Tom Standage kitaplarından İnsanlığın Yeme Tarihi kitap alıntıları sizlerle…
İnsanlığın Yeme Tarihi Kitap Alıntıları
Besinin siyasi amaçlar için kullanılması düşüncesinin kökleri, 1791 yılına kadar gider. O yıl köleliğe karşı sesini yükseltmek isteyen İngilizler, şekeri boykot etmeye başlamıştı. Bu amaç doğrultusunda bir dizi broşür yayınlandı. Bunlar içinde Anti-Sakarin Topluluğunun [Anti-Saccharine Society] sarsıcı manifestosu da yer almaktaydı. Manifesto, bir köle gemisinden küçük bir kesite de yer vermişti. Amaç, zincire bağlanmış kölelerin gemi içinde nasıl üst üste istiflendiğini halka göstermekti. 1792 yılında, James Wright isimli bir tüccarın gazeteye verdiği bir ilan, dönemin atmosferini birebir yansıtmaktadır: “Mağdur insanların çektikleri acı ve gördükleri zulümden etkilenmiş olan, bu etkiye bir de endişe ve kaygı duygularını ekleyen bir şeker tüccarı olarak ben, şu an için köle ticaretinin başlıca destekçisi oluyorum; yani köleliği teşvik etmiş oluyorum. Bu gazeteye ilan vererek müşterilerime seslenmek istiyorum: Şekeri çok daha az kirlenmiş, kölelikle ilişkisi çok daha az kurulmuş ve insan kanı ile çok daha az lekelenmiş yollardan elde edinceye kadar bu maddenin ticaretine son veriyorum.”
Kampanyaya katılan kişiler, sadece otuz sekiz bin İngiliz ailesi şeker satın almaktan vazgeçtiği takdirde, bu şeyin işletme sahiplerinin kârları üzerindeki etkisinin ticarete son vermeye yetecek denli güçlü olacağını söylüyorlardı. Boykotun zirveye ulaştığı bir aşamada, kampanyayı yürüten liderlerden biri üç yüz bin kadar insanın şeker kullanmayı bıraktığını açıkladı. Boykotu yürüten kişilerden bazıları, şekerle lekelenmiş oldukları gerekçesiyle ellerindeki çay bardaklarını halkın önünde kırmaya başladılar. Çay toplantıları sosyal ve politik mayın tarlalarına dönüştü. Restoranda şeker istemek, eğer bir garson tarafından verilmemişse, uygunsuz ve kaba bir davranış olarak değerlendiriliyordu. Ama yine de şekerlerin tümünün ayrım yapmaksızın kötü olduğu söylenemezdi. Bazı insanlar, Doğu Hint adalarından gelen çok daha pahalı şekerin ahlaki açıdan daha az sorun yaratacağı görüşündeydi; ancak daha sonra bu pahalı şekerin de büyük ölçüde köle emeğine dayandığı ortaya çıktı. 1807de, İngiltere’nin köle ticaretini kaldırmasında, boykotun mu, yoksa bir dizi köle isyanının mı etkili olduğu konusu yeterince açık değildir. Hatta kimileri yapılan boykotun amacını aştığını ve işleri çığırından çıkardığını bile öne sürdü. Çünkü onlara göre şeker işletmelerinin sahiplerinin kârları düştüğü ölçüde kölelerine çok daha gaddarca davranabilmeleri söz konusu olacaktı. Yine de her şeye rağmen, şeker boykotunun dikkatleri köle sorunu üzerine çektiği ve politik muhalefeti harekete geçirmeye yardımcı olduğu konusunda şüpheye yer yoktur.
Gözümüzü nereye çevirirsek çevirelim, bu kurala istisna teşkil edebilecek bir örnek bulmak zordur. Günümüzde Etiyopya, Somali ve diktatörlükle yönetilen diğer rejimlerde yaşanan kıtlıklar, 1930’larda Sovyetler Birliğinde yaşanan kıtlık, Çinde Büyük İleri Atılım’ın başarısızlığı sonucunda 1958-61 yılları arasında yaşanan kıtlık ya da bir önceki yüzyılda yabancı devletlerin hâkimiyeti altında yönetilen İrlanda ve Hindistanda yaşanan kıtlıklar Hindistan’a kıyasla Çin pek çok açıdan ekonomik gidişatta oldukça başarılı bir performans sergilemiş olsa da (Hindistan’dan farklı olarak) kıtlıktan başını kurtaramamıştı. Üstelik bu kıtlık, dünya tarihinde yaşanan en büyük kıtlıktı: 1958-61 yıllarında yaşanan kıtlıkta yaklaşık 30 milyon kişi hayatını kaybetti. Dahası üç yıl boyunca hükümetin izlediği yanlış politikalar bir an olsun sorgulanmadı. Sorgulanmamasının nedeni ise parlamentoda hiçbir muhalefet partisinin olmaması, özgür basının bulunmaması ve çok partili seçimlerin yapılmama-sıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse, tam da bu muhalefet eksikliği yüzünden -milyonlarca insanın hayatı pahasına da olsa son derece hatalı politikaların uygulanması mümkün olabildi.
Sen’in işaret ettiği gibi kıtlıklar, nedenleri genellikle doğal felaketlere bağlanarak açıklanır. Ancak böylesi felaketler, demokrasileri sarsmaya başladığında, politikacılar, sırf seçmen desteğini kaybetmemek için öne çıkıp sorunun üstesinden gelmeye daha fazla meyilli olurlar. “Bekleneceği üzere,” der Sen. “Hindistan bağımsızlığını henüz kazanmadan (1943’te, yani bağımsızlıktan dört yıl önce yaşanan son kıtlığı o zamanlar ben de küçük bir çocuk olarak yaşamıştım) önce İngiliz yönetimi altında kıtlıklarla boğuşup duruyordu. Bağımsızlıkla beraber ülkede çok partili demokrasi ve özgür basının tesis edilmesiyle bu kıtlıklar ansızın ortadan kalktı.”
Sen, 1999da şöyle yazıyordu: “Dünyada yaşanan korkunç kıtlıkların tarihine baktığımızda, görece özgür bir basma sahip, bağımsız ve demokratik ülkelerde asla gerçek bir kıtlığın yaşanmadığı görülür.
Aracımla Moskova’yı gezindim. ( ) Fırınlar ya kapılarına kilit vurulmuş bir halde ya da korkunç bir şekilde boşaltılmış durumdaydı. Geçmişten bu yana Moskova, en zorlu geçen yıllar da dâhil olmak üzere, böylesi bir şeyi belki de ilk kez yaşıyordu.” Bu zamana kadar, Baltık ülkeleri başta olmak üzere Moldova, Ukrayna, Beyaz Rusya ve Rusya gibi Sovyetler Birliğine bağlı cumhuriyetlerin çoğu bağımsızlıklarını ilan etti. Besin kıtlığı, hem sosyal huzursuzluk, hem de Sovyet devlet otoritesinin çöküşünün altında yatan temel nedendi. İçişleri Bakanının müsteşarı, “Bazı bölgelerde ekmek ve diğer temel besin maddelerinin bulunmasını sağlamak hâlâ çözülmesi gereken bir sorun olarak ortada duruyordu,” diyordu. “Dükkânların önlerinde uzun kuyruklar oluşuyor; yurttaşlar yerel ve merkezi yönetimleri sert bir dille eleştiriyor, hatta kimileri protesto eylemleri için halka çağrıda bulunuyor.
Mao’nun isteği Sovyetler Birliğini geçip ona fark atmaktı. Bu yüzden “Büyük İleri Atılım” denen bir kalkınma planına girişti. Mao’ya göre bu plan çerçevesinde amaç, Çin in çok hızlı bir şekilde, neredeyse bir gecede, sanayileşmesini sağlamaktı. Partideki yoldaşlarından bazıları, daha yavaş ve zamana yayılan bir yaklaşımı önerdiklerinde Mao’nun yaptığı şey, onları partiden tasfiye etmek oldu.
Kapitalizm ile komünizm arasında ideolojik bir mücadele olan ve 20. yüzyılın ikinci yarısını gölgede bırakan Amerika ile Sovyetler Birliği arasındaki Soğuk Savaş, Berlin şehri üzerine çıkan besin çatışmasıyla başladı. İkinci Dünya Savaşının sonunda Almanya, dört bölgeye ayrılmıştı. Batıdaki üç bölge sırasıyla İngiltere, Fransa ve Amerikanın kontrolü altında; doğuda yer alan dördüncü ve sonuncu bölge ise Sovyetler Birliğinin denetimialtındaydı. Sovyet bölgesinin kalbinde yer alan başkent Berlin de benzer şekilde dört bölgeye ayrılmıştı. 1948 yılının ilk aylarında, savaşın bitişi üzerinden yaklaşık üç yıl geçtikten sonra İngilizler, Fransızlar ve Amerikalılar, Almanya’da kendi paylarına düşen bölgelerin -ve tabii Berlin’in de- tek bir yö netim altında birleştirilmesi konusunda anlaşmaya vardı. Amaç, ül kenin yeniden inşasını koordine etmekti. Sovyetler, Batı İttifakının bu planına şiddetle karşı çıktı, çünkü Almanya artık, her iki taralın anlaşmaya vardığı, Avrupa’nın siyasi gidişatının belirleneceği sembolik bir savaş alanı olmuştu. Batılı ülkeler, Birleşik Almanya’da demokratik bir yönetim kurmak isterken, Rusya, kendi payına burada komünist bir rejimi tesis etme planları kurmaktaydı. İki taraf arasındaki anlaşmazlık, Berlin üzerinde yoğunlaştı. Burası Sovyetler’in denetimi altındaki Doğu Almanya’da, Batı güçlerinin yer aldığı yalıtılmış bir noktaydı. Sovyet Dışişleri Bakanı Vyacheslav Molotowe-ciz, şöyle düşünüyordu: “Berlin’e yapılan Almanya’ya yapılmış sayılır; Almanya’ya yapılan ise Avrupa’ya yapılmış sayılır.”
Batı İttifakını, Batı Berlin’i terk etmeye zorlama amacıyla Sov-yetler, besin ve diğer ikmal malzemelerinin şehre girişine engel olmaya başladı. Çeşitli bahaneler üreterek kara, demir ve deniz yolu trafiğini sekteye uğrattılar. Sovyetler, Batı İttifakının savaşa girmek yerine şehri bırakıp gideceğini düşünüyordu. Almanya’da görevde bulunan Amerikalı General Lucius D. Clay, 1948 yılının Nisan ayında, ABD Ordusu Kurmay Başkanı Omar Bradley’e şöyle demişti: “Eğer amacımız komünizme karşı Avrupa’yı savunmaksa yerimizden kıpırdamamalıyız. İtibarımızı ayaklar altına almadan Berlin’de aşağılama ve baskıya direnebiliriz. Yerimizi terk edecek olursak Avrupa’daki pozisyonumuz tehlikeye girecek ( ) ve komünizm her tarafa yayılacaktır. İnancım odur ki, dışarı atılmaya zorlanana kadar demokrasinin istikbali burada kalmamızı gerektirmektedir.” Haziran ayında Clay Washington, D.C.’deki üstlerine çektiği bir telgrafta içinde bulunduğu pozisyonun ehemmiyetini şu sözlerle dile getiriyordu: “Almanya ve Avrupa’daki prestijimizi korumak için Berlin’de kalmak zorunlu bir hal almıştır. Sonuç ne olursa olsun, bu durum, artık amacımızın bir sembolü haline gelmiştir.”
Besin bir silahtır.
-MAKSIM LITVINOV, Sovyet Dışişleri Bakanı, 1930-39
Kremlin’deki farelerle nasıl başa çıkıyorsunuz? Duvara, üzerinde “kolhoz” yazan bir tabela asarsın. Sonra bakmışsın farelerin yarısı açlıktan kırılmış, diğer yarısı da tozu dumana katıp ortadan kaybolmuştur.
-SOVYET DÖNEMİNDE ANLATILAN BÎR FIKRA, Aktaran: Ben Lewis, Hammer and Tickle
Rusya’da Çariçe II.Katerina (Büyük Katerina) tıbbi danışmanları, patatesin açlığa karşı bir panzehir olabileceği konusunda çariçeyi ikna ettiler.Bohemya ve Macaristandaki devletler de benzer bir yoldan giderek patates tarımını teşvik edici politikaları devreye soktular.
Bir antropolog tarıma geçişi aynen şu sözlerle tanımlar :İnsan ırkının yaptığı en büyük yanlış
İnsanlığın tek bir tarihi yoktur. İnsan yaşamının farklı yönlerinin ayrı ayrı tarihleri vardır.
Karl Popper
Napolyon’un yenilgisinde, asıl sebebin bu kötü kış mevsimi olduğu iddia edilir. İşin esası, kış mevsimi, orduda zaten baş gösteren çözülme ve yıkım sürecini sadece hızlandırmaya yaramıştı. Netice itibariyle, 1812 yılının Aralık ayında Rusya’dan geri çekilme başladığında Napolyon’un 450.000 askerden oluşan silahlı gücünden geriye yaklaşık 25.000 kadar askeri kalmıştı. Napolyon bu savaşta yenilince kendisiyle özdeşleşen yenilmezlik zırhı da tuzla buz olmuştu. Lojistik konusundaki becerisi, kendisini Avrupa’nın geneli üzerinde hâkim bir konuma yükseltmiş, ama aynı lojistik beceri, Rusya’da kendisini akamete uğratarak siyasi kariyerinde düşüşe geçişinin başlangıcını oluşturmuştu.
yapılan tüm hesaplamalar, avrupa’nın kaderinin yiyecek erzakına bağlı olduğunu göstermektedir. eğer elinizde ekmek varsa rusları yenmek bir çocuk oyuncağıdır.
-napolyon bonapart
1998’de Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanan Hintli İktisatçı Amartya SEN, 1999’da şöyle yazıyordu: ‘’Dünyada yaşanan korkunç kıtlıkların tarihine baktığımızda, görece özgür bir basına sahip, bağımsız ve demokratik ülkelerde asla gerçek bir kıtlığın yaşanmadığı görülür. ‘’
Yüzyıllar boyunca besin maddelerini muhafaza etmek için tuzlama, kurutma ve tütsüleme gibi yöntemler kullanılmıştı. Gıdayı muhafaza etmede çok daha etkili yöntemlerin bulunmasına yönelik yapılan çalışmalar 17. yy.a kadar geri gider.
Nicolae Appert isimli aşçı, 1781 yılında Paris’te kendisine bir şekerci dükkanı açtı. Besinlerin saklanması konusuna ilgisinin artmasıyla birlikte kapalı şampanya şişeleri içinde gıdanın saklanması üzerine deneyler yapmaya girişti.
Daha sonraları Appert, metodunu şu şekilde tarif edecekti: ‘ilk önce saklamak istediğiniz yiyeceği şişeye ya da kavanoza koyarsınız. İkinci adımda, şişe ya da kavanozun ağzını azami dikkat göstererek kapatırsınız; burada işin püf noktası sızıntıyı önleyen araçta gizlidir. Üçüncü adımda, sıkıca hapsettiğiniz yiyeceğinizi ‘benmari usulü’ ile pişirmeye başlarsınız. Dördüncü adımda ise zamanı geldiğinde fazla geciktirmeden cam şişenizi pişirdiğiniz yerden çekip alırsınız.’ Appert kendisinden önce Boyle, Papin ve diğer bilim insanlarının çalışmalarından habersizdi. Bu nedenle metodunun niçin işe yaradığına dair net bir açıklaması yoktu. Bu durum, Fransız kimyager Louis Pasteur’ün 1860’larda bozulmaya yol açan etkenin mikroplar olduğunu açıklamasına kadar cevapsız kalacaktı.
patates, hem hakkında fazla bir şey bilinmeyen hem de Avrupalılara yabancı bir besin maddesiydi. Dahası İncil’de de patateslerden pek bahsedilmiyordu. Bu durum bazı din adamlarınca, tanrının insanlara bu besinden yememelerini söylediği şeklinde yorumlanmıştır. Patateslerin göz estetiğini bozan biçimsiz görünümleri de insanların bu bitkiden uzak durmasına neden olmuştur. patates, cüzzamlı bir insanın eğri büğrü ellerine benzetilmiştir. 17. yy.ın başlarında patatesin hayvanlar için uygun bir yem olduğu görüşü hakimdi.
18. yy.da baş gösteren bir dizi kıtlık, patatese yüksek makamlarda birkaç dost kazandırmaya yaradı. Zaman zaman patates, zor kullanarak da teşvik edilmiştir. Yedi Yıl Savaşları boyunca patatesin sağladığı avantajlardan biri, bu bitkinin güvenli bir şekilde toprağın altında kalabilmesi, lezzetli ve besleyici oluşu sonucu patates tarımının başlatılması için adımlar atılmaya başlandı.
kıtlık, savaş ve devletlerin yaptığı desteklemelerin hepsi birden patatesin, 1800 yılı itibariyle kendisini yeni ve önemli bir besin maddesi olarak kabul ettirmiş olduğu anlamına gelmektedir.
Öyle ki, turuncu havuçlar bile insan ürünüdür. İlk başlarda havuçlar beyaz ve mor renkliydi. Havucun tatlı ve turuncu renkli olan çeşidi on altıncı yüzyılda William Oranj’a hediye etmek amacıyla Hollandalı bahçe uzmanları tarafından üretilmişti.
Türk buğdayının dört farklı sarı pas hastalığının yanı sıra toplam kırk yedi çeşit buğday hastalığına karşı dirençli olduğu ortaya çıktı.Hemen ardından da Türk buğdayının Amerika’daki yerel buğday türleri ile melezlenmesi gerçekleştirildi.Bugün Pasifik Kuzeybatısı’nda yetiştirilen buğdayın neredeyse tamamı köken olarak Türk buğdayına dayanmaktadır.
Mayalar, içinde ilahi gücü taşıdığı düşünülen mısır bitkisinin tanrıların bedeni olduğuna inanırlar ve hasat zamanında tanrıların,insanlığın yok oluşuna engel olmak için kendilerini feda ettiklerini düşünürler.Bu ilahi güç yemek yedikleri sırada insanlara geçer ve özellikle de kanda yoğunlaşmış bir şekilde yer eder.Kanin bedenden dışarı akıtıldığı,yani insanın kurban edildiği durumlar , bu borcu geri ödemenin ve ilahi gücün tanrılara geri döndürmenin bir yoludur.
Zenginliğin ayrıcalıklarından biri, insanlara kırsal yoksulluğu birebir yaşama fırsatını tanımış olmasıdır.
Haşere ilaçları, yaklaşık iki milyon kişinin intihar girişiminde bulunmasında da pay sahibidir.
Diğer taraftan kentsel bölgede yaşayan anne-babalar barınmaya, giyinmeye ve eğitime gidecek masraflar göz önüne alındığında az sayıda çocuk sahibi olmanın daha akıllıca bir iş olduğunu kabullenmeye başlarlar.
Ayrıca, fazla sayıda çocuk sahibi olmak, yaşlılık zamanlarında çocukları tarafından bakılmaları söz konusu olduğunda anne babalara bir güvence de sağlar.
Nasıl ki 20. yüzyıla Amerika’nın yükselişi damgasını vurmuşsa, 21. yüzyıl da Çin’in yükselişinin damgasını vuracağı bir Asya yüzyılı olacak.
Dünya ekonomi tarihinin göze çarpan bir diğer özelliği de insanlık tarihinin neredeyse tamamında Asya’nın dünyadaki en zengin bölge olduğu gerçeğidir.
Toprağı bir ya da iki yıl nadasa bırakmak, azotun yenilenmesi için topraktaki mikroplara bir fırsat tanır.
İnsanlar, İsrail ve Filistinlilerin yan yana çalıştığı zeytinliklerde üretilen “barış yağı” satın alarak Orta Doğu barışının sağlanması yönündeki arzularını dile getirebiliyor.
Genetiği değiştirilmiş gıdalara yönelik yapılan tartışmalar, yeni teknolojilerin kontrolsüz gidişatına dair dile getirilen kaygıların bir dışavurumu olmasının yanında çiftçilerin endüstriyel tarıma ne ölçüde bağımlı hale geldiklerini de gösteriyor.
İnsanlar birbirlerini parçalayıp yemeye hazır yabani hayvanlara benziyordu. Yaptıkları her ne olursa olsun kendilerini bekleyen son ölmek, ölmek ve yine ölmekti.
Fransız Devrim Ordusu’nun yiyecek ikmali konusunda yaşadığı zorluklardan esinlenerek sızdırmaz bir teneke kutu içerisinde ısı işlemi uygulamak suretiyle gıdayı muhafaza etme yöntemi, bugün hâlâ kullanılmaktadır.
Yapılan tüm hesaplamalar, Avrupa’nın kaderinin yiyecek erzakına bağlı olduğunu göstermektedir. Eğer elinizde ekmek varsa Rusları yenmek bir çocuk oyuncağıdır.
–NAPOLYON BONAPART
Amatörler taktik konuşur, profesyoneller ise lojistik.
Tarım geniş ölçüde ormansızlaştırmaya neden olurken, sanayileşme de dünyamızın iklimini etkileyecek ölçüde çok büyük miktarlarda karbondioksit ve diğer sera gazlarının salınımına neden oldu.
Canlı bitkilerin güneş ışığını almak suretiyle yakıt üretiminin sağlanmasına bel bağlanmasından ötürü kömür, insanlara, milyonlarca yıl önce birikmiş ve ölü bitki formu olarak yerin altında saklı bulunan geçmiş yılların devasa güneş ışığı rezervinden faydalanmalarının yolunu açmıştı.
Patatesi yüceltmek ve patates yemek moda haline geldi. Patatesi yücelten her kişi ve patatesi seven ya da severmiş gibi davranan tüm dünya esasında aynı şeyi yapmış oluyor.
Fransa Kraliçesi Marie-Antoinette’in, ekmek kıtlığının yaşandığı bir dönemde, köylülerin yiyecek ekmeklerinin olmadığını işittiğinde, “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler,” dediği söylenir.
Yüzyıllar boyunca meyveyi ve balı tatlandırıcı olarak kullanan Avrupalılar, çok geçmeden şekere alışmış ve zamanla buna bağımlı hale gelmiştir.
Gelişmiş ülkeler için daha pahalı tarım ürünleri yetiştirip ihraç etmek yerine, insanların kendi ihtiyaçları için temel besin maddelerinin üretimi üzerinde yoğunlaşmaları gerektiğini tartışmaya açmak, onların ekonomik gelişme olanaklarını inkâr etmekle aynı anlama gelmektedir.
Benzer şekilde Yeni Zelanda’daki Lincoln Üniversitesi’nde yürütülen bir çalışma, Yeni Zelanda’da üretilen kuzu etinin İngiltere’de üretilen kuzu etine göre çok daha az karbondioksit ürettiğini ortaya koymuştur.
Bugün insanlar süpermarketlerde küçük cam şişeler içerisinde raflara dizili baharatların önünden bir saniye dahi düşünmeksizin geçip giderler. Bu durum, bir zamanlar dünyanın kaderini değiştirmiş, muazzam bir ticari gücün acı sonuna işaret etmektedir.
Baharatın kaynağının öte dünyada yer aldığıyla ilgili efsaneler ortadan kalkınca bu besinin artık bir cazibesi kalmadı.
“Biberin tek hoş özelliği ağızda acı bir tat bırakmasında yatıyor ve yalnızca bu şey için Hindistan’a kadar gitmek durumunda kalıyoruz!”
Baharatlar hediye olarak verilir; diğer kıymetli mallarla beraber miras olarak bırakılır ve bazen para olarak kullanılırdı.
Yoksulluk, besine erişimden mahrum kalmak olduğundan zenginlik de, üstü kapalı bir şekilde, insanların bir sonraki öğünde yiyecek bulup bulamayacakları gibi bir dertlerinin olmaması anlamına gelir.
Modern dünyada, gücün nerede yattığını ortaya çıkarmak için parayı takip edersiniz. Ancak geçmişte, yani eski dünyada, gücün kimin elinde bulunduğu besin ile ortaya konabiliyordu.
“Genç bir avcı büyük bir hayvan avladığında kendisini şef ya da büyük adam zannetmeye, bizleri de kendi hizmetçileri ya da aşağı derecedeki insanlar olarak görmeye başlar. Bunu kabul edemeyiz. Bu yüzden avcının yakaladığı ava değersiz bir şey muamelesi yaparız. Hem bu şekilde avcının içindeki arzuyu söndürüp onu uysal ve anlayışlı biri haline getirmiş oluruz.”
Modern avcı-toplayıcılarda şöyle bir kural vardır: Kampa yiyecek getiren kişi, getirdiği yiyeceği, yemek isteyen herkesle paylaşmak durumundadır. Bu kural kıtlıklara karşı bir “sigorta” işlevi görür.
Antik dünyada besin zenginlik demekti. Besinin kontrolünü elde tutmak ise iktidarı elde tutmakla eş anlamlıydı.
Zenginliği elde etmek kolay değildir, ancak yoksulluk her daim yanı başımızdadır.
Bu arada Yunanlar ve Türkler, Taş Devri atalarına göre bugün hâlâ kısa boyludur.
Hakikaten de insanların niçin avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçtiği, insanlık tarihinin en eski, en girift ve belki de en önemli sorularından biridir.
Doğanın cömertliğini bir mısır koçanından daha iyi ne anlatabilir ki? Hiçbir sorun çıkarmadan sapından kolayca koparılabilmesinin yanında, tatlı ve besleyici taneleri ile paketlenmiş bir bitkidir mısır.
İnsanlık, süreç içerisinde, bitkileri değişime uğratmış, bitkiler de insanı dönüştürmüştür.
—KARL POPPER
Ulusların kaderi, kendi besinlerini seçişine göre çizilir.
Zenginliğin ayrıcalıklarından biri, insanlara kırsal yoksulluğu birebir yaşama fırsatını tanımış olmasıdır.
Dünyada yaşanan korkunç kıtlıkların tarihine baktığımızda, görece özgür bir basına sahip, bağımsız ve demokratik ülkelerde asla gerçek bir kıtlığın yaşanmadığı görülür.
Besin, dünyanın en zengin tüketicileri ile en fakir çiftçileri arasında bağlantıların kurulmasını sağlar.
Ekmek bulamıyorlarsa patates yesinler
Enki isimli tanrı, Utnapiştim’i gelecek tufana karşı uyarır ve ona bir gemi inşa etmesini salık verir. (Sümerlere ait bir taş tabletten)
Bugün Svalbard’da depolanan tohumlardan bazısı, tesisin soğutma sistemi bozulsa bile bin yıl boyunca hayatta kalabilecektir. Örneğin, buğday tohumlarının 1.700 yıl, arpa tohumlarının 2.000 yıl, sorgum tohumlarının ise 20.000 yıl ömürleri vardır. Belki de bugünden yüzlerce yıl sonra gözüpek bir grup kâşif, günümüzden yaklaşık 10.000 yıl önce ilk kez Neolitik Çağ’da başlayan tarımsal süreci yeniden hayata geçirmek için gereken en kritik maddeleri gidip alma amacıyla Svalbard’ın yolunu tutacaktır.
Bugün Pasifik Kuzeybatısı’nda yetiştirilen buğdayın neredeyse tamamı köken olarak Türk buğdayına dayanmaktadır.
Kendisini dinleyenlere Crookes, “Azot özümlemesi, uygar insanlığın gelişip ilerleme kaydetmesi için hayati bir önem taşımaktadır,” diye sesleniyordu. “İmdada yetişmesi gereken kişiler kimyagerlerdir ( ) son kertede kıtlığın bolluğa dönüşebileceği yerler laboratuvarlar olacaktır.”
1792 yılında, James Wright isimli bir tüccarın gazeteye verdiği bir ilan, dönemin atmosferini birebir yansıtmaktadır: “Mağdur insanların çektikleri acı ve gördükleri zulümden etkilenmiş olan, bu etkiye bir de endişe ve kaygı duygularını ekleyen bir şeker tüccarı olarak ben, şu an için köle ticaretinin başlıca destekçisi oluyorum; yani köleliği teşvik etmiş oluyorum. Bu gazeteye ilan vererek müşterilerime seslenmek istiyorum: Şekeri çok daha az kirlenmiş, kölelikle ilişkisi çok daha az kurulmuş ve insan kanı ile çok daha az lekelenmiş yollardan elde edinceye kadar bu maddenin ticaretine son veriyorum.”
İnsanlar, İsrail ve Filistinlilerin yan yana çalıştığı zeytinliklerde üretilen “barış yağı” satın alarak Orta Doğu barışının sağlanması yönündeki arzularını dile getirebiliyor.
Nüfusun gücü, insana besin sağlamada yeryüzünün sahip olduğu güçten sınırsız ölçüde daha büyüktür. Kontrol altına alınmayan bir nüfus geometrik oranla artar. Geçim araçları ise yalnızca aritmetik oranla artar. Sayılarla az çok tanışıklığı olan bir kişi, birincinin ikinciye kıyasla ne denli güçlü olduğunu görecektir. İnsan doğasının yaşam için besini gerekli kılması durumu söz konusu olduğunda birbirine eşit olmayan bu iki gücün birbirine eşitlenmesi için birinin dizginlenmesi gerekir. Geçim araçlarının sağlanmasındaki zorluk, nüfus üzerinde güçlü ve sürekli bir kısıtlamayı gerektirir. Bu zorluğun etkisini bir yerde ortaya koyması ve insanlığın geniş bir bölümüne kendisini zorunlu olarak şiddetli bir biçimde duyurması gerekir.
Baharatın kaynağının öte dünyada yer aldığıyla ilgili efsaneler ortadan kalkınca bu besinin artık bir cazibesi kalmadı.
Breda Antlaşması, 17. ve 18. yüzyıllarda İngiltere ve Hollanda arasında süregelen savaşlar boyunca imzalanan sayısız barış antlaşmalarından sadece biridir. 1667 antlaşmasıyla İngiltere, Kuzey Amerika’da Manhattan adında küçük bir ada elde etmişti.
1494 yılında İspanya ve Portekiz “Tordesillas Antlaşması” diye bilinen bir antlaşmaya imza atmıştı. Bu antlaşma basitçe, her iki ülkenin denizci kâşiflerince erişilmiş yeni toprakların bölüşülmesinin yolunu açan bir antlaşmaydı. Bu iki ülke, Atlantik Okyanusu’nun ortasının aşağısında kalan yerde, Afrika kıyısının ötesinde Portekizlilerin hak iddia ettiği Yeşil Burun Adaları ile Kolomb’un İspanya için hak iddia ettiği Hispanyola (Haiti Adası) arasında kalan yerde hüküm sürdü. Bu hattın batısında kalan yerler, antlaşmaya göre İspanya’ya ait olacak; hattın doğusuna düşen yerler ise Portekiz’de kalacaktı. Bu bölgelerde yaşayan halkların fikirlerinin ne olacağına antlaşmada hiç yer verilmemişti.
1474 yılının haziran ayında ünlü İtalyan gökbilimci ve kozmograf Paolo Toscanelli, Lizbon’daki Portekiz Sarayı’na bir mektup yazar. Bu mektubunda Toscanelli, sıra dışı teorisinin ana hatlarını ortaya koymaktaydı: Avrupa’dan “baharat diyarı” Hindistan’a gitmede en kestirme yol, Afrika’nın altından dolaşarak güneye ve doğuya doğru gitmek değil, tersine, doğruca batı yönüne yelken açmaktır. “Ve sakın,” diye yazmıştı, Toscanelli, “her ne kadar aksini düşünüyor olsak da, baharatın batıdaki topraklarda yetiştiğini söylediğimde buna şaşırmayın.” Toscanelli, doğunun zenginliklerini büyük ölçüde Marco Polo’nun yazdıklarına dayanarak tasvir etmiş ve kullanışlı olsun diye de mektubunda Çin’e giden yol üzerindeki okyanusta bulunan Cipangu (Japonya) ve Antilia (Antiller) adalarını gösteren bir deniz haritasına yer vermişti.
13. yüzyılda şöyle deniyordu: Bir kız, başında bir sepet altın ile hiçbir saldırı ya da sataşmaya uğramadan Moğol İmparatorluğu’nun hâkim olduğu yerlerde rahatça yürüyebilir.
Belirtmeden geçmeyelim, 20. yüzyılın bitiminde, en büyük Müslüman nüfusa sahip iki ülke Endonezya ve Çin’di. Her iki ülke de İslam’ın askeri etki alanının çok ötesinde kalan ülkelerdi.
Ticaret ve İslam tarihte hayli uyumlu bir “ikili” olduklarını kanıtlamışlardı. Zira tüccarlık o zamanlar onurlu bir meslek olarak kabul görmekteydi; çünkü Muhammed peygamberin kendisi de bir tüccardı ve zamanında Hint Okyanusu’ndan Akdeniz’e baharat taşınan ticaret güzergâhları üzerinden Suriye’ye seferler düzenlemişti.
Herodot M.Ö. 600’lerde gemiyle Afrika’nın etrafını dolaşan Fenikelilerden bahsetmiştir. Fenikelilerin bunu yapması yaklaşık üç yıl sürmüş ve gemilerini güneye doğru sürdüklerinde mevsimlerin garip bir şekilde tersine döndüğünü keşfetmişlerdi.