İçeriğe geç

İlkçağ Felsefesi – Hint, Çin, Yunan Kitap Alıntıları – H. J. Störig

H. J. Störig kitaplarından İlkçağ Felsefesi – Hint, Çin, Yunan kitap alıntıları sizlerle…

İlkçağ Felsefesi – Hint, Çin, Yunan Kitap Alıntıları

Bu kitap felsefe uzmanları için yazılmamıştır. Onlara bir yenilik getirmiyor. Bu kitap, yüksek eğitim görmüş olsun olmasın, günlük işler ve sorunlarla uğraşan, çağımızdaki büyük ve hızlı gelişmeler, olumlu ve olumsuz değişmeler karşısında kendi kendine düşünmeyi elden bırakmak istemeyen, yaşamın gizini çözmeyi ve insanlığın en eski sorularını yeniden sormayı denemekten kaçmayan ve bu arada, her çağın büyük düşünürlerinin düşüncelerinden, yapıtlarından bugün de yararlanılabileceği görüşünü yabana atmayan herkese seslenmektedir.
Aristoteles’e göre devlet amaçları aynı olan bireylerin oluşturduğu bir bütün değil, gerçekte, amaçları her zaman uyuşmayan değişik toplum kesimlerinin bir araya gelmesiyle oluşmuş karmaşık bir bütündür.
Aristoteles’e göre «toplum içinde yaşam bilgisi» (politik), uygulamaya dönüşmüş «erdemli oluş bilgisi»nden (etik’ten) başka bir şey değildir. Erdemlerin ayrı ayrı ele alınışı ve işlenişi etik’in ancak ilk basamağı ve gerçek yaşamdan koparılmış soyut biçimidir. Oysa devlet öğretisi (politik), onun yaşama yönelmesi, uygulamaya dönüşmesi demektir.
Aristoteles, Yunanlı düşünürlerin çoğuna aldırmadan, insanın nihai amacının mutluluk olduğundan kuşku duymuştur. Her canlı en olgun ve en yetkin durumuna kendisine özgü ve en çok yakışan yeteneklerinin güçlenmesi ve gelişmesiyle ulaşır. İnsan da, her şeyden önce akıllı bir canlı olduğuna göre, ancak, aklının gelişmesiyle olgunlaşabilecektir. Erdemler de bu gerçeğe dayanır ve iki türlü olur. Birinci tür erdemler (etik), insan aklının duygular ve içgüdüler üzerindeki egemenliğiyle ilgilidir. İkinciler ise (dianoetik) aklın kendisinin geliştirilmesine ve ilerletilmesine yönelik erdemlerdir. Daha ileri derece olan erdemler bu sonuncu türden olanlardır.
Duyuların sağladığı verilerin, gerçeğin bir bütün olarak anlaşılmasına yarayacak bir biçimde birleştirilmesi ise tek tek duyuların ötesindeki tüm duyu ile başarılabilir. Buna akıl diyebiliriz ama Aristoteles bu duyuyu yüreğe yerleştirmiştir.
Aristoteles’e göre, ruh üç türlüdür: Beslenmeyi sağlayan bitki ruhu, duymayı sağlayan hayvan ruhu ve düşünmeyi sağlayan insan ruhu. Bir sonraki basamaktaki ruh, bir önceki basamaktaki ruhu içine almadan var olamaz.
Aristoteles, bedeni etkileyen ve biçimleyen ruhu, felsefe diline girmiş olan entelekya sözcüğüyle nitelemiştir.
Aristoteles’e göre varlığın dört nedeni; madde, biçim, oluşturan ve amaçtır.
Aristoteles mantığının en önemli öğeleri şöyle sıralanabilir: kavram, tanım, kategori, yargı, kanıtlama, tümevarım ve tümdengelim.
Aristoteles, dünyanın bilimle açıklanmasının, bugün artık bizi ürküten boyutlara varmış olan sürecini başlatan kişidir.
Eski Miletliler temel varlığın bir, Empedokles dört, Demokritos ve Leukippos varlıkların yapı taşlarının «nicelik» bakımından sayısız olduğunu öğretirken, Anaxagoras birbirinden «nitelik» bakımından farklı sayısız temel varlık bulunduğu düşüncesini ortaya atmış ve bunları da «tohumlar» ya da «çekirdekler» diye adlandırmıştır.
Heraklitos’a göre gelişim, karşıt güçlerin karşılıklı tartışmasıyla olur. Yaratıcı gerilimler sona erer ve durgunluk başlarsa ölüm gelir.
Eski Yunanlılar hiç bir zaman, ne başta ne de daha sonraları, Hindistan’daki ya da Mısır’daki gibi toplum içinde önemli bir yeri ve ağırlığı olan güçlü bir rahipler sınıfı tanımamıştır. Yunanlı rahipler, genellikle, özgür düşüncenin ve felsefenin gelişimine karışmamışlar ve bu süreci ne Mısırlı rahipler gibi baltalamışlar ne de Hintli rahipler gibi önemli katkılarla yönlendirmişlerdir.
Konfüçyüs’ün öğretisinin özünü Yüce Bilgi’deki (Ta Hsüe) şu ünlü parçada buluyoruz:
Eskiler, erdemin ışığıyla ortalığın aydınlanması için önce devlet işlerini yoluna koyarlardı, devlet işlerini yoluna koyabilmek için önce ev işlerini yoluna koyarlardı, ev işlerini yoluna koyabilmek için önce kendi kendilerine çekidüzen verirlerdi, kendi kendilerine çekidüzen verebilmek için önce kendi içlerindeki düzeni yoluna koyarlardı, kendi içlerindeki düzeni yoluna koyabilmek için önce düşüncelerini yoluna koyarlardı, düşüncelerini yoluna koyabilmek için ise önce bilgi eksikliklerini giderirlerdi.
Hint Cermen kökenli dillerdeki birbirinden açıkça ayrılabilen özne, nesne, yüklem, ad, sıfat ve fiil gibi dil öğelerinin belirlenmesi ve incelenmesiyle Yunanistan’da ve Batı’da gelişen dilbilgisinden (grammatik) türemiş olan mantığın (logik) Çin’de gelişmesi olanaksızdı ve nitekim orada mantık diye bir bilim gelişmemiştir.
Felsefi düşünceleri kızıştıran ve düşünce kıvılcımlarını çaktıran görüşlerin, bakış açılarının ve savların çatışması, tartışması, ölçüşmesi olmayınca, klasik dönem sonunda bir durgunluk görüldü. Bu durum toplum yaşamına, kast düzeninin daha da katılaşması ve düşünce yaşamına, katı ve tartışılmaz görüşlerin ve dışa kapalı akımların çoğalması biçiminde yansıdı.
Kant yaşamı boyunca yaptığı çalışmaları geriye bakarak değerlendirirken çalışmalarının şu üç soruya dayandırılabileceğini açıklamıştır:
Ne bilebiliriz?
Ne yapabiliriz ?
Neye inanabiliriz?
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
Artık yavaş yavaş her yerde ağırlığını duyurmaya başlamış olan Hıristiyanlıkla, özellikle Yeni Platonculuğun Atina okulu, tüm benzerliklerine ve ortak düşüncelerine karşın, en çok da bu yüzden -çünkü her ikisi de bu çağda yoğunlaşan dini duygularla besleniyorlardı – birbirlerini suçladılar ve karaladılar. Ve bu da, dine karşı çıkan felsefenin sonu oldu. Artık Batı Doğu diye parçalanmış olan Roma İmparatorluğunun doğusunda hüküm süren İmparator Jüstinyen (Justinianus) 529 yılında Atina’da, ta Platon’un zamanından beri ayakta kalmış olan ünlü Akademiyi kapattı. Akademinin malvarlığına el koydu, son yedi öğretmenini de sürgüne yolladı. Burada dinsiz Yunan felsefesinin öğretilmesini yasakladı.
Ben yalan söylerim dersem doğruyu söyler miyim?
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Bir toplumun en bilgili ve en değerli kafalarını toplum dışına sürmesi ya da yok etmek istemesi yeni bir şey değildir.
Jimnastik bedeni eğitir, çocuğu yürekli ve dayanıklı yapar. Müzik ise ruhu eğitir, onu ince ve yumuşak yapar.
Edebiyat yapmayı bırak, felsefeye çalış.
Doğru ve gerçek felsefeye dayananlar devletlerin başına geçmedikçe ya da devletlerin başındakiler tanrıların yardımıyla gerçek filozoflar olmadıkça insanlığın çektiği sıkıntılar bitmez.
Oysa ben o günlerde sanıyordum ki, bu yeni yöneticiler haksızlıklara bir son verip, doğruluğa dayanan bir düzen kuracaklar.
İnsan her şeyin ölçüsüdür. Olanlar oluşuyla olmayanlar olmayışıyla.
Ayrım yapmadan herkesi gözeten, yan tutmayan yasalar geçersiz ve yanlıştı, yalnızca güçlünün, gücü yetenin yasası geçerli olmalıydı.
Birçok tanrı hep bir arada var olamaz, bir tanrının başka bir tanrıya buyurması düşünülemez. En yüce ve en iyi olanın yalnızca bir tek olması gerekir. Bu tek ve bir tanrı her yerdedir. Ölümlülere ne düşünceleri ne de biçimi benzer.
En güç olan şey nedir? sorusuna Kendi kendini tanımak! ; En kolay olan şey nedir? sorusuna Başkalarına öğüt vermek! ve Tanrı nedir? sorusuna da Başı sonu olmayandır. diye yanıt vermiş; Nasıl iyi ahlaklı oluruz? diye sorulduğunda da Başkalarında kınadığımız şeyleri yapmayarak! demiştir.
Mensiyüs şöyle konuştu: ‘Zindancıbaşı zindanda düzeni sağlayamıyorsa, ne yapmalı?’ Hükümdar dedi ki: ‘Değiştirilmeli!’ Mensiyüs konuşmasını şöyle sürdürdü: ‘Bütün ülkede düzen bozulmuşsa, ne yapmalı?’ Hükümdar yanındakilere döndü ve başka şeylerden konuşmaya başladı.
O dönemde (İÖ 213) bir hükümdarın buyruğuyla resmi kitaplıklardan Konfüçyüsçülükle ilgili bütün yazılar çıkarılarak yakılmış ve bu yasak kıtapları evlerinde bulunduran kimseler için de ağır cezalar konmuştu.
Herkes, keşke başka ülkelere kendi ülkesiymiş gibi baksa, başka ailelere kendi ailesiymiş gibi baksa, başka insanlara kendisiymiş gibi baksa.
İnsanlar zamanından önce yıpranmasın, ölmesin.
Pencereden dışarı bakmakla Göğün Yolu anlaşılmaz.
Yüce olan kimse kendi güzelliğiyle oyalanmaz.
Kişi yüksek bir göreve gelmeyi değil, yüksek bir göreve gelirse işe yarayıp yaramayacağını düşünsün.
Peki biz niye acı çekiyoruz?
Biz dış dünyadaki bin bir türlü ilişki ve olayın etkisi altında bir tutsak, bir oyuncak gibi oradan oraya sürüklendiğimiz için acı çekiyoruz.
Kızgınlık tatlılıkla yok edilir, kötülük iyilikle Nefret nefretle yok edilemez! Nefret sevgiyle yok edilir !
Yaşam acılarla dolu diye zevk almak istemeyen kimseye iyi gözle bakmazlar:

Duyularla tad alarak canlanır ölümlüler
Acıyı tatmamak için kaçanlarsa deliler
Aklı başında olan kimse bu dünyadan kaçmaz
Beyaz pilavda çeltik bulursa kusura bakmaz

Kurnaz rahipler işlerine gelen kurallar
koymuşlar, ve derler ki:
‘Neyin varsa ver, tapın, dua et,
bu dünya yalan!’
Atalarımıza adanan bağışlar
Brahmanlarımızın kesesine dolar
Vedaların üçünü de uyduranlar
Yalancılar dolandırıcılar onlar
denizin kuruması, dağların devrilmesi, demirkazığın titremesi, fırtınaların kopması, yerin çatlayıp çökmesi Bütün bunların olabildiği bir yerde nasıl mutlu olunur! Sonra, bir gün her şeyden bıkılır; sonra yine her şeye yeni baştan başlanır!
Herkesin göremediği, yalnız gizli bilgiyi almış olanların bilebileceği ayrıntılarla, kurban töreninin etkisinin olumlu ya da olumsuz olmasına yol açabilen Brahman rahiplerini, gerekli çabayı göstermeye özendirmek, isteklendirmek için iyi ağırlayarak yedirip içirmek, onlara armağanlar sunmak, saygı gösterilerinde bulunmak gerekliydi ve bu yüzden de Brahmanların toplum içindeki konumunu gittikçe sağlamlaştırmıştır.
Belki de en derin düşünceler dile getirilemiyor!
Plotinos’un öğrencileri Yeni Platonculuğu Roma’da sürdürdüler. Ayrıca, başında İamblichos ‘un (ölümü İS 330) bulunduğu bir Suriye okulunda, en ünlü düşünürü Proklos (İS 410 – 485) olan bir Atina okulunda Yeni Platonculuk daha bir süre yaşadı. Artık yavaş yavaş her yerde ağırlığını duyurmaya başlamış olan Hıristiyanlıkla, özellikle Yeni Platonculuğun Atina okulu, tüm benzerliklerine ve ortak düşüncelerine karşın, en çok da bu yüzden -çünkü her ikisi de bu çağda yoğunlaşan dini duygularla besleniyorlardı – birbirlerini suçladılar ve karaladılar. Ve bu da, dine karşı çıkan felsefenin sonu oldu. Artık Batı Doğu diye parçalanmış olan Roma İmparatorluğunun doğusunda hüküm süren İmparator Jüstinyen (Justinianus) 529 yılında Atina’da, ta Platonun zamanından beri ayakta kalmış olan ünlü Akademiyi kapattı. Akademinin malvarlığına el koydu,
son yedi öğretmenini de sürgüne yolladı. Burada dinsiz Yunan felsefesinin öğretilmesini yasakladı.
Batı Roma’da ise – 480 yılında doğan ve siyasi nedenlerden ötürü 525 yılında Hıristiyan Got kralı Theoderich’in buyruğuyla idam edilen son Romalı ve ilk Skolastik düşünür sayılan Boethius, dış görünüşüyle Hıristiyandı; ancak eski «dinsiz» felsefeye – Stoacılık ve Yeni Platonculuğa – içten bağlıydı. Atıldığı zindanda kaleme aldığı «Felsefeyle Avunmak» adlı yazısında, son bir kez daha, İlkçağ felsefesinin gür ve özgür sesini duyurmuştur.
Philon’un Tanrısı Eski Ahit’teki Tanrıdan başka türlü bir Tanrıdır.
Bu Tanrı insanlara özgü tüm niteliklerden arınmış, soyunmuştur. O, belirlenemeyen, bilinemeyen ve ulaşılamayan bir yerde, her şeyin üstünde durur. Dünyanın yaratılışı sırasında maddeye dokunmak Tanrının şanına ve büyüklüğüne yakışmazdı. Tanrı bu yüzden, dileğinin yerine getirilmesi amacıyla maddeye biçim veren, İdea’lar diye anıları araçlardan yararlanmıştır. Burada Platon’un İdealar öğretisiyle bir bağlantı kurulduğunu görüyoruz. İdea kavramına bir de Logos – dünyayı yöneten akıl düşüncesi -eklenince olasılıkla Stoacılar da devreye girmiş oluyor. Ne var ki, Stoacılarda Tanrı demek olan Logos kavramı, Philon’da Tanrıyla özdeş değildir. Logos Tanrıdan sonra ikinci yeri alır, ve Philon bunu bazan Tanrının Oğlu diye niteler. Logos, Tanrının aracısıdır, sözüdür, oğludur; ve insanlar adına Tanrı katına ulaştırılan sözdür. Burada, Hıristiyanlığın dayandığı bazı düşüncelerin daha önce geliştirilmiş olduğu görülüyor.
Epikürcü ahlak öğretisinin (Ethik) gerçekten de söylendiği gibi olup olmadığına bakmadan önce, onun «doğru düşünme bilgisi» (mantık, Logik) ve «doğa bilgisi»yle (Physik) ilgili görüşlerine kısaca bir göz atalım. Epikür de, mantık ve fiziği Stoacılar gibi ahlak öğretisi için yardımcı bir araç olarak görmüştü. Mantık bize yanlışlardan nasıl kaçınacağımızı öğreten yardımcı bir bilgidir, araçtır. Fizik de doğru davranmamıza yardımcı olan bir araçtır, çünkü fizik, doğadaki olaylar ve varlıklar arasındaki ilişkileri açıklar ve bunların tanrıların işi olmadığını, tanrıların hiç bir işe karışmadığını kanıtlar ve böylece bizi yersiz korkulardan kurtarır. Epikür, tam olarak yadsımadığı tanrıların «dünyaların ötesinde» bulunduğunu ve bu dünyada olup bitenlerle ilgilenmediğini bildirir. Yine bunun için, insan da tanrılar ve şeytanlarla ilgilenmemelidir. Fizik her şeyden önce dünyayı ve gerçekleri açıklayarak -Epikür Demokrit’in atom öğretisini doğru bulmuştu insanın doğa üstü güçler karşısındaki ezikliğini ve büyük korkusunu yenmesine yardımcı olmalıdır ki, insan bu dünyada özgürce, korkusuzca, doya doya yaşamasını bilsin. Demek ki, Epikür bunu gerçekten de önermişti. Epikür insanın biricik amacının mutluluk olduğunu söyler ve bunu da şöyle tanımlar: «Yaşamın tadını çıkarmak ve acılardan kaçınmak!» Ancak Epikür, doymak bilmeksizin, sınır tanımaksızın çılgınca, düşüncesizce zevkler peşinde koşmayı önermemiştir, çünkü o şu gerçeğin farkındaydı: Her türlü aşırılık,ölçüsüzlük ve taşkınlık yine geri tepecek, karşıtı olan acılara dönüşerek sıkıntı verecektir. Bu yüzden, mutluluğa ulaşabilmek için sağduyunun gösterdiği yoldan yürümek gerekir. Sağduyumuz, ölçülü, dengeli kalmamızı, iç rahatlığı ve ferahlığıyla gerçek mutluluğa ve huzura (ataraxia) kavuşmamızı sağlayacaktır. Epikür, Stoacılardan sanıldığı kadar da uzak değildir. Yaşamının son yıllarında tutulduğu ağır hastalığı Stoacılardan hiç aşağı kalmayan bir umursamazlıkla, geniş yüreklilikle, keyfini bozmadan göğüslemeyi bilmiştir.
Platon zamanından ta Romalılar zamanına dek sürmüş olan bir akımdır. Siniklerin dayandığı, hiç bir şeye gereksinim duymama ilkesinden yola çıkılarak davranışları ve düşünceler açıklanabilir. Bunlar bir işi ve bir malı olmayan pek yoksul kimselerdi.
İş güç, mal mülk sahibi olmaya da hiç çabalamazlardı. Toplumun değer yargılarını, yurt sevgisi gibi duygularını paylaşmazlardı.
Kendilerini dünya yurttaşı, gerçek «kozmopolitler» olarak görürlerdi.
Bilim, sanat ve felsefe onlara göre anlamsızdı. Sinik öğretide her şey çok kolay ve açıktır. Schopenhauer’de de görülen insanın neye sahip olduğu değil, ne olduğu önemlidir ya da dışa değil içe bakılır
düşüncesini daha o zamanlar ortaya atmışlardır.
Siniklerin en ünlüsü Büyük İskender’in çağdaşı olan Sinoplu Diyojen’dir (Diogenes). Anlatıldığına göre, dünya fatihi Büyük İskender ona Dile benden ne dilersin? diye sorunca, o da Gölge etme! (Gölge etme başka ihsan istemem!) diye karşılık vermiş. Bunun üzerine Büyük İskender, İskender olmasaydım Diyojen olmak isterdim. demiş.
Diyojen bir fıçıda, bir başka söylentiye göre bir köpek kulübesinde yaşıyormuş; tek malı da su içmek için kullandığı sukabağıymış. Bir gün bir köpeğin bir kap kullanmadan su içebildiğim görünce bunu da elinden atmış. Bu yüzden de ona «köpek» (Yunanca kyon) adını takmışlar.
Bütün bu akımın adı da, büyük bir olasılıkla, buradan alınmıştır.
Almanca «zynisch» (İngilizce cynical, Fransızca cynique, Latince cynicus) sözcüğünün kökeni de yine buradadır. Halk, bilgeler ve deliler diye ikiye ayırdığı Siniklerin konuşmalarını ve sözlerini çoğunlukla «saldırgan, iğneleyici, utanmaz» bulmuş olacak ki «zynisch» sözcüğü tüm bu anlamlan çağrıştırır.
Ölümlüler içinde yalnız o değilse de, en başta o yaşamıyla ve öğretici sözleriyle bize göstermiştir, insanın nasıl hem doğru hem de mutlu olabileceğini; şimdi ölümle o da susunca, artık kimse söyleyemiyor
Yasa ve töreyi güçsüzler ve kuru kalabalıklar koymuştur Böylece kendilerinden daha güçlü olan bir kişinin kendi gücüne dayanarak bileğinin hakkını elde etmesini önlemek isterler ve bu kişiyi çekemeyerek sindirmeye çalışırlar. Bunun için de derler ki, başkalarına verilenden daha çoğunu istemek, çirkindir, haksızdır, ayıptır. Onlar, öyle sanıyorum ki, bu gidişten pek memnundurlar, çünkü onlar güçsüz ve aşağı olanlardır. Kanımca, doğaya göre bile, doğruluk ve hak, soylunun daha çoğunu, soysuzun daha azını; yeteneklinin daha çoğunu,
yeteneksizin daha azını elde etmesindedir. Pek çok durumda, pek çok canlıda bu böyle olduğu gibi insanlarda, devletlerde ve milletlerde de bu böyledir, yani güçlü olanın güçlü olmayan üzerinde egemen olma hakkı tanınmıştır yoksa Kserkses (Xerxes) Yunanistan üzerine yürüdüğü zaman başka bir hakka mı dayanıyordu? Bu duruma daha binlerce kanıt bulunabilir. Doğrusu, bu güçlü adamlar doğaya uygun davranıyorlar, ve – Zeus aşkına – güçlerini doğanın gerçek yasasından alıyorlar ve bizim, yeteneklileri ve güçlü- leri daha çocuk yaşlarında ezen, arslanları ehlileştirir gibi uyuşturmaya, sindirmeye yarayan ve eşitliğin iyi ve güzel bir şey olduğunu aşılayan yürürlükteki çarpık yasalarımızdan ve törelerimizden değil! Ve yine derim ki, bir kişi silkinerek kendine gelir ve ayağa kalkarsa ve yeterli gücü kendinde bulursa o zaman o kişi, doğaya karşı gelen tüm uyuşturucu ve aşılanmış değerlerimizi, yargılarımızı aşar, bütün engelleri birer birer yıkar,
zincirleri kırar, yazılı yasaları yırtarak ayaklar altına alır. Bizim kölemiz olması gereken bir kişi bir gün başımıza geçer ve efendimiz olursa, işte o zaman onun gücünün göz kamaştırıcı parlaklığında doğanın yasası yansır
İnsanların ulaşabileceği mutluluk, sevinçle dolu bir rahatlıktır (ataraxia). Buna götüren yol ise kendimizi dinlemek, tanımak, duygularımızı, isteklerimizi dizginlemek ve yüce duygu ve değerlerin değerini bilmektir. Kaba güç yük hayvanlarına yakışır, insanların soyluluğuna yakışan ise düşünce gücüdür.” Ve, İran tahtına çıkacağıma (geometride) bir kanıt bulayım daha iyi.
1. Çin felsefesinin özellikleri arasında en başta «uyum» düşüncesini saymak gerekir. Özellikle Konfüçyüsçülükte, ama yalnız onda değil, hemen hemen bütün akımlarda hep, uyum içindeki bir denge durumunu anlatmaya yarayan «ölçü», «denge», «altın orta» gibi kavramlarla karşılaşıyoruz.
2. Bütün Çin felsefe akımlarında «insanın ve evrenin uyum içinde olduğu» düşüncesine yer verildiğini görüyoruz.
3. Ayrıca, ve en çok Lao Tse’de, «insan ve doğanın uyum içinde olması» düşüncesi de işleniyor.
4. Uyumlu ve yumuşak olma eğilimindeki Çinlilerin her türlü aşırılıktan ve tek yanlı oluştan kaçındıkları söylenebilir. «Ya şu ya bu»nun yerini her yerde «hem o hem bu» almıştır. Karşı uçlara yönelme bir dengeleme çabası olarak görülmüş ve her şeye yukarıdan bakılarak tüm karşıtlıkların bir bütünlük ve denge içinde bir arada durduğu anlatılmış ve gösterilmiştir.
5. Buradan da birbirini karşılıklı etkileyerek dengeyi kuran iki ilkenin varlığı düşüncesine ulaşılır. Etkin «Yang» ile edilgen »Yin»’e, biçimleyen «Li» ile biçimlenen «Çi»’ye neredeyse tüm akımlarda yer verilmiştir.
6. Karşıtlıkları yok etmeden uzlaştırma, ve barışa ulaşma eğilimi Çinlileri öyle hoşgörülü kılmıştır ki Batılılar bunun enginliğini anlamakta güçlük çekmişlerdir.
7. Bu kadar aşırı bir hoşgörüyü adamsendeci bir tutumdan ayırt etmek güçtür. Buradaki hoşgörünün niteliği Hindistan’dakinden de değişiktir. Hindistan’da, herkes kendi yolundan giderek kurtuluşa varabilir – şu ya da bu yol yüce gerçeğe götüren yollardan yalnızca biri olabilir, biçiminde
8. Bu son özellikle ilgili olarak Çin düşüncesinin insancıl (hümanist) olduğu da görülmektedir. Hiç bir Çinli düşünce sistemi yoktur ki insana ağırlık vermemiş olsun. Bu durum başka başka biçimlerde de olsa aynı ölçüde, eski Çin düşüncesinin iki ana akımı olan Konfüçyüsçülük ve Taoculuk için de geçerlidir. Her ikisinin de ağırlık verdiği konu insan yaşamıdır: Burada aralarındaki fark, Konfüçyüs un insanın kendi kendini geliştirerek, eğiterek olgunlaşmasını istemesi, Lao Tse’nin ise anlamlı bir yaşam için doğaya, doğa yasalarına uymaya önem vermesidir. Batılı araştırmacılar bu iki akım arasında derin ayrılıklar görmeye ve göstermeye çalışırken Çinli bilgeler hep ortak yönleri vurgulamışlardır.
9. Azla yetinme, ölçülü olma, iç barış, ve iç rahatlığı Çinlilere göre insan mutluluğunun vazgeçilmez öğeleridir.
10. İnsan doğasının niteliği bakımından Meng Tse’nin (Mensiyüs un) şu sözünü onaylayabilecek düşünürler çoğunluktadır: «İnsan doğuştan iyidir.»
11. Bilmek uğruna bilmek, salt bilgiye ulaşma çabası pek önem kazanmamıştır. Çin felsefesi daha çok kişiyi doğru davranış ve tutuma yönlendirmeyi amaçlamıştır. Bu bakımdan daha çok ahlak konusu (ethik) ağırlık kazanmıştır.
12. Çin düşünürleri insanı yalnız doğal çevresiyle birlikte değil ailesi, toplumu ve devletiyle bir bütün olarak gördüklerinden Çin felsefesi aynı zamanda siyaset felsefesini (Politik) ve toplum felsefesini (Sozialphilosophie) ilgilendirir.
13. Çin kültürü gibi Çin düşüncesi de kapalı bir ortamda gelişmiş ve kendi yağıyla kavrulmuştur. Son zamanlara dek Budacılık, yabancı bir ülkeden gelip de Çin’de tutunarak yayılabilmiş olan tek düşünce akımı olarak kalmıştır. Bu kapalılığın ve kendi kendine yetme özelliğinin Çin’in tarihinden ve coğrafyasından mı kaynaklandığı, yoksa Çinlilerin kişilik özelliği mi olduğunu belirlemek kolay değildir. Yalnız bu içe kapanıklık ve dışa açılamama genel bir özellik olarak sayılagelmiştir. Ne var ki, Batı’da yaşayan ve çalışan Çinlilerin değişen koşullara şaşılacak bir kolaylıkla uyum sağlayabildikleri de gözlemlenmiştir.
«Halkın devrim hakkı» öğretisi yüzünden Mensiyüs tahmin edilebileceği gibi yöneticilerden pek ilgi görmedi. Yazıları ve resmi, zaman zaman Konfüçyüsçü tapınaklardan bile çıkarıldı. Ne var ki, Çin tarihine bakacak olursak halkın sık sık onun göstermiş olduğu yoldan yürüdüğünü görürüz.
Meng Tse’nin insan üzerine görüşü yalın ve açıktır: insan doğuştan iyidir. – Aşağı doğru akan su gibi insanın eğilimi iyiliğe doğrudur. Doğru yolu bulmak için, vicdanımızın sesine, bizde doğuştan var olan o değerli doğal bilgiye kulak vermeliyiz. Doğruyu bulmak için (Lao Tse’nin önerdiği gibi) doğayı gözlemlememiz gerekmez, eski bilgeler de bizim gibi insan olduklarına göre onları kendimize örnek almamız da gerekli değildir, uyum içinde yaşamanın anahtarı kendi içimizdedir ve biz uyum içinde yaşarsak toplum düzeni de kendiliğinden en iyi biçimde kurulur.
Mo Tse’deki insan sevgisi de karşılıksız ve bir yarar umma art düşüncesinden kurtulmuş değildir:
Başkalarını sevenler sevilirler.
İnsanların seve seve ölüme gitmemesini sağlayın! Uzaklara göç etmemesini sağlayın! Savaş arabaları ve gemileri olsa da bunlara binmesin. Zırhları ve silahları olsa da bunları kuşanmasın. Aşı tatlı,
giysisi hoş, evi rahat olsun. Beğendiği töreye uysun İnsanlar zamanından önce yıpranmasın, ölmesin.
Eski zamanların Tao’ya göre yaşamasını bilen imparatorları halkın çok bilmiş olmasını değil, doğal olmasını isterlerdi. Halk iyi yönetilemiyorsa çok şey biliyor demektir. Bunun için gereksiz bilgiyi yaymayanlar mutluluk ülkesini yönetirler.
Ülkede ne kadar çok yasak varsa, halk da o kadar fakir olur. Ne kadar çok kazanç yolu bulunursa toplum ve aileler o kadar karışır. İnsanlar ne kadar kurnaz ve buluşçu olurlarsa ortalığı o kadar şaşırtıcı ve yapmacık buluşlar kaplar. Ortalığa ne kadar çok yasa ve bildiri yayılırsa hırsızlar ve haydutlar da o kadar çoğalır. Bunun için olgun kişi der ki: Ben uğraşmıyorum, halk kendiliğinden doğru yolu bulur. Ben rahatı seviyorum, halk da kendiliğinden rahata erer. Ben bir iş yapmıyorum, halk kendiliğinden geçimini sağlar. Benim bir isteğim yok, halk da kendiliğinden huzurlu ve mutlu olur.
Kung Tse (Konfüçyüs) bir gün Lao Tse’nin töreler ve erdem üzerine görüşlerini almak için Çov Beyliğine gelmiş. Lao Tse ona demiş ki:

‘Senin andığın kimselerin bugün kemikleri bile kalmamış, yalnız sözleri kalmış.’ Ve sonra yine demiş ki: ‘Yüce kişi uygun koşullar varsa günü geldiğinde göklere çıkarılır, yoksa günü geldiğinde yere gömülür ve üzerinde yabani otlar biter. Şöyle bir söz işitmiştim, iyi bir tüccar zenginliğini derinliklerde gizler ve sanki elinde bir şey yokmuş gibi gözlerden saklarmış; erdemli ve olgunlaşmış kişinin de dış görünüşü parlak olmaz. Dostum, şu gösterişli, yapmacık davranışlardan, şu sonu gelmez isteklerden, havada kalan tasarılardan vazgeç. Bütün bunların senin kendi özüne hiç bir yararı olmaz! Sana söyleyeceklerim işte bu kadar!’
Kung Tse geri dönünce öğrencilerine şunları söylemiş: ‘Kuşların uçtuğunu biliyorum, balıkların yüzdüğünü biliyorum, öteki av hayvanlarının koşarak kaçtığını biliyorum. Koşanlar kementle tutulur. Yüzenler ağ ile yakalanır. Uçanlar ok ile vurulur. Ancak bulutlara binen, rüzgârla dolaşan, bir yere inip bir göğe çıkan ejderhayla nasıl baş edilir, bilemiyorum. Bugün Lao Tse’yi gördüm ve gördüm ki o, ejderhaya benziyor.’

Dıştakini içtekinden yeğ tutan kişi daha olgun değildir; dıştakiyle içtekini bir tutan kişi yücedir.
Konfüçyüşçülük, Taoculuk ve Mohizm ve bunun yanında da Yanıltmacılar, Yasakçılar ve Yeni Mohistler
Çin Halk Cumhuriyeti Çincenin Latin harfleriyle yazılabilmesi için giderek bütün dünyada benimsenen ve yayılan, bilimsel, yeni bir çevriyazı sistemi önermiştir. Bu çevriyazının adı «Pin Yin»’dir. Bir Çin sözcüğünün anlamını değiştirebilen dört seslendiriliş biçimi bu çevriyazıda hecenin ya da seslinin (ünlünün) üzerine konan vurgu imleriyle (Diakritik) belirtilmiştir. Buna göre «ā», düz ve yüksek ses; «á», yükselen ses; «aˑˑ», önce az alçalan sonra yükselen ses; «à», alçalan ses.
Çin dilinin yapısının çok değişik olması yüzünden Çinceden yapılan çevirilerde, hele bunlar felsefe konusuna giriyor ve çok sayıda soyut düşünsimgeleri içeriyorsa, büyük güçlüklerle karşılaşılır. Aşağıya da birkaçını koyduğumuz Çince metinlerin çevirileri, Çin dil ve kültürünün önde gelen uzmanlarınca yapılmış olmasına karşın birbirini yer yer tutmamaktadır. Konunun ne olduğu, neden söz edildiği az çok anlaşılmaktaysa da ayrıntılara ve kavramların inceliklerine girildiğinde karşılaşılan birbirinden değişik yorumlar ve güçlük, düşüncelerin dizilişiyle anıştırılan, açıkça belirtilmemiş olup konunun bağlamından ve sözün gelişinden anlaşılan kimi gizli anlamların ve çok yönlü çağrışımların düşünsimgelerde yoğunlaştırılmış olmasından kaynaklanmaktadır ve bu anlamların bu yoğunlukta başka bir dil yapısına taşınması olanaksızdır. Çin, bir gün Latin alfabesine geçecek olursa Çin düşünce yapısının da uzun dönemde değişebileceğini söylemek pek yanlış olmaz.
Vasubandhu’nun «Gerçekçi (Realist) Sistemi» – İS 420 ile 500 yılları arasında yaşamış olan ve varoluşun, bir yanda pek çok ve türlü türlü somut ve kalıcı nesnelerden, öte yanda da geçici bir süre yeryüzünde kalarak bu nesnelerle ilgilenen kişiliklerden, benliklerden (ruhlardan) oluştuğunu göz önünde tutan Vasubandhu «değilleme»yi yalnızca «kişiler» üzerinde uygulamakta ve zaman içinde sürekli ve kalıcı «benlikler (ruhlar)» olabileceği düşüncesini yadsımaktadır. Görünen dünyanın gerçek olduğundan ise kuşku duymadığı için bu sistem «gerçekçi (realist)» diye adlandırılmıştır.
Doğru Davranış Yasası Doğru ve erdemli bir yaşam ile ilgili görüşlerini özetlemesi istenince Buda kurtuluşa götüren yolda, şu beş yasağı koydu:
1. Öldürme!
2. Verilmeyeni alma!
3. Yalan söyleme!
4. İçki içme!
5. Beline hakim ol!
Sözcük anlamı aşağı yukarı şöyle: bir alev sönünce ortaya çıkan durum. Bir alev sönünce geriye ne kalır? Hiç! İşte bu koca hiçlik Nirvana kavramının anlamıdır. Buda’nın kendisi bu durumu bir kimsenin her türlü tutkusundan arındığı ve ölüm0 doğum döngüsünden kurtulduğu durum, yani dinginlik (iç barış) olarak nitelemiştir. Bu bize belki büyük bir ödül gibi gözükmeyebilir ama Buda’ya göre bir insanın erişebileceği tek ve biricik şey de budur.
Budacı yazında sonraları Nirvana kavramına türlü türlü yorumlar ve açıklamalar getirilmiştir. Sonradan gelişen Budacı din, Nirvana’yı birazına bu dünyada yaşarken, birazına da öldükten sonra öbür dünyada kavuşulabilecek – bir mutluluk yaşantısı olarak tanımlamıştır. Köktenci ya da bozulmamış Budacılıkta ise Nirvana kesin bir hiçlik kavramıdır.
Nirvana, üzerinde hiç bir şey söylenemeyecek, hiç bir sözcüğe sığdırılamayacak bir kavramdır. Bu yüzden Budacıların Nirvana’dan ne anladıklarını ne kadar açıklamaya çalışırsak çalışalım okuyucuyu yeterince aydınlatanlayız, çünkü – tüm öteki Hint bilgelik öğretilerinde olduğu gibi -sezerek ve içe dalarak (meditasyonla) yol almadıkça, ona ermedikçe O’nu kavrayamayız.
Buda’nın öğretisi üzerine bilgilerimiz ancak daha sonraki yüzyıllarda derlenmiş ve daha da sonra yazıya geçirilmiş olan metinlerin toplandığı üç Pitaka’ya (üç sepet) dayanır. Araştırmacılar, büyük bir olasılıkla Buda’nın gerçek öğretisi olduğunu sandıkları özgün görüşleri bu derlemelerden yola çıkarak, daha sonraki değişmelerden ve eklentilerden ayıklamayı başarmışlardır. Sanskritçenin Pali lehçesinde yazılmış olan Pitaka’ların en iyi korunmuş ve gerçek öğretiye en yakın metinler oldukları anlaşılmaktadır. Bizim, ayrıntılara dalmayacak olan incelememizin bu bölümünde, önce Buda’nın gerçek öğretisi anlatılmaya çalışılacak; daha sonra Budacılığın tarihine ve yayılışına bir göz atılacak ve son olarak da sonradan gelişen başka Budacı öğretilere ve akımlara yer verilecektir.
Kazılarla yeni buluntuları ortaya çıkarması rastlantılara bağlı olan arkeolojinin, ileride ne yenilikler getireceği hiç belli olmaz. Ancak Mohenjo-Daro adındaki uygarlığın kalıntılarını kürekler 1924 yılında ilk kez gün ışığına çıkardığında,
uygarlık tarihine yeni bir sayfa açılmıştır. Sağlam ve birkaç katlı evleri, dükkânları ve geniş caddeleri olan ve birbiri üstünde kat kat yükselen kentlerin yapılış tarihini, uzmanlar İÖ üçüncü ya da dördüncü bin yıla kadar çıkarmışlardır. Burada bulunmuş olan ev eşyaları, süslü çanak çömlekler, silahlar ve takılar sanat değeri açısından eski Mısır, Babil ve hatta Avrupa’daki benzerlerinden hiç aşağı değildir. İÖ ikinci bin yılın ortalarına doğru, aşağı yukarı İÖ 1600 yıllarında – eski tarihler kesin olarak belirlenemediğinden ancak kestirilebilir kuzeyden gelen, kendilerine «Aryas» (Aryalar) diyen bir kavim (budun) Hindistan’ı yavaş yavaş ele geçirmeye başladı. Arya sözcüğünün anlamı kimi araştırmacılara göre «soylu» demektir, bu durumda «Aryas» sözcüğünden «soylular» anlamı çıkıyor. Başka araştırmacılar bu sözcüğün «inananlar» anlamına geldiğini ileri sürüyorlar ki o zaman bu, Aryaların dinine inananlar demek oluyor; daha başka araştırmacılarsa «arya» sözcüğünü «çift sürmek» sözcüğünden türeterek, Aryaların «çiftçiler» anlamına geldiğini belirtiyorlar. Dilbilim, 19. yy.’ın başında, Aryaların dilinin Batı dillerine olan yakınlığının farkına varınca Hint, İran, Yunan, Latin, îslav, Cermen, Kelt ve Ermeni dillerini kapsayan dil ailesine «Aryan» ya da «Hint-Cermen (Indogerman)» diller dendi; ve dillerdeki bu yakınlıktan yola çıkılarak Hintli Aryaların yukarıda adlan geçen halklarla birlikte çok eski bir Hint-Cermen kavimden geldikleri varsayıldı ve bu kavmin anayurdunun neresi olabileceği konusunda sonu gelmez bilimsel bir tartışma başladı. Son zamanlarda böyle bir varsayıma da kuşkuyla yaklaşılmıştır, ancak – elde yazılı belgeler yoksa da – bütün bu dillerin bir kök dilden türemiş olduğu konusunda görüş birliği vardır.
Bir Hintli bilgeye öğrencileri en yüce gerçeğin ne olduğunu sormuşlar, o ise bir şey söylemeyerek susmuş. Bir açıklama bekleyerek üstelediklerinde bilge sonunda dayanamayarak demiş ki: Niçin bana hep aynı soruyu sorup duruyorsunuz? Sorunuzu karşılıksız bırakmadım ki. Şunu bilesiniz, en yüce gerçek suskun olmaktır!
O benim özümdür ben ondan ayrılarak yine ona özüme kavuşacağım.
Advaita Vedanta:
Yaşam bir lotus yaprağı üzerinde titreyen bir su damlası gibidir Zaman akar gider, yaşam solar biter
Birbiriyle çelişen ve yalnız kendisinin doğru olduğunu ileri süren bir sürü inanç, düşünce ve yaşam biçimiyle karşılaşan bir kimse, sonunda bütün bunların hepsinden, her şeyden kuşkulanmaz mı?
Başka halklarda da olduğu gibi Yunanlılar da uygarlıklarının en parlak ve olgun çağına, özgürlüklerini artık yitirdikleri ve çöküşün gölgesi üstlerine vurduğu bir sırada ulaşmışlardır. Minerva’nın baykuşları alacakaranlıkta kanatlanır! diyerek Hegel bu durumu özetlemiştir.
Thales, En güç olan şey nedir? sorusuna, Kendi kendimizi tanımak . En kolay şey nedir? sorusuna Başkalarına öğüt vermek diye yanıt vermiş.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir