İhsan Şenocak kitaplarından İmam-ı Azam’ın İzinde kitap alıntıları sizlerle…
İmam-ı Azam’ın İzinde Kitap Alıntıları
&“&”
İmam-ı Şafii
Ebu Hanife’nin ders okuttuğu bir zamanda bize ancak talebe olmak yakışır" deyip O’nun ders halkasına katıldı.
İlmin yok olmasına gönlüm razı olmadı."dedi.
İki kişiden biri diğerine &‘Bu Ebu Hanife, gece hiç uyumaz.’ dediğini işitince, Hakkımda yapmadığım bir şeyden bahsetmiyor." dedi.
Ebu Hanife’ye üç güne kadar öleceksin denseydi yaptığından daha fazla ibadet yapamazdı."
[ İmam~ı Azam ]
Arkadaşlarım, kardeşlerim! İyi biliniz ki Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi 12 hususiyet üzerine kurulmuştur. Kim bu hususiyetler doğrultusunda yaşarsa ne bidatçı ne de heva sahibi olur. Efendimiz Muhammed’in şefaatine nail olabilmeniz için Ehl-i Sünnet’in bu temel esaslarına sıkı sıkıya bağlanın.
Birinci Hususiyet
İman, dil ile ikrar kalp ile tasdiktir. Tek başına ikrar, iman kabul edilmez. Çünkü, tek başına ikrar iman addedilse idi münafıkların tamamı mü’min olurdu. Aynı şekilde sadece kalbin idrak etmesi (tasdik) de iman olmaz. Eğer bu durum tek başına yeterli olsa idi, Ehl-i Kitabın tamamı mü’min olurdu. Halbuki Allah Tela dilleriyle ikrar eden münafıklar hakkında şöyle buyurmaktadır: Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına şehadet eder." Ehl-i Kitap hakkında varit olan ayet ise şöyledir: "Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." Ne var ki bunu kabullenip dilleriyle ikrar etmezler.
İman ne artar ne de eksilir. Çünkü imanın azalması ancak küfrün artması ile; artması da ancak küfrün azalması ile tasavvur edilebilir. Bu durumda, bir kişinin aynı anda mümin ve kafir olması nasıl mümkün olur?!
Mü’min, gerçek anlamda inanan, kafir de hakiki manada inkar edendir. İmanda şüphe olmaz. Tıpkı küfürde olmadığı gibi. Bu bağlamda Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır:
"İşte onlar gerçekten mümindirler. "İşte onlar gerçekten kafirdirler.
Efendimiz Hz. Muhammed’in ümmet kadrosuna dahil olan günahkarların tamamı gerçekten mümindir, kafir değillerdir.
Amel imandan ayrı, iman da amelden farklıdır. Şöyle ki: Amel, mükellefiyetinin mü’minden kalktığı birçok zaman vardır. Fakat bu durumda imanın ondan gittiği söylenemez. Allah Teala, hayızlı kadını namaz kılmaktan muaf kılmıştır. Böyle bir kadın için "Allah onun kalbinden imanı çıkarmıştır ve ona imanı terk etmeyi emretmiştir” denemez. Şeriat o kadına "Orucu bırak, sonra tutmadığı günleri kaza et." der. Kadına, "İmanı terk et, sonra kaza edersin.” denmesi caiz değildir. İman’ın amelden farklı olduğunu daha müşahhas bir şekilde anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: "Fakirlerin zekat vermesi gerekli değildir." denebilir. Fakat "Fakirlerin iman etmesi zorunlu değildir.” denemez.
Hayır ve şerrin takdiri Allah’tandır. Eğer birisi hayır ve şerrin takdirinin Allah’tan başkasına ait olduğunu iddia ederse O’nu inkar etmiş olur. Onun tevhit inancı da batıl olur. Her şeyin en iyisini Allah Teala bilir.
İkinci Hususiyet
Ameller; farz ibadet, fazilet ve masiyet olmak üzere üç çeşittirler. Farz ibadete gelince o, Allah’ın dilemesi, rızası, takdiri, yaratması ve "Levh-i Mahfuz"da yazması ile olur. Fazilet de Allah Teâlâ’nın emrinden dolayı yapılmaz. Fakat O’nun dilemesi, muhabbeti, rızası, takdiri, pürüzsüz yaratması ve "Levh-i Mahfuz"da yazması ile olur. Masiyet de Allah’ın emri gereği olmaz. Fakat muhabbeti, rızası, muvaffak kılması olmaksızın dilemesi, kazası, takdiri, hoşnutsuzluğu, ilmi ve "Levh-i Mahfuz’da yazması ile gerçekleşir.
Üçüncü Hususiyet
Allah Teala sınırsız kudret makamı olan arşı bir mekana istikrarı olmaksızın hükmüne aldı yani hakimiyeti altında tuttu. Hiçbir şeye muhtaç olmaksızın arşı ve ondan başka şeyleri korur. Eğer kendinden başka yaratıklara muhtaç olsa idi, kainatı yaratma ya ve idare etmeye kadir olamazdı. O’na cisim isnat edenlerin iddia ettiği gibi bir yere oturmaya ve yerleş meye zorunlu olsa idi, arşı yaratmadan önce de böyle olurdu. Allah Teala bundan pek yüce ve münezzehtir.
Dördüncü Hususiyet
Kur’an-ı Kerim Allah Teala’nın yaratılmayan (gayr-ı mahluk) ezeli kelâmi, vahyi ve tedricen indirdiği kitabıdır. O, ne zatının aynıdır, ne de değildir. Bilakis O, gerçek sıfatıdır. Kur’an mushaflarda yazılan, diller de okunan kalplerde mekan edinmeksizin korunan kelâmdır. Mürekkep, kağıt ve yazı mahluktur. Çünkü bunlar kulların filleri ile alakalıdır. Yazılar, harfler, kelimeler ve ayetler insanların anlamak için onlara ihtiyaç duyduğu Kur’an’a delalet eden şeylerdir. Allah Teala’nın kelâmı zatı ile kaimdir. Manası ise, söz konusu şeylerle anlaşılır. Kim Allah’ın kelamı mahluktur derse kafir olur. Allah Teala kesintisiz bütün zamanlarda ibadet edilendir. Kelâmi ise ondan ayrılmaksızın okunan, yazılan ve kalplerde korunandır.
Beşinci Hususiyet
Allah Rasúlü’nden sonra bu ümmetin en üstü nü Ebu Bekr-i Sıdık, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali’dir (r. anhum). Zira efdaliyetin sıralamasına işaret eden ayette Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"(İman ve amelde) öne geçenler (Ahirette de) öne geçenlerdir. İşte onlar (Allaha) yaklaştırılmış kimselerdir. Onlar naim cennetlerindedir."
Hayırda önde olanlar Allah katında da en üstün olanlardır. Onları, müttaki her mümin sever; asi münafıklarsa onlara buğz eder.
Altıncı Hususiyet
Kul; ameli, ikrarı ve tasdiki (marifeti) ile mahluktur. Bütün bu ameliyelerin faili mahluk olunca onun fillerinin de evleviyetle mahluk olması gerekir.
Yedinci Hususiyet
Allah Teala, mahlukatı güçleri olmadığı halde yaratmıştır. Çünkü onlar zayıf ve acizdirler. Cenab Hakk onları yaratan ve rızıklarını verendir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecek olandır."
İlim ve malı helal yoldan kazanmak helal, haram yoldan temin ise haramdır.
İnsanlar üç kısımdır: İmanında samimi olan mümin, küfründe ısrarcı olan kafir ve nifakında iki yüzlü davranan münafık. Cenab- Hakk mümine ameli, kafire imanı, münafığa ise ihlası farz kılmıştır. Nitekim "Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının." ayet-i kerimesinin her üç grubu içine alacak şekilde açılımı şöyledir: "Ey iman edenler! Ameli Salih işleyerek rabbinize itaat edin.", "Ey Kafirler! Iman edin." ve "Ey Münafıklar! Samimi olun."
Sekizinci Hususiyet
İsteğe bağlı olan fiillerde kulun aksiyon sahibi olması için gerekli olan güç yani "İstitaa", yapılacak olan "fiil” ile beraberdir. Ne ondan önce ne de sonradır. Eğer "Istitaa” fiilden önce olsa idi o takdirde kul ona muhtaç olduğu anda Allah’tan müstağni olurdu. Bu ise şu ayete aykırıdır: "Allah müstağnidir. Sizler ise muhtaçsınız." Eğer "istitaa", fiilden sonra olsaydı fiil, güç-kuvvet yokken gerçekleşmiş olacağından muhal olurdu.
Dokuzuncu Hususiyet
Mukimin bir gün bir gece, yolcunun da üç gün üç gece mestler üzerine mesh edebileceğini kabul etmek, bu şekilde rivayet edilen hadisten dolayı vaciptir. Bu hükmü inkar edenin küfründen korkulur. Zira ilgili hükmü bildirilen hadisler tevatüre yakın derecededir.
Seferde namazları kısaltmak (azimet) ve oruç tutmamak (ise) ruhsattır. Konu ile ilgili ayeti kerimeler şöyledir: "Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit namazı kısaltmanızdan dolayı size bir günah yoktur." "Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar."
Onuncu Hususiyet
Allah Teala kaleme yazmasını emretmiş, kalem: "Ne yazayım ya Rabbi!" demiştir. Cenab-ı Hakk: "Kıyamete kadar olacak şeyleri yaz." buyurmuştur. Şu ayet-i kerime de bu manayı teyit etmektedir: "işledikleri her şey kitaplarda kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey satır satır yazılmıştır.
Onbirinci Hususiyet
Günahkarlar için kabir azabı olacağında en ufak bir şüphe yoktur. Münker ve Nekir’in suali haktır. Bu noktada hadisler vardır. Cennet ve cehennem de haktır ve ahalisi için önceden yaratılmışlardır. Nitekim Cenab-ı Hakk müminler hakkında "O cennet, müttakiler için hazırlanmıştır." "Cehennem de kafirler için hazırlanmıştır." buyurmaktadır. Allah Teala Cennet ve Cehennemi sevap ve ceza için yaratmıştır. Mizan da haktır. Zira Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız." İnsanın dünyada yaptığı amelleri içeren kitabı okuması da haktır: "Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter."
Onikinci Hususiyet
Allah Teala bu canları ölümden sonra müddeti elli bin yıl olan bir günde ceza, sevap ve hakların edası için diriltecektir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah kabirlerde olanları diriltecektir." Mü’minlerin keyfiyet, benzetme ve yön olmaksızın Cenab-ı Hakk’a mülâki olmaları haktır. Büyük günah işlemiş olsa dahi Cennet ehlinden olan her mümin için Efendimiz şefaat edecektir.
Hz. Aişe , Hatice-i Kübra’dan sonra insanlık aleminin en üstün kadını ve mü’minlerin annesidir. O, zina iftirasından arındırılmıştır ve Râfizilerin hezeyanlarından uzaktır. Kim O’na zina isnadında bulunursa o zina eseridir.
Cennet ahalisi Cennet’te, Cehennem ehli de Cehennemde ebedi kalacaktır. Çünkü Cenab-ı Hakk mü’minler için "İman edip amel-i salih işleyenler cennetliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır." kafirler için de "İnkar edenler ve ayetlerimizi yalanla yanlara gelince, işte onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedi kalacaklardır. buyurmaktadır.
İlim tahsili için bir çok âlime ve şehre gidip geldim. Ebu Hanife ile karşılaşıncaya kadar helal ve haramın illetlerini bilmiyordum."
– el-Muvaffak el-Mekki, a.g.e, s. 306.
Ebu Hanife:
– Yaşla insanları kıymetlendirmeyi bırak da ne söyleyeceksen onu söyle, der. Ateist, Ebu Hanife’nin cesareti karşısında dona kalır. Belli bir zaman geçtikten sonra kendini toparlar ve Ebu Hanife’ye:
– Başı ve sonu olmayan bir şeyin mevcudiyeti nasıl mümkün olur?” diye sorar.
Ebu Hanife:
– Sayı sistemini bilir misin? (diye sorar ve devam la şöyle der)
– O halde söyle bakalım bir" sayısından önce ne vardır?
– O ilktir ondan önce sayı olmaz.
– Mecazi manada "bir" olan sayıdan önce bir şey olmaz da gerçek anlamda "bir" olan Allah Teâladan önce nasıl bir şey olur?!
Ateist bu cevaba karşılık veremeyince yeni bir meseleye geçer ve Ebu Hanife’ye;
– Hiçbir şeyin yönlerden hali olmadığını, bu durumda haşa – (Allah Teala’nın da bir yönünün olması gerektiğini) O’nun görünüşünün hangi yöne doğru olduğunu sorar.
Ebu Hanife :
– Lambayı yaktığında ışığı hangi yöne doğrudur?
– Işığı alma noktasında bütün yönler eşittir.
Mecazi ışığın durumu bu ise, göklerin ve yerlerin ebedi ve daimi nuru Allah Teâla nasıl olur? O’nun yönlerden münezzeh olması evleviyetle gereklidir.
Ateist bu cevaba da karşılık veremez ve yeni bir bahis açar. Ebu Hanife’ye hitaben şöyle der:
– Mevcut olan her şey için bir mekan olmalıdır. Madem Allah vardır o halde nerededir?"
Ebu Hanife ateiste karşılık verme yerine etraftakilere emredip meclise süt getirtir. Ardından da ateiste, “Bunda yağ var mı?" diye sorar. Ateist "Evet" diye karşılık verince Ebu Hanife şöyle der;
– Yağ sütün neresindedir?
– Belli bir yerle sınırlı değildir.
– Varlığı geçici olan bir şeyin durumu böyle olursa yer ve göklerin yaratıcısı ebedi ve sonsuz olan Allah Teala’nın durumu nasıl olur?!
– O ne ile meşguldür?
-Sen bütün bu soruları minberde iken sordun. Ben de onlara cevap verdim. Şimdi sen yere in, minbere ben çıkayım.
Ateist iner ve Ebu Hanife söylediği gibi minbere çıkar. Ardında da ateistin sorusunu yanıtlar:
– Minberde senin gibi "yaratanı yaratılanlara benzetenler” olduğunda onu indirir; yerde de benim gibi muvahhitler olduğunda onları oraya çıkarır. &‘O her an yeni bir ilahi tasarruftadır." Ateist şaşırır; tek kelime konuşamaz.
İmamla cemaat arasında mutabaatın olduğunu söyleyen Hanefilere göre imamın kıraatı cemaatin kıraati yerine geçer. Fakat Medine fukahasına göre cemaat imamla birlikte okumak zorundadır.
Medine’den bir grup âlim, imamın arkasında namaz kılan cemaatin kıraat edip etmemesini tartışmak üzere Ebu Hanife’ye gelirler. Ebu Hanife Medinelilere:
– Hepinizle birden münazara yapmam mümkün değil; en bilgili olanınızı sözcü yapın. Onunla münazara edeyim, der.
Birisine işaret ederler. Bunun üzerine Ebu Hanife
– "Bu seçtiğiniz en âlim olanınız mıdır? Onunla münazara yapmak sizinle münazara yapmak gibi olur mu? diye sorar. Medineliler "Evet" diye karşılık verirler. Ebu Hanife devamla, “O’na karşı delil getirmek size de delil getirmek gibi midir?” diye sorar ve şu şekilde cevap verir: "Arkadaşınızla münazara ettiğimde, seçtiğiniz ve sözünü kendi sözünüz kabul ettiğinizden dolayı onu bağlayan delil sizi de bağlar. İşte böyle. Siz münazarada en alim olanınızı seçtiniz, sözünü kendi sözünüz kabul ettiniz. Biz de namaz da imamı seçtik. Kıraati bizim kıraatimizdir. O okuyunca biz de okumuş oluruz."
Ebû Hanife :
– Bu ithamdan Allah’a sığınırım. Sen konuşmana dikkat et ki; ben de sana karşı üslubuma dik kat edeyim. Çünkü Allah Rasûlü’nün ashabına üstünlüğü gibi, seninde diğer insanlara üstünlüğün var…
Daha sonra Ebû Hanife, Muhammed Bakır’a, "Aklı mı dinin emrine, yoksa dini mi aklın tasarrufuna teslim ettiğimi öğrenebilmen için sana üç tane soru soracağım, bana cevap ver." der.
– Erkek mi yoksa kadın mı daha güçsüzdür?
– Kadın.
– Mirasta erkeğin payı ne kadar kadının ki ne kadardır?
– Kadının payı erkeğinkinin yarısı kadardır.
– Eğer bu konuda iddia ettiğin gibi kıyasla hüküm verseydim erkeğe kadının payının yarısını verirdim. Çünkü kadın daha güçsüzdür.
Ebu Hanife ardından "Namaz mı oruç mu daha üstündür?"diye sorar ve şu şekilde cevaplar: Eğer kıyasla hüküm verseydim, bu konudaki nassa muhalefet eder, hayızlı bir kadına orucu değil de daha büyük bir ibadet olan namazı kaza etmesini emrederdim.
– İdrar mi yoksa meni mi daha pistir?
– İdrar.
– Eğer kıyasla hükmetseydim, gusül abdestinin meninin çıkmasından dolayı değil de idrarın akmasından dolayı gerektiğini söylerdim."
Karşılıklı bu soru cevap faslından sonra Muhammed Bakır Ebû Hanife’nin haset sahiplerinin iddia ettikleri gibi olmadığını anlar, O’nu alnından öperek kutlar.
– Hz. Ali ile Hz. Muaviye’nin sulh için meseleyi hakemlere havale etmelerini caiz gören görüşünden tövbe et.
– Beni öldürecek misin yoksa benimle münazara mı edeceksin?
– Münazara edeceğim.
– Münazara ettiğimiz konuda bir meselede ihtilaf edersek, aramızda kim hakem olacak?
– Dilediğin birisini hakem tayin et. Bunun üzerine Ebu Hanife Dahhak’ın adamlarından birisine der ki:
– "Şöyle otur. Tartıştığımız konuda eğer ihtilaf edersek aramızda hakemlik yapacaksın.” Sonra da Dahhak’a dönerek:
– "Bu kişinin aramızda hakem olmasına razı mısın?" diye sordu. Dahhak "Evet." cevabını verince
Ebu Hanife:
– "İşte sen de hakem tayin etmeyi kabul ettin." Söyleyecek söz bulamayan Dahhak meclisten ayrılıp gitti.
– Bu fetvalar kime aittir?
– Irak’ta karşılaştığım bir alime.
– Bu kişi ulemânın büyüklerindendir. Git, ondan daha fazla mesele öğren.
– İşte bu ålim az önce bidatçi diye tenkit ettiğin Ebu Hanifedir.
Daha sonra İmam Evzai ile Ebu Hanife Mekkede bir araya gelir, İbn Mübarek’in anlattığı konuları müzakere ederler. Ebu Hanife konuları daha da açar. Ayrıldıklarında Evzai İbn Mübarek’e, "İlminin çok ve aklının mükemmel oluşuna gıpta ettim. Allah Teâlâdan hakkında söylediklerimden dolayı affımı istiyorum. Apaçık bir yanlışın içerisinde imişim. Sana gelince İbn Mübarek, sakın O’ndan ayrılma!"
– Ey Ebu Hattab! Kendisinden haber alınamayan bir adamın eşi hakkında görüşünüz nedir?
– Ömer’in fetvasını söylerim; Dört yıl bekler eğer bu sürede kocası gelirse onunla evliliği devam eder. Kocası dönmezse, eşleri ölen kadınlar gibi 4 ay 10 gün iddet bekler, ardından bir başkasıyla evlenebilir.
– Bu durumda ilk eş döner ve evlenen hanımına "Ey kötü iş yapan kadın! Ben yaşadığım halde sen başkası ile evlendin." der; Sonraki koca da "Ey kadın! Eşin olduğu halde benimle evlendin." diye çıkışırsa kadın kimin eşi kabul edilir ve hangi adamla lanetleşir?
– Bu hadise gerçekleşti mi?
– Hayır.
– O halde olmamış bir meseleyi bana niçin soruyorsun?
– Alimler belaya hazırlanırlar, gelmeden önce ondan korunurlar. Gelince de onu tanırlar, nereden girip nereden çıkacaklarını bilirler."
Ebu Hanife:
-Allah, devlet başkanını ıslah etsin. Ben bu göreve layık değilim diyorum ya!
-Yalan söylüyorsun.
Halife ikinci defa Ebu Hanife’ye aynı teklifi yöneltti. Bunun üzerine İmam Azam: Emiru’l-Müminin benim kadılığa layık olmadığımı itiraf etti. Çünkü beni yalancılıkla itham etti. Eğer yalancı isem bu işe liyakatim yok demektir. Eğer liyakatsizlik itirafında doğru söyledimse, devlet başkanına bildirdim ki, bu göreve layık değilim."
İmam-ı Azam…
İmam-ı Azam…