İçeriğe geç

İnsan Vücudunun Öyküsü Kitap Alıntıları – Daniel E. Lieberman

Daniel E. Lieberman kitaplarından İnsan Vücudunun Öyküsü kitap alıntıları sizlerle…

İnsan Vücudunun Öyküsü Kitap Alıntıları

&“&”

“Dişçiler uzun zamandır şekersiz çiklet çiğnemenin diş çürüğü oranlarını azalttığını biliyorlar. Bununla birlik­te birkaç deney sert ve ağdalı çiklet çiğneyen çocukların çenelerinin daha büyük ve dişlerinin daha düzgün olduğunu göstermiştir.”
“Vücudunuz fiziksel aktiviteye daha fazla enerji ayırdığında, üreme hormonlarını dağıtmaya daha az enerjisi kalır. Fiziksel olarak aktif olan kadınlardaki östrojen seviyeleri, hareketsiz olanlara göre %25 oranında daha düşüktür. Bu farklar, birçok çalışmanın göstermiş olduğu, haftada birkaç saat boyunca orta düzey­de egzersiz yapmanın meme, yumurtalık ve rahim dahil, pek çok kanser türünün görülme oranlarını azaltması hususunu kısmen açıklayabilir.”
“Hücreye daha fazla yağ eklendikçe, hücre bir balon gibi şişer. Hala büyüme aşamasındaysanız, yağ hücreleri fazla hacme ulaştıklarında bölünürler, fakat yetişkinliğe eriştikten sonra çoğumuzun yağ hücresi miktarı sabit kalır.”
“Avcı-toplayıcılar herhangi bir kampta çok fazla pisliğin birikimine sebep olacak şekilde uzun süre veya büyük topluluklar olarak kalmıyorlardı ve genel olarak da temizliklerine özen gösteriyorlardı. İnsanlar köylerde yaşamaya başladıktan hemen sonra kirlilik ortaya çıktı ve popülasyonlar büyüyerek kasabalarda ve şehirlerde yoğunlaşmaya başladıktan sonra ise yaşam şartları artarak hijyensiz ve pis kokan bir hal aldı.”
“Egzersiz yapmayı bile bir endüstri haline getirdik: Artık daha çok insan kendilerinin spor yapmalarından ziyade, televizyonda profesyonel atletleri izlemekten daha fazla keyif alıyor.”
Toprak sizin için lanetlidir, hayatınızın geriye kalan günlerinde top­raktan zorluklarla yiyeceksiniz. Dikenler ve devedikenleri getirecek size ve tarlanın otlarını yiyeceksiniz. Yüzünüzün teriyle toprağa dönene kadar ekmek yiyeceksiniz, çünkü topraktan geliyorsunuz; toz­sunuz ve toza döneceksiniz. (Genesis 3:17-19, King James İncili).
“Yumuşak, çokça iş­lenmiş yiyecekler yiyerek büyürseniz; yüzünüz, katı ve sert yiyecekler yiyerek büyümüş olmanız halindekine göre daha küçük olacaktır. Hayatınızın ilk yıllarında sıcak bir ortamda büyürseniz, vücudunuzda soğuk bir ortamda doğmuş olmanız haline göre daha fazla işlevsel ter beziniz bulunur.”
Beyin cerrahları, ameliyatlarda bilinci açık hastalarda şakak loblarının uyarılmasının kendini ateist olarak tanımlayanlarda dahi yoğun ruhani duygular oluştur­duğunu keşfetmişlerdir.
“Büyük beyinler aynı zamanda doğumu da karmaşıklaştırır. Yeni doğmuş bir bebeğin başı 125 milimetre uzunluğunda ve 100 milimetre genişliğindedir, fakat bir annenin doğum kanalının minimum boyutları 113 milimetre uzunluğunda ve 122 milimetre genişliğindedir. Kanaldan geçmek için, yenidoğanın, annenin kalça kemiği­ne yan olarak girmesi ve daha sonra 90 derecelik bir dönüşle dünyaya ideal olmayan bir şekilde başının yukarıya doğru ol­mak yerine aşağıya doğru gelmesi gerekir. En iyi şartlarda, bu yolculuk bayağı sıkışık bir biçimde gerçekleşir ve insan anneleri doğumda neredeyse daima yardıma ihtiyaç duyar­lar.
“İnsanların garip özelliklerinden biri, beynin ve boşken sindirim sisteminin benzer büyüklüklerinin ve ağırlıklarının (her biri bir kilogramdan biraz daha fazla) olmasıdır… Bu değişim erken Homo’nun temel olarak daha yüksek kali­teli bir beslenme tarzına geçişle büyük sindirim sistemleriyle büyük beyinlerle takas etmesini içeriyordu. Bu mantığa göre, beslenmeye eti dahil ederek ve yiyecek işlemeye daha fazla bağımlı olmaya başlayarak, erken Homo yiyeceğini sindir­mek için daha az vakit harcamaya ve böylece daha büyük bir beyne sahip olup bunun bedelini ödemek için de daha fazla enerji ayırmaya fırsat buldu.”
Doğal seçilim mükemmeli yaratmaz; sadece yetisi diğerlerinden daha az olacak kadar şanssız olanları ayıklar.
Bir düşünce deneyi olarak, sağlık konusunu sapkınlık de­recesinde önemseyen ve sağlık harcamalarına takmış bir dik­tatörün ülkenizin kontrolünü ele geçirdiğini hayal edin. Gazlı içecekler, meyve suları, şeker ve diğer şekerli yiyeceklere ek olarak, patates cipsi, beyaz pirinç, beyaz ekmek ve diğer ba­sit karbonhidratlar yasaklanmış olsun. Hazır yemek restoranı sahiplerinin yanı sıra, sigara içenler, ayyaşlar ve yiyecekleri, havayı ve suyu bilinen bir kanserojen veya toksik maddeyle kirletenler hapse atılıyor olsun. Çiftçilere mısır üretmeleri için sübvansiyonlar verilmesin ve bütün inekler otla veya saman­la beslensin. Herkes günlük olarak şınav çekmeye, haftada 150 dakikalık yoğun egzersize, gecede sekiz saat uykuya ve düzenli olarak diş ipi kullanmaya mecbur bırakılsın.

Kulağa ne kadar sağlıklı gelse de bu tür ulusal ve faşist bir sağlık kampı yaratmak neyse ki mümkün değildir (herhalde bu tür bir girişim bir isyan veya askeri darbeyle sonuçlanır­dı) ve etik olarak da yanlıştır, zira insanların vücutlarıyla ne yapacaklarını seçme hakları bulunmaktadır. Fakat böyle bir durumda pek çok yaygın uyumsuzluk hastalığı ile bazı kan­serlerin görülme oranlarının azalacağı neredeyse kesindir. Özgürlük sağlıklı olmaktan daha değerli olsa da içerisinde bulunduğumuz çevreleri insanların haklarına da saygı göstererek değiştirebilir miyiz?

Geçirmiş olduğumuz evrim bü­yük beyinli, orta derecede şişman ve iki ayaklı, görece çabuk ürerken yavaş olgunlaşan canlılar olmamızla sonuçlanmıştır. Ayrıca düzenli olarak uzun mesafeler yürüyen ve koşan, fiziksel açıdan aktif atletik dayanıklılığa sahip olma ve sıklıkla tırmanma, kazma ve bir şeyler taşıma konusunda da uyarlanmış bulunmaktayız. Şeker, basit karbonhidratlar ve tuz düzeyleri düşükken, protein, karmaşık karbonhidratlar, lif ve vitamin açısından yüksek meyve, yumru, av eti, tohum­lar, kabuklu yemişler ve benzeri yiyecekleri içeren zengin bir beslenme biçimimiz olacak şekilde evrilmiş durumdayız. İn­sanlar ayrıca alet yapma ve kullanma, efektif bir biçimde iletişim kurma, yoğun olarak işbirliği içerisinde olma, yenilikler icat etme ve çok çeşitli zorluklarla baş etme konusunda da inanılmaz derecede uyarlanmışlardır. Bu olağanüstü kültürel kapasite, Homo sapiens’in hızla bütün dünyaya yayılmasına ve çelişkili bir biçimde de avcı-toplayıcı olmayı bırakmasına imkan tanımıştır.
Görsel mahrumiyet hi­potezini baz alan alternatif bir fikir ise gözlüklerin miyopiyi önleme veya şiddetlendirme konusunda bir etkisi olmadığı, fakat miyopi riski taşıyan çocukların saatler boyunca okuyarak veya içeride yeterince görsel uyarı sağlamayan başka aktiviteler sonucunda miyopiye katkıda bulunan başka et­kenleri dolaylı yoldan destekleyebileceğidir. Bariz bir çözüm bu çocukların dışarıda daha fazla vakit geçirmelerini teşvik etmektir. Bir başka çözüm bunun gibi basılmış, sıkıcı sayfa­lar yerine genç gözleri zorlayacak, görsel olarak daha uyarıcı ve yoğun şekilde renklerin ve parlaklık seviyelerinin değiştiği elektronik kitaplara geçmek olabilir. Eğer çocuk kitapları uzaktaki duvarlara parlak ve dinamik bir şekilde yansıtılsa güzel olmaz mı? İç mekanları daha parlak ve renkli bir şekil­de aydınlatmak da faydalı olabilir.
Ayakkabı giymenin sebep olduğu bir başka alakah ve yay­gın sorun da plantar fasiittir. Hiç sabah kalktığınızda veya koştuktan sonra ayağınızın altında keskin ve dayanılmaz bir acı hissettiniz mi? Bu acı ayağınızın tabanında fasya adı ve­rilen ve kaslada beraber kemerinizi kasmanızı sağlayan bağ dokunun inflamasyonunundan kaynaklanır. Plantar fasiitin pek çok sebebi vardır ve bu sebeplerden bir tanesi ayak ke­meri kaslarının zayıfladığında fasyanın, kemeri muhafaza edemeyen bu zayıf kaslara destek olmasıyla alakalıdır. Fasya bu kadar yükü kaldıracak şekilde tasarianmamıştır ve acı ve­rerek inflamasyona uğratır. (…) Yüksek topuklar kalçaları daha belirgin yapsa da normal duruşu bozar, baldır kaslarını daimi olarak kısaltır ve sakatlıklara sebep olacak şekilde ayak parmaklarının köklerini, kemerini ve hatta dizleri anormal kuvvetlere maruz bırakırlar. Ayağı bütün gün boyunca deri veya plastik içerisinde tutmanın hijyenik olduğu düşünüise de ayak mantarı gibi can sıkıcı enfeksiyonlara sebep olan pek çok mantar ve bakteri için bir cennet olan terli, sıcak ve oksi­jensiz bir ortam oluştururlar.
Çok da uzak olmayan bir gelecekte doktorunuz tedavi için size kurt veya dışkı yazabilir.
Ve oste­oklastların çalışma hızının osteoblastları geçmesini tetikleyen yaşla ilgili etkenlerden en önemlisi, östrojen yetersizliğidir. Östrojenin pek çok görevi arasında, osteoblastları kemik üre­timi için harekete geçirip, kemik emilİmlerini azaltacak şekil­de osteoklastları kapatmak da bulunmaktadır. Bu çifte işlev kadınlar menapoz dönemine girip, östrojen seviyeleri düşün­ce, bir sorun halini alır. Bir anda osteoblastlar yavaşlarken osteoklastlar daha aktifleşir ve bu da yüksek bir hızla kemik kaybına sebep olur. Menapoz sonrası dönemdeki kadınlara östrojen takviyesi yapılması kemik kaybı hızını yavaşlatır ve hatta durdurur. Erkekler de risk altındadır, fakat bu kadınla­rınkine göre daha düşük düzeydedir, çünkü erkekler kemik­lerinde testosteronu östrojene çevirebilirler. Yaşlı erkekler menapoza girmeseler de testosteron seviyeleri düştükçe daha az östrojen üretirler ve bunun sonucunda onlarda da kemik çatlağı oranları yükselir.
İskeletinizi ne kadar kullanırsanız, o kadar sağlıklı olur. Ne yazık ki bunun tersi de doğrudur: Kemiklerinizi yeterince kullanmamanız kemik kaybına sebep olur. İskeletleri üzerinde çok düşük miktarda stres oluşturan, neredeyse yerçekimsiz uzay ortamında yaşayan astronotlar hızlı bir şekilde kemik kaybına uğrarlar ve uzun görevlerden tehlikeli düzeyde zayıf kemiklerle dönerler. Döndüklerinde çoğu zaman bacaklarının kırılmalarını engellemek için taşın­maları gerekir.
İnme veya kalp krizi ani olaylarmış gibi gözükseler de çoğu zaman bu krizler ateroskleroz diye tabir edilen kısmi ola­rak damarların sertleştiği uzun ve yavaş bir sürecin sonudur. Ateroskleroz kolesterol ve trigliseritleri (yağları) vücudunuza dağıtma şeklinizin sebep olduğu, arter duvarlarının kronik inflamasyonudur. Kötü bir üne sahip bir molekül olan koles­terol küçük, balmumu ve yağa benzeyen bir maddedir. Bütün hücreleriniz kolesterolu pek çok önemli işlevleri yerine getir­mek için kullanırlar, bu yüzden yeterince kolesterol tüketme­diğiniz durumlarda, karaciğeriniz ve bağırsaklarınız bunu di­rek olarak yağlardan sentezler. Hem yağ hem de trigliseritler suda çözünmedikleri için, kanda lipoprotein adı verilen özel proteinlerin yardımıyla taşınırlar. Bu taşıma sistemi olduk­ça karmaşıktır, ama birkaç kilit noktayı bilmek gerekir. İlk olarak, düşük yoğunluklu lipoproteinler (LDL, çoğu zaman kötü" kolesterol diye de geçer), kolesterolü ve trigiliseritle­ri karaciğerden organlara taşırlar, fakat boyutlarında ve yoğunluklarında önemli oranda çeşitlilik gösterirler: Trigliserit taşıyan LDL’ler, daha büyük, batmayan ve çoğunlukla koles­terol taşıyan LDL’lere göre daha küçük ve yoğundur. Yüksek ­yoğunluklu lipoproteinler (HDL veya "iyi kolesterol") esas olarak kolesterolu karaciğere geri taşır.[57] … Yapışmış olan bu LDL’ler yavaş yavaş, elma kabuğu gibi yanarlar.

Eğer arter duvarlarınızın yavaş yavaş yanması kulağını­za pek hoş gelmiyorsa, kesinlikle haklısınız. Bu oksidasyon, yaşlanmaya ve pek çok farklı hastalığa katkısı olan ve kronik inflamasyona neden olan bazı süreçlerden bir tanesidir. Ar­terleri düşündüğümüzde, LDL’lerin oksidasyonu arter duva­rını oluşturan hücrelerde bir inflamasyona sebep olur ve bu da beyaz kan hücrelerini o bölgeye gelerek durumu temiz­lemeleri için tetikler. Ne yazık ki beyaz kan hücreleri pozitif bir geribesleme halkası tetikler, zira tepkilerinin bir bölümü daha sonra yine oksitlenen, daha küçük LDL’leri hapseden bir köpük oluşturmayı içerir. En sonunda, bu köpüksü karı­şım arter duvarında sertleşmiş, plak adı verilen bir pislik biri­kimi oluşturur. Vücudunuz plaklarla esas olarak, bunlardan kolesterolu çekip karaciğere geri götüren HDL’ler yoluyla savaşır. Bu yüzden plaklar sadece LDL düzeyleri (yine tekrar edeyim, genellikle küçük olanları) yüksek olduğunda değil, ama aynı zamanda HDL seviyeleri düşük olduğunda da olu­şur. Eğer plak genişlerse, arter duvarları bazen plağın üzerini kaplayarak, arteri daimi olarak daraltır ve sertleştirir. Plaklar arterin tıkanma ihtimalini artırır veya bu büyük pıhtılaşmış plak parçası kanınıza da salınabilir. Yüzen pıhtılar genellikle kalbinizde veya beyninizdeki daha küçük arteriere yerleşe­bildiği için tehlikelidir ve kalp krizine veya inmeye yol açan tıkanmalara sebep olur. İşleri daha da sarpa sardıracak bir şekilde, kanallar daraldığında aynı hacimde akışı sağlamak için daha yüksek basınç gerekir. Sertleşmiş ve daralmış arterlerin kan basıncını artırması (hipertansiyon), kalbin daha kuvvetli çalışmasının gerekmesi ve böylece pıhtı veya delinme ihtima­lini artırması sonuçlarını doğuran kısır bir döngü başlatır.

Plakların oluşma ve kalp-damar hastalıklarına sebep olma şekilleri kesinlikle akılsız bir tasarım örneğidir. Doğal seçi­lim nasıl ve niçin işi bu kadar yüzüne gözüne bulaştırmıştır? Karmaşık bir hastalıktan beklenebileceği üzere, bazı gen var­yantıarı risk seviyenizi orta oranda arhrabilir, ama hastalığa çoğunlukla başka etkenler sebep olur. Bunlar arasında önlenemeyen bir düşman da vardır: Yaş.

Harcadığınız bu ekstra kalorilerin kilo vermenize yardım­cı olacağını düşünebilirsiniz, fakat pek çok çalışma düzenli olarak yapılan orta dereceli ve ağır egzersizin kiloda çok da ciddi azalmalara sebep olmadığını göstermiştir (tipik olarak bu tip egzersizler bir, iki kilo verilmesini sağlar).[42] Bu olayın bir açıklaması, haftada birkaç gün fazladan 300 kalori yak­manın, vücudunuzun toplam metabolik bütçesinde, özellikle aşırı kiloluysanız, görece az kaloriye denk gelmesidir. Dahası, egzersiz geçici bir süre iştahı kapatan hormonları uyarsa da aynı zamanda sizi acıktıran kortizol gibi başka hormonları da uyarır.[43] Yani haftada 16 kilometre koştuğunuzda kilo verme­niz ancak, sizi enerji dengesinde tutacak olan ekstradan 1.000 kalorilik yeme veya içme güdünüzü bastırdığınızda mümkün olacaktır.[44] (…) Fiziksel aktivitenin en önemli mekanizmalarından biri, yağ hücrelerinizden ziyade, kas hücrelerinizin insüline olan hassasiyetini artırması ve böylece göbeğiniz yerine kaslarınızın yağ alınımı yapmasını sağlamasıdır.[45] Fiziksel aktivite ayrı­ca yağ ve şekeri yakan mitokondri sayısını da artırır. Bu ve diğer metabolik değişimler aktif kişilerin pek fazla olumsuz etki göstermeden niçin çok yemek yiyebildiklerini açıklama­ya yardımcı olur.
Elma yediğinizde insülin se­viyeleriniz yükselir, ama bu artış elmadaki lif glikozu emme hızınızı yavaşlattığı için daha yavaş gerçekleşir. Bunun so­nucunda, vücudunuzun kan şekerinizi sabit tutabilmek için ne kadar insülin üretmesi gerektiğini belirlemeye daha faz­la vakti olur. Buna karşın bonbonlardaki iki kat fazla glikoz kanınıza çok hızlı geçer ve kan şekeri düzeylerinizin birden fırlamasına sebep olur, bu da pankreasınızın kontrolsüz bir şekilde, genellikle aşırı düzeyde insülin pompalamasına yol açar. Hedefi bu şekilde aşma, sıklıkla akabinde kan şekeri seviyelerinizin düşmesiyle sonuçlanır, bu da kan şekerinizi yeniden normal seviyelere çıkarabilmek için canınızın bon­bon veya başka kalori yönünden yoğun yiyecekler istemesine sebep olan ciddi bir açlık hissine yol açar. Basit olarak ifade etmek gerekirse, hızla sindirilen glikoz açısından zengin yiyecekler bol miktarda kalori sağlar ve daha çabuk acıkmanıza sebep olur. Kalorileri daha yüksek oranda proteinlerden ve yağlardan gelen yiyecekleri tüketen insanlar, kalorilerini ço­ğunlukla şekerli ve nişastalı yiyeceklerden elde eden insanla­ra göre daha uzun süre tok kalırlar ve daha az yemek yerler. Daha fazla lif içeren ve daha az işlenmiş yiyecekler de yemek karında daha fazla kaldığı ve bu da iştah kapatıcı hormonla­rın salınımına sebep olduğu için, daha yavaş bir şekilde açlık hissi yaratır.
Normal olarak uyuduğunuzda vücudunuz bir miktar büyüme hormonu salgılar ve bu hormon genel büyü­meyi, hücre onarımını ve bağışıklık işlevlerini uyarırken, uy­kusuz kalmak bu salgıyı azaltır ve vücudun kortizol hormo­nunu salgısını artırır. Yüksek kortizol seviyeleri vücudun metabolizmasını büyümeye ve geleceğe yönelik yatırım yapma durumundan, dikkati artırarak ve kana daha fazla şeker vererek savunma durumuna geçirir. Bu değişim sabahleyin yataktan kalkmak veya bir aslandan kaçmak için faydalıdır, fakat kronik olarak yüksek kortizol seviyeleri bağışıklık siste­mini bastırır, büyümeyi engeller ve tip 2 diyabete yakalanma riskinizi artırır. Kronik olarak yetersiz uyku ayrıca obeziteyi de destekleyen bir faktördür. Normal uykuda vücudun din­leme halinde olması leptin hormonunun seviyesini artırırken, girelin hormonunun seviyesini azaltır. Leptin açlık hissini azaltırken, girelin açlık hissini artırır ve bu döngü uykuday­ken acıkmamanıza yardımcı olur. Fakat devamlı olarak yeter­siz uyuduğunuzda leptin seviyeleriniz azalırken girelin sevi­yeleriniz artar ve bu beyninize ne kadar tok olursanız olun açlık sinyali gönderir. Bu yüzden uykusuz kalan insanların karnı daha sıklıkla acıkır ve canları özellikle karbonhidrat açı­sından zengin yiyecekler çeker.
Avrupa’da ve Amerika’da hastalıklara karşı popüler, ama etkisiz tedaviler arasında bol miktarda kan alma, kendini çamurun içine sokma veya cıva gibi zehir­lerden az miktarda yutma yer almaktaydı. Anestezi yoktu ve diş çekmeden veya bebek doğurtmadan önce elleri yıkama gibi hijyene yönelik uygulamalar nadiren kaale alınır ve ba­zen aşağılanırdı (…) İnsanlar köylerde yaşamaya başladıktan hemen sonra kirlilik ortaya çıktı ve popülasyonlar büyüyerek kasabalarda ve şehirlerde yoğunlaş­maya başladıktan sonra ise yaşam şartları artarak hijyensiz ve pis kokan bir hal aldı. Şehirler ve kasabalar domuz çiftliği gibi kokuyordu. Avrupa’daki şehirlerde insanların dışkılarını ve diğer atıklarını attıkları, aslında yeraltı oyukları olan çok sayıda lağım kuyusu bulunmaktaydı. Bu lağım kuyularıyla ilgili büyük bir sorun (biraz örtbas edici bir tarzda kara su" adı verilen) sıvı dışkıları sızdırmalarıydı ki bu da yerel dere­leri ve nehirleri ve sonrasında da içme sularını kirletiyordu. Kanalizasyon sistemleri çok az sayıda ve etkisizdi. Tuvalet, zenginlerin sahip olduğu bir lükstü ve lağım suyu genellikle temizlenmezdi. Sabun bir lükstü ve çok az kişi düzenli olarak duş alır veya banyo yapar ve giysiler ile yatak örtüleri nadiren yıkanırdı. Tüm bunların üzerine, sterilizasyon ve buzdolabı henüz icat edilmemişti. Çiftçiliğin ortaya çıkmasından sonra­ki binlerce yılda pis kokulardan geçilmiyordu, ishal yaygındı ve düzenli olarak kolera salgınları yaşanıyordu.
Toplayıcılara göre, endüstriyel beslenme biçimleri­ne sahip olan insanlar görece daha yüksek oranda karbonhid­rat ve iyileştirilmiş nişasta tüketirler. Endüstriyel beslenme biçimlerinde ayrıca görece protein daha az, doymuş yağlar daha fazla ve lif oranı fazlasıyla düşüktür. Son olarak, her ne kadar üreticiler yiyecekleri kalorilerle doldurma konusunda son derece becerikli olsalar da endüstriyel beslenme biçimleri çoğu vitamin ve bariz bir istisna olan tuz dışında mineraller açısından fakirdir.
Beyaz un ve beyaz pirinç gibi daha az miktarda lif içeren işlenmiş yi­yeceklerin sindirimi için daha az adım ve zaman yeterlidir. Bu da kan şekeri düzeyinin daha hızlı artmasına sebep olur. Glise­mik oranı yüksek olarak tabir edilen bu tip yiyecekler çabuk ve kolayca parçalanırlar, fakat sindirim sistemimiz bu yiyecekle­rin sebep olduğu kan şekeri düzeyindeki hızlı dalgalanmalara yönelik iyi uyarlanmamıştır. Pankreas aynı hızda insülin üret­meye çalışınca genelde gereğinden fazla üretim yapar ve bu aşırı insülin de sonrasında kandaki şeker düzeyinin normalin altına düşmesine ve akabinde açlık hissine sebep olur. Bu tip yiyecekler aşırı kiloluluk ve tip 2 diyabete sebep olur.
Amerikalıların ve Avrupalıların yedikleri etin çoğu konsantre hayvan besleme operasyonları (KHBO) adı verilen devasa tesislerde yetiştirilmektedir. KHBO’lar yüzlerce, hatta binlerce hayvanın son derece kalabalık şartlarda tahıl (genellikle mı­sır) ile beslendiği son derece büyük tarlalar veya ahırlardır. Hayvanlar egzersiz yapmadan bol miktarda nişasta ile beslenmeye bizimle aynı tepkiyi verirler: Şişmanlarlar. Ayrıca konsantre hayvan dışkıları ve yüksek hayvan yoğunlukları bulaşıcı hastalıklara çanak tuttuğu ve ayrıca inek gibi hayvan­ların tahıldan ziyade ot yemeye uyarlanmış sindirim sistemle­ri bulunduğu için, hastalık görülme oranları yüksektir. Bunun sonucunda kronik ishalleri kontrol altında tutmak ve ölmele­rine engel olmak için hayvanlara devamlı olarak antibiyotik verilmesi gerekir (antibiyotikler aynı zamanda kilo alımına da yardımcı olur). KHBO’lar ayrıca ciddi miktarda kirlenmeye sebep olurlar. Endüstriyel olarak bu kadar bol miktarda düşük kaliteli ve ucuz et üretmenin ekonomik getirileri, insan sağlığı ve çevreye olan zararlarına değmekte midir?
Son tahlilde, insanlar olarak hayvanlarla yakın temas ha­linde yaşamamız sonucunda kendi kendimize elliden fazla korkunç hastalık musallat ettik. Bunlar insanlar için ciddi riskler oluşturan mikropların en korkutucu ve fenalarındandır ve aralarında sığırlardan geçen verem, kızamık ve difteri, mandalardan geçen cüzam; domuzlardan ve ördeklerden geçen grip ile farelerden, sıçanlardan geçen veba, tifüs ve bir ihtimal de çiçek bulunmaktadır. Örneğin grip bir çeşit, su kuşlarında ortaya çıkan, daha sonra domuz ve at gibi ahır hayvanlarına geçip evrilmeye devam eden ve yeni formlara dönüşen, devamlı olarak mutasyona uğrayan bir virüs türü­dür. Gribe yakalandığınızda, virüs burnunuzu, boğazınızı ve akciğerierinizi kaplayan hücrelerde inflamasyon içeren bir tepkiye neden olarak öksürmenizi ve hapşırmanızı sağlar ve böylece milyonlarca kopyasını diğer insanlara bulaştırır. Çoğu grip türü hafif olsa da birkaç tanesi zatürre ve diğer göğüs yolu enfeksiyonlarını tetiklediklerinde ölümcül bir hal alırlar.
Bariz olarak, çiftçilik verem, cüzam, frengi, veba, çiçek ve grip dahil olmak üzere bir salgın hastalık çağı başlatmıştır.
Koyun ve keçi ilk olarak Ortadoğu’da günümüzden yaklaşık 10.500 yıl, sığır İndus Nehri vadisinde günümüzden yaklaşık 10.600 yıl, domuz ise yabandomuzun­dan bağımsız olarak Avrupa’da ve Asya’da 9.000-10.000 yıl öncesinde evcilleştirilmiştir. Dünyada daha yakın zamanlar­da başka hayvanlar da evcilleştirilmişlerdir; bunların arasında Andlar’da günümüzden yaklaşık 5.000 yıl önce evcilleştiril­miş olan lama ile Güney Asya’ da günümüzden yaklaşık 8.000 yıl önce evcilleştirilmiş olan tavuk bulunmaktadır. İnsanın en yakın dostu olan köpek ise aslında ilk evcilleştirilmiş olan türdür. Köpekleri kurtlardan evcilleştirmemiz günümüzden 12.000 yıl önce gerçekleşmiştir, fakat bunun ne zaman, nere­de ve nasıl olduğu (ve köpeklerin bizi ne kadar evcilleştirmiş oldukları) konuları çok tartışmalıdır.
Çiftçiler aynı zamanda koyun, domuz, sığır ve tavuk gibi bazı hay­vanları, temel olarak bu hayvanları daha uysal yapan özel­likleri seçerek evcilleştirmeye başladılar. Daha sakin hayvan­ların üreme ihtimallerinin daha yüksek olması, yavrularının da daha sakin olmalarını sağlıyordu. Çiftçiler ayrıca hızlı bü­yüme, daha fazla süt, kuraklığa daha fazla tolerans göstere­bilme gibi diğer faydalı özellikleri de seçtiler. Çoğu zaman, hayvanlar insanlara, bizim onlara olduğumuz kadar bağımlı hale geldi.
Tanrı’nın hükmünün, Adem ile Havva’nın cennetten ko­vulmasının, uyumsuzluğun ilk büyük sebebine (avcı-toplayıcı yaşam tarzının sonu) dair bir benzetme olduğunu fark etme­den okumak zordur. Bu geçişten beri, insan türünün cezası çiftçi olarak zor şartlarda çalışmak, ağaçtan oracıkta koparıla­cak enfes meyveleri yemektense her gün ekmeğini pişirmek olmuştur. Ender görülen bir uyum içinde, yaratılışçılar ve evrim biyologları o zamandan beri işlerin kötüye gittiği konusunda hemfikirdir. Jared Diamond’a göre, çiftçilik insan ırkının tarihindeki en büyük hatadır". Avcı-toplayıcılardan daha fazla yiyecekleri ve bu yüzden daha fazla çocukları ol­masına rağmen, çiftçilerin genellikle daha fazla çalışmaları gerekir; daha kalitesiz beslenirler; kimi zaman ürünleri sel, kuraklık ve başka afetlerden ötürü bozulabildiği için açlıkla daha fazla karşılaşırlar ve bulaşıcı hastalıkları ve sosyal stresi destekleyen, daha yüksek popülasyon yoğunluklarında ya­şarlar.
Eğer benim gibiyseniz günde 24 saat, uyuduğunuzda da dahil, ticari ürünler tüketirsiniz. Üzerinde oturdu­ğum sandalye gibi, bu ürünlerin çoğu benim iyi hissetmemi sağlasalar da bunların hepsi vücudum için sağlıklı değildir. Kemevrim hipotezi bu ürünlerin, çoğu zaman başka ürünler yüzünden de oluşturduğu problemleri kabul ettiğimiz veya bunlarla başa çıktığımız sürece, bunları satın almaya ve ço­cuklarımıza aktarmaya devam edeceğimizi ve bu durumun biz yok olduktan çok sonra da bu döngüyü devam ettireceği­ni öngörmektedir.
Eğer çürükleri gerçekten önlemek istiyorsak, şeker ve nişasta kullanımımızı ciddi ölçüde azaltmamız gerekmektedir. Fakat tarım başla­dığından beri dünya popülasyonu kalori ihtiyacının çoğunu karşılamak için tahıllara bağımlı olmuştur ve bunun sonu­cunda diş çürüklerini gerçekten önleyici beslenme şekilleri çoğu insan için olanak dahilinde değildir. Yani aslında diş çürükleri ucuz kaloriler için ödediğimiz bedeldir.
Evrimsel bir bakış açısı çoğu diyet ve egzer­siz programının, bir zamanlar uyarlanımsal olan donut yiyip asansöre binmek gibi ilkel içgüdülere nasıl karşı koyacağımı­zı hala bilmediğimiz için, başarısız olacağını öngörür.[18] Buna ek olarak, vücudumuz her birinin faydaları ve zararları olan ve bazıları birbirleriyle çatışan karmaşık bir uyarlanımlar sil­silesi olduğu için, mükemmel ve ideal bir diyet veya egzersiz programı diye de bir şey yoktur.

18: Rejim yapmanın tarihinin eğlenceli bir incelemesi için bkz. Foxcroft, L. (2012). Calories and Corsets: A History of Dieting over Two Thousand Years. London: Profile Books.

Burada akılda tutulması gereken bir nokta, saç yapısı veya göz rengi gibi insanların ve popülasyonların bir­birinden farklı çok sayıdaki özelliğinin gerçekten de çok yüzeysel farklılıklar göstermesi ve yine bunların pek çoğunun, bırakın kültürel seçilimi doğal seçilimle de alakası olmayan gelişigüzel varyasyonlar olduğudur.
İnsan kültürel yaratıcılığı, ortaya çıktıktan sonra evrimsel değişimi körükleyen durdurulamaz bir dinamo olmuştur. Genler gibi, kültürler de evrilir. Fakat genlerden farklı olarak kültür, kültürel evrimi doğal seçilirnden çok daha güçlü ve hızlı bir kuvvet yapan farklı süreçlerle evrilir. Bunun sebebi mem" adı verilen kültürel özelliklerin genlerden birkaç kilit noktada farklılıklar göstermesidir. Yeni genler sadece gelişigüzel mutasyonlar sonrasında şans eseri ortaya çıkarken, in­sanlar kültürel varyasyonları çoğu zaman bilinçli olarak üretirler. Çiftçilik, bilgisayarlar veya Marksizm gibi buluşlar bü­yük beceriler ile bir amaç doğrultusunda geliştirilmiştir. Buna ek olarak, memler sadece ebeveynlerden çocuklara değil, pek çok farklı kaynaktan aktarılır. Bu kitabı okumak günümüzde mevcut pek çok farklı yatay bilgi aktarımı yönteminden sade­ce bir tanesidir. Son olarak, her ne kadar kültürel evrim ge­lişigüzel gerçekleşebilse de (kravat genişliği ve etek boyunu düşünün), kültürel değişim çoğu zaman ikna edici bir lider, televizyon, bir topluluğun açlık, hastalık gibi bir zorluğun üs­tesinden gelmeye yönelik müşterek arzusu veya Rusların aya ayak basması tehdidi gibi bir değişim unsuru ile gerçekleşir. Bu farklılıkların hepsi birden kültürel evrimi biyolojik evrime göre daha hızlı ve çoğu zaman daha güçlü bir değişim sebebi haline getirir. (…)

Kültür ve vücudunuzun biyolojisi arasındaki en temel etkileşimler sonradan öğrenilmiş davranışların -yediğiniz yi­yecekler, giydiğiniz giysiler, yaptığınız aktiviteler- vücudu­nuzun içerisinde bulunduğu ortamı değiştirerek, onun nasıl büyüdüğünü ve işlediğini etkiler. Bu etkiler kendi başlarına evrime sebep olmazlar (bu Lamarkçı olurdu), fakat zamanla bu etkileşimlerden bazıları popülasyonlarda evrimsel deği­şimi mümkün kılar. Bazen kültürel yenilikler vücutta doğal seçilimin arkasındaki itici güç olur. Çok güzel incelenmiş bir örnek, Afrika’ da, Ortadoğu’da ve Avrupa’da hayvan sütü tüketen insanlarda birbirinden bağımsız evrilmiş olan süt şeke­rini erişkinlik döneminde de sindirebilme yeteneğidir (laktaz devamlılığı). Pek çok durumda kültür çevrenin vücuda olan etkilerini azaltır ya da yok eder, böylece doğal seçilimin olası etkilerinden vücudu korur. Kültürel koruma o kadar yaygın­dır ki çoğu zaman ancak giysi, pişirme ve antibiyotik gibi tek­nolojilerden yoksun kaldığımızda etkilerinin farkına varırız. Bunlar olmadan, bugün hayatta olan insanların çoğu gen havuzunun dışında kalırdı.

Modern ve ilkel insanların neokorteksleri arasında­ki en büyük fark, şakak loblarının sadece Homo sapiens’lerde neredeyse %20 oranında daha büyük olmasıdır. Şakaklarınızın arkasında yer alan bu iki lobun anıları kullanma ve düzenleme konusunda pek çok işlevi vardır. Birinin konuş­masını dinlerken sesleri şakak loblarınızın bazı bölümlerinde algılayıp yorumlarsınız. Şakak lobu aynı zamanda, birinin yüzü ile adını eşleştirirken veya bir şey duyduğunuzda veya kokladığınızda, bir anıyı hatırlarken olduğu gibi görüntülere ve kokulara anlam vermenize yardımcı olur. Buna ek olarak, şakak loblarının iç kısımlarında yer alan ve hipokampus adı verilen bir bölge öğrenme ve bilgi depolamada kullanılır. Bu yüzden daha büyük şakak loblarının, modern insanların dil ve hafıza konusunda üstün olmalarını sağladığını varsaymak makuldür. Bu özelliklerin ruhanilikle önemli bir bağlantısı ol­ması da mümkündür. Beyin cerrahları, ameliyatlarda bilinci açık hastalarda şakak loblarının uyarılmasının kendini ateist olarak tanımlayanlarda dahi yoğun ruhani duygular oluştur­duğunu keşfetmişlerdir.
Başka bir deyişle, çok yakın zamana kadar bütün insanlar Afrikalı’ydı. Bu çalışma­lar aynı zamanda yaşayan bütün insanların korkutucu şekilde az sayıda atadan geldiklerini ortaya koymaktadır. Bir hesaba göre, bugün hayatta olan herkes Sahra Çölü’nün güneyinde bir bölgede üremiş olan 14.000’den az bireyden gelmektedir ve Afrikalı olmayan insanların ataları olan ilk popülasyon da büyük ihtimalle 3.000 kişiden azdı. Küçük bir popülasyon­dan yakın zamanda ayrılmış olmamız, bir başka önemli ve her insanın bilmesi gereken bir gerçeği açıklamaktadır: Genetik olarak homojen bir türüz.
Her dinin türümüz Homo sapiens’in ne zaman ve nerede or­taya çıktığıyla ilgili farklı açıklamaları vardır. Tevrat’a göre Tanrı Adem’i cennet tozundan ve sonrasında da Havva’yı kaburgasından yaratmıştır; başka dinlerde ilk insanlar tanrı­lar tarafından kusulmuştur, çamurdan yaratılmıştır veya de­vasa kaplumbağalar tarafından doğurulmuştur. Fakat bilime göre modern insanın ortaya çıkışının tek bir açıklaması var­dır. Dahası, bu olay o kadar iyi incelenmiş ve farklı kanıtlar kullanılarak test edilmiştir ki makul derecede bir kesinlikle modern insanların ilkel insanlardan günümüzden yaklaşık en az 200.000 yıl öncesinde Afrika’da evrildiğini söyleyebil­mekteyiz.
Buzul Çağı sona erdiğinde, bütün yakın akrabalarımız yok olmuş ve insan soyunun tek yaşayan türü olarak sadece modern insanlar kalmıştı.
Yürüdüğünüzde ve koştuğunuzda yaktığınız enerjinin çoğu yağdan gelir (fakat hızlandığınızda daha çok karbonhidrat harcarsınız).[53]

53: Kas ve karacigerinizde depoladığınız karbonhidrat türü olan glikojen yağdan daha hızlı yansa da daha ağır ve yoğundur ve vücut glikojeni ancak sınırlı miktarda depolayabilir. Gerçekten çok hızlı koşmadığınız sürece çoğunlukla yağ yakarsınız.

Emziren tipik bir annenin kendi vücudu­nun ihtiyaçlarını karşılamak için 2.300, ilave olarak çocukla­rını beslemek için de birkaç bin kaloriye ihtiyacı vardı. Et ve yemek pişirme de dahil, yüksek kalitede yiyeceklere erişimi olmadan annenin bunu başarması mümkün değildi. Yanı sıra annenin işbirliği düzeyi son derece yüksek bir gruptan, çocu­ğun babası, dedeleri ve büyükanneleri ve başka kişilerden de düzenli yardım alması gerekiyordu.
Büyük beyinler aynı zamanda doğumu da karmaşıklaştırır. Yeni doğmuş bir bebeğin başı 125 milimetre uzunluğunda ve 100 milimetre genişliğindedir, fakat bir annenin doğum kanalının minimum boyutları 113 milimetre uzunluğunda ve 122 milimetre genişliğindedir. Kanaldan geçmek için, yenidoğanın, annenin kalça kemiği­ne yan olarak girmesi ve daha sonra 90 derecelik bir dönüşle dünyaya ideal olmayan bir şekilde başının yukarıya doğru olmak yerine aşağıya doğru gelmesi gerekir. En iyi şartlarda, bu yolculuk bayağı sıkışık bir biçimde gerçekleşir ve insan anneleri doğumda neredeyse daima yardıma ihtiyaç duyar­lar.
Eğer Homo sapiens türü olmasaydı, Neandertaller büyük ih­timalle hala varlıklarını sürdürüyor olan, başarılı ve yetenekli avcı-toplayıcılar olacaklardı. Geniş bir alet yelpazesi içinde, kazıyıcı ve uç gibi şekiller verdikleri karmaşık ve gelişmiş taş aletler yapıyorlardı. Yemeklerini pişirip yabani, geyik ve at gibi büyük hayvanlar avlıyorlardı. Fakat bütün başarılarına rağmen Neandertaller davranışlarında tam anlamıyla mo­dern değillerdi. Kesinlikle hayvan derilerinden elbise yapmış olmalarına rağmen, iğne dahil, kemikten yaptıkları alet sayısı çok azdı. Ölülerini çok basitçe gömüyorlardı ve geriye sanat gibi sembolik davranış izleri neredeyse hiç bırakmadılar. Her ne kadar Neandertallerin yaşadıkları bazı habitatlarda bol olarak bulunsalar da çok nadiren balık veya kabuklu deniz canlılarından yiyorlardı. Hammaddeleri çok ender olarak kilometreden uzağa taşıyorlardı. Göreceğimiz gibi, modern insanlar günümüzden 40.000 yıl öncesinde Avrupa’ya var­dıklarında, çoğunlukla Neandertallerin yerlerini aldılar.
Her ne kadar kürk ve ter bezleri fosilleşmeseler de insan kaslarında ve kemiklerinde dayanıklılık koşusuna dair ve izleri ilk olarak Homo erectus fosillerinde ortaya çıkan düzi­nelerce ek uyarlarnın vardır. Bu özelliklerden çoğu bacak­larımızı, bir sarkaç gibi kullandığımız yürüme eyleminden tamamen farklı bir şekilde, devasa yaylar gibi kullanarak bi­rinden diğerine verimli olarak atlamamızı sağlar. Şekil 7’de görüldüğü gibi, koşarken ayağınız yere bastığında, adımın ilk yarısında kalçalarınız, dizleriniz ve bilekleriniz eğilerek ağır­lık merkezinizin alçalmasına ve böylece bacaklarınızdaki pek çok kasın ve tendonun esnemesine sebep olur. Bu dokular esnediklerinde elastik enerji depolarlar ve adımınızın ikinci yarısında dokular gevşerken bu depolanan enerjinin salınımı yükselmenize yardımcı olur. Aslında koşan bir insanın bacakları enerjiyi o kadar verimli depolayıp bırakır ki koşmak uzun mesafelerdeki hareket hızlarını düşündüğümüzde, yürümeye oranla sadece %30 ila %50 oranında daha maliyetli­dir. Daha da önemlisi, bu yaylar o kadar etkilidirler ki (depar içermeyen) insan dayanıklılık koşusunun maliyetini hızdan bağımsız bir hale sokarlar: Sekiz kilometreyi her kilometreyi 4 dakikada veya 6 dakikada koşarken harcanan kalori miktarı birbirine eşittir ki bu durumu çoğu insana mantıksız gelir.
Ayrıca bu kemiklerden bazıları içerideki iliği çıkarmak için bir biçimde kırılmıştı. Bu yüzden elimizde homininlerin günümüzden 2.6 milyon yıl öncesinde et tüketmeye başladıklarına dair inkar edilmez kanıtlar bu­lunmaktadır. Ne kadar et yedikleri kesin değildir, fakat et tro­pik bölgelerdeki avcı-toplayıcıların tükettikleri yiyeceklerin aşağı yukarı üçte birini oluşturur (ılıman habitatlarda daha fazla et ve balık tüketilmektedir) Buna ek olarak, o zamanki avcı-toplayıcılar da en azından bugün şempanzeler ve insan­lar kadar eti tercih ediyorlardı ve bunun iyi bir sebebi vardı. Antilop eti yemek elzem proteinlere ve yağlara ek olarak, eşit miktarda havuca göre beş kat fazla enerji sağlar. Ayrıca ciğer, kalp, ilik ve beyin gibi diğer hayvan organları, özellikle yağ dahil hayati besinierin yanı sıra, tuz, çinko, demir gibi pek çok mineral de sağlar. Et, zengin bir besin kaynağıdır.
Kısaca, pek çok kanıt iklim değişikliğinin, erken hominin­lerin yeterince meyve olmadığı zamanlarda tüketmeleri gere­ken yedek yiyeceklere erişebilme yeteneklerini artırmak için, iki ayak üzerinde hareketi sağlayan seçilime ivme kazandır­dığına işaret eder.
İnsan vücudunun öyküsü son derece ilginçtir. Öğrenebi­leceğimiz en önemli derslerden biri, varolması kaçınılmaz bir tür olmadığımızdır: Şartlar birazcık bile farklı olsaydı, çok daha farklı canlılar olurduk (hatta büyük olasılıkla hiç varolmayabilirdik de).
Uyarlanımlar ile ilgili son ve en önemli nokta ise aslında kritik bir uyarıdır: Hiçbir organizma öncelikli olarak sağlıklı olmak, uzun yaşamak, mutlu olmak gibi insanların önemse­diği amaçlara ulaşmak için uyarlanmamıştır. Hatırlamak gerekirse, uyarlanımlar doğal seçilim tarafından görece üreme başarısını (yeti) artırmaya yönelik olarak şekillenmiş özellik­lerdir. Bunun sonucunda uyarlanımlar sağlığı, uzun yaşamı ve mutluluğu bu özellikler bir bireyin daha fazla çocuk sahibi olma yeteneğini artırdığı sürece teşvik eder. Daha önceki bir konu­ya geri dönersek, insanlar aşırı kilolu olmaya, fazla yağ bizi sağlıklı yaptığı için değil, doğurganlığı artırdığı için meyillidir.
İnsan vücudunun geçmişi yetisi daha yüksek olanın hayatta kalması"yla şekillenmiştir, fakat vücudunuzun geleceği onu nasıl kullandığınıza bağlıdır.
Nasıl ki bir çocuğun eleştirel düşünmesini beklememek zihin gücünü olumsuz etkilerse, aynı şekilde kemiklerini, kaslarını ve bağışıklık sistemlerine de yeterince yüklenmemek de bu organların kapasitelerinin ihtiyaçlarını karşılama konusunda yetersiz kalmalarına sebep olacaktır.
Pazarlamacılar ve üreticiler insanların arzuları ve cehaleti ile beslenirler.
Sifonlu tuvaletleri kullanmayı çok doğal karşılasanız da 19. yüzyılın sonlarına kadar, dışkılamak için temiz yerlerinin bulunması bir lükstü ve insan dışkılarının içme suyuna karışmaması için geliştirilmiş teknolojiler ilkel ve etkisizdi.
Tuvalet, zenginlerin sahip olduğu bir lükstü ve lağım suyu genellikle temizlenmezdi. Sabun bir lükstü ve çok az kişi düzenli olarak duş alır veya banyo yapar ve giysiler ile yatak örtüleri nadiren yıkanırdı. Tüm bunların üzerine, sterilizasyon ve buzdolabı henüz icat edilmemişti. Çiftçiliğin ortaya çıkmasından sonra binlerce yılda pis kokulardan geçilmiyordu, ishal yaygındı ve düzenli olarak kolera salgınları yaşanıyordu.
Tarımın keşfi insanların erişebildiği yiyecek miktarını artırıp, kalitesini azaltmıştı, fakat yiyecekteki endüstrileşme bu etkiyi katlanarak arttırdı. Son yüz yıl içerisinde insanlar onlarca kat daha fazla olsa da genellikle besleyiciliği az, ama kalorisi yüksek yiyecekler üretmek için pek çok teknoloji geliştirdiler.
Milyonlarca yıl boyunca yeterli miktarda yiyecek bulmak için çırpınmış olmamız, biz insanların niçin devamlı olarak lif oranı düşük; şeker, yağ ve tuz oranları yüksek yiyecekleri tercih ettiğimizi açıklamaktadır.
Amerikalıların ve Avrupalıların yedikleri etin çoğu konsantre hayvan besleme operasyonları (KHBO) adı verilen devasa tesislerde yetiştirilmektedir. KHBO’lar yüzlerce, hatta binlerce hayvanın son derece kalabalık şartlarda tahıl (genellikle mısır ile) beslendiği son derece büyük tarlalar veya ahırlardır. Hayvanlar egzersiz yapmadan bol miktarda nişasta ile beslenmeye bizimle aynı tepkiyi verirler: Şismanlarlar. Ayrıca konsantre hayvan dışkıları ve yüksek hayvan yoğunlukları bulaşıcı hastalıklara çanak tuttuğu ve ayrıca inek gibi hayvanların tahıldan ziyade ot yemeye uyarlanmış sindirim sistemleri bulunduğu için, hastalık görülme oranları yüksektir. Bunun sonucunda kronik ishalleri kontrol altında tutmak ve ölmelerine engel olmak için hayvanlara devamlı olarak antibiyotik verilmesi gerekir (antibiyotikler aynı zamanda kilo alımına da yardımcı olur). KHBO’lar ayrıca ciddi miktarda kirlenmeye sebep olurlar. Endüstriyel olarak bu kadar bol miktarda düşük kaliteli ve ucuz üretmenin ekonomik getirileri insan sağlığı ve çevreye olan zararlarına değmekte midir?
Artık daha çok insan kendilerinin spor yapmalarından ziyade, televizyonda profesyonel atletleri izlemekten daha fazla keyif alıyor.
İnsan vücudunun milyonlarca yıl boyunca parça parça, önce meyve yiyen bir iki ayaklı, sonra bir australopit ve en sonunda da büyük beyinli, kültürel nitelikte yaratıcı bir avcı-toplayıcı olmak için şekillendiğini düşünürsek, vücutlarımızın evrimsel tarihimizin bizi uyarladığı gibi yaşasak daha iyi bir durumda olmaz mıydık? Medeniyet insan vücudunu yolundan mi çıkardı?
İnsanların ilk ve en önemli evrimi beynin kaba kuvvet karşısındaki zaferidir.
Binlerce insandan veri toplayarak yapılmış yüzlerce çalışma, yaşayan bütün insanların kökenin Afrika’da günümüzden 200.000-300.000 yıl önce yaşamış bir popülasyona uzandığı ve biir kısım insanın günümüzden 80.000-100.000 yıl öncesinde Afrika’nın dışına yayıldıkları konularında hemfikirdir. Başka bir deyişle çok yakın zamana kadar bütün insanlar Afrikalı’ydı.
Evrim oganizmaları kaçınılmaz olarak enerjilerini daha fazla çocuk ve torun sahibi olacak biçimde kullanmaya ve harcamaya doğru yönlendirir.
Avcılık ve toplayıcığık enerjiyle ilgili yararları ilk insanların daha küçük sindirim sistemleri ile idare etmelerini sağlayarak, kısmen büyük beyinlerin evrimini mümkün kıldığına işaret etmektedir.
Erken Homo’nun bugünkü insansı primatlar ve insanlarınkiler gibi alçak ve düz olan dişleri, et yemeye kötü uyarlanmış olduğu için, et yemeleri de kolay değildi. Eğer çiğ et çiğnemeye çalışırsanız, bu problemin çok hızlı farkına varırsınız. Düz dişlerimiz et liflerini kesemezler, o yüzden devamlı olarak çiğnemeniz gerekir.
Australopitler genel olarak çok daha az meyve yerken daha çok yumrular, tohumlar, bitki gövdeleri ile sert ve katı olan diğer yiyecekleri tüketiyorlardi.
Kanıtları birleştirince ilk homininlerin olabildiğince fazla meyve yediklerini ama doğal seçilimin bitkilerin odunsu sapları gibi, parçalanmaları için çokça çiğnenmesi gereken ve daha az tercih edilen sert ve lifli yiyecekleri yemede başarılı olanlara avantaj sağladığını öne sürebiliriz.
Biyolojide hiçbir şey evrim ışığından bakılmadığı sürece anlam ifade etmez." Neden? Çünkü yaşam temel olarak canlıları enerji kullanarak başka canlılar meydana getirdiği süreçtir.
İnsan vücudunun öyküsü son derece ilginçtir. Öğrenebileceğimiz en önemli derslerden biri var olması kaçınılmaz bir tür olmadığımızdır. Şartlar birazcık bile farklı olsaydı çok daha farklı canlılar olurduk (hatta büyük olasılıkla hiç var olmayabilirdik de).
İnsanlar neler yapmak için uyarlanmıştır?" sorusunun cevabı, çelişkili olarak hem kolay hem de zordur. Bir açıdan, en temel cevap insanları olabildiğince fazla çocuk, torun ve torun çocukları sahibi olmaya uyarlıdır.
Hiçbir organizma öncelikli olarak sağlıklı olmak, uzun yaşamak, mutlu olmak gibi insanların önemsediği amaçlara ulaşmak için uyarlanmamıştır. Uyarlanımlar doğal seçilim tarafından görece üreme başarısını (yeti) arttırmaya yönelik olarak şekillenmiş özelliklerdir. Bunun sonucunda uyarlanımlar sağlığı, uzun yaşam ve mutluluğu bu özellikler bir bireyin daha fazla çocuk sahibi olma yeteneğini artırdığı süreci teşvik eder.
İnsan dişleri genel olarak meyve ile beslenen insansı primatlardan evrildiği için, meyve öğütmeye son derece iyi bir şekilde uyarlanmıştır. Fakat dişlerimiz çiğ et, özellikle av eti öğütme konusunda da bir o kadar etkisizdir.
Vücudunuz milyonlarca yılda biriktirilmiş uyarlanımların bir silsilesidir.
Aslanların ılıman ormanlardan, çöl adalarından veya hayvanat bahçelerinden ziyade Afrika savanlarına uyarlanmış olduğunu kabul etmekte pek zorlamayız. Aynı mantıkla eğer aslanlar Serengeti’de yaşamaya uyarlandıysa, insanların da avlayıcı-toplayıcı olarak yaşama uyarlandığını söyleyemez miyiz?
Eğer geçmiş ile şimdi arasında bir tartışma başlatırsak geleceği kaybettiğimizi fark ederiz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir