İhsan Şenocak kitaplarından İki Devrin Ulu Hocası Ali Haydar Efendi kitap alıntıları sizlerle…
İki Devrin Ulu Hocası Ali Haydar Efendi Kitap Alıntıları
Ölümün okları hiç hedef şaşmadı.
Deniz kenarlarında kumdan kaleler inşa eden, onların ebediliğine inanan ve bir an denizden kopup gelen dalgalarla kalelerinin parçalanması karşısında çaresiz kalıp ağlayan çocuklar gibi, oyunda-oynaşta olanlarla kudemâ arasında ne büyük fark var !
Dünya’nın neresinde, içinde suç unsuru olmayan bir kitabın satışına vesile olmanın idamla yargılanmaya sebep teşkil ettiği görülmüştü?!
Ali Haydar Efendi (rahimehullah), ‘Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira, size onların karınlarındaki işkembe ile kan arasından (gelen), içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt içiriyoruz.’ ayetini çok okurdu. Fakat biz ayetin ancak lügat manasını anlayabilirdik. İşari tefsirini anlayabilmek için daha çok yıllar lazımdı. Ali Haydar Efendi (rahimehullah) ayet-i kerimeyi şöyle tefsir etmişti:
‘Bakın! Cenâb-ı HAKK posa ile kan arasından saf süt çıkarıyor. İkisi arasında kudreti ilâhîden perde vardır. Bu yüzden biri diğerine karışmıyor. Mevla Teâlâ buyuruyor ki; ‘Ben nasıl size posa ile kan arasın dan saf süt çıkarıyorsam, siz de posa makamında olan nefis ile, kan makamında olan şeytan arasından halis ibadet çıkarın.
Ali Haydar Efendi (rahimehullah), kendini ziyarete gelen bir hocaya şöyle demiştir: Mahrem ol da sana peçeyi kaldırsınlar. Muhatabı bunun ne anlama geldiğini sorunca şöyle demiştir: Nasıl ki bir hanımın damadı olduğunda, hanım sana peçeyi kaldırıyor, tıpkı bunun gibi hakikatin de mahremliği vardır. Hakikate yabancı kalırsan Cenâb-ı HAKK’ın esma ve sıfat perdeleri açılmaz; sen de ilim diye yalnız sahifelerin üzerindeki ‘siyah çizgiler’le avunursun.
Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez; Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.
İçeride bir has oda, yeri samur döşeli;
Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez. Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünyada,
Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez. Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekun? Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez. Kayalıklı boğazlarda yön arayan bir gemi;
Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez.
Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berheva;
Yer çökmeden, gök iki şak yarılmadan geçilmez. Geçitlerin, kilitlerin yalnız O’nda şifresi;
İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!
Ali Haydar Efendi, tufanın ortasındaki has duruşuyla; küfrün geçici, İslam’ın daimi olduğuna işaret etti. Bir gün suların çekileceğini ve medreseye, tekkeye giden yolların yeniden açılacağını anlattı.
Zaman, yaşananlara tanıklık ettiği gibi, bir gün yaşananlarla ilgili gerçek hükmünü de verecektir.
Tahiru’l-Mevlevi aktarıyor:Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız.
-Atıf Efendi:Ben de Kainatın Efendisi’ni (s.a.s) gördüm. Bana, ‘Yanıma gelmek varken ne diye müdafaa karalamakla uğraşıyorsun?’ dedi.
Zulmü payidar eden idarenize, zihniyetinize mi şeyhülislam olmamı istiyorsunuz? Şu birkaç odalı zaviyemi sizin göz yaşı dolu sarayınıza nasıl tercih edebilirim?
Efendi Babam derdi ki:Kalp nerede ise sen de orada mutebersin. Yani sen kalbinin bulunduğu yerde sayılırsın
Ali Haydar Efendi İslamın dünyavileştirilmesine karşı çıktığı gibi, ayet ve hadislerin de dünya menfaati karşılığında okunmasına müsaade etmezdi. Efendi Babam,bizlere mukabele ve vaaz paraları aldırmazdı. Bu işleri menfaat için yapmaktan o kadar korkardı ki..! Almadık, fakir de olmadık elhamdülillah!
*Hasılı Şahsi Görüşüm
Ben de kuran, sela okumalarından ve ayrıca ölen kardeşlerimizi yıkama için özel ücret alınmasına karşıyım bunu iş olarak yapanlar zaten devletten maaşlarını alıyor. Peki bu neyin parası anlayamıyorum kusura bakmayın. Şahsen ben almamaya dikkat ediyorum ve teklif edenlere de cevabım şu Ben bildiğimin zekatını veriyorum yoksa bu para kazanma aracım değil bence hepimizin cevabı bu olmalı
Baki’yi, Fuzuli’yi tanımayanlar Goethe’ye, Rimbaud’a aşık oldu.
Modern zaman içinde yitirdiğimiz her mukaddes
mana gibi haccın anlamını da yitirdik. Ne Surre Alayları, ne de o Alaylara katılıp Hicaz yollarına düşen hacılar kaldı. Medine sokaklarında Peygamber’in #izini arayan hacıların yerini, günümüzde (büyük oranda) Medine pazarlarında incikboncuk arayan hacılar aldı.
Ya rabbi! Sana layık bir rekat namaz kılamadım. Beceremedim.
Zaman, yaşananlarla tanıklık ettiği gibi, bir gün yaşananlarla ilgili gerçek hükmünü de verecektir.
Devletler, kontrollerine aldıkları muhalefet hareketlerini, ayaklanmaları ya da devrimleri, dışında kaldıklarından daha kolay engeller.
Mevla Teâlâ, tesbihatı sebebi ile Hz. Yûnus’u (aleyhisselam) balığın karnından kurtardığı gibi, tesbih eden müminleri de nefis balığının karnından, zulmetinden kurtarır.
‘Oğlum Mahmud! Yapmış olduğun ibadetler Mevla Teâlâ’ nın huzuruna layık oluyor mu?’ ‘Hayır’ diyeceksin. Ama şunu düşün: Eğer bu ibadetleri bir puta yapsaydın ne olurdu?! Bütün kâinât alt üst olurdu. Küfre giderdin değil mi? Öyle ise umutsuz olmayalım.
Eğer yaşanmakta olana başkaldırıyorsanız ve gençseniz, yaşadığınız her ne olursa olsun serüvendir.
‘Kalp nerede ise sen de orada mutebersin. Yani sen kalbinin bulunduğu yer de sayılırsın.
Gururları, kibirleri, dünyalıkları bırakalım. Rabbimizin sevdiği gibi yaşayalım.
Hakikatin de mahremliği vardır. Hakikate yabancı kalırsan Cenâb-ı Hakk’ın esma ve sıfat perdeleri açılmaz; sen de ilim diye yalnız sahifelerin üzerindeki ‘siyah çizgiler’le avunursun.
Mustafa’dır ehl-i derdin mültecası Mustafa
Mustafa ile buldu ancak ehl-i derd derde deva.
Gelsin ehl-i derd olanlar Mustafa’yı bulalım,
Eşiğine koyalım baş âna kurban olalım.
Aradım bir çok zamanlar görmedim bir mürşidi
Çünkü bende kalmamıştı görecek göz mürşidi
Allah içün eyleyelim sohbeti,
Böyle Aziz! Ehl-i derdin adeti.
Sebepler farklı olsa da sonuçta ölüm hep aynıdır
Oğlum! Leylan ile aran nasıl?
Diye sorar; müspet cevap alamadığında, Git aranı düzelt, gönlünü al, öyle ders verelim derdi
Acûze bir kadın, 15-16 yaşlarındaki kızıyla Ali Haydar Efendi’nin karşısına çıkar. Kadın tesettürlü; fakat kızı aşırı derecede açıktır. Duruma tepkisiz kalamayacağını düşünen Ali Haydar efendi kızın annesine hitaben şöyle der: Behey gafil kadın! Sen, kendine merhamet ediyor ve kapanıyorsun da, bu masumane yavruya bir kastın mı var ki onu bu halde dolaştırıyorsun. Bu nasıl bir anneliktir ki, göz göre göre yavrunu ateşe atıyorsun.
Zaman, yaşananlara tanıklık ettiği gibi, bir gün yaşananlarla ilgili gerçek hükmünü de verecektir.
Yeni hayata özendirebilmek için eskiye sövmek mübahtı. Belki de zorunluydu. Çocuklar söz konusu karalamanın öylesine etkisinde kalmış ve öylesine ürkmüşlerdi ki, camilerin ya da tekkelerin sokaklarından geçmeye bile cesaret edemiyorlardı. O zamanlar çarşaflı kadınlar gazeteciler tarafından haber yapılır, çarşafları ile alay edillirdi
Onların vazifesi masum Anadolu çocuklarının genlerinden İslam Ruhu’nu söküp atmaktı. İlk mektebe gelen çocuklara küfür nasıl aşılanacaktı?! Öncelikle vazifeleri bu idi.
Baki’yi, Fuzuli’yi tanımayanlar Goethe’ye, Rimbaud’a aşık oldu .
Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız.
Atıf Hoca
Atıf Hoca: Göreceksin, yarın beni asacaklar, çünkü haberi Allah Resulü(sas) verdi.
Devletin son 3 yılda yaptığı ihracatından daha yüksek bir meblağ ödenerek italya’dan şapka getirtildi. Şapkalar 50’şer lira bedelle (ortalama bir memur maaşının iki katı) ve bir yıla yayılan taksitlerle bütün memurlara satıldı.
Şapka giymek, yani değişmek bir talep değil Emirdi; giymemenin müeyyidesi vardı.
Dünya tarihinde bir ilk gerçekleşiyordu; kanunla bütün millete şapka giydiriliyordu .
Cübbe, çarşaf, takke, sarık . Bütün bunlar irticaya (!) İşaret ediyor; insanları maziye dönmeye çağırıyordu. Toplumun, modern dünyaya uyum sağlamasına engel olan bu tür giysilerden bir an önce kurtulması gerekli idi (!) Bunun için de acil bir değişim kaçınılmazdı. Mahalle muhtarından Cumhuriyet Halk fırkası çaycısına, köydeki Ahmet efendi’den belediye meclisi azasına kadar herkes değişmeli; yani şapka takmalıydı
Hakk’ı tanımayanlar, ilahi aşkı yaşamayanlar her şeyin önüne makamı koymuşlardı.
Bir şeyi daha çok severek dünyevi bağlarını teke indiren kişinin, ondan kurtulup ilgisini Allah’a yöneltmesinin daha kolay olduğunu düşündüğünden böyle yapardı.
Efendi babam buyurdu ki: Kâbil-i hitap bir evladım, benden doğan fakat laf anlamayan yüz bin evladımdan daha hayırlıdır
Sünnet-i Seniyye’ye hakkı ile yapışırsan sen de İmam-ı Gazzali olursun.
İnsanoğlu, helal ile haramı ağzı ile ayırt edemez. İnsan için helalinden pişirilmiş tavuğun tadı ile çalınmış tavuğun tadı aynıdır. Haram ile helal arasını ancak şeriat ayırır.
Çok tövbe eder ve derdi ki; Oğlum Mahmud! Peygamberler bile istiğfarla yaşadı .
Her kemâli takip eden bir zevâl vardır.
Meşrutiyet’le gelen zulüm öyle bir noktaya varmıştır ki; susmak, Hakk’a ihanet etmekle eş değerdir.
Te’lif-i Mesail Şubesi, Osmanlı Devleti’nin ahir ömründe oluşturduğu ve bünyesinde zamanın hukuki ve siyasi sorunlarını çözecek ilim adamlarının görev yaptığı muazzam bir ilim merkezi idi. Bunu gören İslam karşıtları onu kapattıkları gibi, reisini de yıllarca göz hapsinde tuttular. Bütün bunlardan sonra kimse çıkıp da, Devlet sorunlarına, aksayan kurumlarına ulema İslami çözüm getiremedi de bundan dolayı ittihatçılar ya da başkaları batılı devletlerin hukuk sistemlerini iktibas ettiler. diyemez.
Demek ki dinimizde her konu varmış. Avrupa kanunlarına ihtiyaç yokmuş. Avrupalılar bizi, kanunlarınız yetersizdir, asr-ı hâzırın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. diye itham ediyorlar.
Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez;
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez.
İçeride bir has oda, yeri samur döşeli;
Bu odadan gelsin diye çağrılmadan geçilmez.
Eti zehir, Yağı zehir, balı zehir dünyada,
Bütün Fani lezzetlere darılmadan geçilmez.
Varlık niçin, yokluk nasıl, yaşamak ne, topyekun?
Aklı yele salıverip çıldırmadan geçilmez.
Kayalıklı boğazlarda yön arayan bir gemi;
Usta kaptan kılavuza varılmadan geçilmez.
Ne okudun, ne öğrendin, ne bildinse berheva;
Yer çökmeden, Gök iki şak ayrılmadan geçilmez.
Geçitlerin, kilitlerin yalnız O’nda şifresi;
İşte, işte o eteğe sarılmadan geçilmez!
Evliya Çelebi gibi Seyahat Ya Resulallah! diyen Kafkas kökenli İlim yolcuları yollara düşer. Aslında er-rıhle fi talebi’l – ilm/ilim tahsil etmek için seyahat etmek ; İmam Buhari’den, Müslim’den gelen bir İslam geleneğidir. Kafkasya’nın medresesiz kalan çocukları da bu sünnete uyarak kimi Trabzon’a , kimi Erzurum’a hicret eder.
Ali Haydar Efendi (rahimehullah), ihvanın ticari ve ailevi ilişkileriyle de alakadar olur, ahlaki açıdan birbirine güvenmeyenlerin ticari ortaklık yapmamalarını öğütlerdi.
Tarikat dersini almaya ya da mevcut dersini değişmeye gelenlere hanımlarını kast ederek “Leylan ile aran nasıl?” diye sorar; müspet cevap alamadığında “Git! Aranı düzelt, gönlünü al, öyle ders verelim.” derdi.
“Kafirle mü’min birbirinin ateşini dahi görmesin.Zira mü’min kafiri görünce ahlakından kendisine sıçrar.Şimdi ise Müslümanlar onlara uydukları hususlarda daha da ileri gitmeye kalkıyorlar.Gururları,kibirleri,dünyalıkları bırakalım.Rabbimizin sevdiği gibi yaşayalım”
Ali Haydar Efendi
Ali Haydar Efendi (rahimehullah), çete kafasıyla devlet yöneten; dışı müslüman içi mason olan komitacılara hiçbir zaman baş eğmedi. Zor şartlar altında dahi İslâm’ın izzetini muhafaza etti.
O, Devleti Âliyye’nin âhirinde zuhur eden bir Zembilli Ali Cemali, bir Molla Gürani idi.
Bu yüzden tarih onu, Peygamber makamını çiğnetmeyen vakar sahibi bir âlim olarak anacaktır.
Tasavvuf, ruhu “mâsivâ”dan arındırma ve İslâmî değerlerle donatma yoludur.
Mevla Teâlâ, tesbihatı sebebi ile Hz. Yûnus’u (aleyhisselam) balığın karnından kurtardığı gibi, tesbih eden müminleri de nefis balığının karnından, zulmetinden kurtarır.
Ali Haydar Efendi biliyordu ki karşılaştığı sıkıntılar neredeyse bütün fakihler için tanıdıktı. İmam Malik’ten, Şafii’ye ulu hocalar hep aynı izdırabı yaşamışlardı. İçlerinde okuyabilmek için hânını, hânümânını satanlar vardı. Hatta İmam Malik fakirlikten o kadar muzdarip olmuştu ki; ilme devam edebilmek için, evinin tavan tahtalarını söküp satmak zorunda kalmıştı.
Bilmeyenlerin arasında bilen olmak en büyük lanetti. Dinlemeyenlerin arasında duyan olmak ise felaketti.
Mevlana, aklın egemen olduğu bir devirde irfan adına konuştu. Konuşmalarını kayda geçti, Mesnevi’yi yazdı. Ali Haydar Efendi ise küfrün ve cehaletin hakim olduğu bir zamanda, hem irfan hem ilim adına konuştu. Konuşmalarını kitaplara değil, Büyük Veli’nin ruhuna kaydetti. Şimdi o Büyük Veli, kadim duruşuyla, Batı ile Doğu’nun kesiştiği noktada, İslam’ın yenilmezliğinin destanını yazıyor.
Üstad (Ali Haydar Efendi), günler sonra. mananın maddeye tecelli remzi olan Kabe’ye ulaşır. Kabe etrafındaki her dönüşünde, Hacılar Kabe’yi, aşıklar Hakk’ı tavaf eder. sözünün sırrına erer..
O kadar çok ibadet eder, namazda o derece uzun kalırdı ki, görenler namazı hiç bitmeyecek sanırdı. Mesela yatsı namazına çeyrek dakika kalıncaya kadar evvabin kılardı.
Böyleyken her namazdan sonra:
-Ya Rabbi! Sana layık bir rekat namaz kılamadım, beceremedim. diye gözyaşı dökerdi.
Bilmeyenlerin arasında bilen olmak en büyük lanetti. Dinlemeyenlerin arasında duyan olmak ise felaketti.
İslam’ın savunulmaya ihtiyacı yoktur. İslam’ı yaşarsın, etrafındaki herkese örnek olacak bir zarafet ve kudrette yaşarsın, gerisi teferruattır. Ve İslam’ı yaşayabilmek için önce insan olmak gerektiğini anlamak lazım.
Hayati Kader sanıyordu oysa hayat daima zıtlıkları birbirine bağlıyordu