İçeriğe geç

İlahi Ahlak Kitap Alıntıları – İmam Gazali

İmam Gazali kitaplarından İlahi Ahlak kitap alıntıları sizlerle…

İlahi Ahlak Kitap Alıntıları

&“&”

…Nizam-ül Mülk kendisine hayran olmuş ve Gazaliye “Zeyn-üd’Din = Dinin Ziy­neti unvanını vermiştir.
Bir defasında İsa (Aleyhisselâm) havarileri ile birlikte ölmüş bir köpeğin yanından geçerler.
Havariler dayanamaz:
— Bu leş ne fena kokuyor. Derler. Hazreti İsa (A.S.) bu sözü duyunca
-. (Bu gibi hallerde insanların iyi taraflarını anlatmak gerektiğini öğretmek için) şöyle mukabelede bulunur:
– Zavallı hayvanın ne güzel dişleri var…"
Allah bir kulu sevdimi, halkın ona olan ihtiyacını artırır.
Gelen bela, insanın dilinden gelir."
99 Es-Sabûr Çok sabırlı olan.
97. El-Vâris Servetlerin gerçek sahibi olan.
98. Er-Reşid Bütün işleri ezeli takdirine uygun bir nizam ve hikmet üzere sonuna ulaştıran.
94. El-Hâdî Hidayete ve doğru yola erdiren.
95. El-Bedî Örneksiz, misilsiz, hayret verici nice âlemler icad eden.
96. El-Bâki Varlığının sonu bulunmayan, ebedi olan.
93. En-Nûr Alemleri nurlandıran.
91. Ed-Dâr Elem ve zarar verecek şeyleri yaratan, hüsrana ugratan.
92. En-Nâfi Hayır ve menfaat verecek şeyleri yaratan.
90. El-Mânî Bazı şeylerin meydana gelmesine müsaade etmeyen, engelleyen.
85. Zü’l- Celal-i ve’l-İkram Her türlü büyüklüğün, her türlü keremin sahibi olan.
86. El-Muksıt Bütün işleri birbirine uygun ve denk yapan.
82. El-Afüvv Affı ve rahmeti çok olan, bağışlayan.
83. Er-Raûf Pek acıyan, lütuf ve merhametle pek esirgeyen.
84. Mâlikü’l-Mülk Mülkün ebedi sahibi olan.
El-Müntakim Suçluları adaletiyle cezalandırıp intikam alan.
79. El-Berr Kullarına iyilik ve ihsanı, nimetleri bol olan.
80. Et-Tevvâb Tövbeleri kabul eden.
78 El-Müteâlî Aklın mümkün gördüğü her şeyden, her hâl ve tavırdan münezzeh olan.
El-Vâlî Her şeyi tek başına idare eden.
73. El-Evvel Başlangıcı olmayan, ilk olan.
74. El-Âhir Bitişi olmayan, son olan.
75. Ez-Zâhir Açıkca bilinen, âşikâr olan.
76. El-Bâtın Gizli olan.
71. El-Mukaddim İstediğini ileri geçirip, öne alan.
72. El-Muahhir İstediğini geri koyan, arkaya bırakan.
El-Vâcid İstediğini, istediği vakit bulan.
Kutsal bir metne dokunmak her şeyden önce bir risktir. Ona inanmayı değil onu samimi olarak anlamayı istediğimizde karşımızda koca bir tari- hin yükünü buluruz. Tarih boyunca insanların kitabı taşıdığı gibi, kitap da insanı taşıdığından, bu yük hem kitabın kendisine hem de onu anlamak isteyene aittir.
62. El-Mümît Ölümü yaratan, öldüren.
63. El-Hayy Diri, tam ve mükemmel manasıyla hayat sahibi.
64. El-Kayyûm Gökleri, yeri ve her şeyi tutan.
61. El-Muhyî İhya eden, dirilten, can bağışlayan, sağlık veren.
59. El-Mübdi Bütün mahlukatı maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan yaratan.
60. El-Muid Yaratılmışları yok ettikten sonra tekrar yaratan.
58. El-Muhsî İstisnasız her şeyin tek tek sayısını bilen.
57. El-Hamîd Her türlü hamd ve övgüye layık olan.
El-Veliyy İyi kullarına, gerçek mü’minlere dost olan.
Bir ferdi olduğum insanlık, ah ne kadar az idi gerçekten; derinliklerine erişemediği yeraltı ile sonsuzluğa uzanan gökyüzü arasındaki dünyasında, ancak basabildiği toprakla ve varabildiği menzille sınırlıydı; ne kadar âciz, bilgisiz ve çaresizdi!
53. El-Vekîl İşlerini kendisine bırakanların işini düzelten ve her şeyin iyisini temin eden.
54. El-Kaviyy Pek kuvvetli. Pek güçlü olan.
55. El-Metîn Çok sağlam olan.
46 El-Vâsî Lütfu bol olan.
47. El-Hakîm Emirleri, kelamı ve bütün işleri hikmetli olan.
48. El-Vedûd İyi kullarını seven, sevilmeye ve dostluğa hakkıyla layık olan.
49. El-Mecîd Şanı çok büyük ve çok yüksek olan.
50. El-Bâis Ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran.
45. El-Mücîb Dua edenlerin dualarını kabul eden, isteklerini veren.
42. El-Celîl Azamet sahibi olan, ululuk sahibi olan.
43. El-Kerîm Çok ikram edici. Keremi ve mağfireti bol olan.
44. Er-Rakîb Bütün varlıklar üzerine gözcü olan.
40. El-Mukît Yaratılmış her şeyin azığını veren.
41. El-Hasîb Herkesin hayatı boyunca yaptıklarının hesabını soran.
39. El-Hafîz Yapılan işleri bütün tafsilatıyla, ayrıntılarıyla tutan.
El-Kebîr Büyüklüğünde hudut olmayan.
33. El-Halîm Yumuşak davranan, ilmi çok olan.
34. El-Azîm Pek azametli ve büyük olan.
35. El-Gafûr Çok bağışlayan, magfireti çok olan.
36. Eş-Şekûr Kendi rızası için yapılan iyi işleri, ziyadesiyle mükafatlandıran.
37. El-Aliyy Çok yüce. Pek yüksek olan.
Tüm yaşamı boyunca sevgiye hasret kalmıştı. Doğası sevgiye açtı. Varlığının en temel arzusuydu bu. Buna rağmen hayatını onsuz sürdürmüş, sonucunda da katılaşmıştı. Sevgiye ihtiyaç duyduğunu bilmezdi. Şimdi de bunu bilmiyordu. Bildiği şey sadece, sevgiyle hareket eden insanların onda bir heyecan uyandırdığıydı. Sevginin inceliklerini, yüce ve olağanüstü olduğunu düşündü.
El-Habîr Her şeyin iç yüzünden, gizli tarafından haberdar olan.
20. El-Alîm Her şeyi en ince noktasına kadar bilen, ilmi ebedi ve ezeli olan.
21. El-Kâbıd Dilediğine darlık veren, sıkan, daraltan.
22. El-Bâsıt Dilediğine bolluk veren, açan, genişleten.
23. El-Hâfıd Yukarıdan aşağıya indiren, alçaltan.
24. Er-Râfî Yukarı kaldıran, yükselten.
25. El-Muiz İzzet verip ağırlayan.
26. El-Muzil Zillete düşüren, hor ve hakir eden.
Kalbinizi açmak için, kendinizi değişime açmalısınız. Görü- nürde sağlam dünyada yaşayın, onunla dans edin, meşgul olun, eksiksiz yaşayın, bütünüyle sevin ama yine de bunun geçici ol- duğunu ve sonuçta tüm formların çözülüp değiştiğini bilin.
14. El-Musavvir Her şeye bir şekil ve hususiyet verip tasvir eden.
15. El-Gaffâr Kullarının günahlarını örten, günahlarını bağışlayan.
16. El-Kahhâr Her şeye, her istediğini yapacak surette galip ve hakim olan.
17. El-Vehhâb Çok fazla ihsan eden.
18. Er-Rezzâk Bütün mahlukatın rızkını veren ve ihtiyacını karşılayan.
19. El-Fettâh Her türlü zorlukları kolaylaştıran, darlıktan kurtaran.
13. El-Bârî Her şeyi uygun bir tarzda ve birbirine uygun yaratan.
6. Es-Selâm Kullarını selâmete çıkaran.
7. El-Mü’min Gönüllerde iman ışığı uyandıran.
8. El-Müheymin Gözeten ve koruyan.
9. El-Aziz Mağlup edilmesi asla mümkün olmayan.
10. El-Cebbâr İstediğini mutlak yapan, dilediğine muktedir olan.
11. El-Mütekebbir Her şeyde büyüklüğünü gösteren.
12. El-Hâlık Her şeyi yoktan var eden.
. ALLAH c.c. Tüm isim ve sıfatları kendinde toplayan.
2. Er-Rahmân Rahmetiyle muamele eden, esirgeyen.
3. Er-Rahim Merhamet eden, bağışlayan.
4. El-Melik Mülkün gerçek sahibi, mülk ve saltanatı devamlı olan.
5. El-Kuddûs Her türlü eksiklik ve ayıplardan münezzeh olan.
Allah’ın her bir fert için farklı tecellisi vardır.
“Sükût hikmettir, fakat susan azdır..”
İletişim çatışmalarının bir başka kaynağının ise “İlişki Tükenmişliği” olduğu düşünülmektedir. Uzun süre devam eden çatışmalardan sonra karşınızdaki kişiyle anlaşamadığınızı fark edersiniz. İlk tanıştığınızda ilişkiniz ne kadar renkli ve eğlenceliydi. Daha sonra eleştiriler, küçümsemeler arttıkça ilişki tükenmişliği ortaya çıkar. İlişkiden dolayı kişi kendisini yorgun, tükenmiş, çaresiz, yalnız hisseder. Bu durum aile ya da romantik ilişkilerde sıkça rastlanır. Sorunlu ebeveyni ile uzun süre iletişim kuran kişiler bir zaman sonra tükenmeye başlar. Romantik ilişkilerde ise tükenmişlik ayrılıklarla sonuçlanır.
Az olup da yeterli olan, çok olup da, (Allah’a itaaten kişiyi) alıkoyandan iyidir."
YİĞİT O KİMSEDİR Kİ, NEFSİNE GALİP OLUP, ÖLÜMDEN SONRASI İÇİN ÇALIŞIR. ACİZ O KİŞİDİR Kİ, NEFSİNİN ÇİRKİN AR­ZULARINA RAM OLUP ALLAHA KARŞI BOŞ ÜMİDLERE KAPILIP (ALLAH KERİMDİR! NASILSA BENİ AFV EDER DEYİP KENDİSİNİ AVUTUR.)
– Her kim bir mü’minin ayıbını örterse, Allah’ta kıyamette onun ayıbını örter.."
basiret sahibi olana sözün azı da kâfidir.
İz’ansız ve idraksiz olanları ise, çok izah daha da çok şaşırtır."

* Basiretli: Gerçeği kavrayıp anlayan, ileriyi gören ve ona göre davranan (kimse), ileri görüşlü, sağgörülü
*Basiret:
1-)Kalp gözüyle görme, kalp gözüyle görerek bir şeyin gerçeğini kavrama, anlama, idrak etme
2-) Doğru ve ölçülü bir görüşün verdiği uyanıklık, ileriyi görme, sağgörü, gönül gözü, kalp göz
* İz’ansız: anlayışsız, ferasetsiz
* İzah: Bir şeyi anlaşılacak şekilde anlatma, açıklama
* Îdraksiz: İdrâki, kavrayışı olmayan, anlayışsız, ahmak.

EI’Mütekebbir ismi şerifini 626 defa okuyan insanlar arasında muhterem olur. Onu gören hürmet ve riayette bulunur. Sözü dinlenir. Görüşü makbul kadri yüce, insanlar yanında sevimli olup, hürmet izzet ve riayet görür. Her gün sabah namazından sonra okunmasını ulemay-ı havas tavsiye etmişlerdir.
Hadis-i şerifte şu varit olmuştur:

Ramazan geldi demeyin. Çünkü Ramazan, Allah’ın isimlerindendir.. Ramazan ayı geldi, deyiniz!"

Aklın muhal gördüğü şey ile aklın idrak edemediği şeyin farkını ayırd edemeyecek kimse muhatap olarak kabul edilir mİ?
Onu cehaleti ile baş başa bırakın! (Lütfen!)
İdrakin, en az derecesi, idrak edenin, kendi nefsini bilmesidir. Kendini bilmeyen (tanımayan) cemat ve ölüdür! Şu halde tam manasıyla kayıtsız, şartsız diri olan, bütün varlıklar kendi fiili,bütün idrak edilecekler kendi idraki tahtında bulundurandır:

Bunların hepsi hiç şüphe yok ki Allah için bahis konusu olabilir.

İşte bu sebepten Allah gerçek ve kayıtsız şartsız Haydir. On￾dan, başka her canlının hayatı, (diri olması) idraki ve fiili kadardır
(yani onlarla ölçülebilir) ki, mahduddur..Sonra canlı varlıklar da derece dereced

HİKMET ilimlerin en yücesidir. İlmin yüceliği malumun yüceliği ile ölçülür. Allah’tan yüce varlık var mıdır?

Allah’ı bilen kişi, diğer ilimlerde her ne kadar zayıf ise de,her ne kadar güzel konuşup konuyu etraflıca açıklayamasa da o Hakimdir. Lâkin Kulun hikmetini Allahın hikmetine kıyaslayacak
olursak, onun kendisini bilmesi ile Allahın kendi Zâtını bilmesi arasındaki fark kadar büyük olduğunu görürüz.

Evet bu iki hikmet arasındaki fark gerçekten büyüktür. Buna rağmen bu bilgi (Kulun Allah’ı bilmesi) bütün bilgilerin en enfesi ve en hayırlısıdır

Varlık aleminde, Allah’tan başka mutlak kemâl ve cemâle sahip olan hiç bir varlık yoktur…
O’nu bilen, O’nun cemâlini gören kişi ancak idrak edebilir bunun mânasını.. Çünkü öyle bir behçet ve sevinç, neşe ve s-ürür kaplar ki içini bütün cennet nimetlerini unutur gider, O’nun
Cemâli karşısında,

Şurası da bir gerçektir ki, gözle görünen zahiri olan şekil güzelliği ile kalp gözü ile görünen batini mânâ güzelliği arasında hiç bir münasebet ve ilgi yoktur.

Sen, yemeğe, suya, yere, göğe, güneşe muhtaç olduğun zaman, sakın ondan başkasına muhtaç olduğunu sanmayasın! Çünkü bunları sana veren O’dur! Zira yemeği, suyu, göğü, yeri
ve güneşi senin menfaatin için vücuda getiren O’dur!…

Sonra yavrunun annesine muhtaç olduğunu görerek, onun Allah’a muhtaç olmadığını da sakın aklının köşesinden geçirme’yesin. Onu her şeyden önce düşünen yine Allah olmuştur. Zira annesini, annesinin memelerindeki sütü, annesinin ona karşı olan sevgi ve şefkatini yaratan O’dur! Kifâyet bu sebeplerle tezahür
ediyorsa muhakkak ki, bu sebeplerin yaratıcısı yine O’dur.

Bütün emeli ve gayesi dünya olan, hırsın köleleştirdiği kişiye, gök kapılan açılır mı hiç?..
İnsanoğlu şunu da iyi bilmelidir:

Kişi, saadete ancak selamet bulmuş bir kalple vasıl olabilir.

Kalp selameti; nefsin tezkiye ve yetiştirilmesi çalışmakla elde edilir.

Evet, hükmü müşahede babında kullar derece derecedirler: Kimi işin sonunu düşünür, acaba nasıl olacak sonum diye..

Kimisi önünü acaba ezelde hakkımda ne takdir edildi, diye düşünür. Bu, bir öncekinden daha iyidir. Çünkü, işin sonu önü­ne, yani ezelde ne takdir edilmişse ona bağlıdır.

Kimisi de ne maziyi ve ne de geleceği düşünür: İşte bu anın adamıdır, Allah’ın, kaza ve kaderine razı olmuştur.

İyilik saadete, kötülük ise şakavete sebep olur. Zehir ile ilaç gibi… Biri öldürür, diğeri ölecek durumda olan hastaları iyileştirir.

Mademki hikmetin manası, sebepleri düzenleyip müsebbebata yöneltmektir.

Öyleyse o, mutlak hikmet ve hüküm sahibidir. Zira özel olarak da ve tafsilatlı olarak da bütün sebepleri yaratan ve onlara yön veren O’dur.

Allahın ilmi, eşyadan istifade edilmiş değildir, bilâkis bü­tün eşya onun ilminden istifade edilmiştir. Kulun eşyayı bilmesi,eşyaya tabidir Ve onun sayesinde meydana gelmiştir.

Bu söz aklını, kurcaladı ise, satranç öğrenen kişinin ilmi ile asıl satrancı bulan kişinin ilmini bir karşılaştır. O zaman, satrancı bulan kişinin satrancın vücuduna (varlığına) sebep olduğunu,satrancın varlığı da, öğrenen kişinin bilgisine sebep olduğunu anlamakta güçlük çekmezsin. Şu halde satrancı bulan kişinin ilmi,
satrançtan önce gelmiştir. Satrancı öğrenen kişinin bilgisi, bu yüzden gecikmiş ve sonra elde edilmiştir. İşte Allah’ın ilmi de böyledir. Eşyadan öncedir, eşyanın varlığına sebep olmuştur.

Bizim ilmimiz işe, bunun aksine eşyadan sonradır.

Bir defasında İsa (Aleyhisselâm) havarileri ile birlikte ölmüş bir köpeğin yanından geçerler. Havariler dayanamaz:

— Bu leş ne fena kokuyor. Derler. Hazreti İsa (A.S.) bu sö­zü duyunca:

(Bu gibi hallerde insanların iyi taraflarını anlatmak gerektiğini öğretmek için) şöyle mukabelede bulunur:

– Zavallı hayvanın ve güzel dişleri var.."

(…)
Hayır ve iyiliklerin kaynağı olan diğer riyazi, sınai ve siyasi icadlar hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz.. Bu hususta başarı gösterenlere bir şeyler icad edenlere mucid diyebiliriz, lâkin ne var ki bu isim ona mecazen itlâk edilebilir, hakikat yönünden değil… &‘

Allahın bazı isimleri vardır ki, bunların kullara mecazen nakli mümkündür.. Bazı isimler de var ki, kul hakkında bu isimler hakikattir; Allah hakkında ise mecazdın Sabır, şekûr (isimleri) gibi…

Aradaki farkı anlamadan hiç bir zaman bu isimlerde ortaklık düşünülemez!..

Bir kavim özlerindeki (güzel hal ve ahlâk)ı değiştirip bozuncaya kadar Allah şüphesiz onun (halini) değiştirip bozmaz.(Ra’d,11)
Evet kainatın tamamını birçok organdan teşekkül etmiş tek şahıs olarak mütalaa edebiliriz…

Onun azaları ve eczası gökler, yıldızlar, yer, su ve havadır…

Bunlar gayet tertipli şekilde yaratılmışlardır. Hem öylesine muhkem bir tarzda ve tertip de ki, bu tertip, azacık bozuluverecek olursa bütün nizam altüst olur.

Üste konması gereken, üste; alta konması icab eden de alta konmuştur.

Tıpkı bir bina gibi. Temel taşları alta ve kereste kısmı üste konmuştur.

Bu, tesadüfi değil, bilakis önceden tasarlanıp da öyle yapılmıştır.

Bunun aksini düşünüp de taşları üste, ağaç kısmını alta koysalar, bina yerinde durabilir mi? Duramaz, şeklini kaybeder..

İşte yıldızların yukarda, yer ve suların (deniz ve nehirlerin) aşağıda yaratılmasındaki hikmet ve sebepleri böyle anlamalıyız

Her kim, kendini başkalarından üstün görüp de kibirlenirse onun bu davranışı boş ve mezmumdur, Çünkü büyüklük azamet ancak ve ancak Allah’a mahsustur.
Müridin celâleti, muradının celâletiyle ölçülür. Bütün gayesi karnına giren şey olursa, kıymeti de ondan çıkan şey kadar olur…

Allah’tan başka gayesi olmayan kişinin derecesi, himmetine göredir..

İlmi, mahsusat, mütehayyilât derecesini geçerse, iradesi şehvet icaplarından arınırsa Hazretil- Kuds’un sevgisine mazhar
olmuş demektir.

Şurası da muhakkaktır ki, bir şeyin mevcut olmasını nefy etmek (yoktur demek) o şeyin var olmasının mümkün olduğunu vehm ettirir.Böyle bir vehim de -Vacib-i Tealâya- noksanlık isnad etmeye yol açar. Onun için O’nu vasf ederken dedim ki: O, birçok kimselerin mükemmel olarak kabul ettiği veya sandığı vasıflardan münezzehtir.
Kullardan gerçek Melik o kişidir ki; Allah’tan başka kimsesi olmaz.. Allahtan gayri her şeyden alakasını keser, bununla beraber asker ve halkının kendisine itaat ettiği boyun eğdiği ülkeye sahip olur.. (Nasıl mı?)

Şöyle: Çünkü onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise, gazabı, şehveti, hava hevesidir. Halkı ise,- dilli, gözleri elleri ve sair azalandır….

O, bütün bunlara hâkim olup da kendisine boyun eğdirirse, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş demektir.. Bir de buna insanlara karşı olan ihtiyaçsızlığı ve herkesin – gerek dünya hayatında ve gerekse ahiret hayatında – kendisine, muhtaç olduğu hususu eklenirse işte o zaman yeryüzünün
sultanı olmuş demektir ki bu, Peygamberlerin (Allahın selamı üzerlerine olsun) rütbesidir.

Rahmet (esirgeme), merhamet eden kimseye arız olan hü­zün verici bir duygu olmaktan hali değildir, Rabse şüphesiz ki bu gibi şeylerden münezzehtir. Bu sebeple belki bunun rahmet anlamında bir noksanlık olduğunu sanırsın. Oysa bu; O’nun hakkında noksanlık değil, bilakis kemal (mükemmellik) dir.

Noksan değildir.

Çünkü, Rahmetin(esirgemenin) mükemmelliği; semeresinin kemâliyledir. Muhtacın ihtiyacı tam manasıyla karşılanınca, esirgenen kişinin, asıl merhamet edenin elem duygusunda herhangi bir rolü olamaz!. Merhamet eden kimsenin elem duyması, kendi şahsının zaafına ve noksanlığına delalet eder. Muhtacın ihtiyacı gerçek manada karşılanınca bu bir şey
ifade etmiş olamaz.

Evet kişi, her şeyden önce kendisinin de yok olacağını her fani gibi hayata gözlerini yumacağınıbbilmelidir. Nitekim Resûlüllah Sallallâhü Aleyhi ve Sellem kendisini yok saymış da şöyle buyurmuştur: Arab’ın söylediği beyitlerin en doğrusu Lebid’in şu sözüdür:
Allah’tan mâada her şey boştur.
Şunu iyi bil ki, bu isim, (Allah) Allah’ın doksan dokuz isminin en büyüğüdür! Çünkü bu, içinden hiç bir şey müstesna olmaksızın, bütün ilahi sıfatları cem eden zâte delâlet etmektedir..
Diğer isimleri ise, ilim, kudret, fiil gibi yalnız ifade ettikleri mana birimlerine delalet etmektedir..Ve yine bu isim, Allah’tan başkasına, ne hakikat ve ne de mecazen delâlet etmeyeceği cihetiyle, bütün isimlerinden daha ahasdır.
Yalnız güneşi ve onun ufuklarda intişar
eden ziyasını görebilen bir şahıs tasavvur edilse, bu şahsın, “yalnız güneşi görüyorum!” demesi doğrudur. Güneşten taşan işık, güneşin cümlesinden olup, bu cümleden hariç bir varlık
değildir. Vücud aleminde bulunan her şey de. ezeli kudretin nurlarından bir nur ve asarından bir eserdir. Güneş, bütün eşyayı aydınlatan ışık kaynağı olduğu gibi böylece ibarenin tam olarak ifade edemediği mana da zaruret icabı ezeli kudret olarak tabir edilir ki, varlık aleminde hakim olan bu ezeli kudrettir ve bu manada vücud aleminde yalnız Allah’ın bulunduğu ve arifin de “yalnız Allah’ı tanıyorum! demesi caizdir
Ariflerin Allah’ı tanımalarının neticesi nedir?” diye sorarsan deriz ki: Allah’ı (gerçek manada) tanımaktan aciz olduklarını bilmeleridir. İşte O’nu tanıyamayacaklarını ve tanımanın zinhar
mümkün olamayacağını bildikleri zaman hakikati bilmiş olurlar. Zira tanrılık sıfatlarının künhüne vakıf olarak hakiki marifetle Allah’ı
bilmek, Allah’tan başkası için muhaldir.
Şüphe yok ki cennetin lezzetleri, dünyada tattığımız her çeşit lezzetten, cima lezzetinden, şeker lezzetinden çok uzak ve başkadır. Nitekim cennet lezzetlerinin en doğru &‘tabiri göz görmemiş kulak işitmemiş ve insan hayalinden geçmemiş lezzetler olarak tavsif edilmesidir.Eğer, dünya yiyeceklerinden birinin tadına benzetirsek, onun dünya yiyecekleri gibi olmadı­ğım ve mesela cinsi münasebetin lezzetine benzetecek olursak, onun dünyada bildiğimiz cinsi münasebet gibi olmadığını söylemek zorundayız.

Bütün bunlardan sonra artık yer ve gök halkının, Allah’ı ancak isim ve sıfatları ile tanıdıklarını söylememizin hayreti mucip olacak tarafı var mıdır? Nitekim cennet hakkındaki bilgilerin de
isim ve sıfatlardan ibaret olduğunu söylemekteyiz.

İşte insanın isim ve sıfatını işitip de tanımadığı idrak edemediği, zatına eri­şemediği, hali ile hallanamadığı her şey de böyledir.

tanrılık hakikatinin Allah’tan başkası için hasıl olması müstahildir. Bu yol, tahkiki marifetin yegane yoludur amma, o, Allah’tan başkasına mutlak ve kati surette kapalıdır. O halde Allah’ı, hakikati üzere Allah’tan başkasının bilmesi muhal (imkansız) dır.

Hatta diyebilirim ki, Peygamberi bile ancak Peygamberin kendisi bilir. Nübüvvet mertebesine ermemiş olan nübüvvetin sadece adını ve onun insanda Peygamberi Peygamber olmayandan ayırt eden bir hususiyet olduğunu bilir. Fakat o hususiyetin mahiyetini ancak o hususiyete sahip olan peygamberin kendi bilir. Peygamber olmayan asla bilemez.

Zinnûn ölüm yatağında iken kendisine ne arzu
edersin?” diye soruldu. Cevaben "bir lahza bile olsa ölmeden evvel O’nu tanımayı” dedi. Bu söz şimdi bir, takım zayıfların kalplerini karıştırmakta ve bu nevi sözleri anlayacak kudrette olmadıklarından inkar ve tevile gitmektedirler. Halbuki “Allah’ı çok iyi bilirim” diyen de bence sözünde doğrudur ve “Allah’ı
bilemem" diyen de sözünde doğrudur

Bilindiği üzere nefy ve ispat, ikisi birden bir arada sıdka hamledilemez; ancak sıdk ve kezibi paylaşırlar. Yani nefy doğru olursa ispat yalan ve ispat doğru olursa nefy yalan olur. Fakat sözün vechi değişirse sıdk bir iki kısımda tasavvur edilir. Şöyle ki, "Ebu Bekir Es-Sıddîk’ı tanır mısın?” sorusu iki kişiye sorulsa ve onlardan biri, “Ebu Bekir Es-Sıddîk, bilinmeyecek ve tanınmayacak bir şahsiyet midir? Büyüklüğü, şöhreti ve adının her tarafa yayılmış olması yanında, dünyada onu tanımayan kimse tasavvur edemem, minberlerde sözü geçer, camilerde adı anılır, övgü ve meziyetleri bütün dillerde söylenir” diye cevap verse, öbürü de, “ben kimim ki Sıddîk’ı tanıyabileyim! Heyhat, heyhat! Sıddîk’ı ancak kendisi gibi veya daha, üstün olan tanır; onu tanıdığımı nasıl iddia edebilir veya onu tanımaya nasıl göz dikerim; ben gibiler, onun adını ve vasfını işitirler ki, onu tanıdıklarını iddia etmeye haklan yok’tur" dese her ikisi’ de doğruyu söylemiş olmaktadırlar. Ne var ki, bu ikinci sözün vechi başkadır ve o tazim ve ihtirama daha layıktır.

İşte Allah’ı bilirim veya bilemem diyenlerin sözlerini bu şekilde anlamak gerekir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir