İçeriğe geç

İmam-ı Azam’ın İzinde Kitap Alıntıları – İhsan Şenocak

İhsan Şenocak kitaplarından İmam-ı Azam’ın İzinde kitap alıntıları sizlerle…

İmam-ı Azam’ın İzinde Kitap Alıntıları

&“&”

İslâm’da insanların kıymetlendirilmesinde yegâne ölçü takvadır.
“İmam-ı Azam’ın yüzüne bakıldığında Allah’tan korktuğu anlaşılırdı. Haram işleme endişesi O’nu eritir bitirirdi. Şüphe endişesiyle birçok helali terk etmişti.
Ebu Hanife ilmi, ibadetle desteklerdi. Mesele düğümlendiğinde, kitaplar ve müzakereler çözümde yetersiz kaldığında namaza sığınırdı. Talebelerinin yüreklerine tevazuyu kazıyabilmek için de şöyle derdi: Bu meselenin çözülememesi Ebu Hanife’nin işlediği bir günahtan dolayıdır." İstiğfar eder, kalkar abdest alır, iki rekat namaz kılardı. Mesele hemen çözülürdü.
İmam-ı Azam, Bağdat’ı kirli gördüğünden Hayzuran’a defnedilmek istemişti. Ne var ki şimdi hem Hayzuran, hem de O’nun mirası kirletildi. Hayzuran yani o tertemiz toprak, yine bir gün ümmetin diriliş üssü, küfrün ise mezarı olucak.
Cahillerden kim hakkımda hoş olmayan şeyler söylerse onlara hakkım helal olsun.Fakat hakkımda olumsuz yargıda bulunan kişiler ulemadan olurlarsa onları mazur görmüyorum. Darlıkta kalsınlar.Zira alimlerinin yaptıkları gıybet kişinin ardında kalıcı iz bırakır.
Bu insanlara şaşıyorum;ancak bir nassa dayanarak fetva vermeme rağmen şahsi kanaatimi dikkate alarak içtihatta bulunduğumu iddia ediyorlar.
Alimler, fıkıhta Ebu Hanife’nin çocukları mesabesindedir.
İmam-ı Şafii
O çağdaki birçok alim;
Ebu Hanife’nin ders okuttuğu bir zamanda bize ancak talebe olmak yakışır" deyip O’nun ders halkasına katıldı.
Hocasının vazifesini neden kabul ettiği sorulduğunda:
İlmin yok olmasına gönlüm razı olmadı."dedi.
Allah’ın rahmeti İbn Mesud’un üzerine olsun. Bu şehri ilimle doldurdu. O’nun talebeleri şehrin kandilleridir.
Talebelerinin yüreklerine tevazuyu kazıyabilmek için de şöyle derdi:Bu meselenin çözülememesi Ebu Hanife’nin işlediği bir günahtan dolayıdır." İstiğfar eder, kalkar abdest alır, iki rekat namaz kılardı. Mesele hemen çözülürdü.
Kırk yıl, yatsının abdestiyle sabah namazını kıldı.
İki kişiden biri diğerine &‘Bu Ebu Hanife, gece hiç uyumaz.’ dediğini işitince, Hakkımda yapmadığım bir şeyden bahsetmiyor." dedi.
Âlim, insanlara fetva verdiği hususlardaki amelinde kendini insanlardan daha fazla sorumlu kılmalıdır.
Bütün noksanlıklarını rağmen gayesi, seksen üç bin mevzuda İçtihad yaparak ümmetin yolunu açan İmam-ı Azam’ı, içtihadlarını ve içtihad usulünü yeniden keşfederek genç ilim talebelerine Tahsin Efendilerin tuzaklarına düşmeden büyük İmam’ın izine nasıl yürüyecek lerini göstermektir.
Ebu Hanife (r.a) müçtehit imamlar içerisinde en kıdemlisi ve ilmin menbaı, Hz. Rasullah’a (s.a.s) zaman itibariyle en yakın olanıdır.
Biliyoruz ki bizim Bağdat yine bize yâr olacak. Silecek ecnebi izlerini toprağından. Gazze’ye, Grozni’ye, Doğu Türkistan’a, Bosna’ya yakışır bir ağabeylik yapacak. Çünkü orada Ebu Hanife (r.a.) var. Hayzuran yani o tertemiz toprak, yine bir gün ümmetin diriliş üssü, küfrün ise mezarı olacak
Beni Fırat’ta boğsunlar ama İslam’ın tek bir hükmünü ihlal etmemi benden beklemesinler.
Kûfe’nin koyunlarına, gasp edilen bir koyun karıştığı zaman konunun uzmanlarına bir koyunun ortalama kaç yıl yaşadığını sordu. Yedi yıl cevabını alınca tam 7 yıl koyun eti yemedi.
Alim, insanlara fetva verdiği hususlardaki amelinde kendini insanlardan daha fazla sorumlu kılmalıdır.
Her meselenin çözümü sadece İSLAM’dadır.
Günümüz İslam dünyası, Ebu Hanife’nin yaşadığı dönemdeki Irak’ın ideolojik yapısına çok benzemektedir. Tek bir farkla ki Mutezile, Cebriye, Kaderiye, Murcie gibi mezhepler gitmiş, onların yerlerine tarihselcilik, mezhep inkarcılığı, yeni selefilik gibi akımlar almıştır.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
Nassları anlamada zafiyeti olan bazı fakihler, İslam’ın hakikatini tahrif eden sapık kelamcılar ve yaratılış gerçeğini reddeden ateistler onun karşısında ya hakikate teslim oldular ya da susmak zorunda kaldılar.
Eğer Buhari çökertilirse elimizde ne fıkha ne de kelama dair eser kalmaz, pek çok hüküm hurafeye döner.
Bu Ümmet’in Kuran-ı Kerim’den sonra en muteber ve en muhalled kitabı şüphesiz ki, el Camiü’s Sahih’tir.
İmam-ı Azam ve İmam Buhari bu Ümmet’in iki büyük rüknüdür; biri içtihad, diğeri rivayet fakültesinin baş hocasıdır. Rivayet olmadan içtihad olmaz; içtihad olmadan da her rivayet anlaşılmaz.
Hanefi nisbesini taşımakla ya da İslam Hukuku’nda akademik kariyer Ebu Hanife’yi anlamak eş değer değildir. Eğer böyle olsaydı onu en iyi anlayan, ona herkesten daha yakın olan annesi olurdu. Ne var ki annesi, onun ilimdeki kudretini takdir edemediğinden fetvaları oğluna değil de mahalle imamına sorardı.
Ebu Hanife’yi tenkit edenlerin ifadeleri tahlil edildiğinde görülecektir ki münekkitler ya kıskanç ya cahil ya da mutaassıp kimselerdir.
Ebu Hanife bütün zamanlarını ibadete göre ayarlamıştı. Gündüzleri belli bir miktar uyur geri kalan vakitlerini ders ve ibadetlerle doldururdu.
Ebu’l- Ahves onun vakti kıymetlendirişini anlatırken şöyle demişti:
Ebu Hanife’ye üç güne kadar öleceksin denseydi yaptığından daha fazla ibadet yapamazdı."
Hapsedildiği günler oğlu Hammad’a şu meydanda bir haber göndermişti: Yavrum! Aylık gıda harcamam, biri bulamaç, biri de ekmek için olmak üzere iki dirhemdir. Hükümetin bütçesinden yemek zorunda kalmamam için bu parayı bana göndermede acele et."
Eğer ilmin yok olmasından korkmasaydım kimseye fetva vermezdim. Fetva, insanlar için selamet olurken bana ciddi manada sorumluluk yüklemektedir."
Kufe’nin koyunlarına, gasp edilen bir koyun karıştığı zaman konunun uzmanlarına bir koyunun ortalama kaç yıl yaşadığını sordu. Yedi yıl cevabını alınca tam 7 yıl koyun eti yemedi.
Mümin, gerçek anlamda inanan, kafir de hakiki manada inkar edendir. İmanda şüphe olmaz. Tıpkı küfürde olmadığı gibi.
İman ne artar ne de eksilir. Çünkü imanın azalması küfrün artması ile; artması da ancak küfrün azalması ile tasavvur edilebilir. Bu durumda, bir kişinin aynı anda mümin ve kafir olması nasıl mümkün olur?!
İmam Şafii, Âlimler, fıkıhta Ebû Hanîfe’nin çocukları mesabesindedir" demiştir.
İmam-ı Âzam (a.r.) bugün olduğu şekliyle fıkıh ilmini tedvin eden ve fıkıhı bâb bâb, kitap kitap tertip eden ilk âlimdir.
Ümmetin siyasi, içtimai bünyesini globalleşen dünyanın şartlarına uygun bir tarzda yeniden şekillendirmek isteyen Batı, Oryantalistlerle hedefine ulaşamayınca, yerli oryantalistleri ya da gizli misyonerleri devreye sürdü.
(İmam-ı Azam) Kırk yıl, yaşının abdestiyle sabah namazı kıldı…
Alimler, fıkıhta Ebu Hanife’nin çocukları mesabesindedir." İmam Şafii
Zindanlarda kırbaç yedi. Hürriyetini ve sıhhatini kaybetti fakat islâmî duruşundan asla taviz vermedi…
Sen konuşmana dikkat et ki; ben de sana karşı üslubuma dikkat edeyim…

[ İmam~ı Azam ]

İmam Şâfiî, Âlimler, fıkıhta Ebû Hanife’nin çocukları mesabesindedir." demiştir.
Biliyoruz ki bizim Bağdat yine bize yâr olacak. Silecek ecnebi izlerini toğrağından. Gazze’ye, Grozni’ye, Doğu Türkistan’a, Bosna’ya yakışır bir ağabeylik yapacak. Çünkü orada Ebu Hanife (ra) var. Hayzuran yani temiz toprak, yine bir gün ümmetin diriliş üssü, küfrün ise mezarı olacak.
Günahkarlar için kabir azabı olacağında en ufak bir şüphe yoktur. Münker ve Nekir’in suali haktır. Bu noktada hadisler vardır. Cennet ve cehennem de haktır ve ahalisi için önceden yaratılmışlardır.
Allah Teala’nın muradını anlayabilmek için oturumlar tertip eden Selef-i salihin o derece Hasbi davranmıştır ki nefislerine pay vermemek için doğrunun muhataplarının tarafında olmasını istemiştir.
Kim kendini Allah’ın dinine adarsa Allah Teala da onu endişe duyduğu şeylerden korur ve hesap etmediği yerden onun rızkını karşılar.
VASİYYET

Arkadaşlarım, kardeşlerim! İyi biliniz ki Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebi 12 hususiyet üzerine kurulmuştur. Kim bu hususiyetler doğrultusunda yaşarsa ne bidatçı ne de heva sahibi olur. Efendimiz Muhammed’in şefaatine nail olabilmeniz için Ehl-i Sünnet’in bu temel esaslarına sıkı sıkıya bağlanın.

Birinci Hususiyet

İman, dil ile ikrar kalp ile tasdiktir. Tek başına ikrar, iman kabul edilmez. Çünkü, tek başına ikrar iman addedilse idi münafıkların tamamı mü’min olurdu. Aynı şekilde sadece kalbin idrak etmesi (tasdik) de iman olmaz. Eğer bu durum tek başına yeterli olsa idi, Ehl-i Kitabın tamamı mü’min olurdu. Halbuki Allah Tela dilleriyle ikrar eden münafıklar hakkında şöyle buyurmaktadır: Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduklarına şehadet eder." Ehl-i Kitap hakkında varit olan ayet ise şöyledir: "Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar." Ne var ki bunu kabullenip dilleriyle ikrar etmezler.
İman ne artar ne de eksilir. Çünkü imanın azalması ancak küfrün artması ile; artması da ancak küfrün azalması ile tasavvur edilebilir. Bu durumda, bir kişinin aynı anda mümin ve kafir olması nasıl mümkün olur?!
Mü’min, gerçek anlamda inanan, kafir de hakiki manada inkar edendir. İmanda şüphe olmaz. Tıpkı küfürde olmadığı gibi. Bu bağlamda Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır:
"İşte onlar gerçekten mümindirler. "İşte onlar gerçekten kafirdirler.
Efendimiz Hz. Muhammed’in ümmet kadrosuna dahil olan günahkarların tamamı gerçekten mümindir, kafir değillerdir.
Amel imandan ayrı, iman da amelden farklıdır. Şöyle ki: Amel, mükellefiyetinin mü’minden kalktığı birçok zaman vardır. Fakat bu durumda imanın ondan gittiği söylenemez. Allah Teala, hayızlı kadını namaz kılmaktan muaf kılmıştır. Böyle bir kadın için "Allah onun kalbinden imanı çıkarmıştır ve ona imanı terk etmeyi emretmiştir” denemez. Şeriat o kadına "Orucu bırak, sonra tutmadığı günleri kaza et." der. Kadına, "İmanı terk et, sonra kaza edersin.” denmesi caiz değildir. İman’ın amelden farklı olduğunu daha müşahhas bir şekilde anlamak için şöyle bir örnek verebiliriz: "Fakirlerin zekat vermesi gerekli değildir." denebilir. Fakat "Fakirlerin iman etmesi zorunlu değildir.” denemez.
Hayır ve şerrin takdiri Allah’tandır. Eğer birisi hayır ve şerrin takdirinin Allah’tan başkasına ait olduğunu iddia ederse O’nu inkar etmiş olur. Onun tevhit inancı da batıl olur. Her şeyin en iyisini Allah Teala bilir.

İkinci Hususiyet

Ameller; farz ibadet, fazilet ve masiyet olmak üzere üç çeşittirler. Farz ibadete gelince o, Allah’ın dilemesi, rızası, takdiri, yaratması ve "Levh-i Mahfuz"da yazması ile olur. Fazilet de Allah Teâlâ’nın emrinden dolayı yapılmaz. Fakat O’nun dilemesi, muhabbeti, rızası, takdiri, pürüzsüz yaratması ve "Levh-i Mahfuz"da yazması ile olur. Masiyet de Allah’ın emri gereği olmaz. Fakat muhabbeti, rızası, muvaffak kılması olmaksızın dilemesi, kazası, takdiri, hoşnutsuzluğu, ilmi ve "Levh-i Mahfuz’da yazması ile gerçekleşir.

Üçüncü Hususiyet

Allah Teala sınırsız kudret makamı olan arşı bir mekana istikrarı olmaksızın hükmüne aldı yani hakimiyeti altında tuttu. Hiçbir şeye muhtaç olmaksızın arşı ve ondan başka şeyleri korur. Eğer kendinden başka yaratıklara muhtaç olsa idi, kainatı yaratma ya ve idare etmeye kadir olamazdı. O’na cisim isnat edenlerin iddia ettiği gibi bir yere oturmaya ve yerleş meye zorunlu olsa idi, arşı yaratmadan önce de böyle olurdu. Allah Teala bundan pek yüce ve münezzehtir.

Dördüncü Hususiyet

Kur’an-ı Kerim Allah Teala’nın yaratılmayan (gayr-ı mahluk) ezeli kelâmi, vahyi ve tedricen indirdiği kitabıdır. O, ne zatının aynıdır, ne de değildir. Bilakis O, gerçek sıfatıdır. Kur’an mushaflarda yazılan, diller de okunan kalplerde mekan edinmeksizin korunan kelâmdır. Mürekkep, kağıt ve yazı mahluktur. Çünkü bunlar kulların filleri ile alakalıdır. Yazılar, harfler, kelimeler ve ayetler insanların anlamak için onlara ihtiyaç duyduğu Kur’an’a delalet eden şeylerdir. Allah Teala’nın kelâmı zatı ile kaimdir. Manası ise, söz konusu şeylerle anlaşılır. Kim Allah’ın kelamı mahluktur derse kafir olur. Allah Teala kesintisiz bütün zamanlarda ibadet edilendir. Kelâmi ise ondan ayrılmaksızın okunan, yazılan ve kalplerde korunandır.

Beşinci Hususiyet

Allah Rasúlü’nden sonra bu ümmetin en üstü nü Ebu Bekr-i Sıdık, sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali’dir (r. anhum). Zira efdaliyetin sıralamasına işaret eden ayette Allah Teala şöyle buyurmaktadır:
"(İman ve amelde) öne geçenler (Ahirette de) öne geçenlerdir. İşte onlar (Allaha) yaklaştırılmış kimselerdir. Onlar naim cennetlerindedir."
Hayırda önde olanlar Allah katında da en üstün olanlardır. Onları, müttaki her mümin sever; asi münafıklarsa onlara buğz eder.

Altıncı Hususiyet

Kul; ameli, ikrarı ve tasdiki (marifeti) ile mahluktur. Bütün bu ameliyelerin faili mahluk olunca onun fillerinin de evleviyetle mahluk olması gerekir.

Yedinci Hususiyet

Allah Teala, mahlukatı güçleri olmadığı halde yaratmıştır. Çünkü onlar zayıf ve acizdirler. Cenab Hakk onları yaratan ve rızıklarını verendir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Allah sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek ve daha sonra da diriltecek olandır."
İlim ve malı helal yoldan kazanmak helal, haram yoldan temin ise haramdır.
İnsanlar üç kısımdır: İmanında samimi olan mümin, küfründe ısrarcı olan kafir ve nifakında iki yüzlü davranan münafık. Cenab- Hakk mümine ameli, kafire imanı, münafığa ise ihlası farz kılmıştır. Nitekim "Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının." ayet-i kerimesinin her üç grubu içine alacak şekilde açılımı şöyledir: "Ey iman edenler! Ameli Salih işleyerek rabbinize itaat edin.", "Ey Kafirler! Iman edin." ve "Ey Münafıklar! Samimi olun."

Sekizinci Hususiyet

İsteğe bağlı olan fiillerde kulun aksiyon sahibi olması için gerekli olan güç yani "İstitaa", yapılacak olan "fiil” ile beraberdir. Ne ondan önce ne de sonradır. Eğer "Istitaa” fiilden önce olsa idi o takdirde kul ona muhtaç olduğu anda Allah’tan müstağni olurdu. Bu ise şu ayete aykırıdır: "Allah müstağnidir. Sizler ise muhtaçsınız." Eğer "istitaa", fiilden sonra olsaydı fiil, güç-kuvvet yokken gerçekleşmiş olacağından muhal olurdu.

Dokuzuncu Hususiyet

Mukimin bir gün bir gece, yolcunun da üç gün üç gece mestler üzerine mesh edebileceğini kabul etmek, bu şekilde rivayet edilen hadisten dolayı vaciptir. Bu hükmü inkar edenin küfründen korkulur. Zira ilgili hükmü bildirilen hadisler tevatüre yakın derecededir.
Seferde namazları kısaltmak (azimet) ve oruç tutmamak (ise) ruhsattır. Konu ile ilgili ayeti kerimeler şöyledir: "Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit namazı kısaltmanızdan dolayı size bir günah yoktur." "Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde oruç tutar."

Onuncu Hususiyet

Allah Teala kaleme yazmasını emretmiş, kalem: "Ne yazayım ya Rabbi!" demiştir. Cenab-ı Hakk: "Kıyamete kadar olacak şeyleri yaz." buyurmuştur. Şu ayet-i kerime de bu manayı teyit etmektedir: "işledikleri her şey kitaplarda kayıtlıdır. Küçük, büyük her şey satır satır yazılmıştır.

Onbirinci Hususiyet

Günahkarlar için kabir azabı olacağında en ufak bir şüphe yoktur. Münker ve Nekir’in suali haktır. Bu noktada hadisler vardır. Cennet ve cehennem de haktır ve ahalisi için önceden yaratılmışlardır. Nitekim Cenab-ı Hakk müminler hakkında "O cennet, müttakiler için hazırlanmıştır." "Cehennem de kafirler için hazırlanmıştır." buyurmaktadır. Allah Teala Cennet ve Cehennemi sevap ve ceza için yaratmıştır. Mizan da haktır. Zira Cenab-ı Hakk şöyle buyurmaktadır: "Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız." İnsanın dünyada yaptığı amelleri içeren kitabı okuması da haktır: "Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter."

Onikinci Hususiyet

Allah Teala bu canları ölümden sonra müddeti elli bin yıl olan bir günde ceza, sevap ve hakların edası için diriltecektir. Nitekim O şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah kabirlerde olanları diriltecektir." Mü’minlerin keyfiyet, benzetme ve yön olmaksızın Cenab-ı Hakk’a mülâki olmaları haktır. Büyük günah işlemiş olsa dahi Cennet ehlinden olan her mümin için Efendimiz şefaat edecektir.
Hz. Aişe , Hatice-i Kübra’dan sonra insanlık aleminin en üstün kadını ve mü’minlerin annesidir. O, zina iftirasından arındırılmıştır ve Râfizilerin hezeyanlarından uzaktır. Kim O’na zina isnadında bulunursa o zina eseridir.
Cennet ahalisi Cennet’te, Cehennem ehli de Cehennemde ebedi kalacaktır. Çünkü Cenab-ı Hakk mü’minler için "İman edip amel-i salih işleyenler cennetliklerdir. Onlar orada ebedi kalacaklardır." kafirler için de "İnkar edenler ve ayetlerimizi yalanla yanlara gelince, işte onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedi kalacaklardır. buyurmaktadır.

Abdullah b. Mübarek (ra) O’nun ilme katkısını anlatırken şöyle demektedir:

İlim tahsili için bir çok âlime ve şehre gidip geldim. Ebu Hanife ile karşılaşıncaya kadar helal ve haramın illetlerini bilmiyordum."

– el-Muvaffak el-Mekki, a.g.e, s. 306.

Ateist minbere çıkar ve tartışacağı kişiyi ister. Çocuk olduğu halde karşısına Ebu Hanife çıkar. Ateist yaşına bakarak O’nu küçük görür.
Ebu Hanife:
– Yaşla insanları kıymetlendirmeyi bırak da ne söyleyeceksen onu söyle, der. Ateist, Ebu Hanife’nin cesareti karşısında dona kalır. Belli bir zaman geçtikten sonra kendini toparlar ve Ebu Hanife’ye:
– Başı ve sonu olmayan bir şeyin mevcudiyeti nasıl mümkün olur?” diye sorar.
Ebu Hanife:
– Sayı sistemini bilir misin? (diye sorar ve devam la şöyle der)
– O halde söyle bakalım bir" sayısından önce ne vardır?
– O ilktir ondan önce sayı olmaz.
– Mecazi manada "bir" olan sayıdan önce bir şey olmaz da gerçek anlamda "bir" olan Allah Teâladan önce nasıl bir şey olur?!
Ateist bu cevaba karşılık veremeyince yeni bir meseleye geçer ve Ebu Hanife’ye;
– Hiçbir şeyin yönlerden hali olmadığını, bu durumda haşa – (Allah Teala’nın da bir yönünün olması gerektiğini) O’nun görünüşünün hangi yöne doğru olduğunu sorar.
Ebu Hanife :
– Lambayı yaktığında ışığı hangi yöne doğrudur?
– Işığı alma noktasında bütün yönler eşittir.
Mecazi ışığın durumu bu ise, göklerin ve yerlerin ebedi ve daimi nuru Allah Teâla nasıl olur? O’nun yönlerden münezzeh olması evleviyetle gereklidir.
Ateist bu cevaba da karşılık veremez ve yeni bir bahis açar. Ebu Hanife’ye hitaben şöyle der:
– Mevcut olan her şey için bir mekan olmalıdır. Madem Allah vardır o halde nerededir?"
Ebu Hanife ateiste karşılık verme yerine etraftakilere emredip meclise süt getirtir. Ardından da ateiste, “Bunda yağ var mı?" diye sorar. Ateist "Evet" diye karşılık verince Ebu Hanife şöyle der;
– Yağ sütün neresindedir?
– Belli bir yerle sınırlı değildir.
– Varlığı geçici olan bir şeyin durumu böyle olursa yer ve göklerin yaratıcısı ebedi ve sonsuz olan Allah Teala’nın durumu nasıl olur?!
– O ne ile meşguldür?
-Sen bütün bu soruları minberde iken sordun. Ben de onlara cevap verdim. Şimdi sen yere in, minbere ben çıkayım.
Ateist iner ve Ebu Hanife söylediği gibi minbere çıkar. Ardında da ateistin sorusunu yanıtlar:
– Minberde senin gibi "yaratanı yaratılanlara benzetenler” olduğunda onu indirir; yerde de benim gibi muvahhitler olduğunda onları oraya çıkarır. &‘O her an yeni bir ilahi tasarruftadır." Ateist şaşırır; tek kelime konuşamaz.
Ebu Hanife’ye göre namazda cemaatin imama mütabaatı" esastır. İmamın namazda bir rüknü terk etmesi ya da abdestsiz kıldırması durumunda cemaatin namazı fasit olur. Fakat diğer üç mezhebe göre cemaatle imam arasında "muvafakat" vardır. Her iki durumda cemaatin namazı sahihtir. Mezhepler arasındaki bu içtihat farklılığı kıraat meselesini de kapsar.
İmamla cemaat arasında mutabaatın olduğunu söyleyen Hanefilere göre imamın kıraatı cemaatin kıraati yerine geçer. Fakat Medine fukahasına göre cemaat imamla birlikte okumak zorundadır.
Medine’den bir grup âlim, imamın arkasında namaz kılan cemaatin kıraat edip etmemesini tartışmak üzere Ebu Hanife’ye gelirler. Ebu Hanife Medinelilere:
– Hepinizle birden münazara yapmam mümkün değil; en bilgili olanınızı sözcü yapın. Onunla münazara edeyim, der.
Birisine işaret ederler. Bunun üzerine Ebu Hanife
– "Bu seçtiğiniz en âlim olanınız mıdır? Onunla münazara yapmak sizinle münazara yapmak gibi olur mu? diye sorar. Medineliler "Evet" diye karşılık verirler. Ebu Hanife devamla, “O’na karşı delil getirmek size de delil getirmek gibi midir?” diye sorar ve şu şekilde cevap verir: "Arkadaşınızla münazara ettiğimde, seçtiğiniz ve sözünü kendi sözünüz kabul ettiğinizden dolayı onu bağlayan delil sizi de bağlar. İşte böyle. Siz münazarada en alim olanınızı seçtiniz, sözünü kendi sözünüz kabul ettiniz. Biz de namaz da imamı seçtik. Kıraati bizim kıraatimizdir. O okuyunca biz de okumuş oluruz."
Muhammed Bakır’a, Ebû Hanife’nin taabbudi hükümler üzerine kıyas yaparak İslâm’ın özüne muhalif bir tavır içinde olduğu anlatılır. Bir gün Muhammed Bakır Medine’de Ebû Hanife ile karşılaşır ve O’na, Sen kıyasla amel ederek dedem Hz. Peygamber’in sünnetine muhalefet ediyorsun öyle mi?” diye sorar.
Ebû Hanife :
– Bu ithamdan Allah’a sığınırım. Sen konuşmana dikkat et ki; ben de sana karşı üslubuma dik kat edeyim. Çünkü Allah Rasûlü’nün ashabına üstünlüğü gibi, seninde diğer insanlara üstünlüğün var…
Daha sonra Ebû Hanife, Muhammed Bakır’a, "Aklı mı dinin emrine, yoksa dini mi aklın tasarrufuna teslim ettiğimi öğrenebilmen için sana üç tane soru soracağım, bana cevap ver." der.
– Erkek mi yoksa kadın mı daha güçsüzdür?
– Kadın.
– Mirasta erkeğin payı ne kadar kadının ki ne kadardır?
– Kadının payı erkeğinkinin yarısı kadardır.
– Eğer bu konuda iddia ettiğin gibi kıyasla hüküm verseydim erkeğe kadının payının yarısını verirdim. Çünkü kadın daha güçsüzdür.
Ebu Hanife ardından "Namaz mı oruç mu daha üstündür?"diye sorar ve şu şekilde cevaplar: Eğer kıyasla hüküm verseydim, bu konudaki nassa muhalefet eder, hayızlı bir kadına orucu değil de daha büyük bir ibadet olan namazı kaza etmesini emrederdim.
– İdrar mi yoksa meni mi daha pistir?
– İdrar.
– Eğer kıyasla hükmetseydim, gusül abdestinin meninin çıkmasından dolayı değil de idrarın akmasından dolayı gerektiğini söylerdim."
Karşılıklı bu soru cevap faslından sonra Muhammed Bakır Ebû Hanife’nin haset sahiplerinin iddia ettikleri gibi olmadığını anlar, O’nu alnından öperek kutlar.
Düşüncelerini Müslümanların devlet başkanına isyan etme temeli üzerine inşa eden ve Hakem Olayı’ndan dolayı başta Ebu Musa el-Eşari ve Amr b. As olmak üzere hadiseye rıza gösteren bütün ashaba küfür isnadında bulunan Hariciler", tabiun kuşağından çok sayıda âlime de eza ettiler. Onlardan Dahhak b. Kays Kûfe’ye gelince Ebu Hanife’ye (r.a.) uğrar ve O’ndan tövbe etmesini ister. Ebu Hanife ne den tövbe etmesi gerektiğini sorar. Dahhak:

– Hz. Ali ile Hz. Muaviye’nin sulh için meseleyi hakemlere havale etmelerini caiz gören görüşünden tövbe et.
– Beni öldürecek misin yoksa benimle münazara mı edeceksin?
– Münazara edeceğim.
– Münazara ettiğimiz konuda bir meselede ihtilaf edersek, aramızda kim hakem olacak?
– Dilediğin birisini hakem tayin et. Bunun üzerine Ebu Hanife Dahhak’ın adamlarından birisine der ki:
– "Şöyle otur. Tartıştığımız konuda eğer ihtilaf edersek aramızda hakemlik yapacaksın.” Sonra da Dahhak’a dönerek:
– "Bu kişinin aramızda hakem olmasına razı mısın?" diye sordu. Dahhak "Evet." cevabını verince
Ebu Hanife:
– "İşte sen de hakem tayin etmeyi kabul ettin." Söyleyecek söz bulamayan Dahhak meclisten ayrılıp gitti.

İmam-ı Azam ve İmam Buhâri bu Ümmetin iki büyük rüknudür; biri içtihad, diğeri rivayet fakültesinin baş hocasıdır. Rivayet olmadan içtihad olmaz; içtihad olmadan da her rivayet anlaşılmaz.
O’nun muasırlarından Şam diyarının fakihi Evzai, Abdullah b. Mübarek’le karşılaştığın da Kûfe’de ortaya çıkan ve Ebu Hanife künyesiyle şöhret bulan bu bidatçi kimdir?” diye sorar. İbn Mübarek kim olduğunu söylemeden muğlak meseleleri, onları anlama usullerini ve o konudaki fetvaları zikretmeye başlar. Evzai:
– Bu fetvalar kime aittir?
– Irak’ta karşılaştığım bir alime.
– Bu kişi ulemânın büyüklerindendir. Git, ondan daha fazla mesele öğren.
– İşte bu ålim az önce bidatçi diye tenkit ettiğin Ebu Hanifedir.
Daha sonra İmam Evzai ile Ebu Hanife Mekkede bir araya gelir, İbn Mübarek’in anlattığı konuları müzakere ederler. Ebu Hanife konuları daha da açar. Ayrıldıklarında Evzai İbn Mübarek’e, "İlminin çok ve aklının mükemmel oluşuna gıpta ettim. Allah Teâlâdan hakkında söylediklerimden dolayı affımı istiyorum. Apaçık bir yanlışın içerisinde imişim. Sana gelince İbn Mübarek, sakın O’ndan ayrılma!"
Ebu Hanife’nin hüküm çıkarırken kullandığı deliller şunlardır: Kitap, Sünnet, sahabe icmaı, sahabe kavli, kıyas, istihsan, örf ve icma.
Nitekim içtihat usulünde izlediği yolu anlatırken şöyle demektedir: Öncelikle Allah’ın Kitabı’nda olanı alırım. Onda bulamazsam Sünnete müracaat ederim. Kitap ve Sünnet’te bulamadığım takdirde sahabe sözüne başvururum. Onların sözlerinden dilediğimi alır dilediğimi terk ederim. Sahabenin sözünü bırakıp da başkasının sözünü almam. Fakat iş İbrahim en-Nehai, Şa’bi, İbn Sirin, Hasan Basri, Ata, Said b. Müseyyeb’e… ulaşırsa bunlar içtihat eden bir topluluktur. Ben de onlar gibi içtihat ederim."
İmam Şafii, “Âlimler, fıkıhta Ebu Hanife’nin çocukları mesabesindedir. demiştir.
el-Muvaffak b. Ahmed el-Mekki şunları nakletmektedir: Ebu Hanife şeriat ilmini ilk tedvin eden kişidir. Ondan önce kimse bunu yapmamıştır. Çünkü ne sahabe ne de tabiun (r.anhum) şeriat ilmini sistematik bir şekilde bab ve kitaplara ayırmıştı. Onlar idrak güçlerine itimat ederlerdi, kalplerini bilgilerine dağarcık yapmışlardı. Onlar dan sonra yetişen Ebu Hanife ilmin yayıldığına tanıklık etti. Yeni neslin ilmi zayi etmesinden korktu. Nitekim bu noktaya dikkat çeken Allah Rasûlü şöyle buyurmuştu: "Allah Teâlâ insanların elinden çekip almak suretiyle ilmi ortadan kaldırmaz. İlmi, âlimlerin ölmesiyle söküp alır. Geriye cahil reisler kalır; İlimleri olmadığı halde fetva verirler, hem saparlar hem de sapıtırlar.” İşte bunun için Ebu Hanife fıkhı tedvin etti. Onu bâblara ayırdı. Bölüm bölüm tertip etti.
Vuku bulmayan fakat vuku bulması farz edilen konularda fetva vermek anlamına gelen takdiri fıkhı" Ebu Hanife çokça kullanırdı. Katade ile ara sında geçen şu konuşma buna niçin başvurduğunu açıklamaktadır: Ebu Hanife:
– Ey Ebu Hattab! Kendisinden haber alınamayan bir adamın eşi hakkında görüşünüz nedir?
– Ömer’in fetvasını söylerim; Dört yıl bekler eğer bu sürede kocası gelirse onunla evliliği devam eder. Kocası dönmezse, eşleri ölen kadınlar gibi 4 ay 10 gün iddet bekler, ardından bir başkasıyla evlenebilir.
– Bu durumda ilk eş döner ve evlenen hanımına "Ey kötü iş yapan kadın! Ben yaşadığım halde sen başkası ile evlendin." der; Sonraki koca da "Ey kadın! Eşin olduğu halde benimle evlendin." diye çıkışırsa kadın kimin eşi kabul edilir ve hangi adamla lanetleşir?
– Bu hadise gerçekleşti mi?
– Hayır.
– O halde olmamış bir meseleyi bana niçin soruyorsun?
– Alimler belaya hazırlanırlar, gelmeden önce ondan korunurlar. Gelince de onu tanırlar, nereden girip nereden çıkacaklarını bilirler."
Birisi, Ebu Hanife’ye sahabenin bile ihtilafa düştüğü bir konuyu nasıl çözdüğünü sorduğunda O şöyle cevap verdi: Zannediyor musun ki ben bu görüşe gelişi güzel ulaştım? Bu önemli konu hakkın da yirmi yıl düşündüm, bununla ilgili bütün bilgi ve hükümleri topladım ve sahabenin her birinin fikirlerini teker teker inceledim. Neticede bu hükme ulaştım."
Halife tutuklu olduğu günlerde Ebu Hanife’yi tekrar sarayına çağırtarak kadılığı kabul edip etme yeceğini sordu.
Ebu Hanife:

-Allah, devlet başkanını ıslah etsin. Ben bu göreve layık değilim diyorum ya!
-Yalan söylüyorsun.
Halife ikinci defa Ebu Hanife’ye aynı teklifi yöneltti. Bunun üzerine İmam Azam: Emiru’l-Müminin benim kadılığa layık olmadığımı itiraf etti. Çünkü beni yalancılıkla itham etti. Eğer yalancı isem bu işe liyakatim yok demektir. Eğer liyakatsizlik itirafında doğru söyledimse, devlet başkanına bildirdim ki, bu göreve layık değilim."

İbn Ebi Leyla, ilmi açıdan karşılık veremediği -sahabe devri müstesna- bütün zamanların bu en büyük fakihine türlü desiselere baş vurarak eza et(tir)ti. Ebu Hanife O’nun kendisine karşı olan tutumunu anlatırken şöyle demektedir: İbn Ebi Leyla, benim bir hayvan hakkında helal görmediğim şeyi bana helal gördü.” Yani haksız yere öldürülmeme cevaz verdi.
Ibn Hubeyre, Ebu Hanife’ye, görevi kabul etmemesi durumunda ölünceye kadar başına kırbaç vuracağını söyledi. İmam-ı Azam tam bir kararlılıkla O bir defalık ölümdür." diye karşılık verdi.
Ebu Hanife Kur’an-ı Kerim okurken ayetler ruhunda hafakanlar oluşturur, yüksek sesle ağlardı. Bir gece namazda Allah bize lutfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu. ayetini kıraat " ederken dili takıldı, müezzin sabah ezanını okuyana kadar aynı yeri tekrar etti." Yine bir yatsı sonrası kıldığı namazda "Bilakis kıyamet onlara vaat edilen asıl saattir ve o saat daha belalı ve daha acıdır." ayetine ulaştığında daha ileriye gidemedi ve sabaha kadar ağlayarak aynı ayeti okudu."
İmam-ı Azam geceleri uyumazdı. Namaz, dua ve yakarış ile meşgul olurdu. Kırk yıl, yatsının abdestiyle sabah namazını kıldı. (Yani uyumayarak geceleri ihya etti.) Ebu Yusuf bu noktada şöyle bir nakilde bulunmaktadır: İmam-ı Azam ile birlikte yürürken, iki kişiden birinin diğerine &‘Bu Ebu Hanife, gece hiç uyumaz’ dediğini işitince bana, &‘Hakkımda yapmadığım bir şeyden bahsetmiyor.’ dedi.
Ebu Hanife malı sanki tasadduk etmek için kazanırdı. Ebu Yusuf onun cömertliğini anlatırken şöyle der: Kendisinden bir şey istenir istenmez onu hemen karşılardı."
Alim, insanlara fetva verdiği hususlardaki amelinde kendini insanlardan daha fazla sorumlu kılmalıdır."
İmam-ı Azam…
Eğer ilmin yok olmasından korkmasaydım kimseye fetva vermezdim. Fetva, insanlar için selamet olurken bana ciddi manada sorumluluk yüklemektedir."
İmam-ı Azam…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir