İçeriğe geç

İnsanlar Konuşa Konuşa Kitap Alıntıları – Aziz Nesin

Aziz Nesin kitaplarından İnsanlar Konuşa Konuşa kitap alıntıları sizlerle…

İnsanlar Konuşa Konuşa Kitap Alıntıları

Üniversitelerin amacı öğrencilere ders öğretmek değil, öğretilmiş dersler üzerinde araştırma yaptırmaktır.
Sanatın amacı; insanları değiştirmektir. Sanatçı da insanları değiştirmek için uğraşır. Eğer insanları seviyorsa, insanların o günkü durumlarından memnundur demektir, değiştirmek istemez. İşte sanatçının sevdiği insan, varolan insanların, oldukları değil,olmaları gereken durumlarıdır.
İnsanlar gider şarkıları kalır
Şarkılar var uzun
Yüzyılları dolanır
Şarkılar var kısa
Söylendiği yerde kalır
Şarkılar var
Benim şarkılarım
Söyleyemem
İçimde kalır.
Gerçek sevgi, insanı salt iyi yanlarıyla değil, gerçekliğiyle sevmektir.
Gerçekten sahip olmak, sahip olunan şeyi yaşamak demektir.
Onların istikrar dedikleri, sermayenin memleketi sömürmesi için gereken sessizliktir.
– Peki, en çok neye kızıyorsunuz?
-Beni tabiatımın dışına çıkaran hareketleri yapan insanlara çok kızıyorum.
– Örneğin?
– Örneğin, hiçbir zaman kabalaşmak istemiyorum. İnsanlar beni buna zorladıkları zaman çok sinirleniyorum ve kızıyorum.
Gerçek sevgi, insanı salt iyi yanlarıyla değil, gerçekliğiyle sevmektir.
“Doğası gereği kapitalizm korku yaratmak zorunda. Korku yaratırken kendisi de korku içinde. Bizdeki korku ise yalnızca kapitalizmin ürettiği korku değil. Buna ek olarak despotizmin yarattığı korku var.”
Hem Atatürk’ü yıkıp hem Atatürkçüyüz diyecekler. Hem milleti mahvedip hem milliyetçiyiz diye bağıracaklar. Her türlü kişisel ve aile ahlaksızlığını yapacaklar, hem de din, müslümanlık diye bağıracaklar. Tam genelevde bakire bunlar.
İnsanın okuduğu bir kitap dinlediği bir müzik falan yüzüne yansır. Kitap okuya okuya, en dangul dungul bir insanın bile yüzü güzelleşir.
İnsanın okuduğu bir kitap dinlediği bir müzik falan yüzüne yansır. Kitap okuya okuya, en dangıl dungul bir insanın bile yüzü güzelleşir.
-Çağdaşlarımızdan biri de Yaşar Kemal. Onu seviyor musunuz?
-Sevmiyorum. Yaşar Kemal bir pazarlamacı. Bana çok ayıp geliyor.
-Hangi anlamda, nasıl pazarlamacı?
-Politikada,edebiyatta pazarlamacı. Sevmiyorum demek,edebiyatını beğenmiyorum demek değildir. Edebiyatını beğeniyorum. Memleketimizin övüneceği bir yazardır.
-Fakat sevmiyorsunuz?
-O kadar pazarlamacı ki, her davranışı bana yapay geliyor. Onunla konuşurken, Bu adam yine oynuyor,diyorum. Tiyatroda oynasa,alkışlarım. Ama yaşamda tiyatroyu sevmiyorum. Yaşar Kemal hakkında bende çok belge, bilgi var. O bir çocuk ve köylülük numarası oynuyor. Kusurlarını bağışlatmak için bu numaraları yapıyor.
-Yalçın Küçük’le kavganız?
-Bu konuya yeniden girmek istemiyorum. Dengesiz, deli,dedim diye pişman oldum. Fakat o, bana yazdığı mektupları çoğaltıp çoğaltıp her yere gönderince, bunu söylemek zorunda kaldım. Belki çok ağır suçlamaydı, ama haksız değildim söylediklerimde.
Vatan hainliği suçlaması, bunun ulu orta kullanılması çok yaygındır. Ne zaman, ne olacağı hiç belli olmaz. Onun İçin kendini herşey sanan, kendini Tanrı yerine koyanların da dikkat etmeleri gerekir. Aynı namlu günün birinde ters dönebilir çünkü. Bazıları, kendileri gibi düşünmeyen herkese, çekinmeden ve patavatsızca vatan haini diyebiliyor. Bu deyim kolay kolay dile pelesenk edilmemelidir.
Soyadı yasası çıkınca herjes fiyakalı deyimler almaya başladı. Ben o sıra lise dokuzuncu sınıftaydım. Babam, Bize bir soyadı seç, dedi. Demirel, Çeliker,Çalışkan o dönemin soyadları. Hiç kötüsünü seçen yok. Ben de Kral soyadını aldım. İki anlamı vardı: Kır-al Askerim ya, bir anlamı da Kral. Hoşuma gitti,o zaman herkes soyadını gazetelerde ilan ediyordu. Son Posta çok satan bir gazeteydi. Bir de baktım hergün 20 tane Kral çıkıyor. Bunlardan biri de matbaacı Alaettin Kral apos;dır. Baktım Kral çok. Bununla tersini yapalım dedim. Alçak gönüllü, zavallı bir soyadı olsun ve kimsede olmasın istedim. Felsefeye de çok meraklıydım. Nesin soyadını alayım da herkes bana Nesin diye sorsun, ben de ne oşduğumu düşüneyim diye. Dünyada tek Nesin. Başka Nesin yok
İkinci Dünya Savaşı içinde Zonguldak yöresinde maden işçiliği zorunlu gibi bir şeydi. Bir girdi mi işçi, bir daha çıkamıyordu. Hiç bir hakkı yoktu. Yemeği beğenmemezlik edemiyorlardı. Grev yasaktı. Hiçbir sosyal hakları yoktu. Gencecik adamlar evlendijten sonra, henen sonra evlerinden eşlerinden ayrılıyorlardı. Gencecik kadınlar köyde kalıyorlardı. Çok kötü hayatları vardı işçilerin. Gencecik kadınlar, ne zaman döneceği bilinmeyen kocayı bazan bekleyemiyorlardı. O nedenle o bölgede fuhuş oldukca yaygındı. Fuhuşla birlikte frengi hastalığı da
-Şiirlerinizde kadın imzasını kullanıyordunuz
-Vedia Aziz imzasıyla yazıyordum.
-Erkeklerden oldukça fazla aşk mektupları alıyormuşsunuz, şiirleriniz nedeniyle
-Pekçok. Beni kadın sanıyor, aşk mektupları yolluyorlardı, şiirlerin yayınlandığı dergilere. Aşk mektubu gönderenlerden biri de Orhan Kemal’di. Ayrıca bana adanan şiirler yazılıp yayınlanıyordu.
Maurice Ravel’in Sol El Konçertosu’nu nasıl yarattığını bilir misiniz? Ravel 1. Dünya Savaşı’nda askerdir. Boyu kısa olduğu için cephede değil, geri hizmette kamyon şoförü olarak askerlik yapıyor. Kamyonla cepheye mermi taşıyor. O cephede Fransızların karşısında Avusturyalılar var. Tanınmış ve çok değerli Avusturyalı bir piyanist de cephede çarpışıyor. Bu piyanist Fransız cephesinden atılan bir top mermisiyle yaralanır ve sağ kolunu yitirir. Artık tek kollu kalan bu değerli büyük piyanist piyano çalamayacaktır. Ravel, bu acı haberi duyunca çok büyük üzünce kapılır. Niçin? Çünkü, düşman denilen bir ordu içindeki o piyanisti tanıyordu. Belki de o piyanisti yaralayan top mermisini Ravel taşımamıştı kamyonuyla. Ama Ravel kendini öylesine suçlar ve acı duyar ki, işte bu derin üzünçle Sol El Konçertosu’nu yazar.
-Goethe, 70 yaşından sonra deli divane âşıktı.
-O da benim gibi,72 yaşındayken, 18 yaşındaki bir kıza âşık oluyor. Çıldıracak gibi oluyor. Bir tanıdığının aracılığıyla annesine haber yolluyorlar. Kadının saygısı olduğu için bişey diyemiyor. Kızını kaçırıp başka yerlere götürüyor.
Ellerinden gelse yaşatmayacaklar. Ama ben zorlu bir adamım. Kimsenin sayesinde değil, kendi gücümle yaşadım. Aslında benim gibi yazarları istemiyorlar. Fakat toplumun bitakım yadaları vardır. Onlardan yararlanarak yaşıyoruz. Örneğin mafya ile uğraşanı yaşatmıyorlar. Biz mafyadan daha uygar kişilerle uğraştığımız için yaşayabiliyoruz. Bir de artık güçleri fazla yetmiyor. 30 yaşımda genç bir yazarken dilediklerini yapıyorlardı. Bugün kendime göre zırhlarım var.
Tanımak sevmenin ilk adımıdır. Tanımayınca birbirimizi sevmenin olanağı yoktur. Bir insanı sevmek, o insanı iyi ve kötü, olumlu ve olumsuz yanlarıyla tanımak demektir. Gerçek sevgi, insanı salt iyi yanlarıyla değil, gerçekliğiyle (her yanıyla) sevmektir. Yazın, bizi başkalarına ve başkalarını bize, turistik bir yapı gibi salt güzel ve çekici yanlarımızla değil, güzellik ve çirkinliklerimizle, iyi ve kötülüklerimizle, olumlu ve olumsuzluklarımızla tanıtarak birbirimizi bağışkayıcılıkla sevmemize yardım eder.
Sağol dostum, plağı bir kez daha değiştirelim: Atatürkçülük nedir? Ne değildir? Atatürkçülüğün Enstitüsü bile var, devrimleri koruyan, savunan yasalar var, yıllardır süren araştırmalar var. Atatürkçülük bu denli karmaşık ve giz dolu bir konu mu?
Bunlar, bu kapkaç, bu zıpçıktı, bu görgüsüz,bu ne oldumdelisi egemen güçlerin yerine yerleşmeye başladığını,geleneğini kurmak üzere olduğunu gösterir. Bişey daha eklemek istiyorum: Bu öyle bir görgüsüz toplumsal bir güçtür ki, kendi yarınını bile düşünmeden Bursa’nın en verimli ovasına, Ceyhan’ın en bitkisel toprağına, Ege’nin en bereketli arazisine fabrikalar kurar ve örneğin İzmir’de rıhtım üzerine yüksek beton yapılar dikerek kentin imbat almasını önler; Karşıyaka’daki evinde bıraktığı kendi pisliğinin kokusun Kordonboyu’nda ki yazıhanesinde akşama kadar koklar. Çözüm mü? Bu koşullarda söylenemez.
Namık Kemal, Namık Kemal diyorlar. Sorsanız adını söylerler. Ama bir tane yapıtını bile okumamışlardır. Cevdet Sunay Cumhurbaşkanı olarak Sovyetler Birliği’ne gitti. Dönüşünde gazetecilere, Biz Sovyetler Birliği’ne Türkiye’nin sanat elçisi olarak Zeki Müren’i göndereceğiz, dedi. Bir şarkıcının sanat elçisi sayıldığı yerde, yazara düşmanlık doğaldır
Azılı nasıl oluyor bilmiyorum. Bulvar gazeteleri, yüksek tirajlı gazeteler eğer bir kadın öldürülmüşse, fotoğrafının altına güzel diye yazarlar. İstanbul’un Sarıyer’inde bir kadın öldürülmüşse Sarıyer güzeli diye yazarlar. Topkapı’da bir işçi kadın öldürülmüşse Topkapı güzeli derler. Cinayette çirkin kadın yoktur. İntihar etmişse, örneğin Aksaray güzeli intihar etti, derler. Tıpkı bunun gibi
Hiç kimse buyur etmedi beni
Bu dünyada hiçbir yere
Ama açtım bütün kapıları tekmeleyerek
Bütün engelleri göğüsleyip yıkarak
Buyrun dediler o zaman incelikle
Buyur ettiler
Ve
Buyurdum
Elimden geldiğince görevimi yaptım
Gülümsedim hıçkırıklarımı boğarak
Sonunda kimsenin yorulmadığı denli yoruldum
Artık kapılar açık kalsın
Bundan sonra gireceklere
Şimdi dinlenmeye gidiyorum
Hoşça kal güzel dünyam.
(12-13 Ocak 1979)
İnsanlar gider şarkıları kalır
Şarkılar var uzun
Yüzyılları dolanır
Şarkılar var kısa
Söylendiği yerde kalır
Şarkılar var
Benim şarkılarım
Söyleyemem
İçimde kalır.
(1965)
O Çatalca var ya, o Çatalca, hiç de netameli bir yer değil bu Çatalca. Sabahattin Âli’de oralardan geçip gitmişti sınıra. Gitmişti ve de oralarda kalmıştı.
Yasadışı sansürleri aşamıyorsunuz. Bir gazete bir haberi ya vermiyor , yada çarpıtarak veriyor. Neden? Çünkü bu haberi yayınlarsa, kendisini reklamla besleyen sermaye sınıfı zarar eder de ondan.bunu önleyemiyorsunuz. Yasal değil bu sansür. İşte asıl zor olan bu. Ne yaparsanız yapın Türkiye apos;de her zaman sansür vardır.
Ülkemin nerelerini düşündüğümde,düşlerimde hep boğaz vapurları canlanır. Narin,beyaz gövdeleri, kesik kesik ama kulakları patlatırcasına çalan düdükleriyle,mavilikleri yararak ilerleyen vapurlar. Yolcuların telaşlı kalabalığı arasında dolaşan çaycılar Ince belli bardaklarda içilen ilk demli çay gevrek simit kokusu
-(Dilruba Yenen)
.Türkiye’de bu sözleri çok duymuşuzdur; Bizde kavram eksikliği var.Bizde kavram kargaşası var.Bizde kavram yoksulluğu var.Adamda kavram yok, kavramsız
Bakın örnek vereceğim ben size; ben Atatürkçü değilim, bunu herzaman her yerde söylüyorum. Çünkü Atatürkçülüğün bir doktrini,bir ideolojisi olduğuna inanmıyorum. Bir doktrin olarak, bir ideoloji olarak Atatürkçülük yok. Ama Atatürk’ün vardığı noktaya saygı duymadan ve o noktayı belirlemeden Türkiye’de hiçbir ileri adım atılamayacağına inanıyorum. Şimdi bu demek değil ki, Atatürk eleştirilemez. Atatürk eleştirilir. Ama ben eleştirmiyorum ve eleştirilmesinden yaba da değilim.Niçin? Bütün gericilik, bütün gerici kadro Atatürk’ün üzerine saldırırken, Atatürk’ü eleştirip Atatürk’ü -ki eleştirilmesi gerkir,toplumsal olarak da eleştirilmesi gerekir – eleştirip gericilerin eline koz vermek isyemiyorum. Bugün Atatürkçülük diyen insanların hepsi Atatürk’ün tam tersini yapıyorlar.
Havasız yaşamayız ama, yaşamamız için gerekli olan ve içinde bulunduğumuz havanın varlığını ayrımsamayız bike. Biz,havanın varlığını ve gerekliliğini ancak yokluğunda anlayabiliriz.
-Yabancılardan,tiyatro yazarı olarak çağdaşım olan Arthur Miller’i çok seviyorum. Harold Pinter’i de. Yakında Türkiye’ye gelecek olan Resul Hamzatof gerçekten çok büyük bir şair. Kendisi Dağıstanlı, Avar Türklerinden. Bizden sevmediğim üç-dört kişiyi söyledim. Üstelik onları da beğenmiyorum,demedim.Sevmek ve beğenmek ayrı şey.Tahsin Saraç’ı, Ülkü Tamer’i seviyorum.Haldun Taner’i severdim.Sevmediğim az var.İnsan bütünüyle sevemez ki.Hepimizin kusurları var.Yaşar Kemal,Orhan Kemal,Çetin Altan’da önemli yazarlar.Ama karakterleri bana çok aykırı geliyor.
-Bu hükümet Türkiye’yi ortaçağ’a götürmek istiyor ve götürüyor. Bunu bir de Atatürkçülük adı altında yapıyor. Atatürk yaşasaydı ya çıldırır ya da hepsinin canına okurdu. Şimdi onlar güçlü, Atatürk gibi ülkeyi çağdaşlaştırmak isteyenler zavallı durumda. Hem Atatürk’ü yıkıp, hem Atatürkçüyüz, diyecekler. Hem milleti mahvedip, hem milliyetçiyiz diye bağıracaklar. Her türlü kişisel ve aile ahlaksızlığını yapacaklar, hem de din müslümanlık diye bağıracaklar. Tam geneleve bakire bunlar.
Politika da haklılık ve haksızlık yoktur. Haklılık yada haksızlık çıkarlara göredir. Benim için Türk halkının çıkarları var. Aziz Nesin Afganistan olayında Sovyetler’i suçlayabilir,eğer bu halkının çıkarlarına uygunsa. Değilse susarım.
-Bizde burjuvazinin kültürü mobilya, ansiklopedi ve resimden ibaret mi demek istiyor sunuz?
-Üçü biraraya gelince sınıf kültürü oldu, diyemeyiz. Birkaç kuşağın değişmesi lazım. Mülkiyet olarak sahip olduğu resme kullanım olarak sahip değil. Sabancı, yabancılara gururla gösterdiği resimlerin karşısında yalnızken oturup 15 dakika seyrediyor mu? Sanmıyorum. Araziyi almakla sizin olmaz. Karşılıklı ikişkiniz varsa, onunla anılarınız varsa sizindir. Bizim burjuva, evine koyduğu antika eşyanın sahibi değil. Ama fiyatı da sürekli artıyor. Ressamın gözünün içine bakıyor, ölse de resim değeri birden artsa diye. Hatta o ressamlara bol bol ziyafetler verip rakı içiriyor ki, çabuk ölsün.
-Bizim burjuvaziyi Atatürkçü sayabilir miyiz?
-Burjuvazinin biçimsel olarak Atatürkçülüğü ülkeye en büyük kötülük. Gene İstanbul’un Edirne ve Ankara çıkışlarında Atatürk büstü fabrikaları var. Dünyanın hiç bir yerinde bir liderin fabrikasyon olarak heykellerinin yapıldığı görülmemiştir. Eskiden evleri korusun diye üzerlerine Maşallah koyarlardı, şimdi Atatürk büstü ve heykelleri konuyor. İşte bizim burjuva kültürü: mobilya, ansiklopedi, tablo ve Atatürk heykeli.
Insanın okuduğu bir kitap dinlediği bir müzik falan yüzüne yansır.Kitap okuya okuya, en dangıl dungul bir insanın bile yüzü güzelleşir.
İnsanın okuduğu bir kitap, dinlediği bir müzik falan yüzüne yansır.
Kitap okuya okuya, en dangul dungul insanın bile yüzü güzelleşir.
Kitap okumak, en çirkin bir insanı bile güzelleştirir.
Babamın bir lafı vardı: Ben yaşlandım, öleceğim ama bu çocuklar n’olacak? Ölemiyorum.
Türkiye bir cezaevi haline getiriliyor.
Türkiye’de tabular vardır. Bu tabular yıkılmadıkça sansür yürürlüktedir.
1-dinsel tabu 2-askersel tabu 3-cinsel tabu
Türkiye’nin her yanı yönetimsel olarak bana göre sahtecilik içerisinde, yalancılık içerisindedir
– Neden sosyalist olduğunuzu sorabilir miyiz?
– Ben kitaplarla, okuyarak sosyalist olmadım. Yaşamın etkisiyle solcu oldum. Kitapları sonradan okudum. Sınıfım bunu gerektiriyordu. Emekçi bir ailenin çocuğuydum. Sosyalist olmam için dünyayı, yaşamı algılamam yeterliydi. Emeğin nasıl sömürüldüğünü görmek yeterliydi.
-Yine özel bir soru nikâhlıyken eşinize hep bağlı kaldınız mı?
– Bu ERKEKÇE bir soru Ama sözümde durmam gerektiği zaman hicbizaman hiçbir kimseye ihanet etmedim. Iş ilişkilerim de böyle oldu. Eşimle böyle Ayrıca ihanet bir kadının bir erkekle, bir erkeğin bir kadınla yatması olayı değildir sadece. Yüzlerce ihanet biçimi vardır. Biri kafasından geçiriyorsa buna rağmen yapamıyorsa bu da ihanettir. Istediği halde yapamıyorsa üstelik alçakça bir ihanettir. Aziz Nesin
-Her koyun kendi bacağından asılmaz diyorsunuz. Açıklar mısınız bunu?
-Koyun olduğu için kendi bacağından asılıyor o. Insanların bunu örnek alması yanlıştır. Insanlar koyun değildir. Bir toplumda bir şey oluyorsa, herkes sorumludur bundan. Bir insanın asılmasıdan da Ben Adnan Menderes’in tam karşısındaydım. Ama asılmasından acı duydum. Bunu yazdım da Insanlar bu acıyı duymazlarsa çok şey yitirirler. Sağcısı, solcusu gençler asılıyor. Toplumda herkes bundan dolayı sorumluluk duyup acı çekmiyorsa, toplumsal bilinçten yoksun demektir. Ama sorumluluk payı almamız gerekir. Ben insanın öldürülmesine karşıyım.
Nefsin savunması neyse, biyerde gülmece de odur. Timurlenk’in öyküsü ünlüdür: Ağır vergiler koyar. Sonra Maliye Bakanını çağırır, Halk nasıl? diye sorar. Iyi efendim, çalışıyor, yanıtını alır. Vergilerim daha da artırılmasını söyler. Vergiler arttıkça Maliye Bakanına halkı sorar. Aldığı yanıt hep aynıdır
Sonunda evleri alıyor. Halkın hiçbir şeyi kalmıyor. O zaman sorduğunda, Efendim halkımız şimdi sokaklarda şakır şakır oynuyor yanıtını alıyor. Timurlenk bunun üzerine, Şimdi tamam, iyi diyor Sanırım gülmece bir savunma aracı. Ben de bu yoldan kendi kendimi savunarak yaşadım.
– Şiirlerinizde kadın imzası kullanıyordunuz
– Vedia Aziz imzasıyla yazıyordum.
– Erkeklerden oldukça fazla aşk mektupları alıyormuşsunuz, şiirleriniz nedeniyle.
– Pekçok Beni kadın sanıyor, aşk mektupları yolluyorlardı, şiirlerin yayınlandığı dergilere. Aşk mektubu gönderenlerden biri de Orhan Kemal’di.
Ekonomik demokrasiden şunu anlıyorum:
Her insanın çalıştığı, hakettiği ve layık olduğu kadar kazanabilmesi olanağı bulunmalıdır. Çok açık ki durum Türkiye’de hiçbir zaman böyle olmamıştır. Aziz Nesin
-Sayın Nesin, sansürle ilgili yaşadığınız bir anınız var mı?
-Akşam gazetesinde
1958 yılı. Başbakan Menderes. Çok önemli firma sahiplerinden birinin arabasında polisler keyif verici madde yakaladı. Bu haber gazeteye geldi. Hiçbir gazete yayınlamadı. Haber yayınlanmadığı için ben bu konuda fıkra yazdım. Fıkramı yayınlamamazlık edemediler, çünkü gücüm onları aşıyordu. Ya gazeteyi bırakacaktım ya da çıkacaktı yazım. Bunun gibi daha çok sansür yaşadım elbette. Aziz Nesin
Bugünkü hükümete, yetkililere gitseniz, sansürden şikayet etseniz, nerede sansür, hani sansür yasası? derler. Yok. Ama beriyandan yaşamımızın her aşamasında var sansür. Tabular yoluyla, gelenekler yoluyla, egemen sınıfların reklam yoluyla Yani dolaylı sansür var. Aslında yasal sansür olsa daha kolay. Resmen varolan bir şeye karşı savaşım verilebilir. Aziz Nesin
Cezaevi yaşantınızdan yapıtlarınıza da yansımış bir anınız var mı? ( Çetin Özer)
– Bir tanesi çok ilginçtir. Bir gardiyan vardı. Adi suçtan yatan mahkumlardan bir tanesine ikide bir giderdi, Ulan benim sana yaptığım iyiliği unutma derdi. Herkes merak ediyordu, gardiyanın yaptığı iyiliği, ben de merak ediyordum. Sonra bir gün, birisi gardiyana sordu: Yahu sen ne iyilik yaptın ki?
Yahu dedi gardiyan, Bu zindandayken her gün buna, pencereden, merhaba, nasılsın, derdim. Bu iyilik mi peki? diyen mahkuma, gardiyan şöyle cevap verdi: Kardeşim, benim elimden gelen iyilik de bu kadar.
Gerçekten de zindandayken birisinin gelip de Merhaba, günaydın demesi bir iyiliktir. Aziz Nesin
-Bazıları solculukla milliyetçiliğin bağdaşmadığını öne sürüyorlar.(Ahmet Taner Kışlalı)
– Bu milliyetçilik tanımına bağlı. Solcuyum ve milliyetçiyim. Kendimi öbür uluslardan üstün görmüyorum. Ulusalcılık, ulusal değerlere önem vermek, onları benimsemek, ulusal tarihten ders almak, kendini ne gereğinden büyük ne de küçük görmektir. Aziz Nesin
üniversite çevresindeki insanların birkaç önemli eksiği var bence. Bir tanesi, eylemleriyle bilimi ayrı tutuyorlar. Okuttukları derslerle, bilgiyle özyaşamları arasında büyük bir ayrılıkları var. Sanki o bilgi yaşam için üretilmemiş. Benim bildiğim sanat, bilim gibi bütün veriler insan yaşamını güzelleştirmek, kolaylaştırmak içindir. Aziz Nesin
Aslında yazarlık mucize gibi bir şey. Havadan sesler toplar gibi bir takım sözcükler bulup, insanların ilgisini çeken olaylar yaratıyorsunuz. Burada sizin bir yardımcınız yok. Hatta yardımcı sandığınız insanlar da size zarar verir. Karınız zarar verir, sevgiliniz zarar verir, arkadaşınız zarar verir. Yani bu iş doğururken kadının yalnızlığına, ölürken insanın yalnızlığına benzer bir anlamda. Yazı yazmak dünyanın en saygın emeğidir.
İnsan kendini okumaya, yazmaya verince biraz unutuyor. Umutsuzluk umuda dönüşüyor.
Evlerindeki kitaplık mobilya diye alınmıştır. Süs eşyası niyetine.. İçine cicili biçili şeyler koymak, ‘’bak cahil değilim ha’’ demek için.
Genelde bütün sanatların ama özellikle yazarın savaşa karşı olması, kendi özünden doğasından gelir. Çünkü yazın, bize bizi tanıtır ve tanıtarak sevdirir. İnsanı insana, toplumu topluma, halkı halka, ulusu ulusa sevdiren sanat böylece kendiliğinden savaşa karşı çıkmış olur. Sanat yapıtını yaratan sanatçı da, doğal olarak barışa hizmet etmiş olur.
Bizim sürekli kolektif önderliğe önem vermemiz gerekir çünkü Türkiye gerek ilerici örgütlerde, demokratik örgütlerde, gerek sağcı, her örgütte ne olursa olsun tek adam sultasından çok çekmiş bulunuyor. Bundan kurtulmaya çalışmamız gerekiyor. Bundan kurtulmaya çalışırken de kendini tek adam yapmaya çalışan adaylara dikkat edilmesi gerekiyor. Çünkü tek insanlar yüz işten doksan dokuzunu doğru yapmış olabilirler ama yüzüncü işte öyle bir yanlış yaparlar ki, eğer çoğunluğa uyulmazsa onların yaptığı bütün iyi şeyler hepsi birden gidebilir. Onun için ben gerçek demokrasiden yanayım.
Çünkü bir yazar, çoklarınca sanıldığı gibi, bireysel bir kişi değil, okurlarının sayılarınca çoğaltılmış toplumsal bir kişidir.
”Üniversite çevresindeki insanların birkaç önemli eksiği var bence. Bir tanesi, eylemleriyle bilimi ayrı tutuyorlar. Okuttukları derslerle, bilgiyle öz yaşamları arasında büyük ayrılık var. Sanki o bilgi yaşam için üretilmemiş. Benim bildiğim sanat, bilim gibi bütün veriler insan yaşamını güzelleştirmek, kolaylaştırmak içindir. Oysa onların hedefi bu gibi görünmüyor. Einstein da bilimi insan yaşamını kolaylaştırmak için hedeflemiş, Freud’da, Marx’da.. İnsanın yararını gözetmeyen bilim bana göre bir spekülasyondur. Bu suçlama oldukça ağır belki ama bir anlamda özeleştiri belki de.’’
Solcuyum ve milliyetçiyim. Kendimi öbür uluslardan üstün görmüyorum. Benim anladığım ulusalcılık, ulusal değerlere önem vermek, kendini ne gereğinden büyük ne de küçük görmektir.
+İslam’a inanan insanlara nasıl bakarsınız? Yani onları küçümser misiniz, yoksa siz inanmasanız bile saygı mı duyarsınız?
-Ben sadece Müslümanlara değil, bütün dindar insanlara saygı duyuyorum. Eğer gerçekten inanıyorlarsa, hepsi saygıya değerdir. Benim dinsizliğim, dine karşı anlamında değildir. O benim kendi özel durumumdur.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir