü’minin’ sıfatlarını kullanacaklar,fakat din işleri içtihat sahibi alimlerin eline geçecektir.Hükümdarlar Müslümanların reisi sıfatiyle onların işleri hakkında karar verirken,kararlarını esas itibariyle,bu içtihat sahiplerinin hükümlerine dayandırmışlardır.İslam halifeliğinin bu karekteri Osmanlı halifeleri zamanında da devam etmiştir.
Bu yüzden Osmanlı Devletini bir teokratik devlet sayanların fikri tamamen yanlıştır.Teokratik devlet,devlet başkanlarının,aynı zamanda dini lider,yani din işlerinde doğrudan doğruya hüküm sahibi oldukları devlettir.Osmanlı sultanlarının dini otoritelerin üstünde olmadığını,hatta onlara tabii bulunduklarını ise daha önce birkaç defa ifade etmiştik.

Halifelik dendiği zaman çok kimsenin aklına hemen gelen şey,kendini peygamberin halefi sayan veya öyle kabul edilen bir liderlik makamıdır.Belki de ‘halife’kelimesinin lügat manası bu düşünceyi ilham etmektedir.Fakat meseleye hem tarihi hem İslam açısından bakıldığı zaman bu fikrin hakikate hiç uymadığı görülür.Herşeyden önce,Peygamberin halefi olmaktan ne anlaşıldığını iyice bilmek lazımdır.Hz.Muhammed son peygamber olduğu için,herhangi birinin ona vekil veya halef olması söz konusu olamaz;peygamberlik onunla sona ermiştir.Şu halde peygamberin dini görevini yüklenme veya devam ettirme manasında bir halifelik düşünülmesi İslam doktirinine aykırıdır.Bu taktirde ‘halife’diye bilinen kimselere bu sıfatın verilmesi hangi esasa dayanmaktadır? Emevi ailesinin hakimiyetinden bu yana gelen halifeler hakkında çeşitli şüpheler beslense bile, ‘Hulefa-i Raşidin’ adı verilen ilk dört halifenin durumunu nasıl izah edeceğiz?

Hakikatte dört halifenin halifelik sıfatı konusunda sünni doktirininde hiçbir ihtilaf yoktur.Üstelik hilafet tartışmaları başladığı zaman herkes bunlara referans vermiş,bazıları sadece onların halife sayılabileceğini iddia etmiştir.

Maverdi ‘hilafet’ yerine ‘imamet’ tabirini kullanıyor.Ona göre imamet müessesesinin hikmet-i vücudu dinin muhafazası ve dünya işlerinin idaresi hususunda son temsilcisi Peygamber olan nübüvvete vekalettir.

İşte hilafet münakaşaları bu suretle başlamış ve Sünni çevrelerde ilk dört halife ile hilafetin sona erdiği,ondan sonrakilere halife denemeyeceği ileri sürülmeye başlanmıştır.Maturidi doktirininde hilafet ve imamet kavramları birbirinden ayrılarak ilk dört halifeden sonrakiler imam sayılıyordu.Niyahet 14.yy.sonunda artık halifeliğin dördüncü halife Hz.Ali ile sona erdiği,ondan sonraki devlet reislerinin ancak şeriata uygun bir idareyi temsil etmeleri şartıyla halife veya imam sayılabilecekleri kabul edildi.O tarihten sonra İslam geleneğinde ‘halife’ adı şeriata uygun her devlet reisi için kullanabilen bir tabir haline gelmiştir.Başka bir ifade ile,halifenin tek olması,Kureyş’ten gelmesi,Peygamberden itibaren gelen devlet reisleri zincirine bağlı bulunması ilh. şart olmaktan çıkmıştır.Nitekim Osmanlı padişahları Yavuz Selim’den önce çeşitli vesilelerle halife olarak anıldıkları gibi,Osmanlı hilafeti zamanında Hindistan’daki Babürlü hükümdarlarına yine halife denildiği görülmektedir.
Bu anlattıklarımızdan çıkan neticeleri gözden geçirecek olursak,diyebiliriz ki Sünni İslam doktirininde din işlerini idare eden ve sadece manevi otoritesi bulunan bir halifelik makamı mevcut değildir.İslam dinine uygun vazife gören her devlet reisi halifedir,yani peygamberin devlet reisi olarak sahip bulunduğu fonksiyona ‘halef’ durumundadır.

İnsanın hakiki mutluluğu,yani ruhun mutluluğu,maddi refahı da içine alır.Ve bu yüce gayeye ancak her insanın ve bütün insanlığın ferdi,dini ve ahlaki mükemmelliğe erişmesiyle ulaşabilir.Din bana göre Tanrının hepimiz için uygulaması mecburi bulunan evrensel kanuna inanmaktır.Bu inanç komşuyu sevmek ve bize yapılmasını istediğimiz şeyi başkalarına yapmak emrinde ifadesini bulur.
Bu yolun sosyalizimde ve diğer iktisadi doktirinlerde olduğu kadar rasyonel görünmediğini biliyorum;ama tek hakikat budur.Ve bizim bu yanlış doktirinleri tatbik etmek için harcadığımız bütün emekler insanlığın ve insanın gerçek mutluluğu adına tamamen kayıp demektir.

L.Tolstoi

Yeni nesiller bir İslam kültürü ortamında yetişmediler,yetişmeleri için gerekli imkanlar zaten ortadan kaldırılmış bulunuyordu.Onlar İslamı ancak gençlik çağlarında bir tarihi vaka olarak keşfettiler.
Kendilerini o kültürle özdeş görüyorlar,onu yeni Türkiye’nin kültürel hüviyet ve şahsiyet kazanmasında başlıca kaynaklardan biri olarak kullanmak istiyorlar,ama bu kadar istedikleri şeyi kendi benliklerine layıkıyla sindirmiş değildirler.

İslamı edebiyat denince çok kimsenin aklına İslam tarihinin olaylarını ve insanlarını ele alan edebiyat eserleri,veya din konularında eğitici,öğretici eserler gelmektedir.Hiç şüphesiz,Peygamberimizin veya bir din ulusunun hayatını anlatan bir roman da İslami edebiyat içine girer;ancak İslamiyet kitaplarında okunan değil yaşanan bir hakikat olduğu ölçüde kıymet kazanacaktır.Biz onu bir sahabenin,bir velinin veya geçmişteki herhangi bir kahramanın hayatından ziyade kendi hayatımızda görmeliyiz.
BUGÜNÜN İNSANI BUGÜNÜN PROBLEMLERİ KARŞISINDA İSLAM’LA YÜZYÜZE GELMELİDİR.

Bugün İslam dünyasının en önemli meselelerinden biri de hem İslama hem modern hayata uygun bir hukuk sisteminin kurulmasıdır.Bir din sadece insanla Tanrı arasındaki münasebetleri değil de,aynı zamanda insanlar arasındaki münasebetleri de düzenlediğine göre,o dinin mensupları en azından kendi aralarında inandıkları dinin prensiplerinin geçerli olmasını isteyeceklerdir.Nitekim 19.yüzyıldan bu yana İslam ülkelerinde birçok batılı kanunun kabul edilip yürürlüğe konmuş olması oralarda çeşitli derecelerde huzursuzluklara yol açmış bulunuyor.Bu huzursuzluklar modern hukuk sistemlerine karşı reaksiyonları değil,modern sistemlerin tamamen yabancı kültürlerden olduğu gibi alınmasına alınmasına karşılık,yerli hukuku gözetecek kanunlara duyulan özlemi temsil etmektedir.

Kur’an’daki 6666 ayetten sadece 195 tanesi hukuki hükümler getirmektedir;bunların çoğunluğu ise aile ve miras hukukuna aittir.Bu yüzden İslam hukukuna kelimenin klasik manasıyla ‘dini hukuk’diyemeyiz.

İslam hukukunda maddeleştirilmiş kanunlar yerine ilim adamlarının yorumları halinde bir hukuk geliştiği için,İslam hukukunun bir devlet hukuku olduğu söylenemez.Nitekim ona daha ziyade ‘hukukçuların hukuku’ adı verilmektedir.Böylece devletin kanun koyma yetkisi olsa bile,kanun koyma onun özel bir yetkisi veya vazifesi değildir.

İslam hukukunun niçin geri kaldığı konusunda farklı görüşler mevcuttur.Bu hukukun kısa zamanda,yani Hicri 3.asır sonlarından itibaren,aşırı muhafazakar bir karekter kazandığı,yeni yorumlara yolu tıkandığı söylenir.

Hicret’in 3.asrından sonra fıkıh alimlerinin artık hep eski ekollere bağlı kalarak hüküm vermeleri o tarihlerde hiç de önemli bir zaaf değildi.İslam Devletleri ondan sonra daha yüzlerce yıl dört mezhep hukukunun vazedilmiş esasları dışında çıkmamanın sıkıntısını çekmediler.Kısacası,en azından 16.yüzyıla kadar İslam dünyasında bir hukuk buhranı olmamıştı.Hayatın değişen şartları karşısında Müslümanlar gerekli hukuki değişmelerle bu şartlara intibak (bir duruma, bir ortama ya da çevreye uyma,alışma) edebilmişlerdi.Bu esnekliğin bir delili de,dört mezhebin gerektiği zaman birbirine ait hükümleri benimseyerek tatbik etmiş olmalarıdır.Gerçekten Hicri 3.yüzyıl ile 9.yy.arasında İslam hukuku,o çağlarda mevcut diğer bütün hukuk sistemlerinden daha üstün bir sistem olarak tanınmıştır.Bu yüzyıllar içinde hukukla hayat arasındaki uyum,her ikisindeki değişmelerin de aynı kaynaklara dayanmış olmasına bağlı bulunuyordu.Bu çağlar İslam dünyasının hakimiyet çağıdır;her türlü siyasi,sosyal hatta iktisadi değişmeler İslam dünyasını dışarıdan zorlamaktan ziyade içeriden,İslam cemiyetinin kendi dinamiğinin eseri olarak ortaya çıkıyordu.Kısacası,hayatı yapanlarla hukuku yapanlar aynı insanlardı ve hukuk sistemlerini hayattaki değişmelere istedikleri gibi uygulayabiliyorlardı.

İslam hukukunun doğuşunda en önemli motivin İslama uygun bir hayat yaşamak olması gibi,modern hukuk sistemlerini kabul eden Batı dışı ülkelerde de bu sistemler modernist,Avrupacı bir elitin batılı bir hayat ideali için vasıta olmuştur.Ne İslam hukukunu kökten kaldıran Arnavutluk,Yugoslavya ve Türkiye’de,ne de onu yavaş yavaş değiştiren Arap ülkelerinde Batı’dan alınan kanunların yeni ve acil ihtiyaçlara cevap vermek üzere alındığı söylenebilir.Bütün bu ülkelerde İslam hukukunun birçok noktalarda yeterince işlenmemiş olduğu,tatbikatta birtakım güçlükler yarattığı muhakkaktır;fakat batıcı modernistlerin bu ihtiyaçları karşılamaktan ziyade,ihtiyaç gerekçesine dayanarak bütün bir hukuk inkılabını ve o vasıtayla topyekün kültür değişmesini gerçekleştirmek niyetiyle hareket ettikleri anlaşılmaktadır.Bu niyeti belirten en iyi delil ise,iktibas edilen Batı kanunlarının o ülkelerde gerçekten inkılap tesiri yapması,yani halkın çoğunluğu tarafından istenen neticelerden ziyade bir inkılapçı azınlığın emellerini tatmin etmiş olmasıdır.Bu ülkelerde tercüme edilen kanunların dayandığı cemiyet tipi ile,alıcı cemiyetin bünyesi arasında bugün bile doldurulamamış bir boşluk mevcuttur.Ortada sadece bir hukuk meselesi olsaydı hukuki adaptasyonlar yapılabilirdi;doğrudan doğruya ve bütünüyle tercüme yoluna gidilmesi burada güdülen gayenin hukuk sistemini düzeltmekten ziyade topyekün medeniyet ve kültür değiştirmek olduğunu açıkça göstermektedir.

Aslında İslam hukuku altında ele alınan kanun ve nizamların ticaret,borç,ceza hukuku ile ilgili kısımları çoğunlukla Kur’an ve sünnete dayanmayan şeylerdi;bu yüzden bu sahalardaki değişmeler İslam toplumunun müslüman olarak yaşadığı hüviyeti bozacak bir tesir yapmamış olabilir,çünkü daha önce bu sahalardaki hukuk örf veya devlet tarafından yapılan tedvinlere (derlemek) dayanmıştı.Buna karşılık hususi hukukta,yani ferdi statü,aile ve miras konularında yapılan değişikliklerin tatbikatta pekçok intibaksızlıklara yol açtığı çok iyi bilinmektedir.Özellikle İsviçre aile hukukunun İslam gelenekleriyle hala uzlaşamadığını ve bu yüzden pekçok problemlerin çıktığını görüyoruz.Nitekim müslümanlık adına yapılan itirazlar esas itibariyle medeni hukuk meseleri etrafında toplanmaktadır.

Hukukçular arasında İslam hukukuna karşı çıkışların objektif olmaktan çok duygusal bir muhteva (Herhangi bir konu veya nesnenin içeriği ile ilgili anlam bütünü) taşıması bu görüşümüzü teyid eder.Başka türlüsü zaten beklenemezdi,çünkü mesela Türkiye’de hukuk tahsilinin müfredatı içinde İslam hukukunun hiçbir şekilde yeri yoktur ve hukuk fakültelerinden mezun olanların çoğu İslam hukuku denince ‘dört kadınla evlenme’ vs. gibi son derece ilkel şeyleri düşünmektedir.

Şu halde İslam’ın makineleşmeye karşı getireceği çare teknolojiyi reddetmek değil,ona daha yüksek bir değer sisteminin emrine vermek olacaktır.Zaten Batıda’da teknoloji putperesliğne karşı bir çare düşünenler onun karşısına üstün bir ideoloji çıkarmanın tek çıkar yol olduğuna inanıyorlar.Bu ideolojinin ne olcağı konusunda görüşler çok değişiktir;ancak çarelerden hepsi de Batı kültürünün şu veya bu noktasının diğerlerinden öne geçirilmesi esasına dayanmaktadır.Hatta bunlar arasında teknolojinin beşeri tehliklerini yine teknoloji yoluyla gidermeyi düşünenler bile vardır.Nitekim batının materyalist kültürüne yine batı kültürünün bir tepkisi olarak ortaya çıkmış bulunan Marksizm,teknolojiye düşmanlıktan hareket ederek bu nefreti çılgınca bir aşka dönüştürmüş,insanlığın ancak daha ileri bir teknoloji ile kurtulacağını iddia etmiştir.
***
Modern teknolojinin veya genel bir tabirle modernizmin dünyayı sürüklemekte olduğu uçuruma karşı bir engel koymak veya bu gidişi tersine çevirmek isteyen bütün düşünürlerin ortaklaşa kabul ettikleri iki husus vardır.Bunlardan birincisi teknolojinin ortadan kaldırılmasının söz konusu olamayacağını,ikincisi de bugün modern teknoloji ile birlikte giden değerler sisteminin veya ‘teknolojik ideoloji’ denen şeyin karşısına yeni ve farklı bir ideolojinin geçirilmesi zaruretidir.
***
Fakat modernizmin insanlığın dertlerine göze çarpar bir cevap getiremediği,hatta bazı problemleri daha kötüleştirdiği de muhakkaktır.İnsanlığın çektiği sefalet,uğradığı adaletsizlik azalmış değildir.Fakat herhalade modernizmin insanlık için en mahzurlu tarafı onun sadece çare olmayı iddia ettiği konularda başarısız kalışı değildir.Modernizm kendi başarısızlıklarını telafi etmeye yarayacak vasıtaları ortadan kaldırmaktadır.Modern insanın bu izdırapları göğüslemek için kullanabileceği bir izah sistemi yoktur.Niçin acı çekiyoruz? Niçin bazı insanlar varlıklı,bazıları sefalet içindedir? Niçin bazı insanlar istedikleri herşeye sahip olabildikleri halde içlerini kemiren bir acıdan kurtulamazlar? Hangi hedefler insanı mutlu kılar,hangileri bedbaht eder? Bütün bu üzüntüler,acı ve izdıraplar sonunda nereye varacağız? Modernizm bunlara ve benzeri sorulara sadece şu cevabı veriyor:İnsanın isteklerine hudut yoktur;insan kendine haz veren şeyleri elde etmek ve elem verenlerden kaçınmak için çalışır;en mutlu insan istediklerinin en çoğuna sahip olan insandır.Bu cevap şekil bakımından doğru görülmekle birlikte gerçeklik değeri bakımından önemli bir kusur taşıyor.İnsan isteklerini tatmin ettiği ölçüde mutlu olur,ama modernizm (veya modern hayat) onun isteklerinin ancak pek azını ve sadece bazı insanlar için karşılayabilmektedir.Üstelik onun yarattığı isteklerin daha çok sahte istekler olduğu anlaşılıyor.
Onlara göre ilim herşeyin temelinde maddenin bulunduğunu ve her şeyin mekanik kanunlara tabii olduğunu göstermekteydi.

İlim her şeyden önce makine ve fabrika demekti,bu da insanlığın nihayetsiz bir maddi refaha ulaşabileceğine işaret sayılıyordu.Bu düşünceler materyalist,pozitivist bir dünya görüşünün yaygınlaşmasına yol açtı.O kadar ki,Hırtistiyanlığın kutsal kitabı pozitivist ilim metodlarıyla yeniden inceleniyor ve tamamiyle dünyevi bir açıdan tefsir ediliyordu.

Diğer taraftan ilimdeki ilerlemeler insan aklının serbest bırakıldığı taktirde her şeyin doğrusunu,iyisini ve güzelini bulacağına dair kuvvetli bir inanç yarattı.

Onsekizinci yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam dünyası ayrı istikametlerden gelmekle birlikte aynı noktada birleşen iki kuvvetin etkisinde kalmıştır.

Birincisi Avrupalıların Batılı yönde bir değişme için yaptıkları doğrudan baskı,ikincisi daha çok bağımsız ülkelerde görülen ve batılılaşma gayesiyle yürütülen iç baskı.
Sömürge haline getirilen İslam ülkelerinde sömürgeci Batı devletinin kanunları hakim olmuş,onların hayat tarzı,örf ve adetleri doğrudan ve dolaylı şekillerde empoze edilmiştir.
Bağımsız devletlerde ise,cemiyetin seçkin tabakası Batılı bir hayat tarzının ülkeyi kurtaracağına inanarak,o hayatı ithal etmek üzere,çeşitli yollar denemişlerdir.

Medeniyetler doğar ve ölür.Bir medeniyet ölüme giderken artık bütün yaratıcı gücünü kaybetmiş,değişen şartlara hiç değişmeyen tepkiler yapmaya,yani kendini tekrarlamaya başlamıştır.Her medeniyet bu ölüm devresine girerken üç ayrı sınıf ortaya çıkar ve herbiri geriye birbirinden farklı şeyler bırakır.

Bunlardan birincisi ‘hakim azınlık’tır.Medeniyetin genel gidişine hakim olan bir azınlık vardır ki,bu azınlık yaratıcı gücünü kaybeder,fakat sonradan gelecek olanlar için bir fikir mirası -felsefe,ilim,hukuk-bırakır.

İkinci sınıf ‘dış proletarya’dır.Dış proletarya hakim azınlığın eserleri yanında üniversal kıymet ve kalitesi o kadar yüksek olmayan,fakat hakim azınlığın eserlerinden daha büyük bir canlılığı temsil eden şeylere -aşiret edebiyatı gibi- sahiptir.

Nihayet üçüncü bir sınıf olarak ‘iç proletarya’yı görürüz.İç proletarya o medeniyetin bir parçasıdır,ama ona tamamen yabancılaşmıştır.Medeniyet ölürken,iç proletarya arasından yaratıcı bir grup çıkar ve eski medeniyetin enkazı üzerinde tamamen değişik bir ilhamla,yeni bir medeniyet kurar.Bu yeni medeniyet yine dini bir öz taşımaktadır;yapacağı şey insanları bedenin değil,ruhun hazlarına alıştırmaktır.

İslâm davasının öncelikle siyasî bir dava olduğuna da inanmıyoruz.Müslümanlar yeni bir medeniyet kurarak varlıklarını korumak ve yüceltmek mecburiyetinde bulunuyorlar.Bu ise her şeyden önce fikir ve sanat alanında yoğun gayretler sarfetmekle mümkün olur.
Reform tabirinin sevimsizliğinden daha önce bahsetmiştik.Bu sevimsizlik bir yandan kelimenin Batılı olmasından,bir yandan da onun hiç hoşa gitmeyecek bir manada kullanılmış olmasından ileri geliyor.

Reform kelime itibariyle bozulmuş bir şeyin yeniden düzene sokulması demektir.Pekçok kimse dinde reform denince bundan dinin bozulmuş (deforme) olduğu manasını çıkarıyor ve böyle bir fikre şiddetle karşı çıkıyor.

İkincisi,Türkiye’de dinde reform tabirini kullananlar çoğunlukla din hayatının dışında kalanlar ve dini kendi ferdi hevesleri veya zevkleri istikametinde değiştirmek isteyenler olmuşlardır.Bu yüzden Müslümanlar din reformu tabirini duyunca derhal irkilmektedirler.

Kelimenin sevimsizliğinden kurtulmak için buna Arapların kullandığı tabirle ‘ıslah’ denebilir.Osmanlı Türkçesi’nde ıslahat kelimesi reform karşılığı olarak kullanılıyordu.Arap müellifleri,dini reformdan bahsederken ıslah derler ve bunu Kur’an’ın birçok yerlerinde geçen ‘muslihun’ (düzelticiler) tabirine bağlarlar.
Sözkonusu olan şey hiçbir zaman dinin kendisi,yani Kur’an ve sünnet değildir;ancak Müslümanlar aradan geçen zaman içinde Kur’an ve sünnetten ayrılmışlarsa,onların din anlayışını Peygamberin ve sahabenin anlayışına döndürmektir.Düzelecek şey bizim bügünkü halimizdir,düzeltme modeli ise ilk Müslümanlar devridir.

Eğer İslam bir hayat tarzı ise,onu bazılarının istediği gibi vicdanların gizli köşelerine hapsetmekten kaçınmalıyız.İslâmı hayata açmak isteyenler onun her meselesini gün ışığına çıkarmak zorundadırlar.
İslam hukukunun meseleleri ile ilgili tartışmaları Türkiye’deki laiklik esasına aykırı bulanlar da vardır. Bizim bir sosyal ilimci olarak işin siyasi tarafıyla ilgimiz bulunmamakla birlikte bu noktada laiklik prensibiyle çatışan herhangi bir husus görmüyoruz.Dine uygun hukuk ile dini hukuk birbirinden ayrı şeylerdir.Bir hukukçunun şu veya bu meselede İslam hukukunun hükümlerine itibar edilmesini istemesi devletin temel nizamlarını din esasına oturtmak manasına gelmez.
İnsanlar başkalarının yardımını ancak kendi başlarına beceremedikleri işlerde ararlar.
Din değişmediği halde insanların onunla ilgili anlayışları değişiyorsa, o zaman bu değişmenin sebeplerini dinde veya insanlarda değil, fakat onların dışında bir takım kaynaklarda aramamız lazımdır.
“Caminin dışındaki” kimselerin “içeridekiler” hakkında tavsiyelerde bulunmaları gerçekten garip görünüyor.
insanı dünyadaki yalnızlığından kurtarmak, ona kainatta belli bir yer vermek, hayatın maiyetini ve hikmetini anlamasına yarayacak bir izah şeması sunmak ve nihayet bütün bunları bilginin sınırlı gücüne değil de imana dayandırmak. Fakat hiçbir dünyevi, meteryalist doktrin bu fonksiyonu din kadar ifa edecek güce sahip olamaz. bu yüzden insanların dine olan ihtiyaçları hiç zaman ortadan kalkmayacağa benzemektedir.
İslâmcılık şimdiye kadar hep hâkim milliyete karşı hoşnutsuzluğunu doğrudan doğruya belirtemeyen etnik azınlıkların ideolojisi olmuştur. Bunların amacı İslam ülkeleri arasında birlik sağlamaktan ziyade kendi yaşadıkları ülkede milliyetçi politikayı etkisiz duruma getirmektir. Bu azınlıklar ayrılıkçı bir politika takip edecek kadar kalabalık ve güçlü olduklarını hissettikleri an kendi istikametlerinde bir milliyetçilik hareketi açıklamaktan hiç geri kalmazlar; böyle bir güce erişemedikleri müddetçe İslâm davasının şampiyonu olarak görünürler.
Sosyalizmin asıl tehlikesi iktisadi çıkmazlardan ziyade siyasi risklerdir.( )Muhakkak ki geri kalmış ülkelerde sosyalizm, daima totaliter bir özellik kazanmaktadır, bu da oralarda siyasi iktidarların kuvvet zoruyla ayakta tutulduğu manasına geliyor.
Bağımsızlık hareketleri sırasında iktisadi düşünce sadece yabancılardan kurtulmak gibi bir temenniden ve bir reaksiyondan ibarettir; bu yüzden bağımsız bir milli devletin kurulması için yapılan mücadelelerde Marksistlerle, Marksist olmayan çeşitli grupların işbirliği ettiklerini sık sık görüyoruz.
‘‘ .Bu manada İslamcılık şimdiye kadar hep hâkim milliyete karşı hoşnutsuzluğunu doğrudan doğruya belirtemeyen etnik azınlıkların ideolojisi olmuştur. Bunların maksadı İslam ülkeleri arasında birlik sağlamaktan ziyade kendi yaşadıkları ülkedeki milliyetçi politikayı nötralize etmektir. Bu azınlıklar ayrılıkçı bir politika takip edecek kadar kalabalık ve güçlü olduklarını hissettikleri an kendi istikametlerinde bir milliyetçilik hareketi açmaktan hiç geri kalmazlar; böyle bir güce erişemedikleri müddetçe İslam davasının şampiyonu olarak görünürler.’’
İslam bir denge felsefesidir.
İnsan ilişkilerine metaryalist menfaat kriterlerinin hakim olması,insanların beşeri vasıflara hiç tesiri olmayan birtakım dış özelliklere (renk,coğrafi bölge,tarihi kader.)göre farklı muamele görmesi,sosyal düzenin sınıf çatışmalarının meçhûl akıbetine terk edilmesi ve zümre hakimiyetinin meşrulaştırılması,ilmin ve teknolojinin put haline getirilmesi ve en önemlisi,bütün bunlar arasında insanın kendi varlığındaki potansiyeli geliştirmesine imkan verecek birhakiki kültür hayatının kurulamayışı.Böyle bir dünya,insanı,yani dünya hayatının başı ve sonu olan esas varlığı,düşünülebilecek en ibtidai seviyeye indirme yönünde işlemektedir.İnsan gün geçtikçe yiyip içen,çiftleşen ve fırsat buldukça başka insanları boğazlayan,niçin yaşadığını düşünmeye fırsat bulamayacak şekilde sürüklenip giden bir varlık haline gelmektedir.Asıl felaket budur.
Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsüllerden eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele, ki onlara bir belâ eriştiği zaman
“Biz Allah içiniz ve O’na döneceğiz” derler.
Dünyadaki bütün kötülüklerin temeli ,doğrudan veya dolaylı olarak, insanın insan üzerine hakimiyet kurma isteğindendir.
Dünyadaki bütün kötülüklerin temeli, doğrudan veya dolaylı olarak, insanın insan üzerine hakimiyet kurmasıdır.
İslamiyet birbiriyle ilgisiz fikirler ve birbiriyle tutarsız hareket tarzlarından ibaret karmakarışık bir yığın değildir.
Medeniyetleri politikacılar yaratmaz; medeniyet alimler sanatkarlar işidir.
İslam davasının asıl yükü fikir adamlarının omuzlarına yükleniyor.
İslam bir hayat nizamıdır, onu hayattan çeken insan İslama hizmet değil, belki bilmeden ihanet etmiş olur.
Şu halde evrensel hakikati temsil ettiğine inanılan bir dini bu tür geçici, beşeri intibak sistemleriyle eşdeğerli tutmak dinin yüceliğini veya kıymetini isbat etmekten ziyade birtakım dünyevi sistemleri din mertebesine yüceltmek manasına gelir.
Bir şeyin ızdırabını çekmek, hiç degilse o derdin farkında olmak ve bir çare düşünmek manasına gelir.
Üstüste yığılan kül tabakalarını aralayacak olursanız, Türk hayatında İslamın bir kor halinde yattığı görülür
İslamiyet kitaplarda okunan değil, yaşanan bir hakikat olduğu ölçüde kıymet kazanacaktır.
İslam hukuku modern hayatın gereklerine uyma imkanlarından özü itibariyle mahrum değildir; onun dayandığı esaslardan bugünkü hayat için hüküm çıkarmanın imkansız olduğu söylenemez.
Her çağ kendi imkanlarıyla İslama yeni yorumlar getirecektir ve herhalde çağımızın imkanları Islam prensiplerine daha geniş bir uygulama sahası verecek durumdadır.
Şu halde İslamın makineleşmeye karşı getireceği çare teknolojiyi reddetmek değil, onu daha yüksek bir değer sisteminin emrine vermek olacaktır.
İslam insanı maddi ve manevi bütünüyle kavramaya çalışan, onu topyekun ele alan bir sistemdir. Bu yüzden İslam hıristiyanlıktaki manasıyla laik değildir.
İslamın dünya çapında bir huzur ve eşitlik davası demek olduğunu herkese anlatmak elbette kolay iş değildir. Bu anlayış yaygınlaşmadığı müddetçe peşin hükümler ve husumetler devam edecektir.
… İrrasyonel kuvvetlerin insan davranışındaki yeri Freud’un teorileriyle birlikte iyice önem kazandı. Ve nihayet S.Kirkegaard insanın nacak akla ve kendine itimadını terkedebileceği bir ümitsizlik noktasına geldiği taktirde hakikati kavrayabileceğini, zaman, ebedilik, Tanrı gibi paradoksların ancak böyle bir şahsî buhrân (eksistential moment) döneminde çözülebileceğini söyleyerek, tesirleri günümüze kadar gelen bir düşünce geleneği açtı.
Anti-entelektüalistler, yani akla mutlak kıymet verilmesine karşı çıkanlar; dikkat edilirse onların asıl maksatları aklı geriye atmaktan ziyâde aklın tek başına yetersizliğini göstermek isterler.
Bütün mesele realitenin tek yanlı olmadığını, bilgimizin teorik yanının sezgici veya estetik yanıyla birlikte bir mânâ ifade edeceğinin belirtilmesidir
… Meşhur Şarkiyatçı Joseph Schacht’ın görüşü:
– İslâm hukukunda bütün davranış şekillerine dinî kaidelerin tatbikini gerektiren husus, sayıları giderek artan Müslümanların dine bağlılıkları idi. İslâm hukuku ne amelî ihtiyaçlardan, ne de kazaî tatbikattan doğmuştur. Onun teşekkülüne dinî ve ahlâkî düşünceler sebeb olmuştur.
Roma hukukçuları müvekkillerine faydalı olmak gerektiğinde, hâkimlerin her muameleye karşı gösterecekleri muhtemel tepkileri önceden tahmin etmeye çalışmak zorunda kalırlardı.
İlk İslâm hukukçuları dinî vecibelerini inandıkları biçimde yerine getirmeleri hâlinde iyi Müslümanların neyi yapmalarının câiz, neyi yapmalarının harâm olduğunu, idarî işlerle ilgili fiillerden hangisini kabul edip hangisini reddetmeleri gerektiğini , örfe âit müesseselerden hangisini kullanabilecekleri ve hangisinden kaçınmaları gerektiğini, anlamak için bir vicdan muhasebesi yapmak zorunda idiler
… İslâm hukukunun meseleleri ile ilgili tartışmaları Türkiye’deki lâiklik esasına aykırı bulanlar da vardır. Bizim bir sosyal ilimci olarak işin siyasî tarafıyla ilgimiz bulunmamakla birlikte, bu noktada lâiklik prensibiyle çatışan herhangi bir husus görmüyoruz. meseleyi fazla uzatmamak için şu kadarını söyleyelim ki, dine uygun hukuk ile dinî hukuk birbirinden ayrı şeylerdir. bir hukukçunun şu veya bu meselede İslâm hukukunun hükümlerine itibâr edilmesini istemesi, devletin temel nizamlarını din esasına oturtmak mânâsına gelmez
… Hukukçular arasında İslâm hukukuna karşı çıkışlar, objektif olmaktan çok duygusal bir muhteva taşımaktadır. Başka türlüsü zaten beklenemezdi, çünkü meselâ Türkiye’de hukuk tahsilinin müfredatı içinde İslâm hukukunun hiçbir şekilde -hücum maksadına hizmet ettiği zamanlar dışında- yeri yoktur ve hukuk fakültelerinden mezun olanların çoğu İslâm hukuku denince dört kadınla evlenme vs gibi son derece ilkel şeyleri düşünmektedir
… Müslümanlarda hukuk ile ahlâk birbirinden ayrılabilecek şeyler değildir; halbuki Batı’nın laik hukuk sistemleri bu ikisi arasındaki bâzı münasebetleri kabul etmekle birlikte esasta ayrılığa dayanmaktadır. Hukuk-ahlâk ayrılığı, hukuk sisteminin ferdî
vicdanlara daha zayıf bir şekilde aksetmesine yol açabilir. Çünkü ahlâk kaideleriyle hukuk kaideleri arasındaki başlıca farklardan biri birincilerin şahsi samimî inancına dayanmalarına karşılık ikincilerde bu inancın pek az görülmesidir. Ahlâka uygun hareket eden insan yaptığı işin doğru olduğuna inanmıştır, kanuna uyan insanın böyle olması gerekmez. Ahlâkta samimî inanç esastır, bu yüzden meselâ amcasının mirasına kavuşmak için ona hoş görünen insan ahlâka uygun davranmış sayılmaz, ama kanunlara uyanın hangi sebeplerle uyduğu araştırılmaz, uymuş olması yeter. Bu yüzden kanunlar çok defa kimin hakkını koruduğu belli olmayan keyfî ve zorlayıcı birer kaide şeklinde görülmektedir. Düzenleyici cinsten (trafik kanunu gibi) kanunlar için bu türlü endişe fazla söz konusu olamaz, ama medenî hukuk ve cezâ hukuku gibi sâhalarda İslâm ahlâkının göz önünde tutulmaması sosyal vicdanla hukuk arasında sürtüşmeler yol açmaktadır. eğer lâik hukuk kaideleriyle uzlaşan bir lâik ahlâk kurabilseydi bu sürtüşmenin ortadan kaldırılması -hiç değilse teorik plânda- mümkün olurdu, ama lâik ahlâk şimdilik gerçekleşmesi şüpheli bir idealden ibaret bulunmaktadır
… Batı’da sanat ve edebiyat Hristiyanlık dışında, hattâ ona karşı çıkan örnekleri de elbette vardır. Fakat bunlar bile Hristiyan kültüründen ayırt edilerek anlaşılamayacak derecede o kültürle iç içedir. O kadar ki, din aleyhine ve ilim adına yapılan bir takım çıkışların bile Hristiyanlığın şuurlara yerleştirdiği şemalardan kurtulamadığı görülür. Nitekim Marks’ın sosyal tekâmül tezi Hristiyanlığın insan ve cemiyet hakkında verdiği tarihî şemanın başka bir muhtevaya uygulanmasından ibarettir. Hristiyanlıkta insan önce cennette iken sonradan dünya hayatının ıstıraplarına mahkûm olmuştur, fakat doğru yolu tuttuğu takdirde yine ilk cennete dönecektir. Marks’ın sisteminde de insanlığın başlangıcı komünist cenneti iken bu düzen bozulmuş ve iktisadî-sosyal sefâletler ortaya çıkmıştır. İnsanlığın sonu yine komünizme dönerek kaybedilen cennete kavuşmak olacaktır
… Şimdi Türkiye’de ortak bir kültür yoktur. Türkiye henüz belli bir medeniyet dairesinin üyesi de olmuş değildir. Cumhuriyet devrinin siyasî iktidar kadroları Türkiye’nin artık İslâm medeniyetinde kalamayacağını, Batı’ya süratle katılması gerektiğini düşünmüşler ve bu yüzden İslâm kültürünün kaynaklarını -hiç değilse resmî müesseselerde- kaldırmışlardı. Bu uygulamanın bir dereceye kadar başarılı olduğu söylenebilir; ancak aynı kadronun Batılı olma gayreti de tıpkı İslâm’dan çıkma hareketi gibi ancak bir dereceye kadar başarılı olmuş bulunuyor. Basitçe söyleyecek olursak, Türkiye şimdi Batı kültürüne girememiş, İslâm kültüründe kalamamıştır. Bir medeniyeti ve homojen bir kültürü olmadığı için, edebiyatının da bir kaynağı yoktur. Türkiye’de özellikle uydurma dil cereyanının başlangıcından bu yana meydana getirilmiş edebiyat eserlerini belirli bir kültür içine yerleştirilmesi, yani teşhis edilebilmesi âdeta imkânsızdır. Bu hüviyetsizlik hem solda sayılan, hem de sağda kabul edilen eserlerin çoğunluğu için ortak bir özellik hâlindedir
… İslâmî edebiyat denince çok kimsenin aklına İslâm tarihinin olaylarını ve insanlarını ele alan edebiyat eserleri, veya din konularında eğitici, öğretici eserler gelmektedir. Hiç şüphesiz, Peygamberimizin veya bir din ulusunun hayatını anlatan bir roman da İslâmî edebiyat içine girer; ancak İslâmiyet kitaplarda okunan değil, yaşanan bir hakikat olduğu ölçüde kıymet kazanacaktır. Biz onu bir sahâbenin, bir velinin veya geçmişteki herhangi bir kahramanın hayatından ziyâde kendi hayatımızda görmeliyiz. Bugünün insanı bugünün problemleri karşısında İslâm’la yüz yüze gelmelidir
… Hicretin 15.asrına girerken Türkiye’de İslâmiyet etrafında çok ciddi bir ilgi uyandığı görülmektedir. Türkiye’de çok defa resmi yollardan yapılan bütün engelleyici teşebbüslere rağmen İslâm’ı ilim bakımından inceleyebilecek ve bir fikir hareketi yaratabilecek kadroların yavaş yavaş yetiştiğine şahit olmaktayız. İslâm’ı bütün benlikleriyle kavrayarak isteyen, bu yolda duygusal hazırlıkları bulunan sanatçı grupları da vardır.. Bu sanatçıların özellikle edebiyat alanında İslâm değerlerini işlemeleri, İslâm’ın insanla ilgili konulardaki bakış açısını modern hayat içinde ele almaları beklenir. Henüz bir edebiyat çığırından uzak bulunuyoruz
… Bir dinin kıymetlerini işlemek, onları reçete gibi sunmak mânâsına gelmez. Romancının asıl hâlletmesi gereken mesele, bu gibi kıymetleri işlemenin kendisini gözden düşürebileceği şeklindeki aşağılık duygusundan kurtulmaktır.
Böyle bir çığırın genel bir fikrî uyanış içinde açılabileceğini belirtmemiz gerekiyor. Aslında Türk sanatçısı bu konuya tamamen yabancı değildir, çünkü son elli yıllık modernleşme çılgınlığının henüz dejenere edemediği hayat kesimlerinde İslâm bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Üstüste yığılan kül tabakalarını aralayacak olursanız, Türk hayatında İslâm’ın bir kor hâlinde yattığı görülür. Bütün mesele sanatçı aydınların İslâm’a yönelmekle kendilerine açılacak zenginlikleri fark etmeleridir. Türkiye’de bu zenginlik vardır, ancak elini atacak insanları beklemektedir
… Türkiye sömürgelikten kurtularak yeni istiklâl kazanmış bir ülke değildir; Türkiye’nin bir devlet olarak yeniliği sâdece siyasî rejimin değişmiş olmasından ve bir kısım idâreci ve aydınlarının da bu devlet ve milleti birdenbire doğmuş zannetmelerinden ibârettir. Türkiye’de Cumhuriyet kurulmadan önce de Türkler bağımsızdı, millî bir kültürleri ve hemen tek başına temsil ettikleri bir medeniyetleri vardı. Bu bakımdan meselâ Weimar Almanya’sı nasıl yeni bir devlet değilse Türkiye’de yeni değildir. Fakat ülke ve devlet olarak görülen bu devamlılığa rağmen, Türkiye, kültürel ve sosyal bakımdan geçirdiği büyük değişmeler sonunda kendine bir hüviyet arayan yeni devletler arasına girmiş bulunuyor
… Bir Batı sistemi olan Kapitalizm yeni devletler tarafından Batı emperyalizminin vasıtası olarak görülmekte, buna karşılık yine Batılı bir sistem olan Sosyalizm Batı’ya karşı bir silâh olarak kullanılmaktadır. Hakikatte sosyalizm Avrupa medeniyetinin tarihî bir mahsulüdür, yani o medeniyetin aksaklıklarına karşı yine o şartlar altında bulunmuş bir alternatiftir. Bu yüzden kapitalizmin bulunmadığı bir memlekette onu kurmak ne kadar zor ise, sosyalizmi kurmakta en az o kadar zor veya imkânsız olmaktadır
… İngilizlerin selefiyeci reform hareketlerini Hindistan’da hiç tasvip etmedikleri hâlde, Arabistan’da teşvik etmeleri, her iki tarafta sarsılacak iktidarlarının farklı olmasındandı
… İngiliz propagandasının Cihâd Fetvâsı’ndan daha tesirli olduğu ve bu propaganda sayesinde fetvanın tam tersine bir maksat için kullanıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim Çanakkale muharebelerinde bize karşı İngiliz saflarında çarpışan Müslüman sömürge askerleri arasından alınan esirlerin sorgularından çıkan neticeye göre, bu askerler dinsiz İttihadçılar’ın Halife’yi hapsettikleri ve İngilizlerin onu kurtarmak için İttihadçılar’a savaş açtıkları propagandasına inandırılmışlardı. İmparatorluk dışında en çok Müslüman nüfus barındıran Hindistan’da da bu hususta çok kesif bir propaganda yapıldığı görülmektedir. İngilizler savaş sırasında Hind Müslümanlarını harbin bir mahiyet-i diniyyeyi hâiz olmadığına, Osmanlı Padişahına ve İslâm’ın saltanatına hiçbir zararı dokunmayacağına inandırmış lardı. Ayrıca Lordlar Kamarası’nda Hilafet’e âit hiçbir şeye müdâhele olunmayacağı, muharebenin ancak İttihad ve Terakki Cemiyeti’yle olduğu beyân edilmişti. Nitekim Mekke Emiri Şerif Hüseyin’de kendi isyan hareketinin Halife’nin değil, ancak bozkurda ibadet edecek derecede Turancılıkla meşbu olan nazırların aleyhine olduğunu bildirmişti
… Bir zamanlar yıkılan Grek medeniyetinin eserlerini nasıl Müslüman’lar muhâfaza ederek Batı’ya vermişlerse, şimdi de İslâm dünyasındaki herodian çılgınlığın kovduğu İslâm değerlerini Batı bize sunmaktadır. Batı bizim mûsikîmize değer verdiği için biz de değer vermeye başladık, Batı bizim el sanatlarımızı, mimarîmizi, gösteri sanatlarımızı, klâsik edebiyat ve tefekkürümüzü takdir ettiği için bizde de onlara karşı geniş bir ilgi uyanmıştır. Nihayet, bizim bazı aydınların vaktiyle tek yol dedikleri Batı medeniyetinin bizzat Batılılar tarafından yapılan şiddetli tenkidleri sonunda, kendimize müstakil bir hüviyet, bir şahsiyet aramamız gerektiğine inanmış bulunuyoruz
“İslam aydınlarının kendilerini yıpratan, enerjilerini büyük ölçüde boşa çıkaran siyaset çekişmelerinden mümkün olduğu kadar uzakta kalmaları, günlük hadiselere tepeden bakarak kalıcı çözümler üzerinde kafa yormaları gerekiyor. Herhalde bu davaya en büyük kötülüğü yapanlar, onu günlük siyaset kavgalarında taraflardan biri haline sokmaya kalkanlardır.”
Dinin değişmez prensipleri üzerinde durması ve dolayısıyla çok eski zamandaki hayata ait kaidelerin çok sonraki bir hayata uygulanmasının istenmesi ister istemez pekçok güçlüklere yol açacak, böylece din hukuku hayata intibak edemeyecektir.
Üstüste yığılan kül tabakalarını aralayacak olursanız, Türk hayatında Islâm’ın kor halinde yattığı görülür. Bütün mesele sanatçı aydınların Islâm’a yönelmekle kendilerine açılacak zenginlikleri vardır, ancak elini atacak insanları beklemektedir .
Islamın hakim olduğu yerlerde sınıf mücadelesi, ırk kavgası, kölelik ve emperyalizm görülmemiştir .
Camideki eşit gördüğü insanı sokakta hayvan sayan bir Islam cemaati da görülmemiştir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir