Richard E. Rubbenstein kitaplarından İsa Nasıl Tanrı Oldu kitap alıntıları sizlerle…
İsa Nasıl Tanrı Oldu Kitap Alıntıları
Yakında tüm Doğu İsa’nın yapısı ve görevine dair farklı bir inanca sahip yeni bir dinin egemenliğine girecekti. İslâm’ın İsası, ne İznik Hıristiyanlığının inandığı insan şeklindeki Tanrı ne de Ariusçuların inandığı süper melek Oğuldu. Müslüman fatihlere göre o Tanrı tarafından seçilmiş bir kişiydi: Musa ve Muhammed’le birlikte en büyük peygamberlerin arasında yer almaktaydı.
İskenderiyelilere göre İsa’nın tek bir yapısı varken, Antakyalılara göre iki yapısı vardı. Her zamanki gibi piskoposlar yine kendi görüşlerinin ortodoks olduğunu ispat ve diğerlerini aforoz etmek için bir araya geldiler ve yine Doğuda sayısız sürgünler, görevden almalar, isyanlar ve suikastlar yaşandı.
Meryem insan doğasıyla kutsal görevi kendi bünyesinde birleştiren ve pek çok Ariusçunun hayalindeki İsa’yı andıran normal insandan öte bir kişilikti. Erkekler arasında olduğu kadar kadınlar arasında da eşi yoktu. Koruyucu, ilham verici bir dostu andıran kişiliği, fazlasıyla Ariusçuların İsa’sına benzemekteydi.
İsa’nın Tanrı yapılmasıyla ortodoks Hıristiyanlık kendisini Yahudiliğe bağlayan tüm bağları koparmıştı. Hem inanç hem de teşkilat olarak zaman içinde gittikçe bağımsız hale gelecek olan Roma Kilisesi Roma İmparatorluğu çöktüğünde bile ayakta kalmaya devam edecekti.
Aziz Augustinus’un da sonradan belirteceği gibi İnsan Devleti ne duyulan güveni büyük ölçüde zayıflatmıştı. Sadece Tanrı Devleti -Kilise Teşkilatı- dünyevi umutlarını kaybeden insanlara bir şeyler vaat edebilecek konumdaydı.
Hunlar hariç dünya üzerindeki en iyi süvariler onlardı. (Gotlar)
Valens’in aldığı istihbarata göre Rusya’nın batısından gelmekte olan yeni bir göçebe kavim, yolu üzerindeki Cermen kabilelerine dehşet saçıyordu. Kendilerine Hun diyen bu korkusuz ve savaşçı halkın yenilmez süvarilerinin önünde Gotlar bile çil yavrusu gibi dağılmıştı.
Bugün bile kendini ortodoks gören pek çok Hıristiyan Tanrı’yı öncelikle Baba olarak kabul etmektedir. Fakat Kapadokya İtikadının asıl önemi İsa ve Kutsal Ruhun da dahil edildiği Hıristiyan Tanrısını Yahudilerin, Ariusçuların ve daha sonra Müslümanların, Unitarianistlerin, Bahailerin ve diğerlerin inandığı tek Tanrı’dan ayırmasıydı.
Kapadokya İtikadının yaptığı eğer İsa tam bir Tanrı ise; Tanrı öncelikle Baba değildir; O hem Baba’dır hem Oğuldur hem de Kutsal Ruhtur demekten ibaretti.
Tanrı birken nasıl olup da iki ya da üç varlıktan oluştuğunu açıklayabilecek bir öğretiye, ihtiyaç vardı. Basileios bunun yeni bir dil kullanılmadan mümkün olamayacağının farkındaydı. Baba ve Oğulun aynı özden (homoousios) olduğunun ötesine geçebilecek yeni teolojik kelimelere ihtiyaç vardı. Homoousious Tanrı’nın birliğini açıklıyordu peki çokluğu neyle açıklanacaktı?
Bir halk hikayesine göre imparator yaralanıp da öleceğini anladığı zaman atının üzerinde arkaya doğru yatıp, kollarını gökyüzüne açarak Celileli, sen kazandın! diye bağırmıştı.
Athanasios’un İskenderiye Konsili (362) İnancımızın alameti bir özün (homo-ousios) üç şekilde tecelli etmesini ve Meryem’den doğup insana dönüşenin gerçek Tanrı olduğunu kabul etmeyen herkese lanet olsun diyordu.
Korku azalıp vergiler düşünce, refah ve maddi beklentiler artacaktı. İmparatorluk gücünü ispat etmeyi başarınca Hıristiyanlık öbür dünyayı ve dünya nimetlerinden uzaklaşmayı temel alan inançlarına fazla talip bulamayacaktı. Eğer başarısız olursa da bu augustinin saltanatı eski tanrılarınkiyle beraber tarihe gömülecekti. Bu nedenle Julianus tahta çıkar çıkmaz Perslere karşı sefer hazırlıklarına başladı.
Stratejik olarak Julianus Hıristiyanlığı yenmek için onun idari yapısını taklit etmekten fazlasını yapması gerektiğini anlayamamıştı. Dinin kendisi tarih içerisinde insan ruhunun maruz kaldığı baskılara tepki olarak yapısal değişim göstermekteydi. Hıristiyanlığın yerini alabilmesi için maddi ihtiyaçları temel alan paganlığın da manevi yöne ağırlık vermesi, insanları manevi yönden tatmin edebilecek ruhun kurtuluşa ermesi düşüncesine sahip olması ve başarısızlığa uğrayan insanın Şehri düşüncesinin yerine Tanrının Şehri düşüncesini tesis edebilmesi gerekmekteydi.
Julianus amacının sadece Doğuyu Ariusçuluktan kurtarmak değil tüm imparatorluğu Celileli (Celile’nin Nasıra şehrinde büyüdüğü için İsa’ya taktığı ad) kültünün yükünden kurtarmak olduğunu söylüyordu. Zekice davrandı ve bu dini mesajı, vergileri azaltarak, borçları affederek ve şehirlere topraklarını geri vererek destekledi.
Julianus’un kendisine örnek aldığı kişi Constantine değil Aristo’nun öğrencisi ve Pers İmparatorluğu’nu fetheden pagan Büyük İskender’di.
Constantine ve oğlu Constantius gibi Julianus da Roma’yı bir elde toplamak ve eski muhteşem konumuna döndürmek istiyordu. Fakat bu rönesansı gerçekleştireceğine inandığı din Hıristiyanlık değil paganlıktı, önceki on yılda takmış olduğu Hıristiyan maskesini atarak herkesin önünde Yunan mistisizmine ve eski tanrılara özelikle de Güneş Tanrısı Helios’a inandığını açıkladı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Latin piskoposlar Yunan meslektaşlarının kendilerini kültürsüz, bağnaz kasaba ahmakları olarak görmelerine içerlemekteydiler.
Kilisede düzenlenen ekmek-şarap ayini tüm dünya üzerindeki kurban törenlerinin yerini almıştı.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Tanrı’nın insanlar gibi normal yollardan çocuk sahibi olduğu düşüncesi fazlasıyla iğrençti. Bu yüzden de iddialarına Baba’nın Oğul edinme şeklinin insan aklının sınırları dışında olduğunu eklemeyi de ihmal etmedi.
Tanrı her istediğini yapabilir miydi? Şüphesiz, Tanrı olmasıyla ters düşecek şeyler haricinde. Cahil ve kötü olabilir miydi? Şeytan olabilir miydi? Ya da hiçbir şey? Hayır, Hıristiyanların Tanrısı Yahudilerin Ebedi ve Ezeli, Kainatın Yaratıcısı olan Tanrısıydı. Athanasios’a göre insan aklının kavrayışının üzerinde olan Tanrı insan suretine bürünerek acı çekmiş, ölmüş ve sonradan kendisini diriltmişti! Bu yaratılmışla Yaratıcı karışımı şey, insana paganlığı hatırlatmıyor muydu? Bunun farkında olan piskoposlar bu tür imalardan kaçınmaya özen gösteriyorlardı.
Kaeserealı Eusebios’un İsa’nın resmini yaptırmak isteyen imparatorun kız kardeşi Constantina’ya verdiği cevap meşhurdur: Kurtarıcımızın resminin yapılmasını istemeye sizi iten şeyin ne olduğunu bilmiyorum. Piskopos İsa’nın Tanrısal yönünün resminin mümkün olmadığı, insani yönünün resmininse gereksiz olduğunu söyleyerek bu isteği saçma bulduğunu belirtmişti.
Constantinopolis’in en önemli yönüyse Hıristiyanlarca kurulmuş ve Hıristiyanlığa adanmış ilk metropol olmasıydı.
İmparator Constantine başkentine Yeni Roma adını vererek imparatorluğun Hıristiyan başkenti olacağını vurgulamak istemişti. Ama insanların bu şehri Constantinopolis, ‘Constantine’in’ şehri olarak adlandırmalarına da itiraz etmemişti.
Hangi taraf İsa ve Tanrı arasındaki bağlantıya dair bir açıklama yapıyorsa kolayca kâfirlikle suçlanabiliyordu. Bu nedenle bu bağlantıyı hem insanlığını inkâr etmeden (Sabelliusçu kâfirlik) hem de tanrılığını sorgulamadan (aşırı Ariusçuluk) açıklamak çok güç hatta imkânsızdı. Bu güçlük aslında Yahudi-Hıristiyan inancındaki sonsuz kudrete sahip, tarif edilemez, sadece dünyayı ve insanları değil zamanı ve mekanı da yaratan tek Tanrı inancından kaynaklanmaktaydı.
Hippolu Augustinus şöyle yazmıştı: “Akıl irade edecek biçimde tanzim edilmiştir. Ama akıl irade etmeyi emredemez ve etse de ona itaat edilmez. Ariusçular insanların İsa’nın değerlerini örnek alarak onun yolunu takip edebilecek potansiyele sahip olduğunu iddia etseler de Aziz Augustinus gibi Arius karşıtları insanın nefsinin kölesi olduğu fikrinde ısrar ettiler; ki bu onlara göre İsa’nın Tanrı olmasını gerekli kılıyordu.
Cinsellikle ilgili bu belirsizlik ruhban sınıfı kadar sıradan Hıristiyanların da kafasını karıştırıyordu. Pagan sonrası bir dönemde dindar bir Hıristiyan olarak nasıl yaşanırdı? Örneğin uzun yıllardır normal olarak karşılanan erkeklerin güzel oğlanlara ilgi duyması artık günah olarak mı kabul edilecekti? Eğer böyleyse insanlar bu tür duygulardan kendilerini nasıl arındıracaklardı?
Gönüllü olarak hadım olma kabul edilemezdi (büyük Origenes böyle yapmış olsa da) fakat Mısırlı keşiş Antonios gibi cinsel ilişkiden uzak durma övgüyle karşılanıyordu.
Hıristiyanlar için cinsellikten uzaklaşmak ayrı bir önem taşıyordu. Çünkü İsa göklerin krallığı uğruna kendini hadım edenler i kutsayacaktı.
Reforma duyulan ihtiyaç açıktı. Yıllarca süren bir baskı döneminden çıkan Kilise, devletin bir parçası olabilecek organizasyona sahip değildi. İmparatorun açısından durum tehlikeli derecede karmaşıktı.
İnsan olan Oğul tamamıyla Tanrı olan Baba’nın varlığının içerisinde kaybolup gitmişti. Bu nedenle Arius üstü kapalı şekilde İsa’nın Tanrı’nın kelamı olduğunu söylüyordu ve böylece sahip olduğu doğaüstü güçlerini de Tanrı’dan yani kendinden daha üstün bir varlıktan aldığını söylemiş oluyordu.
Arius İsa için Tanrı ama gerçek Tanrı değil demişti. Benzer şekilde İsa Tanrı’nın kelamıydı (logos) (Yuhanna’dan bir alıntı1:1 Başlangıçta kelam vardı ve o Tanrı’yla birlikteydi ve kelam Tanrı’ydı ), ya da Tanrı dünyayı onun vasıtasıyla yaratmıştı demek her iki manaya da gelebilirdi.
Tanrı’nın Kelamı (Logos), Tanrı’dan Tanrı, ışıktan ışık, hayattan hayat, edinilen tek Oğul, tüm yaratıklardan önce edinilen, zamanın öncesinde Tanrı’dan doğan ve tüm varlıkların onun vasıtasıyla vücut bulduğu, bizim kurtuluşumuz için insan suretine bürünen, insanlar arasında yaşayıp acı çeken, üçüncü gün tekrar dirilip Baba’ya yükselen ve bir gün yaşayanlar ve ölüler arasında adaletle hükmetmek için geri dönecek olan tek efendi İsa.
İznik Konsilinin aldığı karar, İznik İtikadı, bugün tüm dünyadaki Hıristiyanların itikadına temel teşkil ettiğinden unutulmadı.
Antik dünyanın değerleri ve gelenekleri ne ölçüde Hıristiyan bir imparatorluğun düşünce tarzına ve eylemlerine yol gösterebilirdi?
Eski ve sahte tanrılar yenilmişti. Dünya garip, şaşırtıcı, yeni vaatler ve tehlikelerle dolu bir yer haline gelmişti. İnsanlar tek Tanrı’ya ve onun insanlarla olan ilişkisine (kesin olarak açıklanmış sınırlar çerçevesinde) inanarak varlıklarına anlam katmayı (ve mümkünse geleceklerini de görebilmeyi) umuyorlardı. Fakat İsa’nın Tanrı ve insanlıkla olan ilişkisini tanımlamaya çalışmak diğer sorunları da gündeme getiriyordu.
Antakya Doğu Kilisesini ilgilendiren tüm meselelerde kilit noktaydı çünkü Suriye, Lübnan, Filistin, Kapadokya, Arabistan ve doğuda Pers sınırına kadar olan topraklar bu şehirdeki başpiskoposun yetki alanındaydı.
Avrupalılar kendilerine fazlasıyla benzeyen bir İsa fikrini muhtemelen kabul etmeyeceklerdi. Onlar hayatta kalma mücadelesi veren aciz günahkarlar olduklarının farkındaydılar. Onların ihtiyaç duyduğu İsa onlara lütufta bulunarak Kilise vasıtasıyla onları rahat ettirecek bir Tanrı olmalıydı.
Bir insanın ölümü bizim günahlarımıza kefaret olabilir, bize ölümsüzlük verebilir ve bizim bedenlerimizi yeniden diriltebilir miydi? Tabii ki hayır! Peki Kadiri Mutlak Tanrı bir insan suretine bürünmeden bizler için nasıl acı çekebilirdi? Cevap gayet açıktı. O nedenle Yunan felsefesine göre nasıl görünürse görünsün İsa hem tam bir insan hem de tam bir Tanrı’ydı.
Ariusçular Yunan felsefesinin esiriydiler ve ikisinden biri ya da veya mantığıyla düşünüyorlardı. Bu nedenle Aleksandros ve taraftarlarını Sabelliusçu (Tanrı’nın ve İsa’nın aynı varlığın farklı görünümleri ya da isimleri olduğunu iddia eden din dışı bir görüş) olmakla suçluyorlardı.
Onlar (Arius yandaşları) İsa’nın sıradan bir insan olduğunu söyleyip ortalığı karıştırarak masum inananların baskı görmesine neden oluyorlardı.
Yersiz yere tahrik edecek cümlelerden kaçınarak temel meseleler üzerinde odaklanmak daha iyiydi: Baba’nın diğer tüm varlıklardan üstün olması, Oğulun inkâr edilemez kurtarıcılık, aracılık ve insanlara örnek teşkil etme vasfı gibi.
Eskiler kan dökmeyi sevse de soykırım meraklısı değillerdi. Onlar sistemli bir yok etme politikası uygulamıyorlardı. Kitleler halinde Hıristiyan öldürmek, imparatorluğu bölmek ve daha da zayıflatmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Bu yüzden Diocletianus’a göre asıl gerekli olan dini hiyerarşinin en üstündekilere saldırarak Kilise organizasyonunu bozmak ve Hıristiyanların yayılma hızlarını kesmekti.
Çoğu pagan lider hatta Diocletianus gibi ileri görüşlü olanları bile Hıristiyanların amacının Pantheon’a yeni bir tanrı eklemek olmadığını kavrayamamışlardı.
Eski tanrı ve tanrıçalara inananların çoğunun ayinlere katılması formaliteden başka bir şey değildi. Bu modern zamanlarda bayrağın karşısında saygı duruşunda bulunmak gibi bir vatandaşlık göreviydi. Çoğu insan için pagan dini sistemli bir teolojiye, ahlaki değerlere ve kişisel kurtuluş fikrine sahip gerçek bir din değildi. Bir insanın kalbindeki gerçek inancın bu durumla pek ilgisi yoktu. Yüzlerce yıl boyunca Romalılar çok sayıdaki tanrıya fazla kişisel sorumluluklar yüklenmeden ibadet etmişlerdi. Birlik ve beraberliğe her zamankinden daha muhtaç olunduğu bu günlerde bu adeti değiştirmenin ne manası vardı?
Sıra şimdi de ibadet meselesine gelmişti. Çoğu Romalıya göre Hıristiyanların pagan ayinlerine katılmayı reddetmeleri mantıksızdı, hele savaş dönemlerinde bu davranış bir nevi ihanetti ve sebebi fanatiklik ya da kibirden başka bir şey olamazdı.
Neden Hıristiyanlar Tanrı’nın kainatı tek başına ya da daha şaşırtıcı haliyle, oğluyla beraber yönettiği fikrinde ısrar ediyorlardı?
Diğer tanrıların şeytani varlıklar olarak kabul edilmesi kaba ve bölücü bir düşünceydi. Olimpos tanrılarına tapan bir Romalı asla Serapis ya da İsis’e inananları ateistlikle ya da şeytana tapmakla suçlamamıştı. Aksine diğerlerinin tanrılarına da kendi tapınaklarında yer verip gereken saygıyı göstermek bir görgü kuralı olarak kabul edilmişti. Komşumuzun inandığı tanrıları karalayarak ona hakaret etmenin ne anlamı vardı ki?
Diğer tanrıların şeytani varlıklar olarak kabul edilmesi kaba ve bölücü bir düşünceydi. Olimpos tanrılarına tapan bir Romalı asla Serapis ya da İsis’e inananları ateistlikle ya da şeytana tapmakla suçlamamıştı. Aksine diğerlerinin tanrılarına da kendi tapınaklarında yer verip gereken saygıyı göstermek bir görgü kuralı olarak kabul edilmişti. Komşumuzun inandığı tanrıları karalayarak ona hakaret etmenin ne anlamı vardı ki?
Antakya Roma’nın Doğuya açılan kapısıydı. Mezopotamya, Arabistan ve Hindistan’dan gelen kıymetli ürünler ve egzotik inançlar Yunan kültürü, Roma ihtişamı ve Hıristiyan inançlarıyla harman oluyordu. Antakya, Filistin dışında çok sayıda Hıristiyana ev sahipliği yapmış ilk şehirdi.
Antakyalılar 260 yılında Roma İmparatoru Valerianus’u tüm ordusuyla beraber ele geçiren Sasani Kralı 1. Şapur’u hiç unutmamışlardı. Rivayete göre Şapur, İmparator Valerianus’un canlı canlı derisini yüzdürüp bu deriyi başkent Medayin’in kapısına çiviletmişti. 1. Şapur ordusuyla Antakya’ya girip şehri yağmaladı ve binlerce kişiyi köle yaptı. Yenilgi kadar acı olan diğer bir şey de Roma parası üzerinde yazılı olan Her Yerde Barış cümlesinin koca bir yalan olduğunun ispat edilmiş olmasıydı.
Persler, barbar göçebeler değil eğitimli savaşçılardı. En az Roma kadar medeniydiler ve Yunanca konuşan halklar sekiz yüzyıldan uzun bir süredir onların düşmanıydı.
Roma’da halk fakirleşip bürokratlar zenginleşirken ve generaller diledikleri imparatoru tahtan indirirken; Hıristiyan cemaati ve din adamları açları doyuruyor, evsizleri barındırıyor, salgın hastalık kurbanlarıyla ilgilenip, acı çekenleri bu birbirine kenetlenmiş topluluğun bir üyesi olmaya davet ediyorlardı.
Her Hıristiyan, halkı putlara tapmaya ve ahlaksızlıklara başlayınca İsrail krallığının başına gelenleri hakkıyla idrak etmeliydi. Bu açıdan Roma ya tam bir Hıristiyan devlet olacak ya da yok olup gidecekti.
Tanrı bireyleri ölümden kurtarabildiği gibi Roma İmparatorluğu’nu da çöküşten kurtarabilirdi. Siyasi kurtuluş ruhun kurtuluşu gibi hem Tanrı’nın iradesine hem de kulların iman ve itaatine bağlıydı.
İskenderiyeli Origenes şöyle yalvarıyordu: Sizden rica ediyorum; değişin
Toplumsal yozlaşma ve korku ortamında insanlar gelecekteki tahmin edilemez değişimlere karşı fazlasıyla iyimser hayallere kapılabilir. Kilisenin hızlı yükselişinin altında bu mucizevi değişimin gerçekleşeceğine insanları inandırmış olması yatmaktaydı.
Yunan fılozofları insan ruhunun ölümsüzlüğünden bahsederken Yahudiler de umut içerisinde gelecekteki bir dünyadan bahsetmekteydiler.
İncil’de eğer bir insan ruhunu kaybetmişse tüm dünyayı kazanmasının bir anlamı yoktur denilmekteydi ve cennet inancı inananların dünyada uğradıkları kayıpları telafi etmekteydi. Bu inancın yüzyıldan kısa bir süre içinde, Hıristiyanlığın baskı altındaki azınlığın inandığı bir inançtan bir devlet dini haline gelmesindeki payı büyüktür.
Roma imparatorluk hiyerarşisinde bir Sezar bir Augustustan daha alt seviyedeydi, fakat hiç kimse bir Sezarın sıradan bir adamdan daha güçlü olduğunu ve kendisine itaat edilmesinin gereğini inkar edemezdi. Öyleyse İsa Tanrı’nın Sezarı mıydı? Ariusçular şöyle cevap veriyordu: Hayır o bundan daha fazlasıydı.
İsa’nın Tanrısallığıyla ilgili tartışmayı özellikle iki etken alevlendiriyordu. Birincisi bu henüz açıklığa kavuşmamış konuyu daha zekice açıklayabilme mücadelesiydi. İkincisi Kilisenin kendi içindeki muhalefete artık tahammülü yoktu ve sonucun açıklanması kimin ortodoks kiminse heterodoks olduğunu belirleyecekti.
Gerçekten de onun Tanrı’dan daha zayıf olduğunu iddia edenler onu inkâr eden Yahudilerden ve onu çarmıha geren Romalılardan daha beter kişilerdi çünkü Yahudiler ve Romalılar İsa’yı açıkça inkâr ediyorlardı ama Ariusçular onu peygambere veya yarı-Tanrı bir varlığa dönüştürerek olduğu seviyeden daha alt bir seviyeye indiriyorlardı.
Şüphesiz ki İsa: Tanrım, Tanrım, neden beni terk ettin? diye feryat ettiğinde kendisinden bahsetmiyordu. İsa hiç kimsenin kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini söylediğinde; Ne cennetin melekleri ne de Oğul bilmez; ancak Baba onun zamanını bilir dediğinde alçakgönüllülük etmiyordu ve öğretilerini anlatırken: Baba benden büyüktür dediğinde de tam olarak ne söylemişse onu kast ediyordu.
Çoğu Ariusçuya göre Tanrı zamanı yaratmadan önce onu (İsa’yı) bir şekilde tasarlamış ve onu kainatı yaratmak için bir araç olarak kullanmıştı.
Ariusçular açısından İsa’nın Tanrı olmadığı temel görüştü çünkü Tanrı özü gereği mükemmeldi ve eşsizdi. Ama İsa derecesini, bizim de yerine getirebileceğimiz sayısız görevi yerine getirerek kazanmıştı. Biz her ne kadar onun seviyesine ulaşamasak da onun nefsine karşı kazandığı zafer bizlere nasıl Tanrı’nın kızları ve oğulları olabileceğimizi göstermiş oluyordu.
Bir insan Hıristiyan olur da nasıl İsa’nın insan şeklinde bir Tanrı olduğuna inanmazdı? Ariusçuların buna cevabı hazırdı. Onlara göre, İsa ahlaki yönden o kadar üstün bir insandı ki Tanrı onu oğlu olarak kabul etmiş, insanların günahlarına kefaret olarak kurban etmiş ve sonra onu dirilterek Tanrı katına yükseltmişti.
Hıristiyanlar arasındaki çatışmalar, özellikle de Tanrı’nın oğlu İsa ile Tanrı üzerine olanlar, en az yüzlerce yıllık geçmişi olan pagan-Hıristiyan çatışması kadar şiddetliydi. Bir zamanlar en az İsa’nın Tanrı olduğu fikri kadar popüler olan Arius inancıysa artık sıradan Hıristiyanlarca sapkınlık olarak görülmektedir.
Ariusçu(İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğuna ama Tanrı’nın kendisi olmadığına inanan Hıristiyanlar). İskenderiyeli bir rahip olan Arius tarafından ileri sürüldüğü için bu adı almıştır.
İskenderiye Hıristiyanlığının farklı bir yapısı vardı. Bu dengesiz ve entelektüellikle yoğrulmuş potanın içerisinde düşünürler, Kilise öğretileri ve İncil ayetlerini açıklayabilmek için, Yunan felsefesinin en son görüşlerine yönelmişlerdi.
Şehrin sahilinde farklı kültürler tanışıyor, çatışıyor ve kaynaşıyordu. Ticaret arzusu ve manevi ihtiyaçlar tarafından şekillendirilen, dünya nimetlerine düşkün bu insanların, dini inançlarının etkisiyle bazen aşırıya kaçtıkları da oluyordu. İskenderiye’de yaşayan bir milyon kişinin yaklaşık dörtte biri ataları Filistin’de Roma’ya karşı hüsranla sonuçlanan bir isyan başlatmış olan Yahudilerdi.
Büyük İskender tarafından kurulan metropol Yunan dâhileri Archimedes, Euclid, Yahudi bilge Philo ve en büyük Hıristiyan düşünürler olan St. Clement ve Origenes’e ev sahipliği etti. Ayrıca Sezar zamanında yanan dünyaca meşhur Büyük Kütüphane ve daha küçük olan, Kleopatra tarafından yaptırılmış ve 4. yüzyıl sonunda militan Hıristiyanlarca tahrip edilen Serapeum da burada bulunuyordu.
şüphe yok ki İskenderiye ününü fazlasıyla hak eden bir şehirdi. Yüzlerce yıl şehir sadece Akdeniz’in en işlek limanı olarak değil bilim ve eğitim merkezi olarak da hizmet verdi.
Ekonomik ve kültürel olarak kendisine temel teşkil eden Latin Batı dünyası ve Roma şehri (tarihi nedenlerle hala birinci şehir kabul edilse de) Doğu İmparatorluğuyla kıyaslandığında fazlasıyla geri kalmaktaydı.
Geç antik çağda Yunanistan’dan Küçük Asya’ya (Türkiye) oradan da Suriye, Lübnan, Filistin, Mısır ve Libya’ya doğru yayılan şehirler Roma dünyasının kalbiydi. Ticaret, sanat ve eğitim bu “şehirler topluluğunda günden güne gelişiyor ve politik güçte ister istemez onları takip ediyordu.
Linç girişiminde bulunan kalabalıkların davranışları her zaman ilkeldir. İskenderiye’de piskoposun cesedini yollarda sürükleyenler aslında o sırada dünyadaki en zengin ve medeni bölgede yaşayan insanlardı.
Georgios ve diğerleri hapishanenin meydanında muhtemelen dövülerek can verdiler