İsmail Raci Faruki kitaplarından İslam Kültür Atlası kitap alıntıları sizlerle…
İslam Kültür Atlası Kitap Alıntıları
Hz. Peygamber tarafından kabul gören bir husus da şudur: İslâm vizyonu, bir kültür ve medeniyet üretmek üzere yön verecek şekilde tarihe hükmetmeyi amaçlamalıdır. Bunun İslâm tarihiyle bağlantısı bu yüzden çok önemlidir. Zira İslâm kültür ve medeniyeti onun ürünü olup onun tarafından sürekli olarak yaşatılmakta ve desteklenmektedir.
Allah’ın mükemmel, ezelî ve ebedî bir dini olduğundan İslâmiyet herhangi İslâm tarihi ile bağdaştırılamaz. İslâmiyet, bütün Müslümanların uğrunda savaştıkları ve onunla kişiliğini bulacağı bir hedeftir. Dolayısıyla gerçek tarafsızlık, İslâmiyet’in İslâm tarihinden ayırt edilmesini ve özü, kıstasları ve ölçüsü itibarıyla nazar-ı dikkate alınmasını gerektirir.
Kur’an Arapçası Arab-ı musta’ribe veya sonradan araplaşan Kuzey Arabistan Araplarının dilidir. İsimlerindende anlaşıldığı gibi Kuzey Arabistanlılar Arapçayı diğerlerinden öğrendi.Rivayetlere göre,Kuzey Arabistanlıların Mekke’ye yerleşen ve Tek Allah’a ibadet için mabed olarak Kabe’yi inşa eden Hz.İbrahim’in ilk oğlu Hz.İsmail’in soyundan oldukları belirtilir. Hz.İsmail, bölgenin yerlileri olan Cürhüm kabilesinden evlendi ve Yarımadanın güney ve güneybatısı hariç,tüm Yarımadadaki kabilelerin kurucusu olan 12 oğlu oldu.Cürhümiler Hz.İsmail’in dinini, kültürünü ve dilini benimsediler ve böylece musta’ribe(araplaşanlar)sıfatına layık olarak kendilerinden ayrı bir Arap kültürünü inşa etmeye başladılar.
Arapça 22 ülkede 150 milyon insanın konuştuğu dil. 1 milyar mülümanın da din dili. Farsça, Türkçe, Urduca, Malayca, Hausa ve Svahili dillerini %40-60 oranında zenginleştirmiştir.
Arapça; Farsça, Sanskritçe ve Mısır dilinden kelimeler almış fakat bunları potasında eritmiş ve İslam’dan önce Arapçalaştırmış.Fiil çekimli bir dil. Almanca ve Amharca(Habeşistan Resmi dili) da çekimli dillerden.
Batılı Yahudiler:
Eskenazi (Yîdîş) dilini kullanıyor = Slavca + Almanca+ Modern İbranice karışımı bir dil. Modern İbranice İsrail’de yaşayan 2 milyon yahudinin kullandığı dil.
Develer 25 galon su içebiliyor,içtiği suyu vücudunun her yerine dağıtabiliyor.Kandaki su oranı düştüğünde vücut hücrelerinin su kaybına izin vererek kandaki su miktarını stabil tutuyor.Susuz kaldıkça sütü daha sulu ve tuzlu hale geliyor. MÖ.2000’li yıllarda ehlileştirilmiştir.
Deve de lügatte yaş ,fizik, karakter, soy, yavrulamasına göre isimlendirilmiş.
Arap lügatinde at, deve ve aslan özel bir yere sahip.
At, Arabistan’a M.Ö. 1500’lü yıllarda girmiştir. Lügatlerinde at üzerine 200’den fazla kelime var. Safkan kalmaları için uzun yıllar soyları ezberlenerek soylarının korunması sağlandı.
Müslüman toplumunun hayatı aslında dinî faaliyetlerin dünyevî amaçlarla sürekli birbirinin karışımıdır. Ruhani ve cismani olan şeyler arasında kesin bir ayrım olmadığı gibi dinî ve dünyevî olanlar arasında da bir boşluk yoktur.
Mezopotamyalılar çok sayıda tanrıya sahiptiler. Onların içinde en üst mevkide olanı göklerin tanrısı, hâkimiyeti manevî ve aynı zamanda en üstün olan, kutsal olsun olmasın hiçbir varlığın kendisine karşı gelemediği Anu’ydu.
Mezopotamyalılar, düzenli bir devleti olmayan insanların çobansız koyun sürüsü gibi olduklarını düşünüyorlardı. İdeal bir sosyal düzen görünümü çöl insanlarını harekete geçirdi ve onları dünyanın dört bucağına göçe yöneltti. Oralarda geçici anlaşmalarla adalet ve refahı yerleştirdiler ve insanların mutlu bir hayata sahip olmalarını sağladılar.
İbni Sîna mide ülserinin üzüntü ve sıkıntı gibi psikolojik ve mide üzerinde doğrudan etkisi olan fizikî yahut organik olmak üzere iki ayrı sebepten ortaya çıktığını tesbit etti. Kanseri teşhis etti ve erken cerrahî müdahaleyle dokunun çıkarılması yoluyla tedavi önerdi.
Mezopotamya’nın verici bir medeniyet oluşu üzerine ilim adamları fikir birliği etmişlerdir. Ona gelenlerin hemen hepsi beraberlerinde bir şeyler getirdilerse de, verdiklerinden daha çoğunu almışlardır.
M.Ö. 1000 yıllarında Dâvud, farklı eyaletleri, yüzyıla yakın hüküm sürecek birleşik krallık hâline getirdi. Toplumun çoğunluğunu oluşturan ve İbrânî olmayan unsurları memnun etmek için başşehri Hebron’dan, İbrânî şehri olmayan Kudüs’e taşıdı. Ürdün nehrinin güneyi ve Sam dahil birçok bölgeyi, askerî seferler veya diplomatik manevralarla krallığı altında bir araya toplamayı başardı.
Asimilasyona karşı direnmeleri İsrailoğullarının en temel özellikleridir.
İbrânîler’in kökleri Amurru göçlerinden gelir.
Arâmîler gerçekten bir Akad lehçesi olan dillerini düşman komşularının arasında olduğu kadar dostlarının arasında da tüm bölgeye yaydılar. Kenânîler tarafından icad edilen alfabelerini gündemde tuttular. İbrânî, Süryânî, Pehlevî ve Sanskrit yazıları kökenlerini Arâmîlerin yaygınlaştırdığı Kenânî yazısına borçludurlar.
Aranmakta olan eczacılıkla veya astronomiye ilgili birkaç sayfalık el yazmaları karşılığında keseler dolusu mücevher ve altın ödendiği veya bir matematik problemini çözebilecek kişiyi aramak için binlerce kilometrelik maceralı bir yolculuğa kalkışıldığıyla ilgili fantastik hikâyeler İslâm’ın sayesinde söylenebilmiştir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Hz. Peygamberden naklederek İhvân şöyle yazmaktadır:Bilgiyi ara, çünkü onu aramak Allah’tan sakınmak, aranması dua, konuşulması ibadet, aranması Allah yolunda cihad, yayılması cömertlik, öğretilmesi de kardeşliktir. Doğru ve yanlışın ölçüsü olduğu için cennete giden yolun feneridir. Yalnızlıkta teselli, gurbette arkadaşlık, vefakârlık ve samimiyetin zerâfeti, düşmana karşı koruyucu kollar, yabancılarla uzlaşma, arkadaşlar arasında beraberliği temin eder Melekler bilgili insanları arkadaşlık etmek için ararlar, onları kanatlarıyla kucaklarlar, dualarında onları hatırlarlar Allah’a ancak bilgiyle itaat ve ibadet edilir İyi ancak bilgiyle vahyedilir, sevilir ve yerine getirilir; çünkü bilgi eylemin ön şartıdır, her türlü iyi davranışın temel prensibidir.
Mühendislikteki başarılarıyla Süleyman Mâbedi’ni inşa edenler ve deniz yolculuğu konusundaki bilgileriyle de Akdeniz kıyılarında ilk seferleri düzenleyenler de onlardı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Kenânîler büyük şehirler kurdular, ama hiçbir zaman millet olmadılar.
Yunanca bir ad olan Fenike (Phonicia), mor anlamını veren phoinix’ten türemiştir. Mor, eski çağlarda dünyanın en prestijli rengi olup kraliyetle bütünleşmişti. Mor her yerde imparatorluğu simgeliyordu.
İnsanlık tarihinde her ne zaman Krallık yönetimi ilâhî yönetimle karıştırıldıysa ya da ilâhî krallıkta olduğu gibi eşit olarak anlaşıldıysa, büyük bir zulüm kaynağı haline gelmiştir. Hammurabi’nin Tanrı ve Kanun’u kendisinden ayırması ileriye doğru büyük bir adımdı; ilâhî krallık reddedilerek zulmün yoluna büyük bir engel konmuş oldu.
Ve böylelikle tarihin bildiği ilk dünya devleti doğdu.
Tevhid, ısrarla şu hususu ileri sürer:
“İşte sizin ümmetiniz bir tek ümmettir ve Ben
de sizin Rabbinizim. O hâlde sadece Bana kulluk
edin!” Tevhid, bir şeyin hakkını vermek için
birbirine danışan ve sabır gösteren, Allah’ın
ipine sımsıkı sarılan, birbirinden kopmayan,
yek diğerini sayan, emr-i bil mâruf nehy-i anil
münkeri şiar edinen ve son olarak Allah’a ve
O’nun peygamberine itaat eden mü’minler gerçek bir kardeşler topluluğu olduğu anlamını taşır.
Dünya gerçekten bir kozmos, düzenli bir oluşum olup asla bir kaos değildir. İçinde daima takdir-i ilâhî tecelli eder. İlahi düzen, eşyanın tabiatına uygun olarak, gerekli tabiat kanunlarıyla gerçekleşir. İnsandan başka hiçbir yaratık, Yaratıcının onun için takdir ettiğindan başka bir şekilde hareket edemez.
tüm bir kültür, tüm bir medeniyet veya tüm bir tarih, İslâm’ın farklılık, zenginlik ve tarihi, kültür ve öğrenimi, irfan ve medeniyeti “La ilahe illallah” cümlesinin içinde saklıdır.
Bir anlamda , hac bütün insanların yaratıldıkları ilk halde, dünyevi farklılıklardan tamamiyle arınmış olarak Allah’a huzuruna vardıkları gün olan Hesap Günü’nün bir provasıdır. Allah’ın huzurunda, güçlü-zayıf, zengin-fakir, seçkin-avam ayrımı yoktur. Hepsi eşittirler. Hepsi de dünyada yaptıkları amellerden başka hiçbir şeye sahip değillerdir ve hiçbir şey onlara fayda sağlamaz.
Müslümanların fakirlere yardım ettiği yegane durumlar Ramazan ve bayramlar değildir. Pratik olarak, Müslümanlar, beş vakit namazlarında veya bunun dışında okudukları Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde, Allah’ın kendilerine fakir ve muhtaçlara sadaka vermelerini emrettiğini okurlar. Sadakanın belirli bir şekli yoktur; ihtiyaç halindeki fakir ve yoksula herhangi bir miktarda verilmesi, daha çok gerisindeki safiyeti harekete geçirici övülmeye ve hürmete layık bir harekettir. İslam, mensuplarına fakirin ya da mahrumun, zenginin servetinde payı olduğunu öğretir (Mearic suresi 79:24-25) ve zengini sürekli olarak bu görevini karşılamaya teşvik eder.
Hiçbir şey gerçekten kaçamaz.
Bilgi sonsuzdur, çünkü hak sonsuzdur.
Ümmet içinden herhangi bir ferdin, edindiği yeni bir bilgiyi diğerlerine de öğretmesi onun görevidir.
Tevhid, ne renk ne de etnik kimlik tanımayan evrensel bir kardeşliktir.
Ümmetin görüşü tektir, hissiyatı ya da iradesi ve hareket tarzı da birdir. Ümmet; akıl, kalp ve güç birlikteliğinden oluşan bir insan topluluğudur.
Birliktelik olmadan hiçbir şekilde medeniyet oluşmaz.
Ey Allah’ım, bize yararlı ve kullanışlı olan bilgi ihsan et.
İslâm kendisini bilgiyle özdeşleştirir. Bilgiyi hedefi olduğu kadar gerekli de kılar.
İnsanları Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?
41:33
Bir değeri anlamak demek, o değerle hareket etmek ve gereklerini yerine getirmek demektir.
bir Sümer ilâhîsi, M.Ö. 2000 yıllarında Arap çöllerinden Mezopotamya ve Suriye’ye göç eden savaşçı Amurruların bir tarifini yapar:
Silâhı arkadaşıdır.
Teslimiyet nedir, bilmez.
Pişmemiş et yer.
Ömründe evi barkı olmamıştır.
Ölen arkadaşını gömmemiştir.
Arabistan bölgesinde yerleşen insanlar Kafkasyalı veya Batı Asyalı, “Sâmi” veya “Semitik” adı verilen bir tek soya aittirler. “Sâmi” kavramı, Bereketli Hilâl bölgelerinde yapılan arkeolojik araştırmaların sonucu olarak İbrâni, Arap ve Habeşlilerin yanısıra “Semitik” insanların, dillerinin ve medeniyetlerinin varlığını ilk kez farkeden 18. yüzyıl Eski Ahid ilim adamları tarafından ortaya çıkarılmıştır.
Bir deve, bir seferde 25 galon su içebilir, hatta bu suyu vücudunun her yerine hızlı bir şekilde dağıtabilir; suyun kandan çekilmesi durumun-da kanın normal fonksiyonlarını yerine getire-bilmesi için vücut hücrelerinde su kaybına izin vererek kandaki su miktarını sabit tutar. Bu yüz-den susuz çöllerdeki uzun mesafeli yolculuklara elverişlidir. Susuz kaldığı süre uzadıkça, sütü daha tuzlu ve sulu hâle gelir; bu da yanındaki sahibinin ihtiyaç duyduğu şeydir. Bundan başka deve, bir günde 50 km. boyunca 270 kg. ağırlığı taşıyabilen bir yük hayvanıdır.
Arap dili, yalnızca at üzerine ikiyüzden fazla kelime kazandı.
Şahadet (Şahitlik), La ilahe illallah Muhammeden rasulullah ”Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed Allah’ın Rasulüdür ” sözleriyle İslam itikadının ikrarıdır.
Bu kelimeler yalnız olarak veya başlarına ”eşhedü enne ” (ben şahadet ederim ki) sözleri getirilerek söylenebilir.
Müslümanların, doğumundan ölüm anlarına kadar duydukları ilk ve son söz budur. Bebeklere, doğumdan sonra aileleri veya refakat edenler; ölüm anında ise, söylemeye muktedirlerse bizzat, değillerse, onlar için başkaları şahadet getirir. Cenaze kabre konulduktan sonra, ölüye, Allah’tan başka ilah olmadığı, Hz.Muhammed’in (s.a.v.) Allah’ın Elçisi olduğu hatırlatılır (telkin).
Böylece Müslümanın hayatı şahadet’le başlar şahadet’le sona erer.
İslam’ın usulleri Müslümanların şahadeti, her abdest (vüdu) ya da yıkanma (gusl) sonunda, sabah uyanıp kalktıktan sonra ilk iş, akşam yatmadan önce son iş olarak; namaz(salat)’ın her tehiyyatında söylenmesi gerektiğini belirtir. Günde beş kez namaz kılan Müslüman böylece şehadeti bir günde en az ondört defa tekrarlamış olmaktadır.
Müslümanın zihninde , Allah tasavuru her zaman canlıdır ve Müslüman fert her zaman bunun farkındadır.
Şahadet, Allah’ın varlığını ve birliğini, azametini ve mutlaklığını, her yerde hazır ve nazır oluşunu tasdik etmektir. Değeri, onun ifadesi olan tevhid’le aynıdır.
Anlamı, Hz.Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinin (risalet) tasdikini ve sonuç olarak, Allah’tan vahiy alarak naklettiklerinin hepsinin kabulünü de kapsar.
Şahadet bu yüzden , imanın ikrarıdır.
Birleşmiş Milletler, üye ülkeler arasında savaşı önlemede veya durdurmada bir rol oynarsa başarılı addedilmektedir. Hatta o zaman bile, Güvenlik Konseyi’nin “süper güç” olarak bilinen üyelerinin gerekli gördüğü askeri gücü sağlamaya mutabık kaldıkları durum dışında Birleşmiş Milletler’in halihazırda bir ordusu olmadığından âciz bir örgüt durumundadır. Aksine, Pax Islamica Hicret’in ilk günlerinde Medine’de Hz.
Peygamber (s.a.v) tarafından kalıcı bir anayasa şeklinde vazedilmişti. Hz. Peygamber bu paktın içine kimliklerini, dinlerini, sosyal ve kültürel kurumlarını korumayı garanti ederek Medine Yahudilerini ve Necran Hristiyanlarını da dahil etmişti.
#######Tarih, İslâm Devleti anayasasının yaptığı gibi azınlıkları onurlandıran başka bir anayasa görmemiştir. ######
Medine anayasası muhtelif İslam devletlerinde ondört asırdan beri geçerliliğini korumuş, Cengiz Han ve Hülagu dahil, her türlü diktatöre ve devrimlere karşı direnmiştir.
İslam’ın özü, en derin duyguları harekete geçiren üstün bir belagat örneği olarak sadece Kur’an ifadelerinde bulunmaz.
Sünnet’te kaydedilen ve nesiller boyunca öğrenilip uygulanan Hz. Peygamber’in kesin fiil ve hükümlerinde de ifade edilir. Buna ilave olarak, İslam’ın özü Hz.Peygamber (s.a.v.) tarafından kurulan ve bugüne kadar devam eden sosyal müesseselerde yaşar.
İslam, son vahiy olduğu için gözlenmeye, korunmaya layıktır.
Böylece, şeriat ya da İslam hukuku bu müesseseleri birleştirmiş, dikkatlerini onların korunmasına ve çalışmalarının düzenlenmesine vakfetmiştir. İslam müesseseleri ferdi, ailevi, toplumsal ve uluslararası faaliyetlerin bir çoğunu kapsar.
Ve Müslümanlar kadar gayrimüslimleri de göz önüne alır. İslam toplumuyla veya devletiyle bağlarını korudukları sürece şeriat, gayrimüslimlere de Müslümanlar gibi aynı sosyal ve siyasi hakları tanır.
İslamı kabul etmek; içinde dinlerini yaşamakta hür olacakları, mensuplarını ve bütün haklarını teminat altına alacak şekilde bir ümmet olarak yaşayabilecekleri İslam’ın dünya düzenini kabul etmek veya savaş.
Müslümanların bu konudaki tavrı Hz.Peygamber (s.a.v.)’in ashabı, Ölü Deniz’in güneydoğusundaki Maan ordularının komutanı, Abdullah b. Rehava tarafından simgelenmekteydi.
Düşmanla karşılaşmadan önce , adamlarına şöyle dedi: ”Kardeşlerim! Bazılarının başımıza geleceğinden korktuğu şey, bizim buraya gelmemizin kat’i sebebidir; yani, şehitlik. Biz Müslümanlar, ne sayıca ne de silahça üstünlükle savaşırız. Bizim tek dayanağımız, Allah’ın bir merhamet olarak bize lütfettiği imanımızdır. Cihad için kalkın ve ilerleyin! En büyük iki nimetten birisi bizim olacak: Ya zafer, ya şehadet. Her iki halde de kazanan biziz! ”
Müslümanları Pers İmparatorluğuyla savaşırken harekete geçiren de aynı ruhtu.
Pers komutanı, oldukça şaşalı, debdebeli ve içinde zorlukla hareket ettiği altın işlemeli süslü giysileriyle; günlük çöl kıyafeti içindeki Müslüman komutanı gördükten sonra şunu sordu: ”Seni, buraya bizimle savaşmaya getiren nedir? ” Müslüman komutan şöyle cevapladı: ”Bu insanlar, kullara ibadet etmeyi bırakıp, insanların Yaratıcısına ibadet edebilirler. Bunun gerçekleşmesi için, adamlarımız, senin adamlarının yaşamaya istekli oldukları kadar, ölmeye isteklidirler. ”
Belki Liderliğin en önemli vasfı, bir durumda verilen bütün faktörleri idrak ve doğru tayin etme kapasitesi, istenilen hedefe doğru karar vermek, uygulama için en iyi stratejiyi düzenlemek, işe kolayca intibak edemeyenleri ikna etmek ve bütün bunları yapabilecekleri en güçlü arzuyla hareket etmelerini sağlamaktır.
Hz.Muhammed (s.a.v.) bu vasıflara oldukça üstün bir derecede sahipti. Eğer İslam olmasaydı, Mekke’nin o güne kadar görmediği en güçlü devlet adamı olabilirdi.
İslam ona kendi dünya görüşünü yeni bir hedef olarak verdi; bu görüşü ve önderliğini bütün insanlığa şamil kıldı.
Kur’anî akıcılık dinleyenin inadını, kapalı kalpliliğini veya dik başlılığını farklı hamleleri ile yok eden bir nüfuz oluşturur ve dinleyicisini sonuçta hedefine taşır.
İslâmiyet, bütün Müslümanların uğrunda savaştıkları ve onunla kişiliğini bulacağı bir hedeftir.
Teknik bakımdan sünnet, Hz.Peygamber (s.a.v.)’in söz ve fiillerinin bir bütünüdür. Sayfa: 137
Sünnet, Hz.Peygamber’in iyi veya kötü, makbul veya merdut olarak nitelediği konuları kapsadığı gibi Müslümanların yapmasına onay verdiği uygulamaları da kapsar.Sayfa: 137
Sünnet, doğrudan Hz. Peygamber (s.a.v.)’e ya da onun davranışlarına ve amellerine şahit olan ve onları haber veren sahabelerine atfedilen sözler ve hükümleri bildirir. Sayfa: 137
Sünnet’in Hz.Peygamber hakkında haber nakleden her bir birimi hadis olarak adlandırılır. Sayfa: 137
Sünnet Kur’an’a göre ikinci sırada yer alır. Onun görevi Kur’an’ı açıklamak, amaçlarını uygulamalarla somutlaştırmaktır. Sayfa: 137
Kur’an-ı Kerim, Peygamber’e itaati emretti ve bu itaati Allah’a itaatle eş tuttu. *Bakınız: (Al-i İmran 3:32,132; Nisa 4:58,59)-Sayfa: 138
Müslümanlara, aralarındaki ihtilaflarda ona başvurmalarını ve onun hükmüne uymalarını emretti. *Bakınız (Ahzab 33:36; Enfal 8:1,13)-Sayfa: 138
İslam hukuk ve ahlak sisteminin bir kaynağı veya teknik bir terim olarak sünnet, sadece Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından ilahi mesajın uyulması ve takip edilmesi hususlarını kapsar. Sayfa: 139
Hicri üçüncü yüzyıldan beri, Sihah (tekili sahih) olarak adlandırılan altı hadis külliyatı bilinir. Eleme ve sınıflandırmalarını titizlikle düzenleyen sihah yazarlarının en başında Buhari (256/870), Müslim (251/865), Ebu Davud (275/888), İbni Mace (273/886),Nes’ai (303/915) ve Tirmizi (279/892) gelir.
Bunlar arasında , bütün Müslümanlarca diğerlerinden daha titiz ve üstün olarak tutulan ilk ikisinin ayrı bir yeri vardır. Sahiheyn denilen bu ikisinin metinlerinde ortak olarak bulunan hadisler ise hepsi içinde en geçerli olanlarıdır. Sayfa:140
Müslümanlar, İslâm vasıtasıyla uğrunda çaba gösterecekleri bir gayeye sahip olmuşlar ve bu yeni görüş tarafından öylesine sarılmışlardı ki, fert fert onun parçaları ve tebliğcileri hâline gelmişlerdi. Onları, insanları İslam’a çağırma sorumluluğundan kurtaracak ne bir kilise ne de bir teşekkül mevcuttu. Böylelikle İslâm’a davet gündelik bir vazife haline gelmiş ve herkes bunu az ya da çok bir belâgatle uygulamıştı.
Hz.Muhammed (s.a.v.)’in mesajında , 10/632’de vefatından önceki son yirmi yılda meydana gelen tamamen farklı bir hadiseyle karşı karşıyayız.
Onun peygamberliği ve Allah adına bir melek (Cibril) tarafından mesajın kendisine okunması olarak vasfettiği Kur’an, peygamberlik hadisesinin en son ve en üst noktasını temsil eder.
Ondan önceki hiçbir peygambere benzemeyen bir şekilde Muhammed (s.a.v.) bugüne dönseydi, hiç kuşkusuz Kur’an’ı, Allah’tan aldığı ve ashabına naklettiği aynı metin olarak bulacaktı.
Kur’an-ı Kerim’in metni hiç bir surette el değmeksizin muhafaza olundu. Ne küçük bir kelime ne bir başlık değiştirildi. Doğru okunmasını ve ezberlenmesini kolaylaştırmak için yazılışına fonetik işaretler eklendi ve güzel yazı sanatı geliştirildi.
Bugün elimizdeki mushaflarda, ayetler vahiy meleğinin Hz. Peygamber’e öğrettiği sıradadır.
Bundan başka Hz. Peygamber ve çağdaşlarının konuştuğu dil hala yaşamaktadır. Milyonlar tarafından okunuyor, yazılıyor ve konuşuluyor. Grameri, sentaksı, deyimleri, edebi formlarının hepsi-ifade ortamı ve edebi güzellik vasıtaları-Hz. Peygamber’in zamanındakilerle aynı. Bütün bunlar Kur’an’ı benzersiz bir insanlık kültürü vak’ası haline getirmektedir.
Hiçbir kitap Kur’an kadar geniş ve onun kadar derin bir hürmete sahip olmamış; hiçbiri tekrar tekrar çoğaltılıp, nesilden nesile taşınarak, sûre sûre veya tümüyle ezberlenip; toplu yerlerde, çarşıda pazarda ve dershanelerde olduğu kadar ibadetlerde de onun kadar okunmamıştır. Hepsinin üzerinde, hiçbir kitap etnik bakımdan farklı milyonlarca insanın hayatında Kur’an gibi böylesine derin, dini, entellektüel, kültürel, ahlaki, sosyal, iktisadi ve siyasi değişikliklere yol açmamıştır.
Medine İslam Devleti, olması gereken dünya nizamını örnekleyen bir mikroevrendi.
Müslüman, tabiata lütfu ve ihsanı bol Yaratıcısına duyduğu saygı ve derin şükran içinde davranır. Tabiatta yapılacak her türlü değişiklik, meşruiyetinden önce, herkes için açıkça faydalı olacak bir gayeyi gütmelidir.
Dengeli, kalıcı, kendini yenileyen bir medeniyetin oluşmasını sağlayan bir dünya görüşünün teminatı ahlaktır.
Birliktelik olmadan hiçbir şekilde medeniyet oluşmaz.
Şeriat İslam Devleti’ni ve bütün Müslümanları saldırgana karşı çıkmaya çağırır.
” Biz bunlara (putlara, ilahlara), sırf bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz, diyenlere gelince ” (Kur’an-ı Kerim:39/3) ata ,kabile şefi, din adamı ya da velinimet gibi iyi insanları, insanlıktan ilahlığa geçiş noktasına kadar büyütme eğilimiydi. Bu İnsanoğluna mahsus bir sapkınlıktır. İnsanoğlu bunu sadece ölen kişilerin kötü yanlarını görmek istemediği için değil, iyi yanlarını idealize etmek için yapar. Bu idealleştirme tüm insanlarda putlaştırmaya olan açık bir meylin sonucudur. Eğer kontrol altına alınmazsa ölümlü biri kolaylıkla ilahlaştırılabilir.
Hz.İbrahim, Hacer ve İsmail ile birlikte Mekke’ye geldiği zaman hiçbir ekim alanı yoktu. Kur-an-ı Kerim bölgeyi ıssız ve terkedilmiş bir yer olarak açıklar.(Kur’an-ı Kerim 14:37) Birlikte , tek girişli kare şeklinde bir yapı olan Kabe’yi inşa ettiler ve onu bir Allah’a ibadet mekanı olarak adadılar.
İsmail’in annesi Safa ve Merve arasında telaşla su ararken bebk İsmail’in ayaklarının dibinde , mucizevi bir şekilde fışkıran Zemzem pınarı akmayı sürdürdü ve kervanların konakladığı bir yer oldu.
Yüzyıllar sonra Kabe çeşitli putların ve tanrıların panteonu haline getirildi; ve Mekke bütün Arabistan’ı iktisadi, siyasi, kültürel ve dini olarak birbirine bağlayan ana bir merkez haline geldi. İbrahim ve İsmail tarafından tek bir Allah adına kutsal bir yer olması geleneği bütün Arabistan’da yaşayan bir hatıra olarak kaldı.
Hem Yahudi hem de Hiristiyanlar çölde Mezopotomya-İbrahim geleneğini yaşatan Araplar arasında memnuniyetle karşılandılar. Hep birlikte Arabistan Yarımadasında ”haniflik ” diye bilinen geleneği ortaya çıkardılar. Mensupları olan hanifler Allah’ın yanında başka tanrı edinilmesine karşı çıktılar, putperest ibadetlerine katılmayı reddettiler; Allah’a yapılan iftiralardan uzak, temiz bir ahlaki hayat sürdüler. Hanifler’in kabile dinlerine hiç önem vermeyen sıkı monoteistler oldukları, günah işlemeyen bir ahlaki karaktere sahip oldukları ve kendilerini diğer Arapların gayri-ahlaki davranışlarından uzak tuttukları bilinen gerçeklerdir. Hanifler daima kabile kavgalarının ve düşmanlıklarının dışında kaldılar. Hemen bütün kabilelere bağlı oldukları için herkes de onların varlıklarını tanırdı. Ayrıca , din hakkında en çok bilgi sahibi olmakla ün kazanmışlardı. Hz.Peygamber, hanifler’i ”İslam haniflik ile aynıdır ” diyecek kadar iyi tanıyordu. Aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’i hanif olarak tarif eden bir ayet de bunu kuvvetlendirmekteydi.
İslam kendisini yeni bir din olarak değil en eski din olarak görür. Gerçekten de bu din Allah’ın, cennette ve yeryüzünde Adem’in, Nuh’un ve onun neslinin ezeli ve ebedi dinidir. O , İbrahim ve oğullarının, diğer insanlara olduğu gibi Allah’ın İbranilere de gönderdiği tüm peygamberlerin ve Meryem’in oğlunun dinidir. İlaveten, Yarımada Arap göçmenleri Mezopotamya’da yerleştikleri ve çölden Bereketli Hilal’e doğru sürekli akınlarla tahkim ettikleri için, Mezopotamya medeniyeti, Yarımada Arap göçmenlerinin ürünü olması sebebiyle İslam, Mezopotamya dini mirasının son derece haklı olarak kendisinin olduğunu kabul eder.
Hz. Muhammed (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Allah beni zorlaştırıcı, sıkıntı verici, yanıltıcı ve şaşırtıcı olarak göndermedi; lâkin beni muallim (eğitici, öğretici) ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi.”
Kesinlikle insanın, tabiatın yapısını, sosyal ve ruhî alanları inceleyip keşiflerde bulunması gerekir. Şayet, zamanla dünyayı yüce Allah’ın kelamı’nın hâkim olduğu bahçe haline getirecekse, orayı kalkındırıp geliştirmesi elzemdir.
Doğru yapıldığı zaman, kanun insanın en büyük başarısıdır; yanlış yapıldığında ise onun en büyük hatası.
Kur’an taklit edilemez bir güzelliktedir.
وَقُلْ جَٓاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُۜ اِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقاً
De ki: “Hak geldi bâtıl yıkılıp gitti! Zaten bâtıl yıkılmaya mahkûmdur.”
Tanrı’nın isteğinin yerine getirilmesi tabii olarak lüzumludur; ve yaratılışı bir kaos olmaktan kurtarıp kozmos haline getiren hiç şüphesiz bu kaçınılmaz durumdur.
Hakikatin idrak edilmesini sağlayan kriter veya temel realite sosyal düzendir. Sosyal düzenin ortaya çıkmasından önce hayat imkânsızdı; aynen hakikat, bilgi ve medeniyet gibi.
İslâm’ın bütün çeşitlilik, zenginlik ve tarihi, kültür ve eğitimi, ilim ve medeniyeti şu kısacık cümlenin içindedir:
Lâ ilâhe illallah.
Ne yazık ki, insanların hepsi manevi otoritenin sesini dinlemiyor ve bazıları açıkça karşı koyuyorlardı.
Semitik dillerde aynı nesne için birçok kelime bulunur. Bu konuda hepsi Avrupa dillerinden daha öndedir; Arapça ise hepsini geçer. Arapça’da, ışığa 21, yıla 24, güneşe 29, bulutlara 50, karanlığa 52, yağmura 64, iyi suya 88, suya 170, yılana 100, deveye 255 ve aslana 350 isim verilir. Aynı zenginlik, insan karakteri olarak uzunluk (91 kelime), kısalık (160 kelime), cesaret, cömertlik ve harisliğe olduğu kadar diğer hayvanlar, çöl ve kılıç için de devam etmiştir. Nesir veya manzum yazarı, böylelikle bu zengin kelime yelpazesinden kompozisyonuna biçim, ses, uzunluk, kafiye ve eğilim olarak en çok uyanını seçmekte serbesttir. Kelime çokluğunun yanı sıra Semitik diller doğru seçilmiş kelimelerin kullanımında çok büyük titizlik gösterirler. Samilerin sezdikleri mana nüansları diğerleri için çoğu zaman anlamsızdır. Yine Arapça, gece ve gündüzün her saatine , (Ay’ı esas alan) ayın her gecesine, insan vücudu üzerindeki kılların yerine göre her tutamına , görmenin , yürümenin, oturmanın, uyumanın, sevmenin her çeşidine ayrı isimler vererek bu özelliği de mükemmellik derecesine yükseltti.
*
Semitik dillerde sentaks, rahat anlaşılabilir bir sadelik ve algı bakımından açıklığı içerir. Arapça’da belagat genellikle, uyumluluk, kesinlik ve açıklık terimleriyle tanımlanır. İfadenin açıklığı her zaman edebi bir kıymet olmuştur; kolaylıkla anlaşılabilen ve akılda kalan birkaç kelimenin içine büyük anlamlar sıkıştırma bütün Semitik edebiyat ürünlerinin gücünün bir parçasıdır. Dindarlığın, ahlakın ve hikmetin çok az ve en güçlü kelimelere sıkıştırıldığı İbrani Kutsal Kitabı ile Kur’an-ı Kerim’in bu alanda eşleri yoktur. İçlerinde mevcut bu edebi kapasiteleriyle Semitik dillerin en erken zamanlardan beri peygamberlerin dili olmasına şaşmamak gerekir.
Dindarlığın, ahlakın ve hikmetin çok az ve en güçlü kelimelere sıkıştırıldığı İbrâni Kutsal Kitabı ile Kur’an-ı Kerim’in bu alanda eşleri yoktur. İçlerinde mevcut bu edebi kapasiteleriyle Semitik dillerin en erken zamanlardan beri peygamberlerin dili olmamasına şaşmamak gerekir.
Mezopotamyalılar, düzenli bir devleti olmayan insanların Çobansız Koyunlar gibi olduklarını düşünüyorlardı.