İçeriğe geç

İktidarın Gözü Kitap Alıntıları – Michel Foucault

Michel Foucault kitaplarından İktidarın Gözü kitap alıntıları sizlerle…

İktidarın Gözü Kitap Alıntıları

Örneğin, vicdan muhasebesinin tarihini bu güne kadar kimsenin yazmamış olduğunu saptıyorsunuz: Kimse bunu yapmayı düşünmedi, ama kimsenin bunu düşünmemiş olması düşünülemez.

– Filozoflar ya da edebiyat tarihçileri gibi tarihçiler de zirvelerin tarihine alışmışlardır.

Eğer iktidar baskıcı yönünden başka hiçbir özellik taşımasaydı, eğer Hayır! demekten başka hiçbir şey yapmıyor olsaydı, ona gerçekten hep boyun eğileceğini düşünebilir misiniz ?
Artık silaha, fiziksel şiddete,maddi kısıtlamalara ihtiyaç yoktur. Yalnızca bir bakış.
özünde bizim de suç ortağı olmadığımız hiçbir adaletsizliktir yoktur dünyada.
Entelektüelin rolü, bir süredir, gizli biçimde işleyen baskıcı iktidar mekanizmalarını görünür kılmaktan ibarettir.
İktidarın tek işlevi bastırmak olsaydı, iktidar büyük bir üst-ben tarzında, yalnızca sansür, dışlama, engel, içe atma kipiyle işliyor olsaydı, yalnızca negatif bir biçimde uygulanıyor olsaydı, çok dayanıksız olurdu. İktidar eğer güçlüyse, arzu düzeyinde -bu da artık anlaşılmaya başlanmıştır, ve bilgi düzeyinde pozitif etkiler ürettiği için böyledir. İktidar, bilmeyi engellemek bir yana, onu üretir. Beden üzerine bir bilginin üretilebilmiş olması, askeri ve eğitsel disiplinler bütünü sayesindedir. Fizyolojik, organik bir bilgi ancak beden üzerindeki iktidardan yola çıkarak mümkün olmuştur.
gözetim ve denetimin hedefi olarak, bir kaygı ve analiz nesnesi haline gelen cinsellik, aynı zamanda, her kesin kendi bedeni için, kendi bedeninde ve kendi bedeni üzerinde duyduğu arzuların yoğunlaşmasına yol açtı

Beden, çocuklar ile aileler arasında, çocuk ile denetim mercileri arasında bir mücadele konusu haline geldi. Cinsel bedenin isyanı bu gelişmenin karşı-etkisidir. İktidarın buna yanıtı nedir? Erotikleşmeyi, bronzlaşma ürünlerinden porno filmlere kadar iktisadi (ve belki de ideolojik) olarak sömürmek

Her toplumda bazı kişilerin sözünün sıradan birinin sözü gibi kabul edilmemesini sağlayan bir dışlama sistemi her zaman vardır. Sözleri diğerlerininkinden daha kutsal olan bireyler ya da tersine, sözleri diğerlerininkinden daha işe yaramaz ve boş olanlar ve bu nedenle, konuştuklarında aynı güveni uyandırmayan kişiler ya da sözleri normal kişilerin sözleriyle aynı etkiyi elde edemeye­cek olanlar vardır. Yahudilerinki gibi toplumlarda bir peygamberin söylediği şey ya da çoğu toplumda bir şairin söylediği şey, herhangi bir kimsenin söyledikleriyle aynı statüde değildir. Demek ki söylem karşısında ya da sembol üretim sistemi karşısında bir marjinallik söz konusudur.
Kon­ferans verirken sözümün kesilmesinden hoşlanırım; içinizden bazı­larının ifade edecekleri sorulan ya da itirazları olduğunda veyahut yalnızca anlamadıkları bir şeyler varsa, sözümü kessinler. Konfe­ransın biraz törensi ve katı tarzım mümkün olduğu ölçüde biraz daha insancıl diyalog, tartışma ya da itiraz biçimine dönüştürmek istiyorum; siz nasıl isterseniz.
19. yy bize, ekonomik sorunların çözüldüğü gün tüm ilave, aşırı iktidar etkilerinin de çözüleceğini vaat etmişti. Tüm ilave, aşırı iktidar etkileri çözülecekti. 20. yy tersini keşfetti: Hangi ekonomik sorunu isterseniz çözebilirsiniz; ama ikti­dar aşırılıkları kalır. 1955 yıllanna doğru iktidar sorunu tüm çıplak­lığı içinde ortaya çıkmaya başladı. Diyebilirim ki bu zamana kadar, 1955’e kadar, faşizm ve iktidar aşırılıklan meydana gelmişse, hat­ta sonuçta, Stalinizmin aşırılıkları meydana gelmişse bile, bunun, kapitalizmin 1929’da içinden geçtiği, Sovyetler Birliği’nin 1920-1940 yıllarının güçlüklerle dolu döneminde içinden geçtiği ekono­mik güçlükler nedeniyle olduğu kabul edilebiliyordu: Marksistlerin bize anlattıkları da buydu. Oysa, 1956 yılında, temel önemde oldu­ğunu düşündüğüm bir şey meydana geldi: Faşizm Avrupa’da ge­leneksel biçimleriyle kaybolduğundan, Stalin öldüğünden ve 1956 yılında da Kruşçev tarafından tasfiye edildiğinden ya da sözüm ona tasfiye edildiğinden, Macarlar Budapeşte’de isyan eder, Ruslar müdahale eder ve ekonomik aciliyetlerin baskısı altında olmaması gereken Sovyet iktidan bildiğimiz tepkiyi gösterir. Aym dönemde, Fransa’da Cezayir Savaşı vardır, çok önemli bu; burada da görül­mektedir ki tüm ekonomik sorunlann ötesinde -Fransız kapitalizmi Cezayir’den, Cezayir’in sömürgeleştirilmesinden tamamen vazge­ çebileceğini gösterdi-, temel ekonomik aciliyetlerin ötesinde, bir anlamda kendiliklerinden gemi azıya alan iktidar mekanizmalarıyla sorun vardı. Bu iktidar sorununu düşünme gerekliliği ve bunu dü­şünmek için kavramsal aygıt yokluğu söz konusuydu. Sanıyorum ki, aslında, biraz bilinçsiz bir biçimde, benim kuşağımın tüm insanları, ben de bunlardan biriyim, sonuç olarak bu iktidar fenomenini şöyle ya da böyle anlamayı denediler. Şimdi, esas olarak bu soruna bağlı olarak yaptığım çalışmayı geriye dönük olarak yeniden kura­cağım.
Yunanlar, Romalılar, Araplar, ortaçağ insanları, bazı kişilerin, kendi deyişleriyle beyinlerinin ya da ruh veya kafaları­nın hasta olduğunu elbette kabul ediyorlardı; ama yalnızca birkaç kişi böyle kabul ediliyordu. Geri kalan herkese karşı çok hoşgörülü davranılıyordu. Örneğin Arapça’da meznun sözcüğünün kullanımı­na bakın: Az çok böyle olan biri, şeytanla belki biraz yakınlığı olan biri meznun’dur; ama bu kişi hiçbir koşulda, bir doktorun ve bir tedavi girişiminin müdahalesini gerektiren bir akıl hastası değildir.
Yasanın iktidarının gerilemekte değil, çok daha genel bir iktidara dahil olmakta olduğu bir toplum türüne girdik: Kabaca, norm toplumu. Ceza kurumunun, ortaya çıkmasını gerektiren edi­mi —hüküm vermek- günümüzde mevcut haliyle kabul etmekte ne kadar güçlük çektiğine bir bakın. Sanki bir suçu cezalandırmanın hiç anlamı yokmuş gibi suçlu giderek Hastayla özdeşleştirilmekte, mahkûmiyet ise bir tedavi reçetesi yerine geçmektedir. Bu, esas olarak yasaya dayanan bir hukuk toplumu olmaya son vermekte olan bir toplumun karakteristik özelliğidir. Esas olarak norma da­yalı bir toplum haline gelmekteyiz.
Entelektüel artık öğüt vericilik rolü oynayamaz. Proje, tak­tikler, saptanması gereken hedefler; bunları bulmak için çırpmıyor­lar ve bunlar için mücadele ediyorlar. Entelektüelin yapabileceği şey, analiz araçları vermektir ve günümüzde bu esasen tarihçinin rolüdür. Gerçekten de şimdiki zaman hakkında, dayanıksızlık çizgi­lerinin nerede olduğunu, güçlü noktaların nerede olduğunu, -bugün yüz elli yıllık olan bir örgütlenmeye göre- iktidarların nelere bağlı olduğunu, nereye yerleştiklerini ortaya çıkarmayı sağlayan yoğun, uzun bir algı gerekmektedir. Başka deyişle, mücadelenin topografik ve jeolojik bir ölçümünü yapmak gerekmektedir Entelektüelin rolü budur. Yoksa, “sizin yapmanız gereken budur” demek değildir kesinlikle.
Suç işleme eğiliminin olmadığı bir toplum 18. yy sonunda hayal edildi. Ardından, poff! Suç işlemeye eğilimlilik öyle faydalıydı ki; bu eğilimin olmadığı bir toplum kadar aptalca ve so­nuçta tehlikeli bir şey hayal edilemiyordu. Suç işleme eğilimi yoksa polis de yoktur. Polisin varlığını, polis denetimini toplum için kabul edilir kılan şey suç işleme eğilimi olan kişiden duyulan korku de­ğilse nedir?
İktidar düzenine göre gözetlemenin cezalandırma­dan daha etkili ve daha verimli olduğunun fark edildiği an. Bu an, 19. yüzyılda ve 19. yüzyıl başında yeni tür bir iktidar işleyişinin hem hızlı hem de yavaş oluşumuna denk düşer. Siyasi rejim değiştiğinde görülen kurumsal düzenlemeleri, iktida­rın bizzat devlet sisteminin başına devredilişinin değişme tarzını, büyük altüst oluşları hepimiz biliriz. Ama ben iktidar mekanizma­sını düşündüğümde, iktidarın bireylerin tohumuna kadar ulaştığı, bedenlerine eriştiği, hal ve tavırlarına, söylemlerine, öğrenimlerine, gündelik yaşamlarına sindiği kılcal var olma biçimini düşünüyo­rum. 18. yy iktidarın toplumsal beden içinde -toplum­sal bedenin üstünde değil- işleyişinin deyim yerindeyse sinaptik bir rejimini keşfetti. Resmi iktidarın değişimi bu süreçle bağlantılıydı; ama farklılıklarının dolayımıyla. İktidarın küçük uygulamalarında bu değişimlerin belli bir bütünlükle birlikte gerçekleşmesini sağla­mış olan şey, temel bir yapı değişimidir. Saray erkânı, kralın şahsi­yeti gibi unsurları dışarı atması için toplumsal bedeni teşvik etmiş olan şeyin bu yeni mikroskobik, kılcal iktidar biçimlenmesi olduğu da doğrudur. Belli bir iktidar biçimi toplumsal beden içinde uygu­landığı andan itibaren hükümran mitolojisi artık mümkün değildi. Hükümran, hem canavarca hem de arkaik, fantastik bir şahsiyet halini alıyordu.
Filozoflar ya da edebiyat tarihçileri gibi tarihçiler de zirvele­rin tarihine alışmıştır. Ama günümüzde tarihçiler ötekilerden farklı olarak, “soylu olmayan” bir malzemeyi elden geçirmeyi daha ko­laylıkla kabul ediyor. Pleblere özgü bu malzeme ortaya çıkalı elli yıl oluyor. Dolayısıyla tarihçilerle anlaşmak daha az güçtür
Günümüzün siyasi, etik, toplumsal ve felsefi sorunu, bireyi devletten ve devletin kuramlarından kurtarmaya çalışmak değil; kendimizi hem devletten hem de devletle ilintili olan bireyselleştirme türünden kurtarmaktır. Yüzyıllardan beri zorla dayatılmakta olan bu tür birey­selliği reddederek yeni öznellik biçimlerine geçerlilik kazandırmak durumundayız.
“Feodal tipteki bir toplumda siyasi iktidar esas olarak yoksulların senyöre ve zaten zengin insanlara
vergi ödediği, aynı zamanda onlar için askerlik hizmeti yaptığı bir iktidardı.Fakat kişilerin ne
yaptığıyla hiç ilgilenilmiyordu, siyasi iktidar buna, sonuç itibarıyla, ilgisizdi. Bir senyörün gözünde
varolan şey, toprak, köyü, köyünde oturanlardı, ailelerdi, fakat bireyler, somut olarak, iktidarın
gözüne gözükmüyordu.Bir an geldi ki, herkesin iktidarın gözü tarafından fiilen algılanması gerekli
oldu, kapitalist türde bir toplum olsun istendi, yani mümkün olduğunda yaygınlaştırılmış, mümkün
olduğunca verimli bir üretimle birlikte; işbölümünde kimilerinin şu işi, kimilerinin bu işi yapmasına
ihtiyaç olduğunda, halkın direniş hareketlerinin, ataletin ya da isyanın, doğmakta olan tüm bu kapitalist düzeni altüst etmesinden korkulduğunda, o zaman, her bireyin somut ve keskin gözetlenmesi
gerekli oldu
Hapishane, suça eğilimli kişi imalathanesiydi; suç işlemeye eğilimli olmanın hapishane yoluyla üretilmesi hapishanenin yenilgisi değil başarısıdır çünkü hapishane bunun için yaratılmıştı.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Değerli olan şey illa satılmalı mıdır?
Szasz şöyle der:
Tıp, modern çağın dinidir.
Psikiyatrik aygıt iyileştirmek için değil, belli bir insan kategorisi üzerinde belirli bir iktidarı işletmek için kurulmuştur.
Entelektüelin rolü, bir süredir, gizli biçimde işleyen baskıcı iktidar mekanizmalarını görünür kılmaktan ibarettir.
Birisi hapishaneye girdiği andan itibaren onu lekeli biri haline getiren bir mekanizma işlemeye başlıyordu; hapisten çıktığında yeniden suç işlemeye eğimli biri olmaktan başka çaresi kalmıyordu.
Özünde bizim de suç ortağı olmadığımız hiçbir adaletsizlik yoktur dünyada.
Suç işleme eğilimindeki kişilerin ne kadar çok sayıda ve tehlikeli olduklarını bize anlatan makaleler gazetelerde her gün karşımıza çıkmasaydı polisin varlığını nasıl kabul ederdik?
Her zaman aynı olmak çok sıkıcıdır.
Ben kimliklendirilmeyi, iktidar tarafından belli bir yere yerleştirilmeyi arzulamıyorum, özellikle reddediyorum
İktidarın işleyişinden söz ettiğimde yalnızca devlet aygıtı sorununa, yönetici sınıf, hegemonik kastlar sorununa gönderme yapıyor değilim, bireylerin gündelik davranışlarında, bedenlerine varıncaya kadar üzerlerinde işleyen, giderek daha da incelen, tüm mikroskobik iktidarlar dizisine gönderme yapıyorum. İktidarın siyasi ağına gömülmüş yaşıyoruz; tartışma konusu edilen de bu iktidardır.
– ( ) Deli, sorumsuz hakikattir!..
– ( ) Her zaman aynı olmak çok sıkıcıdır
– ( ) İktidar, bilmeyi engellemek bir yana, onu üretir
Lezbiyen hareket hakkında da şunu söyleyebilirim ki bence, kadınların yüzyıllar boyunca toplumda tecrit edilmiş, çok çeşitli biçimlerde yoksun bırakılmış, aşağılanmış olması, onlara, erkeklerin tahakkümündeki bir dünyanın dışında bir toplum yaratmanın, kendi aralarında belli ilişki biçimleri yaratmanın gerçek olanağını verdi. Lillian Faderman’ın kitabı, Surpassing the Love of Men, bu açıdan çok ilginçtir.2 Bir soru ortaya atar: Kadınların toplumsal, yasal ya da siyasi hiçbir iktidarlarının olmadığı bir dünyada hangi ilişki türünün, hangi duygusal deneyim türünün mümkün olduğunu bilme sorusu. Faderman kadınların bu tecridi ve bu iktidar yokluğunu kullandıkları kanısındadır.
Zevk de kültürümüzün parçası olmalıdır. Örneğin, yüzyıllardan bu yana, insanların genel olarak -doktorların, psikiyatrların, hatta özgürleşme hareketlerinin de- her zaman arzudan söz ettiklerini, asla zevkten söz etmediklerini saptamak çok ilginçtir. Arzumuzu özgürleştirmeliyiz diyorlar. Hayır! Yeni zevkler yaratmalıyız. Belki o zaman peşinden arzu gelir.
Ortaçağda, genellikle, toplumsal grubun tümüyle katıldığı tüm bayramlar dini bayramdı. Dini olmayan tek bir bayram vardı: Bu, deliler bayramı denen bir bayramdı. Bu bayram sırasında, öncelikle, insanların, toplumsal statüleri tamamen altüst olacak biçimde kılık değiştirmeleri ya da toplumsal statülerin her koşulda tersine dönmüş olması gelenektendi. Zenginler yoksul gibi giyiniyordu, yoksullar zenginlerin giysilerini giyiyorlardı, toplumda bir hiç olanlar birkaç gün boyunca en güçlülerin rolünü oynamaya koyuluyordu ve tersine, en güçlüler de en mütevazı olanların rolünü oynuyorlardı. Bu, toplumsal statünün genel olarak ters dönmesiydi, aynı zamanda cinsiyetlerin de ters dönmesiydi, erkekler kadın gibi giyiniyor, kadınlar erkek gibi giyiniyordu, aynı zamanda, yılda bir defaya mahsus olmak üzere, tüm toplumsal sistem ciddi olarak tartışılıyordu; çünkü deliler bayramı denen bu bayram boyunca insanların ya belediye başkanının sarayının önünden ya da piskopos sarayının veya senyör şatosunun önünden geçme ve ona, onlara dört hakikat söyleme ve gerek duyulduğunda küfretme hakkı vardı(S.225).
Tiyatroda delinin çok ayrıcalıklı bir yeri vardı: Tiyatro sahnesinde deli, hakikati önceden söyleyen kişidir, bu hakikati deli olmayan kişilerden daha iyi görendir, üçüncü bir gözle donanmış kişidir Deli, sorumsuz hakikattir.
Freud, bir gün, Nevrozlu birini nasıl tanırız? diye soran birine şu cevabı verdi: Nevrozlu olmak mı, çok basit: Çalışamamak ve sevişememektir.
Deli esas olarak hareketli kişiydi; yani bir yere ya da bir senyöre bağlı olmayan, bir şehre yurttaşı olarak bağlı olmayan, şehirden şehre, şatodan şatoya, evden eve dolaşan kişiydi, özellikle başıboş bir serseriydi, coğrafi açıdan olduğu kadar hukuksal açıdan da marjinaldi, ona ne bir meslek ne bir mülk ne de bir aidiyet atfedilebilirdi. Çok daha kesin bir biçimde, on yedinci yüzyıldan itibaren deli esas olarak çalışamaz durumda olmasıyla tanımlandı
Her toplumun, çalışma kuralını, aile kuralını, söylem kuralını ve oyun kuralını uygulayarak bazı kişileri dışladığı ve onlara, ekonomik üretim karşısında, toplumsal üretim karşısında, sembollerin dolaşımı karşısında, oyuncu! üretim karşısında ayrı ve marjinal bir yer hazırladığı doğruysa, tüm bu dışlamaların işin içine girdiği toplumlar varsa, bu toplumlarda aynı anda hem üretimden hem aileden hem söylemden hem de oyundan dışlanmış bireyler kategorisi de her zaman vardır. Bu bireyler, kabaca deli diye adlandırılanlardır.
Kuralsız toplum elbette yoktur; kısıtlayıcı bir sistemin olmadığı toplum yoktur; iyi bilindiği gibi, doğal toplum yoktur: Her toplum, bir kısıtlama getirerek, aynı zamanda bir dışlama oyunu da getirir. Hangisi olursa olsun, her toplumda, kısıtlamalar sistemine boyun eğmeyecek bazı kişiler her zaman olacaktır ve basit bir nedenle, kısıtlayıcı bir sistemin fiilen kısıtlayıcı bir sistem olması için, insanların her zaman kaçma eğilimi gösterecekleri şekilde olması gerekir. Eğer kısıtlama herkes tarafından kabul edilirse, bunun kısıtlama olmayacağı açıktır. Her toplumun toplum olarak işleyebilmesi için, bazı bireyleri, bazı tavırları, bazı davranışları, bazı sözleri, bazı durumları, bazı karakterleri kendi alanı ve sistemi dışında bırakan bir dizi zorunluluk parçasına ayrılması koşuldur.
Yüzyıl başındaki makine parçalayıcılanndan şiddete dayalı grevlere, 1848 devrimleri ve 1870 Kom ünü ‘ne, son yıllardaki anarşistlere kadar tüm toplumsal çatışmaların, sınıf mücadelelerinin, siyasi çarpışmaların, silahlı isyanların, iktidarları, daha etkin bir şekilde gözden düşürebilmek için siyasi suçları adi suça indirgemeye kışkırttığını da eklemek gerekir.
Suçlunun itiraf etmesini sağlamak gerekiyordu. Ona karşı kanıtlar olsa bile, her şeye rağmen itiraf elde etmeye çalışılıyordu, suçun bizzat suçlu tarafından bir tür tasdiki gibi. Aynca, on dokuzuncu yüzyıl başında bir suçun cezasının esas olarak suçlunun ıslahı olması gerektiği fikri, iyileştirme olmadan, ruhunun dönüşümü olması gerektiği fikri, bu insanın tanınmasını ve kendini göstermesini gerektiriyordu. Ceza artık bir suçun karşılığı değil, suçluyu dönüştürücü bir işlem olduğunda, suçlunun söylemi, itirafı, kim olduğunun, ne düşündüğünün, ne arzuladığının gün ışığına çıkarılması kaçınılmaz oldu.
Tecavüz orgazma yönelik değildir. Bir başkasının bedeninde, hızlı bir tür mastürbasyondur. Cinsel değildir. Yaradır.
Delilik te gerçekten bir tehlike vardır. Fakat bu beklenmeyenin, kendiliğindenin tehlikesidir. Çünkü deli başkalarına vurmaz Bizim sözcüklerimizde yapar bunu Bu anlamda, tüm deliler siyasi muhaliftir. Her çılgınlıkta -ya da sözümona çılgınlıkta – siyasi açıklamalar bulabiliriz.
Herkes her şeyden sorumludur, özünde bizim de suç ortağı olmadığımız hiçbir adaletsizlik yoktur dünyada.
Panoptikte, herkes bulunduğu yere göre, diğerlerinin tümü ya da bazıları tarafından gözetlenir; bütünlüklü ve değirmi bir güvensizlik aygıtıyla karşı karşıya kalınır çünkü mutlak nokta yoktur. Mükemmel gözetleme bir kötü niyetlilik bütünüdür.
Her yoldaş bir gözetmen haline gelir ”
Nihayetinde, Bentham ‘ın metninde pek belirgin olan şey, caydırmanın önemidir: Sürekli olarak bir denetçinin gözü önünde olmak gerekir; bu durum, gerçekten de kötülük yapma gücünü, hatta kötülük isteme düşüncesini bile neredeyse yok eder. Tam anlamıyla Devrim’in kaygıları içindeyiz: İnsanların kötülük yapmasını engellemek, suç işleme arzusunu ortadan kaldırmak; tümü şöyle özetlenir: yapamamak ve isteyememek.
Kural şudur: Çevrede, halka şeklinde bir bina; ortada bir kule; kulede açılmış olan geniş pencereler halkanın iç cephesine bakmaktadır. Çevre bina hücrelere ayrılmıştır, hücrelerin her biri bina boyunca derinlemesine uzanır. Bu hücrelerin iki penceresi vardır: Biri içeriye doğru açıktır, kulenin pencerelerine denk düşer; diğeri dışarıya bakarak, ışığın bir baştan bir başa hücreyi katetmesini sağlar. Bu durumda merkezi kuleye bir gözlemci yerleştirmek ve her bir hücreye bir deli, bir hasta, bir mahkum, bir işçi ya da bir öğrenci kapatmak yeterlidir. Önden ışıklandırma sayesinde, karanlıkta kalan kuleden çevre hücrelerdeki esirlerin küçük siluetleri görülebilir. Kısacası, zindan kuralı tersine çevrilir; hücrenin apaydınlık hali ve bir gözcünün bakışı, karanlıktan daha iyi yakalar ki karanlık eninde sonunda koruyucudur.
Hukuk sistemlerinin çoğunda kişinin kendi aleyhine söylediklerinin bir kanıt oluşturması tuhaftır. Kendi aleyhine tanıklığı yasaklayan Britanya hukuku bunun bir istisnasıdır. Fakat diğer sistemlerin büyük çoğunluğunda, bir kişi kendine zarar veren bir şey söylediği andan itibaren, bu şey ancak doğru olarak kabul edilebilir. Bu bir postulat oluşturur.
Beden, çocuklar ile aileler arasında, çocuk ile denetim mercileri arasında bir mücadele konusu haline geldi. Cinsel bedenin isyanı bu gelişmenin karşı-etkisidir. İktidarın buna yanıtı nedir? Erotikleşmeyi, bronzlaşma ürünlerinden porno filmlere kadar iktisadi (ve belki de ideolojik) olarak sömürmek Hatta bedenin isyanına yanıt olarak, artık denetim-baskı biçiminde değil, denetim-teşvik biçiminde kendini gösteren yeni bir kuşatmayla karşılaşırsınız: Çırılçıplak soyun ama zayıf, güzel, bronz tenli ol!
Bedene hakim olma, beden bilinci, ancak iktidarın bedeni kuşatmasıyla elde edilebilmiştir: Jimnastik, idmanlar, kas geliştirme, çıplaklık, güzel bedenin yüceltilmesi tüm bunlar, çocukların, askerlerin bedeni üzerinde, sağlıklı beden üzerinde iktidarın uyguladığı kararlı, inatçı, titiz bir çalışmayla insanı kendi bedenini arzulamaya götüren hattadır. Ancak, iktidar bu etkiyi yaratır yaratmaz, bizzat iktidarın bu kazanımlarıyla aynı hatta, iktidara karşı bedenin talep edilmesi, ekonomiye karşı sağlığın talep edilmesi, cinselliğin, evliliğin, erdemin ahlaki normlarına karşı zevkin talep edilmesi kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. İktidarın güçlenmesine neden olmuş olan şey, aynı anda, saldırıya uğramasının da nedeni olur. .. İktidar bedenin içinde mesafe katetmiştir, yine bedenin içinde saldırıya uğramış bulur kendini Toplumsal beden kurumlarının (doktorlar, politikacılar) serbest ilişki ya da kürtaj fikri karşısında duydukları paniği hatırlayın Aslında, iktidarın kararsızlık gösterdiği izlenimi yanlıştır; çünkü iktidar geri çekilebilir, yer değiştirebilir, başka yeri kuşatabilir. .. ama savaş sürer.
On yedinci yüzyıl toplumu gibi bir toplumda kralın bedeni bir metafor değil, siyasi bir gerçeklikti: Kralın fiziksel varlığı monarşinin işleyişi için gerekliydi.
Suç işleme eğiliminin olmadığı bir toplum on sekizinci yüzyıl sonunda hayal edildi. Ardından, poff! Suç işlemeye eğilimlilik öyle faydalıydı ki; bu eğilimin olmadığı bir toplum kadar aptalca ve sonuçta tehlikeli bir şey hayal edilemiyordu. Suç işleme eğilimi yoksa polis de yoktur. Polisin varlığını, polis denetimini toplum için kabul edilir kılan şey suç işleme eğilimi olan kişiden duyulan korku değilse nedir?
Hırsızlık yapıyor çünkü yoksul; ama tüm yoksulların çalmadığını biliyorsunuz. Dolayısıyla, onun çalması için iyi gitmeyen bir şeyler olması gerekiyor. Bu bir şeyler onun karakteridir, ruh halidir, eğitimidir, bilinç dışıdır, arzusudur. Sonunda, suç işlemeye eğilimli kişi bir cezalandırma teknolojisinden, hapishanenin teknolojisinden tıbbi bir teknolojiye gönderilir; yani tımarhaneninkine değilse de, en azından sorumlu kişiler tarafından üstlenilme teknolojisine.
1835-1840 yıllarından itibaren suça eğilimli kişileri ıslah etmeye, onları erdemli kılmaya çalışılmadığı; amacın onları fişleyerek, iktisadi ya da siyasi amaçlar için bir silah oluşturacak şekilde, iyi tanımlanmış bir ortamda bir araya getirmek olduğu açıkça ortaya çıktı. Dolayısıyla sorun onlara bir şey öğretmek değildi, tersine, hapishaneden çıkınca hiçbir şey yapamasınlar diye hiçbir şey öğretmemekti.
Birisi hapishaneye girdiği andan itibaren onu lekeli biri haline getiren bir mekanizma işlemeye başlıyordu; hapisten çıktığında yeniden suç işlemeye eğilimli biri olmaktan başka çaresi kalmıyordu. Onu bir muhabbet tellalı, polis ya da muhbir haline getiren sistemin içine zorunlu olarak düşüyordu. Hapishane profesyonelleştiriyordu. Kırlarda dolaşan ve genellikle çok vahşi olan, on sekizinci yüzyılda görülen gezgin çeteler gibi olmak yerine, çok kapalı olan, polisin gayet iyi sızabildiği, siyasi ve iktisadi yararı göz ardı edilemeyecek, esasen şehirli, suç işlemeye eğilimli bir çevre vardır.
Sermayeleşme halk sınıfının ellerine hammadde, makine, alet edevat biçiminde yatırıma dönüştürülmüş bir zenginlik verdiği andan itibaren bu zenginliği kesin olarak korumak gerekti. Çünkü sanayi toplumu zenginliğin doğrudan doğruya ona sahip olanların değil, onu işleterek kar elde etmeyi sağlayanların elinde olmasını gerektirir. Bu zenginlik nasıl korunur? Elbette, katı bir ahlakla!
Kimse bunu yapmayı düşünmedi; ama kimsenin bunu düşünmemiş olması düşünülemez.
— Kesinlikle. Batı’da kahramanlıktan çok kabahat, sözü hare­ kete geçiren temel deneyimlerden biri. İlyada ve Odysseia’xan Yu­ nan kahramanlarım ele alalım. Ne Akhilleus ne Agamemnon ne de Ulysses kabahatten yola çıkarak konuşurlar. Kabahat zaman zaman araya girse de başlatıcı mekanizma değildir. Günümüzde ise, tersi­ ne, söylemin ve edebiyatm çağrı mekanizmasının kabahat temelin­ de çalışmaya başladığı söylenebilir
Açıktır ki kuşağımın insanları gibi, benim de elimde bunu inşa etmek için yapılmış araç yok. Falanca ya da filanca nokta üzerine, çok belirgin falanca ya da filanca sektör üzerine empirik soruştur­ malardan yola çıkarak bunu inşa etmeye çalışıyorum. Global ve ge­ nel bir iktidar kavrayışım yok. Kuşkusuz ardımdan gelecek binleri bunu yapacaktır. Benim yaptığım bu değil.
Peşinden koştuğum şeyin, bizimki gibi bir toplumda var ola­ bilecek bilme ve bilgilerin bir tür analizi olduğunu sandım uzun süre: Delilik hakkında ne bilinmektedir, hastalık hakkında ne bilin­ mektedir, dünya, hayat hakkında ne bilinmektedir? Ne var ki soru­ numun bu olduğunu sanmıyorum. Benim hakiki sorunum, aslmda günümüzde herkesin sorunu olan iktidar sorunuydu
Söylemin Düzeni’nâz iki kavramı karıştırdığım kanısındayım daha doğrusu, meşru olduğunu düşündüğüm bir soruna (söylem ol­ gularının iktidar mekanizmalarına eklemlenmesi) uygun düşmeyen bir yanıt önerdim. Bu metni bir geçiş döneminde yazdım. O döne­ me kadar geleneksel iktidar anlayışını kabul etmiştim sanıyorum; yani esasen hukuksal mekanizma olarak iktidar, yasa şunu der, şunu yasaklar, şuna hayır der, bir sürü de olumsuz etkisiyle birlikte: dış­ lama, ret, engel, inkâr, yokumsama
İnsanlann zenginlikle ilişkisinde de kuşkusuz bir değişim görü­ lüyor. Burjuvazi zenginlik karşısında on dokuzuncu yüzyılda sahip olduğu mülkiyet bağımlılığına artık sahip değil. Zenginlik artık sa­ hip olunan değil, yararlanılan bir şey. Zenginlik akışının hızlanma­ sı, giderek büyüyen dolaşım kapasiteleri, para biriktirmenin terk edilmesi, borçlanma uygulaması, toprak mülklerinin servet içindeki payının azalması; tüm bunlann sonucunda hırsızlık insanlara dolan- dmcılık ya da vergi kaçakçılığı kadar utanç verici gelmemektedir
Günümüzde, on sekizinci yüzyıldaki yolu tersinden izleyerek suça eğilimlilik düzleminden yasaya aykırı davranış düzlemine, ya- sadışılık düzlemine yeniden geçildiğini -ki bu çarpıcı bir olgudur- düşünmüyor musunuz?
— Cezalandırıcı çalışmanın bir işe yaramamak gibi bir özelliği olduğunu haklı olarak saptıyorsunuz. Bu durumda, genel ekonomi içindeki yerinin ne olduğunu insan kendisine sormadan edemiyor
İşgüzarcasına solcu, lirik bir şekilde anti-psikiyatrik ya da kılı
kırk yaran tarihsel söylemler, kor halindeki bu ocağa yanaşmanın
eksik biçimleridir. Kimi zaman, “hakikat”, bizim zavallı hakikatlerimiz,
yanılsamadan güç alan yakıcı bir alevle aydınlanabilir. Deliliğin
-ya da suç işleme eğiliminin veyahut suçun- bize mutlak bir
dışsallıktan söz söylediğine inanmak bir yanılsamadır. Bir delinin
bedbahtlığından ya da bir suçlunun şiddetinden daha toplum içi
olan bir şey yoktur, hiçbir şey toplumun iktidar etkilerinin bunlar
kadar içinde değildir. Başka deyişle, her zaman toplumun içindeyiz.
Marj, bir mittir. Dışarının sözü, sürdürmeye devam edilen bir
düştür. “Deliler” yaratıcılık ya da canavarlıktan oluşan bir dışarının
içine yerleştirilir. Yine de ağ içine alınmışlardır, iktidar dispositiflerinde
oluşurlar ve işlev görürler.
Lévi-Strauss, tersine, ensestin yasaklanmasının belli bir tercih ve dışlama sistemi olduğunu ve bir toplumda olumlamanın ve yadsımanın karmaşık bir sistem meydana getirdiğini, olumlamanın yadsımadan önce gelmediğini, kabul edilen ve değer verilen şeyin yadsınan ve dışlanan şey karşısında birincil olmadığını, aslında tüm toplumun nesneler üzerinde, dünya üzerinde, davranış üzerinde, siyah ve beyaz kareleriyle, poziviteleriyle ve negativiteleriyle bir anlamda bir bulmaca oluşturduğunu gösterdi.
Durkheim ensest sorununu ele alırken, toplumun ensesti reddederken olumladığı değerler sisteminin ne olduğu sorusunu kendine soruyordu ve ensestin reddinin belli bir olumlamanın dış sonucu olduğunu göstermeyi deniyordu. Bu olumlama, toplumsal bedenin ve toplumsal bedeni yaşamı içinde sembolik olarak temsil eden kanın kutsal karakterinin ve homojenliğinin olumlanmasıydı.
İktidar bedeni çalıştırır, davranışa nüfuz eder, arzu ve zevkle iç içe girer, işte onu bu çalışma içinde suç üstü yakalamak gerekir; yapılması gereken şey bu analizdir, bu da güç bir şeydir.
Zenginlik artık sahip olunan değil, yararlanılan bir şey. Zenginlik akışının hızlanması, giderek büyüyen dolaşım kapasiteleri, para biriktirmenin terk edilmesi, borçlanma uygulaması, toprak mülklerinin servet içindeki payının azalması; tüm bunların sonucunda hırsızlık insanlara dolandırıcılık ya da vergi kaçakçılığı kadar utanç verici gelmemektedir.
Akıl hastası, suça eğimli ya da sapık kimliklerinin arzu edilmez ya da sakıncalı olduğunu düşünebilir ve hepsinden birden kaçınabilirim. Bu yüzden de ne kadar çok kimliği sakıncalı bulur ve kendimi onlardan uzak tutmaya çalışırsam, sahip olabileceğim düşünce ve duygular ile gerçekleştirebileceğim eylemler alanını da o kadar kısıtlarım. Yani belli kimliklerin sakıncalı, yanlış ya da arzu edilmez olarak sınıflandırılması dolaylı olarak başka bir kimliği dayatmanın yolu olarak görülebilir.
Kapitalizm, devletler ve uluslar çapmda örgütlenmektedir. Böyle bir toplumda, aylak bir nüfus kitlesinin varlığı sözcüğün gerçek anlamıyla imkânsız ve hoşgörülemez olur. Çalışma zorunluluğu herkes için getirilir, herkesin statüsünün çalışmanın örgütlenmesine göre tanımlanması zorunludur, mülkiyet yönetiminin ailenin tümü ve aile aracılığıyla da toplumsal bedenin tümü tarafından deneti-
mi kaçınılmaz olur. Bu tür ekonomik ve toplumsal gelişme biçimi içinde deliye hoşgörü gösterilemez.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir