İçeriğe geç

İslâm’da Sosyal Adalet Kitap Alıntıları – Seyyid Kutub

Seyyid Kutub kitaplarından İslâm’da Sosyal Adalet kitap alıntıları sizlerle…

İslâm’da Sosyal Adalet Kitap Alıntıları

İslam, milliyet ve ırk taassubundan tamamen uzaktır.
Ne zaman ki İslam geldi, insanogullarını, dünya ve ahiret saadetinin (sadece takva ile olabileceği) miyarı ile bir kıldı.
Zekat bir haktır, alınan bir hak. Sadaka olarak verilen bir fazl değildir.
İslam birçok vesilelerle çalışıp zengin olmayı teşvik eder.
İslam dilenmeyi men eder.
İhtiyaç kadar insanı zelil eden bir şey yoktur.
İnsan hayatın bütün güzellik ve lezzetlerinden istifade edebilir, fakat bir şartla; insanı hayata tabii değil, hayatı insana tabii kılarak.
Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kimseye ölmek yoktur. O vadesi ile yazılmış bir yazıdır. (Âli İmran Suresi 145)
İslam, ideal alemde mücerret bir davet ve irşad dini değil; hayat hadiseleri içinde yaşanacak, emirleri behemahal tatbik ve infaz edilecek bir dindir.
İnsani adaletin tahakkuku için bazılarının diğerlerine tercihi lazımdır.
Mutlak adalet, rızıkların değişik olmasını muktezi kılar.
Bünyevi, fikri ve ruhi üstün kabiliyetleri inkar etmek, münakaşa götürmez bir hatadır. Kabiliyet ve iş gücü ile kaim makul farklar sebebiyle, insanlar arasında rızıkların değişik olması hali, sosyal muvazeneye vesile teşkil eder.
İslam nazarında hayat, anlaşarak yardımlaşmadır. Harp ve düşmanlık değildir.
İslamiyet; ihtilaf halinde ki kuvvetleri birleştirmek, her türlü meyil ve sevkleri mecz ederek bunların istikametlerini en ideal bir şekilde tanzim etmek, insan hayat ve tabiatın birbirlerinden ayrılmaz mütekamil bir birlik halinde olduklarını insanlara öğretmek ve bu hakikati cihan’a itiraf etmek için gelmiştir.
İslamiyet; içinde en küçük bir eğrilik, en basit bir ihtilaf, en cuz’i bir boğuşma olmayan, ahenkli mütekamil yepyeni bir fikir manzumesi olarak meydana çıktı.
Canlılar tabiatın sinesinde doğup büyüdükleri için ona karşı gelmekle vazifeli değillerdir.
Bu hızlı takdimden sonra açıkça ortaya çıkan gerçek olmaktadır. Gelecekte mücadele, komünizmle kapitalizm arasinda olmayacağı gibi, Doğu bloku ile Batı bloku arasında da olmayacaktır. Asıl mücadele yeryüzünün her tarafında yer alan maddeci görüş ile Islâm arasında sürüp gidecektir. Başka bir deyimle ve doğru ifadeyle, sadece Allah’a kulluğu kabul eden ve insanları kula kul olmaktan kurtarıp, yalnızca Al lah’a ibadet etmeye vardıran duzen ile, kulun kula kulluk etmesi esasına dayanan ve yeryüzü kaynaklı öteki beşeri sistemler arasında olacaktır.
Kaldı ki dünya hayatının zahirine ait bilgi, Kur’an ayet lerinin işaret ettiği ve sahiplerini övdüğü bir bilgi değildir. Herhangi bir ilim Allah’a giden yolu göstermiyorsa, insanın bilmediğini insana öğretenin Allah’ın fazlı ve ihsanı olduğunu idrak ettiren bir esasa dayanmıyorsa, o ilim hem sapıktır ve hem de saptırıcıdır. Bir ilim idrake kudretini bahşeyleyenin Allah olduğunu, tabiat kanunlarını da bunun emrine verdiğini anlatmıyorsa, kısaca gösterilen esaslara ve temellere da yanmıyorsa, o ilim hem sapıktır ve hem saptırıcıdır.
Ortada tarım ahlâkı veya sanayi ahlâkı diye bir şey yok tur. Yalnızca tarım toplumunu ilgilendiren değerler ve yalnızca sanayi toplumunu ilgilendiren değerler de yoktur. Ortada burjuvazi sınıfının ahlâkı da sözkonusu değildir. Aynı şekilde proletarya sınıfının ahlakî değerleri kapitalist, sosyalist toplum ların ahlaki değerleri de söz konusu değildir. Bütün bunlar olmadığı gibi, burjuvazî, proleterya, kapitalist, sosyalist de ğerler de yoktur.. Ancak ortada bir İslâmî ahlâk vardır. İslâmi değerler ve cahilî değerler bulunmaktadır.
İmparatorluk, sadece kendisince seçkin bir grubun refahını ve lüksünü artırmak uğruna, boyunduruğu altına aldıkları ülkelere pek katı davranmış, zulmetmiştir. Fakat bunun yanlış ve kötü bir şey olduğunu hiçbir zaman düşünmemişlerdir.
Bu durumda hiç kuşkuya kapılmamak gerekir. Tarih boyunca tüm helak oluşların, felaketlerin nedeni lükstür, varlık içinde şımararak kendinden geçmektir. Bilindiği gibi lüks hayat aynı zamanda şımarıklığın da nedenidir.
Bilindiği gibi lüks ve israf içinde bir hayat geçiren kendinden geçmiş şımarıkların olduğu yerde, zayıf karakterli küçük düşürülmüş kimseler de bulunur. Bunlar efendilerinin duygularını ve şehvetlerini hep kabartırlar, on lara yaltaklanarak, onların arzularını okşarlar. Böylece ken di varlıklarını tıpkı böcekler gibi onların varlığı içinde yitirirler.
Zira yiyecek birşeyi olmayan kimsenin bun dan başka yapacağı bir şeyi de yoktur. Bunlar zenginlere ve servet sahiplerine karşı ya kin besleyecekler, ya da benlikleri ni tümüyle yitireceklerdir. Kendi değerleri kendi kendilerin ce aşağılanacak, mâlî güç ya da zenginlik gücü karşısında asa letlerini ve şereflerini kaybedeceklerdir. Servet görüntüsü karşısında kendilerini tanıyamayacaklar, sadece değersiz ve küçücük bir insan parçası olduklarını ve makam sahiplerinin arzu ve isteklerini yerine getiren varlıklar olmaktan başka bir işe yaramadıklarını düşünüp-duracaklardır.
Insanları soyup soğana çevirmek, çıplak bırakmak, elle rinden mallarını alarak fakirleştirmek gibi bir yetkiye devlet başkanı asla sahip değildir, diğer taraftan halkın tüm gelir kaynaklarını elinde tutarak kendisine boyun eğdirme ve âdeta kendisinin köleleriymiş gibi insanlara bir muamelede bulunma yetkisi de yoktur. Halkının kendisine öğüt vermelerini, uyarıda bulunmalarını önleyerek, onların özgürlüklerini kısıtlama hakkına da sahip değildir. Onların her zaman gözetici ve uyanık olmaları gerektiğinden bunu asla önlememelidir. Ayrıca kaynağı ne olursa olsun kötülükleri önleme gücünden onları alıkoyamaz, onlara mâni olamaz. Ancak bütün bunlar bireylerden beklenemez, beklenebilmesi için bireylerin devlet baş kanının ve onun adına görev yapan valilerin tahakkümünden ve baskısından tamamen uzak ve özgür gelir getiren yolları, maişetlerini sağlayan imkânları olmalıdır. Zira bu gibi yol ve imkânları elinde bulunduranlara karşı, yönetilenlerin (kulların) genelde boyunları büküktür.
Eğer Avrupa dini, genel hayatından uzaklaştırmaya mecbur kaldı ise; biz Müslümanlar aynı yolda yürümeye mecbur değiliz.
Zulmen elinden alınmış malının önünde öldürülen kimse, şehittir.
-Nesai
İslam ilmi, marifetullaha ve Allah korkusuna giden bir yol olarak mütala eder.
İslâm fikriyatında gelişme hareketlerinin mihveri, bu haraketleri engelleyen zincirleri kırıp tabakalar arasındaki elem ve kırgınlıkları izale ederek bütün beşeriyeti geliştirmek ve onu, yapıcı ve yükseltici bir seviyeye ulaştırmaktır. İslâm, hiç bir zaman beşerin elemlerini küçümsemez. Onu yok etmek için zümre ve sınıflar arasındaki kinden faydalanmayı da düşünmez. Çünkü, kin ve nefretin hadd-i zatında beşerin yükselmesine mani’ teşkil eden bir zincir olduğunu kabul eder.
Vaʼz ve nasihat mahiyetinde olan hitabet, İslâmî tasavvurdan doğan edebiyat veya sanatın yolu değildir. Bu iptidaî bir vesile olup, haliyle sanatkârane bir iş değildir.
Her arzu, insanî bir hedefin inşasına, ne kadar yükselirse yükselsin bir hedefin tahkikine götüren bir kuvvettir. İslâmiyet, herhangi bir zaman ve mekânda hayatı olduğu gibi kabul etmek için değil, onu her zaman ve her yerde geliştirip, yükseltmek için gelmiştir.

İslâmın vazifesi, hayati daimî yeniliğe, tekâmül ve terakkiye ve beşer gücünü ilerleyici, yükseltici yola sevketmektir.

Hıristiyanlık, garp medeniyetinin maddî ilim sahasında kaydettiği inkişafın çok cüz’î bir kısmına iştirak etmiştir. Elde edilen netice ve başarılar Avrupa’nın hıristiyan kilisesiyle mücadelesi ve yeni hayat görüşü sayesinde olmuştur. Ekseriyet nazarında bugünün hıristiyanlığının sadece şeklî bir mânası vardır. Roma ilâhlarında olduğu gibi
Evet, Bernard Show gibi bir adam diyor ki : «Garp âlemi bir istikamete doğru yönelmektedir.» İstikametin hangi yönde olduğunu beyan sadedinde: «Muhammedin dininin, yarının Avrupasında kabul göreceğini bildiriyorum. Bugün dahi bu din kabul görmeğe başlamıştır. «İkliros»a mensup adamlar orta çağlarda cehalet sebebiyle ve menfur taassuplarının te’sirinde kalarak İslâmı en karanlık renklerle tasvir etmeğe çalışmışlardır. Gerçek şudur ki: Onlar Muhammed’den ve O’nun dininden aşırı derecede nefret edip, O’nu İsa’nın bir düşmanı olarak görüyorlardı. Ben ise, Muhammed’i insanlığın kurtarıcısı olarak görüyorum. Ve bunu iddia etmenin vacip olduğuna kaniim.
Sefil garp medeniyeti son çeyrek asırda cihanı iki büyük harbe sürüklemiş, sonra ikiye bölmüş ve üçüncü harbin daimi tehdidi ile perişan etmiştir.

Her yerde ızdırap Dünyanın dörtte üçü açlık ve sefalet içinde kendilerini kurtaracak yeni bir nizam beklemekte, insaniyete, insanlık prensiplerine güveni iade edecek ruhî gidayı araştırmaktadır. Bununla beraber, batı dünyasının, İslâmın maddî esaslarını kabul edeceğinden haddinden fazla ümide kapılmak da doğru değildir.

Izdırab ve korku içinde bunalan hür dünya, kâmil İSLÂM nizamına dönünceye kadar selâmet, huzur, emniyet ve adalete asla ulaşamayacaktır.
Biz, yeryüzünde hangi din, hangi felsefe, hangi medeniyetin sahipleri olursa olsun, hayat hakkında hepsinden daha büyük bir mefkûreye sahibiz. Çünkü bizim mefkûremiz hayatın yaratıcısı olan Allah’ın yapısıdır.
‘Her devirde İslâmî bir hükûmet sistemine dönmek mümkündür. Buna dün Ömer İbn Abdulaziz muktedir olmuş, bugün de bütün müslümanlar muktedir olabilirler.’
Kur’an-ı Kerim’in Bir başka yerinde yine Meryem oğlu İsa Mesihden bahisle şöyle buyurulmaktadır: O sadece kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğulları‘na örnek kıldığımız bir kuldur. (Zuhruf:59)

Kuranı Kerim Kıyamet sahnelerinden birinde, kendisi ile ilgili olarak ilahlık iddiasında kalkışanlar hakkında Hazreti İsadan (a.s) cevap istendiğini bildirmekte ve aynı zamanda Hazreti isanın böylesi bir iddia ile ilgisinin bulunmadığının kanıtını ortaya koyduğu gibi, böylesi bir şeyden de uzak olduğunu ispat ederek, Bu gerçeği çok açık ve net bir uslup ile anlatmaktadır.

Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, Ökçeleriniz üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz?

Yine rabbimiz sarahaten Hz. Peygamber’e Şöyle seslenmektedir:(kullarımın) İşinden hiçbir şey sana ait değildir ! (Âli İmran: 128)

Bir başka ayette ise adeta tehditkar bir ifadeyle peygamberine şöyle sesleniyor: eğer seni hakta sebatkar kılmasaydık,  neredeyse onlara biraz meyledecektin.O zaman, hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını(azabını) Kat kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için hiçbir yardımcı da bulamazdın ( isra: 74-75)

Aslında bir takım kimselerin bedeni, fikri ve Ruhi kabiliyetler bakımından üstünlükleri inkar edilemez. Kaldı ki böyle bir şeyi tartışmaya da gerek yoktur. Bu kabiliyetler mutlaka hesaba katılmalı ve bu kimselerin yapabileceklerinin en iyisini yapmaları için de, kendilerine her türlü fırsat tanınmalıdır. Daha sonra da bu değer ve kabiliyetlerden toplum için yararlı olabilecekleri almaya çalışmalıyız.Yoksa bu gibi üstün değerlerin ve kabiliyetlerin yollarını keserek, onları da zayıf kabiliyetli kimselerle eşit tutmamalı, yapabilecekleri hizmetten alıkoymamalı, onları insanlığa ve topluma yararsız bir duruma getirip, darmadağın hale düşürmemeliyiz.
Doğal olarak bireylerin kabiliyetlerinin farklı olduğu, eşit olmadığı hususunda laf kalabalığına gerek yoktur. Bütün bunlara rağmen bizler, bir takım gizli değerlerin varlığı ile ilgili olarak laf kalabalığı yapsak da, pratik hayatın kendi akış içerisinde bu bir işe yaramaz. Şu bir gerçektir ki bazı kimseler doğuştan sağlıklı olmaları, üstün meziyetlere sahip bulunmaları, kendilerine verilen yük ve ödevleri taşıyabilecek durumda olmaları gibi fıtraten kendilerinde bu türden kabiliyetler bulundurmaktadırlar.Fakat kimileri ise yaratılış itibari ile hastalığa daha çabuk yakalanabilir bir durumda olup, zayıf ve noksan Bir yapıya sahiptirler. Bu durum karşısında tüm değerleri ve kabiliyetleri aynı ölçüde düşünmeye bir yol yoktur. Zira kişileri aynı kalıptan geçirip, aynı özelliklere sahip fabrikasyon bir makine gibi düşünmek ve değerlendirmek imkansızdır. Hal böyle olduğuna göre aralarında bu anlamda herhangi bir eşitlikte düşünülemez.
İslam kainatın tüm güçleri arasında bir vahdet ve birlik dinidir. Çünkü o hiç kuşkusuz bir tevhid dinidir. Yani bir tek ilah’ın Birliği anlamında ilahın tevhidi’dir  tüm dinlerin bu din içinde birleşmeleri anlamında, dinlerin Allah‘ın dininde Tevhid-i manasında vahdet dinidir. Bu din hayatın başladığı günden itibaren tüm peygamberlerin müjdeleme de birleştikleri tek tevhid dinidir.

Kuşkusuz dininiz, tek bir dindir. Ben de sizi Rabbinizim. Öyleyse bana kulluk edin ! (enbiya: 92)

Tüm varlıklar mükemmel anlamda parçaları ikmal olunmuş bir birlik meydana getirir ve yaratılışı,düzeni ve amacı ile birlikte tam bir uyum içerisinde bulunur; zira tüm varlık doğrudan doğruya mükemmel ve mutlak olan bir irade sebebiyle var olduğu için bu uyumu göstermektedir. Bu itibarla varlık alemi, genel olarak hayat için, özellikle de hayatın en yüce örneği olan insanın varlığı için daha elverişli ve daha uygun bir duruma getirilmiştir. Kaldıki kainat,Ne hayata düşmandır, ne de insana… Ayrıca çağdaş cahiliyenin ileri sürdüğü gibi doğa, insan ile Savaşan ve ona üstün gelmeye çalışan bir düşman da değildir. O sadece Allah’ın mahlukatındandır. O Gerek hayatın Ve gerekse insanın amaçlarından farklı bir amacı bulunmayan bir dosttur. Kaldıki canlıların görevi de doğa ile savaşmak değildir. Çünkü o canlılar, tümüyle doğanın kucağında gelişip yetişmişlerdir. Doğada, canlılarda, hepsi bir tek olan o mutlak iradeden doğmuşlardır Ve tümü bile bu varlık aleminin birer parçasıdırlar. Bizzat insanın kendisi samimi bir dost ve samimi varlıklar arasında hayatını sürdürmektedir. Yeryüzünü yaratırken Allah Teala;

Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler var etti ve orada gıdalarını takdir etti.
(Fussiilet :10)

Sizi sarsmaması için yeryüzüne sağlam ve sabit dağlar koydu. (Nahl:15)

Yere gelince, Allah onu da bütün yaratılanların menfaati için alçalttı.(Rahman:10)

Yeryüzünü size boyune eğdiren O’dur. Şu halde yerin omuzlarında dolaşın ve Allah’ın rızkından yiyin. (Mülk:15)

O’yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı. (Bakara:29)

İşte mutlak iradeden meydana gelen bu varlık alemi, gerçekten tam anlamıyla mükemmel bir birlik içerisindedir. Onda var olan her parça, o bütün içersinde düşünülmüştür Ve hepsi de birbirleriyle bir uyum sağlamaktadır. Aynı zamanda var olan her şeyde bir hikmet vardır ki, o da düşünülen bu mükemmel düzene bağlı bulunmaktadır.

O, Her şeyi yaratıp, ona düzen vermiş ve yarattıklarının mukadderatını (Ve özelliklerini) tayin etmiştir.
(Furkan:2)

Şüphesiz ki biz her şeyi bir ölçüye göre yarattık. (Kamer:49)

O birbiriyle uyum içinde yedi göğü yaratmıştır. Çok merhametli olan Allah‘ın yaratılışında hiçbir uygunsuzluk/Düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir bir bak, bir çatlak görebiliyor musun? Sonra gözünü iki defa çevirdi(bak), göz aciz ve bitkin halde sana dönecektir.
(Mülk :3-4)

Oo yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada gıdalarını takdir etti.
(Fussilet:10)

Allah rüzgârları gönderir, bunlar da bulutu kaldırır. Derken onu gökte dilediği gibi yayar ve parça parça eder;Nihayet arasından yağmurun çıktığını görürsün. Allah dilediği kullarına yağmuru nasip edince, bir de bakarsın sevinirler.
(Rûm:48)

Ve daha bunlara benzer niceleri… Açıkça görülüyor ki, yaratılan her varlığın, varoluş amacıyla uyum içinde bulunan bir hikmeti bulunmaktadır. İlk olarak varlığın kendisinden meydana geldiği ve ikinci olarakta kendisiyle korunup bir düzen altına alındığı irade’nin, (Allah’ın emrine uygun olarak) tüm mevcûdatta Müşahade ve mülahaza edilmesi gerekir; zira hepsi de varlığa külli faydası yanında, onunla bir uyum içerisinde düşünülmüştür. 


Yaratan ile yaratılan (kainat, hayat ve insan) Arasındaki ilişki, Tüm yaratıkların kendisinden meydana gelmiş olduğu doğrudan iradenin bir sonucudur.

Bir şeyi yaratmak istediği zaman O,nun emri, o şeye (sadece) ‘Ol’ demektir o da derhal oluverir.
(Yasin:82)

Kuvvet veya madde bakımından, Yaratılan ile yaratıcı arasında herhangi bir vasıta yoktur. Çünkü O’nun Mutlak iradesi ile tüm varlıklar doğrudan doğruya O’nun emriyle meydana gelir. Yine O‘nun mutlak iradesi sayesinde her şey korunur, tanzim edilir, düzene girer ve yürür.

Allah O’dur ki; gökleri direksiz bir şekilde yükseltti. Siz onu görmektesiniz. Sonra arşa istiva etti. Güneş’e ve Ay’a boyun eğdirip emrine amade kıldı. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar (bir yörüngede) akıp gider. Her işi çekip çevirir, idare eder. Rabbinizle karşılaşacağınıza yakinen inanın diye (Allah,) ayetlerini detaylı bir biçimde açıklar. (13/Ra’d, 2)

Göğü de, kendi izni olmadıkça yerin üzerine düşmekten korur.
(Hac:65)

Ne güneş aya yetişebilir, ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri belli bir yörüngede akıp gitmeye devam ederler.
(Yasin:40)

Mutlak hükümranlık elinde olan Allah yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter.

(Mülk:1)

‘Şekli ve ismi ne olursa olsun, İslâmî bir ismi taşısın taşımasın, İslâm şeriatiyle hükmetmeyen bir hey’etin, İslâmiyetle hiçbir alâkası yoktur.’
‘Evet bu din, bütün taraflarıyla bölünmez bir bütündür. İbadetleri ve muameleleriyle, hüküm ve mal siyasetiyle. Teşri’at (kanun yapma) ve tevcihatiyle (idare), inanç ve davranışlarıyla, dünya ve ahiretiyle bir bütündür.’
Cennet, Allah yolunda malını sarfedenler için, âhirette en büyük mükâfak olacaktır:

‘Rabbinizin bağışına, genişliği göklerle yer arası kadar olan ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun.
Onlar bollukta ve darlıkta Allah yolunda harcayanlar, öfkelerini yenenler, insanları affedenlerdir. Allah, iyilik edenleri sever.’
•Al-i İmran Sûresi 133-134

Aile cemiyyet binasının ilk taşıdır. Onun değerini itiraf, kaçınılmaz bir zarurettir. O, insan fıtratındaki sabit meyiller, sevgi ve merhamet hisleri ve zarurî icablara dayanır. Aile, ahlâk ve edeb mefhumlarının ocağıdır. Bu ahlâk aynı zamanda içtimaî ahlâkın da esasını teşkil eder.
‘Unutmamak lâzımdır ki, Fransa son harbden sonra dördüncü cumhuriyet devrine kadar malda, -İslâm’ın tanıdığı tasarruf hakkını ( velisinin izni olmadıkça kadına) tanımamıştır. Bunun yanında kadına gizli ve âlenen her türlü gayr-i ahlâki davranışlarında hürriyet vermiştir. İslâm ise kadını sadece bu son hakkından mahrum ediyordu. İnsanlık şeref ve haysiyetini korumak maksadiyle bu hakkı erkekten de aldığı gibi.’
‘FERD ŞUURUNDA YERLEŞMEYEN ADALET, KANUNLA SAĞLANAMAZ.’
‘İslam nazarında hayat, anlaşarak yardımlaşmadır. Harb ve düşmanlık değildir.’
‘Bu din, sosyal hayattan uzak kaldığı müddetçe cemiyyete istikamet veremez. Onu sosyal hayatından uzak tutan, ictimaî nizam ve kanunlarında onunla hükmetmeyen, ya’ni, tedvin ettikleri kanun ve nizamları şeriate aykırı olan müslümanlar, müslüman sayılmazlar. Ve o cemiyyet islamî bir topluluk değildir.’
Ortaya öyle bir sonuç çıkar ki böyle bir sistemin sonucunda beşeriyet tamamen yokolur. Böylece birey ve toplum ya da devletler/milletler çerçevesinde bütün bunların aleyhinde gelişen az sayıda faizci bir grup meydana gelir. Bunlar adına insanlık imha edilir, devletler ve toplumlar yıkılır, fakirlik, ahlaki çöküntü ve asabi bozukluklar alabildiğinde yaygınlaşır.
Çalışan işçinin hakkını alın teri kurumadan önce verin.
(Mesabih’us Sünne)
İnsanlar 3 şeyde ortaktırlar; suda, otta ve ateşte
Bu prensip; servetin toplum içinde belli bir azınlık içinde dönüp dolaşması, bunlar elinde hapsedilip durması ve servetin tekelleşmesi hoş karşılanmadığı için zenginlerden alınıp fakirlere mülk edinmeleri şartıyla bir miktar malın verilmesidir.
Bilindiği gibi ahlak, sağlam bir toplumun meydana gelmesinde , bir binanın kurulmasında ilk esastır. Evet, yerin göğe bağlanabilmesinin, faniliğin ebediliğe kavuşmasının temel direği ahlaktır. İşte bu duygunun fani ve sınırlı olan insan vicdanında uyanması ve hayata erişmesi gerekmektedir.
Kendi kendinizi yadırgayıp küçük düşürmeyin! Çünkü müminin mümini ayıplaması, alay ve eğlenceye alması, aslında kişinin kendi kendisini ayıplaması demektir. Çünkü hepsi de tek bir nefisten, Adem ve Havva’dan yaratılmışlardır.
Toplumda varolan sosyal değerlere tutsaklık gibi, mal tutsaklığı, mevki, şeref, soy gibi şeylere kendisini kaptırır da bunlara kul ve köle olabilir.
İslam ise, insanın ruhsal istekleriyle ve duygusal arzularıyla, manevi ve maddi ihtiyaçlarını birbirinden ayrı olarak değerlendirmez. ( ) İşte komünizm, Hristiyanlık ve İslam arasındaki yolların ayrılış noktası budur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir