İmam Gazali kitaplarından İlahi Ahlak kitap alıntıları sizlerle…
İlahi Ahlak Kitap Alıntıları
&“&”
Havariler dayanamaz:
— Bu leş ne fena kokuyor. Derler. Hazreti İsa (A.S.) bu sözü duyunca
-. (Bu gibi hallerde insanların iyi taraflarını anlatmak gerektiğini öğretmek için) şöyle mukabelede bulunur:
– Zavallı hayvanın ne güzel dişleri var…"
98. Er-Reşid Bütün işleri ezeli takdirine uygun bir nizam ve hikmet üzere sonuna ulaştıran.
95. El-Bedî Örneksiz, misilsiz, hayret verici nice âlemler icad eden.
96. El-Bâki Varlığının sonu bulunmayan, ebedi olan.
92. En-Nâfi Hayır ve menfaat verecek şeyleri yaratan.
86. El-Muksıt Bütün işleri birbirine uygun ve denk yapan.
83. Er-Raûf Pek acıyan, lütuf ve merhametle pek esirgeyen.
84. Mâlikü’l-Mülk Mülkün ebedi sahibi olan.
80. Et-Tevvâb Tövbeleri kabul eden.
74. El-Âhir Bitişi olmayan, son olan.
75. Ez-Zâhir Açıkca bilinen, âşikâr olan.
76. El-Bâtın Gizli olan.
72. El-Muahhir İstediğini geri koyan, arkaya bırakan.
63. El-Hayy Diri, tam ve mükemmel manasıyla hayat sahibi.
64. El-Kayyûm Gökleri, yeri ve her şeyi tutan.
60. El-Muid Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratan.
54. El-Kaviyy Pek kuvvetli. Pek güçlü olan.
55. El-Metîn Çok sağlam olan.
47. El-Hakîm Emirleri, kelamı ve bütün işleri hikmetli olan.
48. El-Vedûd İyi kullarını seven, sevilmeye ve dostluğa hakkıyla layık olan.
49. El-Mecîd Şanı çok büyük ve çok yüksek olan.
50. El-Bâis Ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran.
43. El-Kerîm Çok ikram edici. Keremi ve mağfireti bol olan.
44. Er-Rakîb Bütün varlıklar üzerine gözcü olan.
41. El-Hasîb Herkesin hayatı boyunca yaptıklarının hesabını soran.
34. El-Azîm Pek azametli ve büyük olan.
35. El-Gafûr Çok bağışlayan, magfireti çok olan.
36. Eş-Şekûr Kendi rızası için yapılan iyi işleri, ziyadesiyle mükafatlandıran.
37. El-Aliyy Çok yüce. Pek yüksek olan.
21. El-Kâbıd Dilediğine darlık veren, sıkan, daraltan.
22. El-Bâsıt Dilediğine bolluk veren, açan, genişleten.
23. El-Hâfıd Yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan.
24. Er-Râfî Yukarı kaldıran, yükselten.
25. El-Muiz İzzet verip ağırlayan.
26. El-Muzil Zillete düşüren, hor ve hakir eden.
15. El-Gaffâr Kullarının günahlarını örten, günahlarını bağışlayan.
16. El-Kahhâr Her şeye, her istediğini yapacak surette galip ve hakim olan.
17. El-Vehhâb Çok fazla ihsan eden.
18. Er-Rezzâk Bütün mahlukatın rızkını veren ve ihtiyacını karşılayan.
19. El-Fettâh Her türlü zorlukları kolaylaştıran, darlıktan kurtaran.
7. El-Mü’min Gönüllerde iman ışığı uyandıran.
8. El-Müheymin Gözeten ve koruyan.
9. El-Aziz Mağlup edilmesi asla mümkün olmayan.
10. El-Cebbâr İstediğini mutlak yapan, dilediğine muktedir olan.
11. El-Mütekebbir Her şeyde büyüklüğünü gösteren.
12. El-Hâlık Her şeyi yoktan var eden.
2. Er-Rahmân Rahmetiyle muamele eden, esirgeyen.
3. Er-Rahim Merhamet eden, bağışlayan.
4. El-Melik Mülkün gerçek sahibi, mülk ve saltanatı devamlı olan.
5. El-Kuddûs Her türlü eksiklik ve ayıplardan münezzeh olan.
İz’ansız ve idraksiz olanları ise, çok izah daha da çok şaşırtır."
* Basiretli: Gerçeği kavrayıp anlayan, ileriyi gören ve ona göre davranan (kimse), ileri görüşlü, sağgörülü
*Basiret:
1-)Kalp gözüyle görme, kalp gözüyle görerek bir şeyin gerçeğini kavrama, anlama, idrak etme
2-) Doğru ve ölçülü bir görüşün verdiği uyanıklık, ileriyi görme, sağgörü, gönül gözü, kalp göz
* İz’ansız: anlayışsız, ferasetsiz
* İzah: Bir şeyi anlaşılacak şekilde anlatma, açıklama
* Îdraksiz: İdrâki, kavrayışı olmayan, anlayışsız, ahmak.
Ramazan geldi demeyin. Çünkü Ramazan, Allah’ın isimlerindendir.. Ramazan ayı geldi, deyiniz!"
Onu cehaleti ile baş başa bırakın! (Lütfen!)
Bunların hepsi hiç şüphe yok ki Allah için bahis konusu olabilir.
İşte bu sebepten Allah gerçek ve kayıtsız şartsız Haydir. Ondan, başka her canlının hayatı, (diri olması) idraki ve fiili kadardır
(yani onlarla ölçülebilir) ki, mahduddur..Sonra canlı varlıklar da derece dereced
Allah’ı bilen kişi, diğer ilimlerde her ne kadar zayıf ise de,her ne kadar güzel konuşup konuyu etraflıca açıklayamasa da o Hakimdir. Lâkin Kulun hikmetini Allahın hikmetine kıyaslayacak
olursak, onun kendisini bilmesi ile Allahın kendi Zâtını bilmesi arasındaki fark kadar büyük olduğunu görürüz.
Evet bu iki hikmet arasındaki fark gerçekten büyüktür. Buna rağmen bu bilgi (Kulun Allah’ı bilmesi) bütün bilgilerin en enfesi ve en hayırlısıdır
O’nu bilen, O’nun cemâlini gören kişi ancak idrak edebilir bunun mânasını.. Çünkü öyle bir behçet ve sevinç, neşe ve s-ürür kaplar ki içini bütün cennet nimetlerini unutur gider, O’nun
Cemâli karşısında,
Şurası da bir gerçektir ki, gözle görünen zahiri olan şekil güzelliği ile kalp gözü ile görünen batini mânâ güzelliği arasında hiç bir münasebet ve ilgi yoktur.
ve güneşi senin menfaatin için vücuda getiren O’dur!…
Sonra yavrunun annesine muhtaç olduğunu görerek, onun Allah’a muhtaç olmadığını da sakın aklının köşesinden geçirme’yesin. Onu her şeyden önce düşünen yine Allah olmuştur. Zira annesini, annesinin memelerindeki sütü, annesinin ona karşı olan sevgi ve şefkatini yaratan O’dur! Kifâyet bu sebeplerle tezahür
ediyorsa muhakkak ki, bu sebeplerin yaratıcısı yine O’dur.
Kişi, saadete ancak selamet bulmuş bir kalple vasıl olabilir.
Kalp selameti; nefsin tezkiye ve yetiştirilmesi çalışmakla elde edilir.
Evet, hükmü müşahede babında kullar derece derecedirler: Kimi işin sonunu düşünür, acaba nasıl olacak sonum diye..
Kimisi önünü acaba ezelde hakkımda ne takdir edildi, diye düşünür. Bu, bir öncekinden daha iyidir. Çünkü, işin sonu önüne, yani ezelde ne takdir edilmişse ona bağlıdır.
Kimisi de ne maziyi ve ne de geleceği düşünür: İşte bu anın adamıdır, Allah’ın, kaza ve kaderine razı olmuştur.
Mademki hikmetin manası, sebepleri düzenleyip müsebbebata yöneltmektir.
Öyleyse o, mutlak hikmet ve hüküm sahibidir. Zira özel olarak da ve tafsilatlı olarak da bütün sebepleri yaratan ve onlara yön veren O’dur.
Bu söz aklını, kurcaladı ise, satranç öğrenen kişinin ilmi ile asıl satrancı bulan kişinin ilmini bir karşılaştır. O zaman, satrancı bulan kişinin satrancın vücuduna (varlığına) sebep olduğunu,satrancın varlığı da, öğrenen kişinin bilgisine sebep olduğunu anlamakta güçlük çekmezsin. Şu halde satrancı bulan kişinin ilmi,
satrançtan önce gelmiştir. Satrancı öğrenen kişinin bilgisi, bu yüzden gecikmiş ve sonra elde edilmiştir. İşte Allah’ın ilmi de böyledir. Eşyadan öncedir, eşyanın varlığına sebep olmuştur.
Bizim ilmimiz işe, bunun aksine eşyadan sonradır.
— Bu leş ne fena kokuyor. Derler. Hazreti İsa (A.S.) bu sözü duyunca:
(Bu gibi hallerde insanların iyi taraflarını anlatmak gerektiğini öğretmek için) şöyle mukabelede bulunur:
– Zavallı hayvanın ve güzel dişleri var.."
Hayır ve iyiliklerin kaynağı olan diğer riyazi, sınai ve siyasi icadlar hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz.. Bu hususta başarı gösterenlere bir şeyler icad edenlere mucid diyebiliriz, lâkin ne var ki bu isim ona mecazen itlâk edilebilir, hakikat yönünden değil… &‘
Allahın bazı isimleri vardır ki, bunların kullara mecazen nakli mümkündür.. Bazı isimler de var ki, kul hakkında bu isimler hakikattir; Allah hakkında ise mecazdın Sabır, şekûr (isimleri) gibi…
Aradaki farkı anlamadan hiç bir zaman bu isimlerde ortaklık düşünülemez!..
Onun azaları ve eczası gökler, yıldızlar, yer, su ve havadır…
Bunlar gayet tertipli şekilde yaratılmışlardır. Hem öylesine muhkem bir tarzda ve tertip de ki, bu tertip, azacık bozuluverecek olursa bütün nizam altüst olur.
Üste konması gereken, üste; alta konması icab eden de alta konmuştur.
Tıpkı bir bina gibi. Temel taşları alta ve kereste kısmı üste konmuştur.
Bu, tesadüfi değil, bilakis önceden tasarlanıp da öyle yapılmıştır.
Bunun aksini düşünüp de taşları üste, ağaç kısmını alta koysalar, bina yerinde durabilir mi? Duramaz, şeklini kaybeder..
İşte yıldızların yukarda, yer ve suların (deniz ve nehirlerin) aşağıda yaratılmasındaki hikmet ve sebepleri böyle anlamalıyız
Allah’tan başka gayesi olmayan kişinin derecesi, himmetine göredir..
İlmi, mahsusat, mütehayyilât derecesini geçerse, iradesi şehvet icaplarından arınırsa Hazretil- Kuds’un sevgisine mazhar
olmuş demektir.
Şöyle: Çünkü onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise, gazabı, şehveti, hava hevesidir. Halkı ise,- dilli, gözleri elleri ve sair azalandır….
O, bütün bunlara hâkim olup da kendisine boyun eğdirirse, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş demektir.. Bir de buna insanlara karşı olan ihtiyaçsızlığı ve herkesin – gerek dünya hayatında ve gerekse ahiret hayatında – kendisine, muhtaç olduğu hususu eklenirse işte o zaman yeryüzünün
sultanı olmuş demektir ki bu, Peygamberlerin (Allahın selamı üzerlerine olsun) rütbesidir.
Noksan değildir.
Çünkü, Rahmetin(esirgemenin) mükemmelliği; semeresinin kemâliyledir. Muhtacın ihtiyacı tam manasıyla karşılanınca, esirgenen kişinin, asıl merhamet edenin elem duygusunda herhangi bir rolü olamaz!. Merhamet eden kimsenin elem duyması, kendi şahsının zaafına ve noksanlığına delalet eder. Muhtacın ihtiyacı gerçek manada karşılanınca bu bir şey
ifade etmiş olamaz.
Allah’tan mâada her şey boştur.
Diğer isimleri ise, ilim, kudret, fiil gibi yalnız ifade ettikleri mana birimlerine delalet etmektedir..Ve yine bu isim, Allah’tan başkasına, ne hakikat ve ne de mecazen delâlet etmeyeceği cihetiyle, bütün isimlerinden daha ahasdır.
eden ziyasını görebilen bir şahıs tasavvur edilse, bu şahsın, “yalnız güneşi görüyorum!” demesi doğrudur. Güneşten taşan işık, güneşin cümlesinden olup, bu cümleden hariç bir varlık
değildir. Vücud aleminde bulunan her şey de. ezeli kudretin nurlarından bir nur ve asarından bir eserdir. Güneş, bütün eşyayı aydınlatan ışık kaynağı olduğu gibi böylece ibarenin tam olarak ifade edemediği mana da zaruret icabı ezeli kudret olarak tabir edilir ki, varlık aleminde hakim olan bu ezeli kudrettir ve bu manada vücud aleminde yalnız Allah’ın bulunduğu ve arifin de “yalnız Allah’ı tanıyorum! demesi caizdir
mümkün olamayacağını bildikleri zaman hakikati bilmiş olurlar. Zira tanrılık sıfatlarının künhüne vakıf olarak hakiki marifetle Allah’ı
bilmek, Allah’tan başkası için muhaldir.
Bütün bunlardan sonra artık yer ve gök halkının, Allah’ı ancak isim ve sıfatları ile tanıdıklarını söylememizin hayreti mucip olacak tarafı var mıdır? Nitekim cennet hakkındaki bilgilerin de
isim ve sıfatlardan ibaret olduğunu söylemekteyiz.
İşte insanın isim ve sıfatını işitip de tanımadığı idrak edemediği, zatına erişemediği, hali ile hallanamadığı her şey de böyledir.
Hatta diyebilirim ki, Peygamberi bile ancak Peygamberin kendisi bilir. Nübüvvet mertebesine ermemiş olan nübüvvetin sadece adını ve onun insanda Peygamberi Peygamber olmayandan ayırt eden bir hususiyet olduğunu bilir. Fakat o hususiyetin mahiyetini ancak o hususiyete sahip olan peygamberin kendi bilir. Peygamber olmayan asla bilemez.
edersin?” diye soruldu. Cevaben "bir lahza bile olsa ölmeden evvel O’nu tanımayı” dedi. Bu söz şimdi bir, takım zayıfların kalplerini karıştırmakta ve bu nevi sözleri anlayacak kudrette olmadıklarından inkar ve tevile gitmektedirler. Halbuki “Allah’ı çok iyi bilirim” diyen de bence sözünde doğrudur ve “Allah’ı
bilemem" diyen de sözünde doğrudur
Bilindiği üzere nefy ve ispat, ikisi birden bir arada sıdka hamledilemez; ancak sıdk ve kezibi paylaşırlar. Yani nefy doğru olursa ispat yalan ve ispat doğru olursa nefy yalan olur. Fakat sözün vechi değişirse sıdk bir iki kısımda tasavvur edilir. Şöyle ki, "Ebu Bekir Es-Sıddîk’ı tanır mısın?” sorusu iki kişiye sorulsa ve onlardan biri, “Ebu Bekir Es-Sıddîk, bilinmeyecek ve tanınmayacak bir şahsiyet midir? Büyüklüğü, şöhreti ve adının her tarafa yayılmış olması yanında, dünyada onu tanımayan kimse tasavvur edemem, minberlerde sözü geçer, camilerde adı anılır, övgü ve meziyetleri bütün dillerde söylenir” diye cevap verse, öbürü de, “ben kimim ki Sıddîk’ı tanıyabileyim! Heyhat, heyhat! Sıddîk’ı ancak kendisi gibi veya daha, üstün olan tanır; onu tanıdığımı nasıl iddia edebilir veya onu tanımaya nasıl göz dikerim; ben gibiler, onun adını ve vasfını işitirler ki, onu tanıdıklarını iddia etmeye haklan yok’tur" dese her ikisi’ de doğruyu söylemiş olmaktadırlar. Ne var ki, bu ikinci sözün vechi başkadır ve o tazim ve ihtirama daha layıktır.
İşte Allah’ı bilirim veya bilemem diyenlerin sözlerini bu şekilde anlamak gerekir.